Salı Nisan 23, 2024

Bir Taziye Çadırıdır Türkiye 1915'ten Beri

Rasyonaliteden ve vicdandan uzak bu hastalıklı algı Hrant'a, Sevag'a kurşun; Roboski'de 34 çocuğa bomba yağdırır. 85 yaşında acılı ve yorgun bedeni bıçaklar, göğsüne haç çizer; Maritsa gider kalan Maritsalar tedirgin, ürkek güvercine döner.

Ortak aklı, ortak varoluşu yaratmanın aynılaş(tır)mak, benze(t)mek olarak anlaşıldığı bir toplumda acılar ve yaslar dışında bir araya gelinemediği için olsa gerek taziye çadırlarında buluşuluyor ancak. Buralarda yakılan ağıtların dili zaman zaman değişse de, buluşma ânı ve mekânı değişmiyor.

Acı, bazen şehrin en işlek caddelerinden birindeki kaldırıma boylu boyunca devrilen bir kimliği delip geçiyor. Bazen oradabirköyvaruzaktagitmesekdegörmesekdeoköybizimköyümüzdür dediğimiz, karla kaplı dağlar arasındaki bir köyün çocuklarının rüyalarına, hayallerine, kimliklerine çöküyor. Ömrüne devletçe ipotek konup sayılıgünçabukgeçer denerek kandırılan bir canın kimliğinde bir kurşun yarası oluyor bazen. Bazen de bacaklarından ikiye ayrılıp paramparça edilen bir bedenin cinsiyetine erkek yarası. Acı ülkeleraşırı yolculuklar da yapıyor. Demokrasisiyle, özgürlükleriyle göz kamaştıran ülkelerden birinin dört duvarla çevrili bir odasındaki direnci, inancı, mücadeleyi kan kuyusunda boğmayı umarak. Hatta bazen nereye düştüğü, neyi delip geçtiği bilin(e)miyor, öğrenil(e)miyor.

Ve işte acının kucağında toplanılıyor her seferinde.

İyi ama neden?

Acın acımdır'da birleşmek...

Bir araya gelmenin başka bir şeklini bulmak, birlikte politika üretmek, süreci devam ettirmek için her tür farklılığın yaşamasına; "isyan ve red"de herkesin kendi tercih ettiği dilde, biçimde varolmasına; durduğu ve tanımladığı yerden söz ve eylemlilik üretmesine/önermesine imkân ve zemin çokça sağlanmıyor sanki. Kimi zaman alışkanlıklar, kimi zaman ideolojik, tarihsel angajmanlar, kimi zaman geçmiş deneyimler ya da hakikate yalnızca kendisinin ya da bağlı olduğu yapının/örgütün sahip olduğu ve onun dışında başka hakikat olmadığı inancı yüzünden bu mümkün olamıyor. Sadece biz'den olmayanların, biz'e benzemeyenlerin "özne"lerden ve "özneleşmek"ten korktuğu düşünülürken bunun bir yanılsama olduğu görülemiyor.

Birlikte eylenecekse "ben yapmayacağım, senin bu yaptığını reddediyorum, onaylamıyorum..." diyenlerle değil; "yaparım, tamam, doğrudur, hemen, şahane..." diyenlerle olmak, benzerlerle hareket etmek, bunun sağlayacağı iyileştirme hali ve konfor tercih ediliyor. Bu da beraberinde başka'dan yana tavır alanın/almaya çalışanın, başka'nın peşinde olanın etiketlenmesine, dışlanmasına; daha da fenası aklın salonlarında kurulan mahkemelerde hazır kalıplarla yargılamasına sebep oluyor.

Her sözde, eylemde birlikte olmanın gerekliliğinin altı çizilirken özne olmanın üzerinin çizildiği fark edilmiyor. Aynı sözlerden inşa edilen havuzlarda boğulunuyor. Söz, dipdiri ve yıkıcı olabilecekken tekrarlanmaktan, eskitilmiştikten yorgun düşüyor ve etki gücünü yitiriyor. Sürekli söz alanlar da ne sözlerine ne içeriğine ne de biçimine bakabiliyor. Kimse kimseye sözünün, eyleminin niteliğini düşünmek, tartmak, sorgulamak, eleştirmek, yıkmak ve yeniden, başka bir dilde, biçimde kurmak için gün'den ve gündem'den zaman çalmasına müsade etmiyor. Bakmak, düşünmek için ihtiyaç olan durma ânını tercih etmek, eylemsizlik, tepkisizlik, konformizm olarak algılanıyor ve bunun üzerinden yargılama başlıyor. Akılların toz bağlamış etiket çekmecelerinden çıkarılanlarla bu tercihler etiketleniyor. Eylemek ve konuşmanın beden ve ağız ishaline dönüşmemesi ve birinin öbürünü dışlamaması gerektiği sık sık unutuluyor.

Birbirinden öğrenme, birbirini dinleme, anlama, görme arzusu ve bunları hayata geçirme becerisi kendine çokça yaşam alanı bulamıyor gibi. Belki daha da öncesinde her tekil'in özgürleşmesi, kendisini ve yaşadığı dünyayı değiştirme, dönüştürme hayalini gerçekletirmesi engelleniyor. Oysa ancak tam tersi bir durumda farklılıklarla kamusal alanı inşa etme ve orada politika üretme, böylece herkesin sadece kendinden olana ya da kendine benzeyene değil herkese dokunması mümkün olabilir.

Devlet, topraklar üzerinde yaşayan halkları dilleri, kimlikleri, cinsiyetleri, sınıfları, kültürlerine göre sınıflandırıp üç beş kompartımana yerleştirir. Lokomotife yerleştirdiklerine de kompartımandakilerin her birinin tepenin ardındaki düşman olduğunu öğretir. Toplumsal bilinçaltını da milliyetçi-mukaddesatçı-muhafazakâr-erkek öğelerle şekillendirir. Lokomotiftekilerin her hücresine "nefret", "öfke" ve "korku" enjekte eder. Tüm bunları yapar ki verdiği/sunduğu/ezberlettiği "kara hakikat" ilelebet yaşasın. Bunu yıkarak ve bundan kurtularak eşit, demokratik, özgür, adil bir yaşam kurulabileceğini ve ancak o zaman birlikte yaşanabileceğini bilenler; böyle bir yaşama, yaşamı kurma mücadelesine inananlar; bu "kara hakikat"ın karşısında olanlar söz konusu kamusal alanı inşa etmek ve politika üretmek için her yola çıktıklarında aşkın rüzgârı dinince ayrışıp, parçalanıyorlar.

Ve işte, kucak kucak acıya yurt olan taziye çadırında bir araya gelinebiliyor. Bu, hiç de küçümsenmeyecek bir buluşmadır elbette. Fakat "acın, acımdır" diyerek toplaşılan bu çadır ülkede, acıdan ve yastan, acı çekmekten ve yas tutmaktan kalpler, akıllar ağrımaya, çadırlar acıları almamaya başlamadı mı artık?

Taziye çadırı

İşte ismine Türkiye denen, etrafı denizler, karalar, dağlar; ama en çok düşman(!) halklarla çevrili bu toprak parçası, içinde çok derin bir acının döktüre döktüre sustuğu koca bir taziye çadırıdır 1915'ten beri.

Ve bu, Hrant'ın ve bir milletin kalbine sıkılan kurşunla kamusal alana ancak taşınabilmiş bir acıdır. Hrant'ın düşürüldüğü kaldırımdan hâlâ kaldırılamamış olmasıyla katmerlenmiş bir acıdır. O kaldırıma düşürülen göze bakıldığında oradaki acının ve yasın köklerini herkesin görebileceği; gördüklerine özrün bile yetmeyeceğini anlayacağı bir acıdır.

Bir kimlik ki; tek tanrı, tek din, tek kimlik, tek vatan, tek dil arzusu ve doymazlığıyla en derin yaralardan birini açar bir halkın hayatının kalbinde... Ve o kimlik ki; kendisini taşıyan herkesten kendisine ait her değeri, öğeyi kabullenmesini, yaşamasını, yaşatmasını ve soru sormamasını ister. Bunların uğruna halklara yaşattıklarıyla yüzleşmekten kaçar. Kimilerinin gurulanmasına kimilerininse halkların karşısında utançtan erimesine, çaresiz kalmasına, yüzünün hep toprağın acısına dönük olmasına sebep olur. Ve o kimlik ki; akıllardaki, kalplerdeki nefret ve öfke katranlarının kaybolmasına her tür aracıyla engel olur. Ve o kimlik ki; bu topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan, o buralara gelmeden önce buraları yurt edinmiş olanlarlarla, herkesle; farklı her beklenti, arzu, talep, hatta hakla çoğulcu bir ortaklık inşa etme becerisini göstermek yerine ölümlerden ölümü reva görür kendinden olmayana. Ve o kimlik ki; inkâr ve itiraftan, geleceği kana bulamaktan ve bunu miras olarak bırakmaktan; 1071'i referans alarak 2071'i hedef olarak göstermekten vazgeçmez.

Rasyonaliteden ve vicdandan uzak bu hastalıklı algı Hrant'a, Sevag'a kurşun; Roboski'de 34 çocuğa bomba yağdırır. 85 yaşında acılı ve yorgun bedeni bıçaklar, göğsüne haç çizer, Maritsa gider kalan Maritsalar tedirgin, ürkek güvercine döner. Yeniden. Dün'le yüzleşip acıya, yasa ortak olmak yerine; inkâr ve iftiradan aldığı güçle yarın inkâr edeceği yeni eylemlere imza atar.

1900'lerden bugüne her kurumunu ve yaşamasını sağlayacağı her aracı etnosantrik bir bakışla inşa etmiş devlet Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar söz konusu olduğunda geleneğinin dışına özenle çıkmaz! Ve bu özen, bugün, "Balat Türktür Türk kalacak, asla Vatikan olmayacak" afişini astırabilir. Acılar, ölümler, kıyımlar reva görülmüş bir millete karşı meydanlarda nefret kusulabilir. Hâlâ!

Peki, bundan sonrası tufan mı?

Acın acımdır'dan öteye geçebilmek...

Bütün bunlara karşı gerçekten birlikte tartışma, eyleme pratikleri ve becerileri -belki devlet eliyle periyodik olarak kırılmalar yaşatıldığı için, belki sahiden becerilemediği, dogmatiklikten uzaklaşılamadığı, rasyonel ve kavramsal bir zemin kurulamadığı için- tam olarak yerleşemiyor. Geleneksel ve alışılmış yöntemler, etkisini kaybetmiş söz ve biçimlerle hareket ediliyor çoğunlukla. Sözde ve eylemde niteliğe, redde, radikalliğe değil; daha çok niceliğe, yanlışı göstermeye, eksiğe, bilinenin tekrarına odaklanılıyor. En tehlikelisi de her eylem, her söz, her yapı/oluşum birbirine benzeyenlerle kurulmaya, üretilmeye çalışılıyor. Ve -tıpkı bu ocak ayında olduğu gibi- taziye çadırına dönen ülkede hep acılar etrafında toplanılmaya, buluşulmaya; geçmiş acıları anarak, yenilerin eklenmesi engellenemeyerek yaşanmaya mecbur olunuyor.

Hrant hayatın, sevdiklerinin, inandıklarının, mücadelesinin kucağından milliyetçi-mukaddesatçı-muhafazakâr sistem tarafından alındıktan sonraki her bir araya gelişe derin derin bakmak gerek. Bu üç öğeden bir hat çizip bunun bir ucunu Hrant'a diğer ucunu Roboski'ye bağlayıp akıl ve vicdanlarda yaşanan kırılmayı ve bunun yarattığı çoğulcu bir araya gelişi okumak, anlamak gerek.

İşte tam da buradan kitlelerce değil öznelerce kışkırtıcı, rahatsız edici, hatta belki de devleti gaz ve suya sarılamayacak kadar çaresiz bırakacak nitelikte bir söz ve eylem üretilebilir. Sadece benzerlerle toplanmak, basın açıklaması yapmak, yürümek, söyleşmek yerine -bunları elbette bırakmadan; fakat bir yandan da göreve, zorunluluğa dönüştürmeden- farklı olanlarla bulaşmak, yeni kamusal alanlar inşa etmek ve birlikte politika üretmek gereklilikten daha ziyade zorunluluk gibi durmakta.

Türkiye toplumu ve toplumsal bilinçaltı, 1900'lerden bugüne devlet ve cemaatlerce milliyetçi/muhafazakâr-modernist/laik/milliyetçi- milliyetçi/mukaddesatçı söylem üzerine inşa edilegelmiş. Yaşanan acılar dahi bunlara göre ayrıştırılmış: önemli ve önemsiz, görülmesi gereken ve gerekmeyen... Acının ifadesindeki dili dahi bu önem derecesi belirlemiş. Bu gelenek devam etmektedir. Bu da yarının sınavlarına karşı birlikte ne yapılması gerektiğine, en temelde bu toplumsal bilinçaltının nefret ve düşmanlıktan nasıl arındırılacağına odaklanmayı zorunlu kılmakta. Ancak yapılması gereken, herkesin kendi adası içerisinde bir yıkım ve inşa sürecine girişmesi değil; adacıklar arası geçişlilikler, birliktelikler. Ayrıştırmadan, dışlamadan, yok saymadan, küçümsemeden. Belki de çadıra durmadan acılar yağdıran kötücül sistemin karşısında duranlar öncelikle kendi zihnindeki etiketlerden arınmalı, kendisinin birilerini başkası ve öteki ilan edip etmediğiyle yüzleşmeli. Sonra da nefret ve yok etme geleneğine karşı, başka başka bileşenler olarak toplanıp birbirine dokunmalı, birbirini anlamaya çalışmalı.

Hâl ahvâl böyle olunca farklı ve başka herkesin acıda ve yasta bir araya gelmesi küçümsenecek bir durum değildir elbette. Zira bu birliktelik de başka bir yüzleşme biçimidir. Ancak burada önemli olan, acıyı ve yası yaşayanın acı ve yası yaşama şekline, biçimine engel olmamak, bu acı ve yas zeminini siyaset yapma zeminine dönüştürmemektir. Zira yas, yaşanan acıyla, kayıpla, yoklukla, boşlukla yüzleşmektir ki acıyla baş etme araçlarını bulmanın kapısı ancak bu yüzleşmeden sonra aralanabilir.

Taziye çadırları çok kalabalık. Yüzleşmek, baş etmek ve farklı bileşenlerle çoğulcu bir kamusal alanın inşaa etmek bugün artık tercihten öte bir zorunluluktur. Aynı şekilde, "hakikat" ve "bilgi" addedilenlere nasıl yaklaşıldığına, birlikte yaşamaktan ne anlaşıldığına eşit düzlemde ve birbirinin yerine geçerek bakabilmek, bakmaya çalışmak da.

Bunun aksi durumda, acı bulutu taziye çadırını üzerinden yavaş yavaş dağılmaya başladığı vakit, acının "asıl sahipleri" acıyla baş başa kalır. Orada bi araya gelenler, birbirlerine yapıştırdıkları ya da başkalarınca yapıştırılmış etiketleri; önyargıları, eleştirileri, küçümsemeleri dolaptan çıkarıp giyer ve birbirine bakmaya, akıl vermeye, öğretmeye, parmak sallamaya, ama'sı bol cümleler kurmaya, farklılıklarını engel olarak tanımlamaya başlar. Herkes birbirinin farklılığına ve özerkliğine müdahale eder. Kendi dilini, eylemini, hakikatini dayatmaya ve meşrulaştırmaya başlar.

Hakim söylemlere, egemen ideolojilere, tarihe-kişilere dair kurulan/yaratılan kurmaca hakikatlere ve kitlelere enjekte edilen nefrete ve düşman yaratma arzusuna gün doğar. Bunlar, kör hafızlardaki, zehirlenmiş bilinçaltlarındaki köşelerinde ellerini ovuştururlar. Şöleni kurup kımızlarla, kopuzlarla süsledikleri her hecesine binbir âh'ın gölgesi düşmüş koşuklarını toplumun kulağından fısıldamaya başlarlar. Çoğulcu ve birlikte yaşama hayaline uygulanan terör bütün kurumları ve araçlarıyla tıkır tıkır işler. Ta ki kaldırılması şu coğrafyada hiç mümkün olmayan taziye çadırına yeni bir can acısı düşene kadar. (MK/HK)MELİKE KOÇAK

1625