Cumartesi Nisan 20, 2024

25 Kasım, korku duvarlarımıza darbe vurduğumuz gün olsun!

kaypakkaya-partizan
25 Kasım’da Trijillo Diktatörlüğü’ne karşı çıkarak insan hakkı mücadelesi veren 3 kız kardeşin öldürülmesinin ardından tam 53 yıl geçti. 53 yıl önce, 1960’ta, Dominik Cumhuriyeti’nde yaşayan ve Mirabel Kardeşler olarak tanınan Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın cesetleri bir uçurumun dibinde bulundu. Ölümleri kayıtlara “trafik kazası” olarak geçirildi.

 

Oysa gerçek böyle değildi.

Dominik Cumhuriyeti’nde 1930 yılında darbe yaparak başa geçen emperyalist damgalı Rafael Trijillo, 30 yıldır ülkede baskı ve zulüm politikalarını hayata geçiriyordu. Ama 30 yılın sonunda Dominik artık kaynayan kazan gibiydi. Kitlesel protestolar, eylemler düzenleniyor; Trijillo Diktatörlüğü’nün mezarı kazılıyordu halk tarafından.

 

Şiddete karşı yaşasın Mirabel Kardeşliği!

Bu eylemlerde 3 genç kadın ön plana çıkmıştı. Patria, Minerva ve Maria Teresa Kardeşler; bu eylemlerde en ön saflarda yer alıyor ve burada insan hakları mücadelesine önderlik ediyorlardı. Trijillo Diktatörlüğü, aynı şekilde mücadele eden Teresa Kardeşler’in eşlerini de tutuklamış ve zindanda işkence altında tutuyordu.

Ama buna rağmen bu kız kardeşler, “kadın olduklarına bakmadan” diktatörlüğe karşı çıkma cesaretini buluyorlardı kendilerinde. Hem de en ön saflarda… Trijillo Diktatörlüğü, Patria, Minerva ve Maria’nın ortadan kaldırılmasına karar verdi. Ama bu kadınlar, öyle bir ortadan kaldırılmalıydılar ki, bir daha başka kadınlar kendilerinde böylesi cesareti bulamasınlardı!

İşte bu yüzden Teresa Kardeşler, yani Mirabel Kardeşler, “trafik kazası” ile değil; tecavüz edilerek katledilmişlerdi. Bir savaş politikası olarak cinsel saldırılara hedef olan kadın bedeni, bu kez mücadeleye atılan kadınları ortadan kaldırmak için hedef alınmış ve kadın kimliğini aşağılamak adına tecavüz edildikten sonra katledilmişti Mirabel Kardeşler. Cesetleri doğdukları köye kadın örgütleri tarafından taşındı.

Ancak Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın katledilmesi, Trijillo Diktatörlüğü’nün Dominik halkının isyanının dizginlenmesi ve kadınların korkup köşelerine sinmesi “arzusunu” yerine getirmeye yetmedi. Aksine “trafik kazası”na inanmayan Dominik halkı Mirabel Kardeşler’in katledilmesi ile daha da öfkelendi ve 1 yıl sonra Trijillo Diktatörlüğü’nün yıkılmasına neden olan ayaklanmanın fitilini yaktı.

Mirabel Kardeşler, katledilmelerinin üzerinden on yıllar geçse de unutulmadılar. 1981’de Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı, Mirabel Kardeşler’in katledildiği 25 Kasım’ı, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” kabul etti.

Yasaklamalara, yok saymalara karşı süren anmaların sonucunda 1999’da da Birleşmiş Milletler 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü” ilan etti. Ve dünyanın dört bir yanında kadınlar onların özgürlük ve insan hakları için verdikleri mücadeleyi unutmadılar. 

Mirabel Kardeşler’den aldığımız direniş geleneğini de büyüterek sürdürüyoruz. Kah Patria oluyoruz barikat başlarında direnen, kah Minerva mücadelenin önemini anlatan, kah da Maria slogan atan… Ama kesemiyorlar sesimizi… Ne kadın katliamları ne tecavüz ne de yok saymaları ile!

 

Devletin kadına karşı en güçlü silahı: Cinsel işkence

Elbette kadına yönelik şiddet, ne Mirabel Kardeşler’le başladı ne de Mirabel Kardeşler’le sonlandı. Bugün hala bedenimiz erkek egemenliğinin savaş alanı olarak görülmeye, en yakınlarımız tarafından “namus” adı altında şiddete uğramaya, katledilmeye, taciz-tecavüze maruz kalmaya, yok sayılmaya, 2. ve hatta 3. sınıf insan muamelesi görmeye devam ediyoruz.

Erkek egemen sistemin koruyucusu devlet ile kurumları ve yine bu anlayışla şekillenen toplum tarafından baskı altında tutuluyor, çalışma yaşamından dışlanıyor, eğitim ve sağlık gibi haklardan mahrum bırakılıyor, politikadan uzak tutulmaya çalışılıyoruz.

Devletin kadınları hem yaşamdan hem de yaşamda bilinçli bir şekilde ilerleme eyleminden mahrum bırakma geleneği olarak cinsel işkenceyi devreye sokması ülkemizde de erkek egemenliğinin en güçlü silahı olarak karşımıza çıkıyor.

“Tek dil, tek din, tek bayrak” teklemesiyle oluşturulan TC’nin kuruluşu sürecinde Kürt, Ermeni, Süryani, Alevi yüz binlerce kadın faşizmin bir uygulaması olarak tecavüze maruz kalırken, bir taraftan da kimliğinden “arınması” için Türk, Sünni ve asker erkeklere çok küçük yaşlarda kimi zaman evlatlık kimi zamanda erkeğin “her işini görmesi” amacıyla satıldı.

Devrimci hareketin güçlenmesi ile başlayan 70 ve 80’li yıllarda ise devrimci hareketlerde yer alan ve ülkedeki düzene karşı çıkan kadınlar da Trijillo Diktatörlüğü’nün Mirabel Kardeşler özgülünde görüldüğü gibi uyguladığı tecavüzlere maruz bırakıldı. Kadınlar; gözaltında tecavüze uğrayan ama bu öfkesini dağların doruklarına taşıyarak kurşunlarını erkek egemenliğinin cehennemine sıkan Kamile Öztürk gibi mücadeleden vazgeçmediler.

Kadın gerillaların ölü bedenleri çırılçıplak teşhir edildi, tecavüze uğradı. Ama kadınlar Yıldız Ayraç gibi dimdik durmayı bildi. 12 Eylül AFC’sinin en sistematik işkencelerinin hayata geçirildiği Diyarbakır 5 Nolu Zindan’da tecavüze uğradı onlarca kadın. Kimi Sakine Cansız gibi öfkesini mavzer yaptı kendine, kimi Cahide Karakaş gibi tecavüzün yıkıntısı içinde intihara sürüklendi. 90’larda polis, jandarma, gardiyan, korucu tarafından binlerce Kürt ve devrimci kadın hapishanede, köylerde ve gözaltında taciz ve tecavüze uğradı.

 

25 Kasım’da cinsel işkenceye karşı mücadeleyi büyütelim

Devlet bu geleneğini Gezi Ayaklanması’nda da sürdürdü. İsyana katılan kadınlar, gaz bulutları altında polisin taciziyle karşılaştılar. İzmir’de YDK’lı Gezi direnişçisi Elif Kaya, gözaltına alınıp tutuklandığında götürüldüğü Şakran’da devletin gardiyanları tarafından taciz edildi. Ankara’da gözaltına alınan direnişçiler Eylem Karadağ ve Ezgi Özen “bizim işimiz bu” diyen polis tarafından taciz edildiler. Yine Gezi Ayaklanması sırasında otobüste gözaltına alınmaya çalışılan Pınar isimli genç bir kadının polis tarafından tecavüz tehdidiyle karşılaşması da bu süreçte yaşanan olaylara vereceğimiz örneklerden biri olarak karşımızda duruyor.

70’lerde ve 80’lerde yaşanan bilinçli kadınlara yönelik devletin sistematik cinsel işkencesi o kadar yaygın şekilde bilinmese de son olarak Gezi Ayaklanması sırasında yaşanan bu cinsel saldırılar devletin kadın düşmanlığını sergilemesi açısından da önem taşıyor. Devlet kaçamayacağı kadar teşhir olmuş durumda.

Bilinçli/bilinçsiz, örgütlü/örgütsüz kadınlar da olsak erkek egemenliği tarafından şekillendirilen toplumsal yapının hücrelerimize işleyen kodlarında hala cinsel saldırılara karşı kendimizi savunmasız hissediyor, cinsel saldırının bizlerin ve ailemizin “namusunu kirleten” bir durum olduğu algısı ile korkularımızın duvarları arasına gizleniyoruz. Erkek egemen devlet bu savunmasızlığımızdan ve korkularımızdan, bu toplumsal yapıdan beslenerek her daim bu saldırılarını sürdürüyor.

İşte tam da bu yüzden bu 25 Kasım’da hedef alınması gereken tam da devletin bu cinsel işkence silahıdır. Devletin bu silahını elinden almanın en önemli yolu cinsel şiddet ve işkence konusunda kendimizin ve en geniş kadın kitlelerinin bilinçlendirilmesinden geçmektedir. Bu 25 Kasım, bu korkumuza, savunmasızlığımıza darbe vurduğumuz gün olsun!

2649