Cuma Nisan 19, 2024

Dört Alınyazısı. Müslümanlaştırılmış Ermeniler Anlatıyor

kaypakkaya-partizan
Makale, 2-4 Kasım 2013 tarihlerinde Hrant Dink Vakfı tarafından İstanbul’da düzenlenen “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı”na sunulan bir bildiri olup, vakıf tarafından kitaplaşacaktır.

 

“Besni’de dört-beş tane atlı geldi, ondan sonra sabaha karşı ne olduysa oldu…”  [Mustafa]
“Ben, Hay olduğumu sonradan öğrendim. Huy’un ve Hay’ın ne olduğunu çok geç öğrendim…” [Mehmet Ali]
“ben gavur, sen Müslüman senin işin daha zor çünkü senin adın Dönme!” [Ali]
1915 yıllarında Adıyaman’da 700 Ermeni ve 100 Süryani aile yaşıyordu. Buranın zanaatkarlarıydılar. Türkler, Süryaniler, Ermeniler, Aleviler hepsi bir arada yaşıyorlardı. Türklerin bu bölgeye gelişi çok sonraya dayanmakta. Buradaki 1600 senelik Ermeni mezarlığı bir anlamda buna şahittir. Bu mezarlıkta sadece Ermeniler değil, Süryaniler de yatar. Sevinçlerini ve hüzünlerini birlikte paylaşan dünyada başka bir halk yoktur Adıyaman’daki Ermeni ve Süryaniler kadar. Bir düşünün; birlikte yaşadılar ve aynı mezarlıkta gömüldüler. Yakın geçmişte  yaşadıkları ortak acı bu yakınlıklarını daha da pekiştirdi hiç şüphesiz. Adıyaman’daki Süryaniler ve Ermeniler birlikte evlenirlerdi ve iki taraf Ermenice konuşurdu. Bir çok Süryani’nin ismi de Ermeni ismiydi.


Bizim anlatacağımız hikaye de o yıllarda Adıyaman sancağına bağlı olan Besni kazasında geçiyor. Şu anda Besni, Adıyaman İlinin batı kesiminde yer almaktadır. Kuzeyinde Gölbasi ilçesi, Güneyinde Tut ilçesi Araban ve Halfeti ilçeleri bulunmaktadır.Yöre halki Besni ismini “Bethesna” olarak telaffuz etmektedir. Bu isim ise Süryanice’den gelmektedir. ( güzel yer anlamı)


1915 yılı öncesinde Ermeni Patrikhanesi rakamlarına göre Besni’de 8 Merkeze dağılmış şekilde 4.550 Ermeni yaşıyordu. Bu merkezler Kesun, Surfaz, Şamboyad,Tut, Pelvere,Raban, Avase ve Hoçgaşi gibi yerlerdi.1915’de Kaza’da yaşayan Ermeniler 400 civarında ev ile 128 mağazayı terk etmek zorunda kalarak tehcire gönderilmişlerdi.Kaza’da Ermenilere ait 3 Kilise ile 1 Manastır bulunuyordu.4 okulun bulundugu Besni’de bu okullara devam eden öğrenci sayısı 320’ydi.
1915’deki soykırımından kurtulanlar civar köylerde yaşayan Alevilerin evlerinde saklanarak kurtulmuşlardı. Çok acı yaşamışlardı. Bir kısmının anne babaları kendilerini emanet olarak bırakmışlardı. Ne var ki, daha sonra emanetlerini almak için hiç dönmediler, dönemediler. Aradan seneler geçtikten sonra bunların bir kısmı, civar köylerden Adıyaman şehir merkezine geri döndü.


Buralarda Kahta, Narınca, Ulbis, Kafardis, Gerger, Venk, Haspiyas ve daha bir çok köy vardı. Bu köylerde yaşayan bir çok “müslüman”Adıyaman’daki kiliseye giderdi. Bunların arasında dün gibi mesela Ali, Mehmet, Mustafa, Osman ve daha bir çok kişi vardı. Bu kişiler oradaki kilisenin papazına gidip acılı anılarını anlatırlardı. Bunların hepsi aslında Ermeni idi. Hepsi Hıristiyan idi. Evet, gündüz müslüman, gece ise Hıristiyandılar.


Besni’de yaklaşık 1800 kadın ve çocuk ve çok az erkekten oluşan bütün halk 28 Temmuz 1915’te Adıyaman ve Besni için alınan tehcir kararı ile sürüldü; sözde Urfa’ya nakledileceklerdi. Fırat nehrine akan Göksu nehrinde soyunmak zorunda kalıp, topluca öldürülüp nehre atıldılar. Son günlerde Fırat nehrinin üzerinde bir gün takriben 170 adet ceset görülmüş, diğer günlerde 50 ila 60 ceset. Nehrin kenarında kalan cesetleri köpekler, nehrin ortasında kum adacıklarında takılıp kalan cesetleri de akbabalar yemişti. Yenilerde ağırlıklı olarak kadın ve çocuk cesetleri görülüyordu.


Biz bugün Besni’de 1915 soykırımı sonrası ailelerinin kaybederek yetim kalan 35-36 civarındaki çocukların hikayesini, nasıl yetim kaldıklarını anlatmaya çalışacağız. Bunu yaparken sözlü tarihe başvuracağız ve temel referans olarak onu alacağız. Sunumumuz toplamda dört kişiyle yapılmış söyleşilerden oluşmakta. Bu dört kişi de Besnili ve Besni’de soykırımda yetim kalmış çocukların torunları. Yani üçüncü nesil ihtida etmiş Müslüman Ermenilerden söz ediyoruz.  Bu kişiler şu anda 50’li ve 60’lı yaşlardalar. Dedelerinden ve babalarından kalma bakırcılık, dericilik, kuyumculuk ve pırlanta mıhlamacılık gibi zanaatlarla meşgul olmaktalar. Görüştüğümüz kişilerden dördü Gaziantep’te yaşamakta diğeri ise şu anda Hıristiyanlığa geçerek vaftiz olmuş ve Besni’de ikamet etmekte. Görüştüğümüz bu kişiler, kendi nineleri ve dedelerinden, anne ve babalarından öğrenmiş oldukları hikayeyi bizimle paylaştılar.
Söyleşilerin içeriğine geçmeden önce birkaç not düşmekte fayda var. Birincisi, 1915 Ermeni tehciri ve soykırımı sırasında ailelerini kaybederek yetim kalan ve daha sonra çeşitli aileler ve kişiler tarafından evlatlık alınarak Müslümanlaştırılan yetimlerin sayısı 35-36 civarında. İkincisi, bu yetimlerin tamamı Besni’den gelmiyor. Besni’de aileleri tehcirden bir daha geri dönemeyip yetim kalan çocukların yanında, Zeytun, Maraş, Malatya, Sivas, Bayburt ve diğer çevre vilayetlerden/kazalardan Besni’ye muhtelif yollarla getirilen yetimler de var.
Bu yetimlerle birlikte 35-36 civarında bir sayıya ulaşıyoruz. Üçüncü ve en önemli nokta, görüşme yaptığımız kişiler de dahil olmak üzere söz konusu yetimlerin neredeyse tamamının birbiriyle akraba olması. Zira, bu yetimlerin büyük çoğunluğu kendi aralarında evlendirilmiş. Tabi kendilerini evlatlık edinen bazı Müslüman ailelerin akraba ve çocuklarıyla evlendirilenler de mevcut. Bu minvalde, aslında görüştüğümüz dört kişi de birbiriyle yakın akraba. Bu akrabalığın kökeni pek tabi nineleri ve dedelerinin akraba olmasından neşet ediyor.
Görüşme yaptığımız kişilerin isimleri sırasıyla: Ali, Mustafa, Ertan ve Mehmet Ali. Bu dört kişi de birbiriyle akraba. Ancak kan bağı nine ve dedelerin üzerinden kuruluyor. Zira öncesi ne yazık ki yok. (İbrahim usta unutulmuş)

Ali’nin Hikayesi: “Biz ağladık çok ağladık anamın arkasında’ derdi rahmetli…”
Ali, 1966 Besni doğumlu. Hem baba hem anne tarafından ihtida etmiş bir Ermeni. Babaannesi Bayburt’un Kasantra köyünden. Babaannesi’nin babası tehcir zamanı samanlıkta saklanıyor. Ancak askerler kendisini orada buluyor ve alıp gidiyor, bir daha da kendisinden haber alınamıyor. Sonrasında, babaannesi ve ailesini Malatya’ya doğru sürüyorlar. Babaannesi’nin anlattığına göre tehcir sırasında 7 yaşındaymış, kardeşilerinin biri 3 diğeri 2 yaşındaymış. Yine babaannenin anlatıma göre Malatya’ya doğru sürgün edildikleri sırada askerler kendisi ve kardeşlerini bir kamyonun üzerinde bırakıyorlar annelerini ise bir köprünün üzerinden alıp götürüyorlar. “‘Biz ağladık çok ağladık anamın arkasında’ derdi rahmetli…” diyor Ali.


Annelerini bu şekilde kaybettikten sonra kendisini ve kardeşlerini Malatya’daki bir yetimhaneye götürüyorlar. Köylüler buradan beğendiği çocukları alıp götürürlermiş; evlerinde iş yaptırmak ve/veya tarlada çalıştırmak gibi işler için bu çocukları alırlarmış. Babaannesini de bir köylü almış bu yetimhaneden. Köylünün çocukları ile kardeş gibi büyümüş hatta öyleki babaannesi kendisini yanına alan köylünün çocukları kendisini kardeşleri gibi görmüşler ve çok sonraları ‘kardeşimiz’ diyerek ziyaretine de gelirlermiş. Babaanneyi alan köylü Besni’nin bir köyünden. Kendisini Malatya’daki bu yetimhaneden alıp Besni’ye köyüne götürmüş.


Ali’nin babaannesi yaklaşık 2 yıl o köylünün yanında kalmış. Daha sonra Besni’deki zengin beylerden Albayraklar ailesi babanneyi yanına almış ve kendi evine getirmiş. Köylüye belirli bir bedel ödemiş mi ödememiş mi o bilinmiyor. O zamanlar Albayraklar’ın babaannesi yaşında bir de kızı varmış ve ikisini birlikte büyütmüş. Kendi kızı gibi yetiştirmiş, büyütmüş ve Ali’nin dedesiyle evlendirmiş. Tıpkı dedesinde olduğu gibi Ali’nin babaannesinin sol bileğinin içinde babasının ve kendi isminin (doğum yılının) yazılı olduğu dövmeler varmış.
Ali’nin Dedesi: “’benim babam erken öldü. Benim babamın mezarı burada, senin babanın nerede?’’:
Ali’nin dedesi de 1900 doğumlu bir Ermeni yetimi. İhtida ettikten sonraki adı ise Ahmet nam-ı diğer Çulduz Ahmet. Çulduz Ahmet’in 3 tane kız kardeşi varmış. En küçük kız kardeş 1914 doğumlu zira Besni’deki mezar taşında doğum tarihi olarak 1914 yazıyor. İhtida ettikten sonraki ismi ise Ayşe imiş. Çulduz Ahmet’in en küçük kardeşi olan Ayşe ise görüştüğümüz bir diğer kişi Mustafa’nın anneannesi [Sarkis’in karısı. Sarkis ise Mustafa’nın büyük dedesi yani dedesinin babası. Mustafa’nin hikayesini aktarırken bu rabıtaya ayrıca değineceğiz].
Çulduz Ahmet tehcir sırasında 15 yaşındaymış. 1927’de evlenmiş ve sonra askere gitmiş. Ali’nin babası ise 1932 doğumlu ve çok erken yaşta vefat etmiş. Ali “rahmetli amcama (dedeme) bir şey sorduğumda gözleri dolardı. Ben derdim Amca (dede) ‘benim babam erken öldü. Benim babamın mezarı burada, senin babanın nerede?’ diye sorduğumda gözleri dolardı. Çünkü bilmiyor mezarının nerede olduğunu” söylüyor Amcası (dedesi) ile yaşadığı bir anıyı anlatırken.


Ali’nin Babaannesi’nin erkek kardeşi, dayısının çocukları bildiği kadarıyla Californiya’da yaşıyorlar. İstanbul’da bir süre yaşadıktan sonra oraya taşınmışlar. Ali’nin Fransa’da da akrabaları var. Onlarla ilgili bütün bilgilerin amcasında mevcut olduğunu söylüyor zira Ali, 6-7 Eylül olaylarında teğmen olan amcasının söz konusu akrabalarının izini sürdüğünü ve Beyoğlu’nda yaşadıkları evi tesbit ettiğini ifade ediyor. Amcası (askeri üniformasıyla) eve kadar gidiyor, kapıyı çalıyor ancak kimse açmıyor zira 6-7 Eylül’de yaşanan olaylardan duyulan korku nedeniyle.


Ali’nin büyük dedesi yani Çulduz Ahmet’in babası büyük Çulduz çok iyi bakırcıymış. Bir altına kahve cezvesi yaparmış.Ali’nin anne tarafı da Besnili, Annonlar’dan. Annonlar, o dönem Besni’nin en büyük şarap imalatçısıymış ve Besni’nin iyi zenginlerinden biriymiş. Annon’un iki oğlu ve bir kızı var. Kız en büyük olanı. Annon’u 1915′te askerler alıp götürmüşler. Hemen peşinden kocasının akıbetini öğrenmek için Ali’nin annesinin anneannesi olan karısı gitmiş. O zaman Ali’nin annesinin anneannesi 28 yaşındaymış. Kocasının peşinden giderken bir yüzbaşı karşısına çıkmışve kendisine ‘kadın kocanı boşuna arama, çek evine git’ demiş. Gerisin geri dönerken askerlerin 18 yaşında bir genci götürdüklerini görmüş. Bu genç te Besni’’denn Bogoslar’danmış. Ali ‘biz kendisine Boghos Mustafa derdik’diyor. Kadın, askerlere ‘bunu bana satın!’ demiş ve Ali’nin anlattıklarına göre 7-8 teneke dolusu altın vererek bu genci kurtarmış. (bu kadar altını var ama subaya hepsini vermiyor, bir miktar altı veriyor; evlendiği Türk kocası ömrü boyunca bu  7-8 teneke altını harcayarak çalışmadan yaşıyor.)
Ali, daha sonra adı Boghos Mustafa olan bu gencin Besni’ye geri döndüğünü ve orada evlenerek aile kurduğunu belirtiyor. Hatta şu anda Boghoslar Ali ve ailesini her gördüğünde ‘sizin anneanneniz olmasaydı biz hayatta kalamaycaktık’ diyorlarmış. Ali Bey, Boghoslarla da akraba olduklarını, Boghos Mustafa’nın torunlarıyla akraba olduklarını, kız alıp kız verdiklerini belirtiyor.En başta da dikkat çektiğimiz üzere yetimler arasındaki akrabalık ve kan bağı bu şekilde oluşuyor. Şu anda Besni’de hala Boghos oğlu, Dikranlar diye bilinen ancak ihtida eden Ermeni aileler olduğunu ifade ediyor Ali. Dolayısıyla yerel Müslüman halk, bu yetimlere ilişkin hikayeye vakıf.


Hikayemize geri dönersek Boghos Mustafa’yı kurtaran Ali’nin annesinin anneannesi,  Ali’nin Türkmen olan dedesi [annesinin babası] ile evlenmiş. Boghos Mustafa’yı aldığı yüzbaşı kendisine ‘kadın burada bir adam var askerden yeni gelmiş. Bu size sahip çıkar’ diyor. O zaman Ali’nin dedesi 40 yaşındaymış ve askerden de yeni dönmüş. Kocasını çok sevdiği için kadın Ali’nin dedesiyle evlenmek istemiyor. Bu sırada Ali’nin anneannesi de 9 yaşında. 9 yaşında olan bu kızın annesi de yukarıda belirttiğimiz gibi 28’inde.
Ali’nin annesinin anneannesi malına ve mülküne sahip çıkması için Ali’nin dedesi ile 9 yaşındaki kızını evlendiriyor. Ancak kız çok küçük olduğundan karı-koca olmuyorlar. Bunun üzerine Ali’nin annesinin anneannesi, Ali’nin dedesini Müslüman bir kadınla evlendiriyor. Bu kadından dedenin iki erkek çocuğu oluyor. Bu çocukların ise anneleri ölünce dedesi 11 yaşına gelen anneannesi ile gerçekten evleniyor. Ve bu iki çocuğu ki Ali’nin dayıları oluyor bu çocuklar anne annesi emziriyor, o büyütüp, yetiştiriyor.
Ali, babasının ‘safkan Ermeni’ olduğunu ifade ediyor. Zira, Ali’nin babasının annnesi de babası da Ermeni. Annesinin annesi ise Ermeni babası ise yukarıda aktardığımız gibi Türkmen bir Müslüman.
Peki bu kimliği saklamaktaki kaygı neden?“bizler kötülük yapmadık. Çiğ yemedik ki karnımız ağrısın”
Bu soruya Ali’nin yanıtı son derece net:
“Şimdi korku var. Ben çocuktum Besni’de oyun oynardım çocuklarla, kavga ederdik bir kısmıyla. Anneleri çıkardı işte bana ‘Gavur’un piçleri’ diyordu..Biz de anlamıyorduk çünkü bir şey bilmiyorduk bize anlatmamışlardı. Tabi sindirilmişler..hislerini gizlemişler. ‘Aman çocuğumuza bir şey olmasın’. Bu insanların anasını, babasını gözlerinin önünde götürmüşler, kendi çocuklarını ya  da kendilerini de götürmesinler diye bir korku vardı çünkü.”
Ali’nin ve aşağıda diğer görüşmecilerimiz de aktaracağı gibi ‘dönme’ ve/veya ‘gavur’ olmak bu insanlara, bu insanların çocuklarına ve torunlarına adeta nesilden nesile geçerek yapıştırılan bir yafta olmaktan çıkmamış. Ali’nin aşağıdaki sözleri aslında bu durumu oldukça iyi özetliyor:
“1971′de beş yaşında bir çocuğum. Mahallede oynuyorum.. 40 sene geçmiş hala bu mesele konuşuluyor.. hala ‘Gavur’ damgası yemeye devam ediyoruz.”
Ali tam anlamıyla 1992’de “kendi özüme ve kimliğime, Ermeniliğime döndüm…hiçbir zaman hiçbir yerde Ermeni kimliğimi gizlemedim. Çünkü bizler kötülük yapmadık. Çiğ yemedik ki karnımız ağrısın. Onun için rahatım ve her yerde de Ermeni olduğumu söylemekten çekinmem” diyerek üstüne basa basa Ermeni kimliğinin onun için ne derece hayati olduğuna işaret ediyor.


Ali’ye göre Türkiye toplumunun çoğunluğu Ermenilere yapılan zulmü ve haksızlığı biliyor ve bunu kabul ediyor. Ancak bunun kamusal alanda tanınması hususundaki cari problemlere de vurgu yapmadan geçemiyor. Ali için Ermeni olmak müstakil bir millete mensup olmanın ta kendisi. Ermenlik’in bir din olmadığı kanaatinde. Bu nedenle ona göre Ermeni dilinin mutlaka korunması ve diğer nesillere öğretilmesi elzem. Bu anlamda topluma kendilerini iyi anlatmaları gerektiğine başından geçen şu anektodu anlatarak vurgu yapıyor:
“Geçen üniversite bitirmiş biriyle konuşuyoruz. Adama Ermeni olduğumu söylediğimde bana ‘siz neye inanıyorsunuz?’ diye sordu bana. Şimdi buna ne cevap veririsin. Dedim ‘ulan sen neye inanıryorsan ben de ona yani Tanrı’ya inanıyorum’. Yani, Ermeniliği dini inanç gibi görüyorlar. Gerçi işimiz çok zor zira ben kendi akrabalarımla bile konuştuğumda tepki çekiyorum..”
Ali ısrarla Ermeniliğin etnik bir kimlik olarak belirlenmesinin daha doğru olduğuna dikkat çekiyor. Çünkü ona göre:
“hiç kimsenin inancına müdahalede bulunamazsın…insan inancını kendisi yaşar…Bana göre bir milleti oluştururken dil daha önemli bir unsur…Bu nedenle mutlaka ve mutlaka Ermenicenin yaşatılması, öğrenilmesi ve yaygınlaştırılması gerekiyor. Vakıflar dil kursları açmalı…okul açmalı… Ermenice eğitim vermeliler…”
Ali’nin önemli tespitlerinden biri de Müslüman olmuş Ermenilerle ilgili. Müslüman olmuş veya sonradan bırakmış bir Ermeniyi en başta Ermenilerin kabul etmediğinden dem vuran Ali, bu insanların tam bir arafta olduğunu belirtiyor:


“Şimdi Müslümanların içine giriyorsun ‘gavur’ diyorlar, Ermenilerin içine giriyorsun ‘kılıçartığı–dacik—‘ diyorlar. Şimdi bu insanlar ne yapsın? Şimdi gidiyorsun cemaatin içine ne kadar ibadet edersen et onlarla birlikte adamlar yine de arkadan ‘gavuroğlu gavur’ diyor. Bari adamları doğru düzgün asimile etseydin. Müslüman yapmışsın niye Ermeni yazıdırıyorsun kimliklerine…bari kimliklerine bunu yazmasaydın. Adamları ayrıştırmasaydın bu şekilde unutulur giderdi belki.”
Ali, Müslüman olan Ermenilerin büsbütün dindar olmalarının sebebini kendilerini yaşadıkları topluma kabul ettirmek saikine bağlıyor. Aslında Ali’nin anlattıkları ihtida etmiş Ermeni ailelerden gelen ikinci ve üçüncü nesil Ermenilerin Türkiye’de yaşadıkları zorlukları ve hayatlarını sürdürmek için geliştirmek zorunda kaldıkları ‘yaşam stratejileri’nin bu insanlar üzerinde yol açtığı tahribatı çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Ali, burada iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da ihmal etmiyor. Bunun en canlı örneğini yine kendi yaşadığı bir deneyimden bahisle somutlaştırıyor:
“bundan 7-8 ay önce bir Ermeni kız babası Darülazce’de yatıyor. Adam vefat ediyor. Parası yok ve adam Ermeni. Şimdi Ermenilerde cenaze kaldırmak falan bir hayli masraflı bir iş. Bu kızda da para falan yok. Kızın kocası kuyumcuda çalışıyor. Gidiyor bu adam cenazeyi kaldırmak için kredi çekiyor. Gidiyor ki papaz diyor ki cenaze 7.000 TL’ye mal olur. Gidiyor sonra bankaya kredi için banka krediyi vermiyor. Kız gidiyor Darülazce’ye, orada kıza ‘kızım yazıktır bu adam kaç gündür burada. Gel diyor biz bu adamı Müslüman inançlarına göre gömelim yazık diyor bu adam böyle bekletilmez. Bir cuma namazı diyor kız babamın cenaze namazını bütün cemaat kıldı ben de kenardan izledim.”

Mustafa’nın Hikayesi
Görüşme yaptığımız bir diğer kişinin adı Mustafa. Ali ile akrabalık bağı ise şu şekilde kuruluyor: Ali’nin dedesi Çulduz Ahmet’in en küçük kız kardeşi Ayşe, Mustafa’nın babaannesi. Mustafa’nın dedesinin adı da Mustafa. Dedesi, Sarkis oğlu, Meryem’den doğma ve 1897 doğumlu. Yukarıda zikrettiğimiz anneannesi Ayşe ise, Abdullah kızı ve Havva’dan doğma. Doğum tarihi 1914.
Görüşmecimiz Mustafa, Besni doğumlu ve hala orada ikamet ediyor. Ermenilere has bir zanaat olan pırlanta mıhlama işinde çalışıyor. Aynı zamanda Adıyaman’daki ortodoks kilisesinde vaftiz olup Hıristiyanlığa geçmiş. Ancak bunun Ermeni kimliğiyle hiçbir ilişkisi olmadığını tamamen itikadi saiklerle Hıristiyanlığa geçtiğini belirtiyor.

‘Murat Paşa, sizi çağırıyor!’
Mustafa’nın büyük dedesi, soykırımda Zeytun’dan, Besni’nin Surfaz köyüne giden bir Ermeni yetimi. Mustafa Bey’in büyük dedesi Sarkis, Zeytun doğumlu ve çocukluğu orada geçmiş. 1915’te ailesiyle birlikte Zeytun’dan Konya’ya sürülmüşler. Sürgün sırasında güvenliklerinin sağlanması ve sağ salim bir şekilde sürgün yollarından geçmek için yanlarındaki bütün parayı güvenlik güçlerine vermişler. Bu şekilde Zeytun’dan Adana’ya kadar sağ salim gelmeyi başarmışlar.
Adana’ya vasıl olduklarında ceplerindeki para bitmiş. Ve işlerini de kendileri karşılamış. Bu şekilde Konya’ya kadar gitmişler. Mustafa’nın anlatımına göre Konya’dan tekrar Adana’ya döndürülmüşler. Bu sefer zaten ellerinde satacak hiçbir şey kalmadığı için orada iki kişiyi Zeytun’a gönderip Zeytun’daki akrabalarından veya tanıdıklarından para alıp kendilerine getirmesini ve bu şekilde iaşelerini sağlamayı düşünmüşler.
Sonra yine Mustafa’nın söylediğine göre Zeytun’a getirilmişler.

Zeytun’a geldiklerinde tabi bakıyorlar ki ne ekin kalmış ne mal ne de mülk. Her şey talan olmuş. Daha sonra Maraş tarafından Zeytun’a bir birlik gönderilmiş. Bu birlik buradaki Ermenilere ‘Murat Paşa sizi çağırıyor’, ‘Sizi Murat Paşa’ya götüreceğiz’ vaadiyle aslında Ermenileri Fırat nehrinin kenarına getirmişler. Zaten bu yolculuk sırasında birçok kişi öldürülmüş. Bunun yanında yol şartları, açlık ve salgın hastalıklar yüzünden de ölenler olmuş. Bu insanlar gömülmeden orada bırakılmış. Nihayetinde bu insanları Murat Paşa’nın yani Fırat nehrinin önüne kadar getirmişler. Fırat’ın yanına kadar geldiklerinde Sarkis oğlu Mustafa’ya [Mustafa, görüşmecimizin büyük babası oluyor] bakın ne demiş:
“Oğlum, bak bu Fırat’ takip edeceksin, önüne Fırat’tan küçük bir su gelecek onu da soluna alıp devam edeceksin”
Ondan sonra Sarkis oğluna şimdiki Surfaz’ı tarif etmiş. Surfaz, Besni kazasına bağlı ve Besni’ye yakalaşık 10km uzaklıkta eski bir Ermeni köyü. Mustafa, bu sırada aşağı yukarı 13-15 yaşında. Görüşmecimiz Mustafa, hikaye şöyle devam ediyor:
“15 yaşındayken bizim Sulfaz’a git diyor ve bu da gidecek ama kenarda biraz duruyor. Gelinlik bir ablası varmış. Ablası diyormuş ki: ‘Allah şu canımı alsa da kurtulsam, bunların eline kalmasam’. ‘Kızım’ demiş babası ‘Kızım, gel.. gel tut elimden’ diyor, Fırat’a bir, iki adım geliyor ‘hadi kızım yürürsen kurtulursun’ diyor. Kız Fırat’a doğru gidiyor, intihar ediyor. Ondan sonra bu üç gün boyunca bir tepenin arkasından annesini babasını seyrediyor dedem. El ele tutuşup Fırat’a girdiklerini görüyor.”
Onları geri görebilme umudu kalmayınca dönmüş babasının tarif ettiği yere gitmiş. Tabi oraya giderken yolları şaşırmış ve Suriye’deki kamplara kadar varmış. Suriye’deki kampta altı ay kalmış. Orda Amerika’nın, Almanya’nın, İsviçre’nin kampları bulunuyormuş. Kamplarda tehcir ve soykırım mağdurlarına yardım eden rahibeler var, orada yetim çocukları yediriyorlar, içiriyorlarmış. Mustafa,
“[Annesi’nin dedesi] Dedem’in 1900 doğumlu olduğunu çok iyi biliyorum. Dedemin adı Daşçık Hoca. Ermeni ismini bilmiyorum. Ben de dedemin babasının adı var. Nüfusta kayıtlı adı Sarkis. Yani dedem Sarkis oğlu Mustafa diye geçer. Dedemin zaten 40 yaşında 3. kez askere gitmesinin nedeni Sarkis oğlu olması” diyor.
Ve ekliyor:
“Şimdi oradaki rahibeler soruyorlar buna nerden geldin, nasıl geldin, kimlerdensin diye not alıyorlar. Ondan sonra akrabaların kim diye soruyorlar buna. İşte deden kim, dayın kim, komşularının isimlerini soruyorlar. Buradaki amaç aynı lokasyonlardan gelenleri birleştirmek. Yani parçalanan aileleri toplamak. Orada rahibelere diyor ki ‘ben, babamın bana tarif ettiği yere gitmeliyim’, dönüyor tekrar Fırat’ı takip etmeye çalışıyor. Sonra yolda bir sarhoşu görüyor. Sarhoş kusmuş, et parçacıkları var onları yemiş kusmuş. Atın dışkısındaki buğday tanelerini yemiş. Bir yere gelmiş, işte kendisinden dört, beş büyük bir kız, ona demiş ki ‘ben çalışacağım, karın tokluğuna da olur, buralarda yer var mı?’, Kız da ‘yok’ demiş. İleride bir köy var oraya gidersen işte sana yardımcı olurlar.  Oraya gitmiş demişler sen daha küçüksün kahya olamazsın, ancak az önce geçtiğin tarafta bir adam var senin gibi bir yardımcı arıyor istersen git oraya demişler. O da tekrar dönüp gelmiş, gelmişki adam orda. Demiş, benim işe ihtiyacım var, adam demiş sen daha çok küçüksün, o da ‘her iş, yaparım, karın tokluğuna çalışırım’ demiş. Adam, kabul etmiş. Ondan sonra adam buna yemek vermiş. Bu da bir lokma yemek yemiş, başlamış karın ağrısı. Adam demiş ne oldu, o da ‘üç gündür ağzıma lokma girmedi’ demiş. Adam da kızına koş kızım sür sağ vs. demiş ve onu iyileştirmiş. Orada yedi yıl kalmış [1922-23’e kadar]. Dediğim yer Suriye tarafı.”
Mustafa’nın anlatımına göre Mustafa Dede’yi yanına alan adamın Arab olma ihtimali çok yüksek. Mustafa Dede yaşında bir kızı olan ancak onu kaybeden bu kişi Ali (Mustafa) Dede’yi bu evladının yerine koymuş. Mustafa Dede adamın yanında çalışırken adamın ekinleri bire beş vermeye başlamış. Sonra Mustafa Dede’ye ‘oğlum bu senin rızkın. Sen benim oğlumsun gel yanımda kal’ demiş. Mustafa Dede ise babasının söylediği yere, Surfaz’a gideceğini söylemiş zira orada akrabalarının hala yaşadığına inanıyormuş. Tam yedi yıl sonra Surfaz’a gelmiş. Bakmış, Surfaz’da hiç kimsesi yok. Zaten Besni’de de toplasan aşağı yukarı 30 civarı çocuk kalmış. Surfaz çok eski bir köy, Küçüköz köy diye geçermiş adı. Daha sonra Mustafa Dede Surfaz’a gelmiş, orada yaşamış, evlenmiş ve sonrasında Besni’ye taşınmış. Ermenice de bilen Mustafa Dede’nin evlendiği kişi de yine ihtida etmiş bir Ermeni yetimiymiş tıpkı kendisi gibi.

Mustafa’dan Mehmet Ali’ye giden yol
Bu noktada bir diğer görüşmecimiz olan Mehmet Ali, devreye giriyor. Kendisi 1962 Gaziantep doğumlu, annesi ve babası Besnili… Hem annesinin hem de babasının anne ve babaları Ermeni yetimi. Mustafa’nın annesinin dedesi aynı zamanda Mehmet Ali’nin eniştesinin dedesi oluyor.Ali Bey’in yukarıda hikayesini anlattığımız babaannesi ise Mehmet Ali’nin anneannesi(babaannesi). Yani Ali ve Mehmet Ali dayı(amca çocukları) ve hala çocukları. Gördüğümüz üzere yetim çocuklar arasındaki akrabalık ilişkisi burada kendi belli ediyor. Akrabalık ilişkisi söz konusu yetim Ermeni çocukların kendi aralarındaki evlilikleri sonucu peyda oluyor.
Mustafa’nın babaannesi de aynı zamanda Mehmet Ali’nin babasının halası oluyor. Mehmet Ali’nin aile efradının kökeni de Besni’deki Ermeni yetimlere dayanıyor. Mehmet Ali’nin anneannesinin hikayesini Ali’den zaten dinlemiştik. Gelelim, babaannesinin hikayesine.
Mehmet Ali’nin babaannesi Besni’deki nüfus memuru tarafından evlat edinilmiş (Ali’nin babaannesinin hikayesinin aynısı, nüfus memuru olan Ali’nin anneannesinin evlendiği Türk’ün akrabası) . Ha keza Ermen yetimi olan büyük babası Besni’li olduğu için babaannesi ile aileleri birbirini tanıyormuş. Büyük babası tehciren kaçmış ve uzun süre bir mağarada koyunlarla beraber kalmış. Aslen Besni’li olduğu için şehrin her tarafını, saklanacak yerleri falan biliyormuş. Bu sayede kurtulabilmiş. Büyük babasının kız kardeşlerini iyi ilişki içinde oldukları komşuları almış. Hem büyükannesi hem de büyükbabası tehcirde ne olup bittiğini biliyorlarmış zira babaanne tehcire tabi tutulmuş. ‘Şurada annemi kaybettim, şuraya kadar kardeşlerimle geldim” diye kesik kesik anlatırmış. Babaannesi yollarda işkence, tecavüz ve ölüm her şeyi görmüş.
“Ya diyorsun ki ‘elhamdürillah Müslümanım’ yok diyorlar sen Dönmesin!”
Anneannesi vefat ettiğinde Mehmet Ali Bey 5 yaşındaymış ve anneannesi ölmeden kısa bir süre önce kardeşlerinin Halep’ten kendisini görmek için geldiklerini söylemiş. Ancak daha sonra ilişkileri kesilmiş. Mehmet Ali’nin annesinin kuzenleri şu anda Fransa’da yaşıyorlar. Sadece Mehmet Ali’nin dayısı onlarla görüşüyor.
Dedesi ise esasında varlıklı bir ailenin tek erkek çocuğu. 5 tane kız kardeşi varmış ve 1900 doğumluymuş. Mehmet Ali, bu tarihten oldukça emin zira dedesinin kolunda ‘1900’ dövmesi varmış. Dolayısıyla dedesi tehcir olduğunda 15 yaşında. Ve ailesi de çok varlıklı bir aile. Tehcir sonrası tabi ailenin varlıkları sıfırlanıyor. Mustafa’nın büyük dedesi [annesinin dedesi] ve ninesi Besni’ye başka vilayet ve/veya kazalardan gelen Ermeni yetimleri. Mehmet Ali’nin dedesi ve ninesi ise Besni’de kalan yetimlerden.
Mehmet Ali, çocukluğunda evlerinde sohbetlerin olduğunu ve bu sohbetlerde Hama’dan, Humus’dan bahseldiğini aktarıyor. Bu sohbetlerde bahsi geçen Hama ve Humus’un ne olduğunu sorarak birşeyler öğrenmeye çalışan Mehmet Ali, kendi anne ve babasının anneleri ve babalarının Ermeni yetimi olduğunu lise yıllarında fark etmiş. Dedesi’nin akrabalarının bir kısmı Halep’te yaşamış ve o beş yaşındayken Antep’e kendilerini ziyarete gelmişler. Mehmet Ali Bey, anne ve babasının Ermeni yetimi çocukların çocukları olduklarını her zaman bildiklerini söylüyor. Ancak ne annesi ne de babası bu meseleyi kesinlikle konuşmamışlar. Mehmet Ali’nin ifadesiyle ‘yüzde yüz Müslüman’ olarak yaşamışlar. Ancak buna rağmen ‘Dönme’ yaftasını yemekten kurtulamamışlar:
“..hepsi yüzde yüz Müslüman. Ama senin adın ne biliyor musun? Şimdi biri Müslüman biri Gavur senin adın ne: Dönme! Sen bu duygunun ne demek olduğunu biliyor musun? Nasıl biliyor musun? Sen iki arada bir deredesin.. Ne olduğunu sen de bilmiyorsun.. Ya diyorsun ki ‘elhamdürillah Müslümanım’ yok diyorlar sen Dönmesin!”
Mehmet Ali’nin annesinin babası tehcir sırasında Hama ve Humus’a götürülmüş. (M. Ali’nin anneannesi Malatya Hekimhanlı, babaannesi Bayburt Kasantra köyünden ve onlar Hama veya Hamus’a ulaşamadan yolda öldürülüyor)Ailesiyle birlikteymiş ve tehcir sonrası Besni’ye geri dönmüşler. Büyük paralar ödeyerek dönmeyi başarmışlar. Tehcir edildikleri dönemden kalan bütün mallar ve mülkler ise talan edilmiş. Bu malların kimlerin eline geçtiğini bilmiyor Mehmet Ali. Eniştesi’nin dedesi yani Mustafa Bey’in annesinin babası Daşçık Hoca’nın Zeytun’daki arazilerini gidip bulmuşlar. Bu arazilere o zamanlar Selanik göçmenleri yerleştirilmiş.
Dedeleri ve ninelerinin Ermeni yetimi olduklarını öğrendikten sonra Mehmet Ali’nin yaşantısında bir değişiklik olmamış. Ancak kendisine ve ailesine yapıştırılan yaftanın da değişmediğinin altını çiziyor: “Dönme”. Bu gerçeği öğrendikten sonra sorduğu hiçbir soruya yanıt alamadığını belirtiyor. Babasının halasının torunu olan Mustafa’nun dedesinin belli bir bölgeye gidip, bir yerde oturup her gün dua ettiğini öğrenmiş. Sonrada araştırmış ki o bölge bir Ermeni mezarlığı.
“Şimdi, millet bize gavur diyor, ben de kendi kendime ‘yahu, bu gavur nedir arkadaş’ diye sormaya başladım”
Mustafa’nın babaannesiyle Mehmet Ali’nin ninesi kardeşler. Bu noktada Mustafa kendi dedesinin hikayesine geliyor. Mustafa’nın dedesi yine Besni kazasına bağlı eski bir Ermeni köyü olan Keysun’da dünyaya gelmiş. Tehcir döneminde dedesi ve üç kız kardeşi olmak üzere dört kişi kalıyorlar. Zamanın Müftüsü, dedemin babasına ‘siz zaten yollarda zayi olacaksınız bari bu çocukları bana bırakın bunları kurtaralım’ demiş ve bu çocuklar bu şekilde kurtulmuş. Mustafa zaten Besni’deki diğer yerlerde kalan çocukların birçoğunun bu şekilde hayatta kaldığını belirtiyor:
“Yani siz komşusunuz, sizinle çok iyi anlaşıyoruz, yani sen diyorsun ki ‘Sarkis, işte sen gideceksin ne olacağın belirsiz, çocuklarını bırak onlar heder olmasın’ Bu şekilde çocukları yanlarına almışlar”
Böylece Müftü, Mustafa’nın dedesinin üç kızkardeşini hizmetçi olarak yanına almış; dedesini ise çoban olarak yine onun yanında kalmış. Dedesinin bir ablası var ve diğer kız kardeşleri ise nispeten yaşları daha küçük. Ablası 15, diğerleri de 8-9 yaşlarında. Dedesi ise takriben 14 yaşında. Müftü bu çocukları evlatlık olarak almış Keysun’da. Mustafa, dedesinin tam 8 yıl boyunca kardeşlerini görmeden Eski Besni’de kendi yaptığı çeşmenin—ki adı Taşlıçeşmedir—yanında tek başına çobanlık yaparak yaşadığını ve kendilerinden bir kilometre uzaklıkta yaşayan kız kardeşlerini göremediğini ifade ediyor.
Mustafa Bey dedesinin hikayesini nasıl öğrendiğini şu çarpıcı sözlerle anlatıyor:
“Birgün dedem abdest alıyor, ben de küçüğüm o zamanlar, ayaklarının iç kısımlarında yüzlerce çizik var iki ayağında da ama.. Dedim ‘yahu Dede bu ayaklarının hali ne, ne oldu böyle?’, Döndü bana ‘sus’ yaptı. Ben de babama sordum o da bir şey demedi. Birkaç yıl sonra Dedeme tekrar sordum. Sorunca, Dedemin sol gözünden bir tane göz yaşı tıp diye damladı. Sonra toparlandı, kendine geldi, bir şey yok oğlum bir şey yok dedi. Tabi ben bunun üzerine daha çok merak etmeye ve babama sormaya başladım, işte baba ne oldu, niye saklıyorsunuz diye sorular sordum. Daha sonra ben, Ermeni olduğumuzu öğrendim. Şimdi, millet bize gavur diyor, ben de kendi kendime ‘yahu, bu gavur nedir arkadaş’ diye sormaya başladım. Babamlarda “çağım boşver” derlerdi.”


Mustafa, Müftü’nün 7-8 yıl boyunca dağda taşta koyun, keçi güden dedesine ayakkabı almaktan artık yorulduğunu, sonra ayakkabı şeklinde demir kestirip ve dedesinin bunu nal gibi ayağına bağlayarak gezdiğini ifade ediyor. 7-8 yıl boyunca kız kardeşlerini görmeyen dedesi daha sonra 20’li yaşlarda kız kardeşlerini görmeye gitmiş. Kız kardeşleri hala Müftü’nün evindeymiş. Dedesi o zamanlar çok korkarmış gidip kız kardeşlerini görürse kardeşlerinin başına bir iş gelir, onları öldürürler diye. Sonra küçük kız kardeşinin öldüğünü, diğerlerinin ise hayatta olduğunu öğrenmiş. Daha sonra dedesinin büyük kız kardeşi—Feride Hala—Gavur Abuzer ile evlenmiş. Diğer kız kardeşi ise Keysun’a gitmiş.
Mustafa, tehcir sonrasına da değiniyor ve dedesinin nasıl asimile olduğunu anlatıyor. Çocukken sürekli ‘sen bu hikayeleri bilme, duyma, Gavur derler’ diye büyütülen Mustafa, daha sonra dedesi Daşçık Hoca’nın hacca gittiğini öğreniyor. Dedesi’nin beş vakit namaz kılmasına rağmen, yine de ‘Gavur’ etiketinden kurtulamadığını vurgulayan Mustafa, aslında her ne kadar asimile olsalar bile görünüşte asimile olmadıklarını belirtiyor: “Çünkü yaşadığımız toplum bizi hep Gavur olarak gördü. Bir de dedelerimiz, ninelerimiz o kadar ketumlardı ki biz zorla birşeyler öğrenmeye çalışırdık. Konuşmuyorlardı. Niye biliyor musun? Çünkü zulüm görmüş” diyor Mustafa.
Bir süre sonra dedesini yanına alan Müftü dedesine ‘oğlum artık senin İslamiyet’i öğrenmen ve yaşaman lazım ki kardeşlerini koruyabilesin’ dedikten sonra dedesi de kardeşlerinin başına bir şey gelmesin diye korkudan asimile olmuş. Dedesinin vefat ettiği zaman İslami kurallara göre defnedildiğinin de altını çiziyor.
Mustafa, Besni’deki 30-35 civarı yetime ve akıbetlerineilişkin şunları söylüyor:
“Besni’deki bu 30 yetim çocuk şuradan geliyor. Mesela bir tanesi Zeytun’dan. Bayburt’tan, Malatya’dan gelenler var. Besni Fırat’a yakın olduğundan çocuklar bu saydığımız yerlerdeki yetimhanelerden Besni’ye geliyorlar. Dedem’in bileğinde dövmesi de varmış, markalanmış sonra sildirmiş kendisi ama yine de anlarlarmış kim olduğunu… Şimdi az önce dediğim gibi Besni’ye gelen yetim çocukların sayısı Besni’dekilerle birlikte 30’un üzerinde. Bu çocukların hepsi Müslümanlaştırılmış ve hepsi ailelerini kaybetmişler. Sonra bu çocuklar Besni’de 17-18 yaşına geldiğinde birbirleriyle evlendirilmişler. İşte benim dedem ile Mehmet Ali Abi’nin dedesi enişte kayınbirader olmuşlar mesela. Bu 30 çocuğun hemen hepsi bizden zaten. Mesela burada Cücükler diye bir aile var. Bizim aramızda hiçbir kan bağı yok ama biz akrabayız yine de. Kız alıp kız vermişiz. Bu 30 çocuktan dolayı akrabayız.”
1915’te ne olmuş: “Aslında bütün mesele şu: Ermenilerin malında ırzında gözleri olduğu için onlara bunları yapmışlar”
Mustafa, 1915’te ne olduğuna ilişkin görüşlerini de aktardı. Ona göre aslında olay 1895’te başlayıp biten bir olay ve 1915 bunun bir neticesi. Dolayısıyla, Mustafa Ermenilerin yok edilmesi planının 1894-96 yıllarındaki Abdülhamid katliamları ile başladığı ve 1915’nin bunun bir devamı olduğu süreklilik argümanını savunuyor. Bunun sebeplerini ise şöyle açıklıyor:
“Bu da nedir biliyor musun şu: bir güç var, meslek var. Rahmetli Duran Dayım derdi ki: ‘Türkten iyi çitçi, çoban olur. Başka bir şey olmaz.’Daha düne kadar gavur mesleği yapmayın mantığı vardı. Artık biz diyoruz ki mesleğimizi kimseye öğretmeyelim çekilelim kenara diyoruz. Bugün Türkiye’de sadece Ermenilerin yaptığı birkaç meslek kaldı. Bugün ben de ciddi anlamda diyorum ki kendi mesleğimi—Pırlanta mıhlama—kimseye öğretmeyeyim. Benim yeğenim—ablamın oğlu– Kubilay var mesela, ben ona bile kimseye öğretme bu mesleği diyorum. Bu da artık bir öfke sonuçta yani 100 yılın bir öfkesi. Başka bir şey değil.”
Tekrar 1800’li yıllara dönen Mustafa, Ermenilerin ‘Millet-i Sadıka’ iken ne oldu da bir anda Ermeni olmanın küfür seviyesine indiğini sorguluyor. Ermenilerin soykırıma tabi tutulmasının tamamen ekonomik saiklerler ve Ermenilerin mal ve mülklerini talan etmek amacıyla kuvveden fiile çıkarıldığını savunuyor. Ve 1915 ile ilgili Besni’de anlatılan şu hikayeyi anımsıyor:
“‘O gece son gece dört-beş atlı geldi Besni’de o gece tufan koptu!’ Aslında bütün mesele şu: Ermenilerin malında ırzında gözleri olduğu için onlara bunları yapmışlar. Ben bu konuda en çok Duran Dayımla konuştum. Duran Dayım da babasından duydu tabi bunları. Ben kendi anne ve babamdan da duydum.”
Mustafa’nın da zikrettiği üzere söz konusu çocuklar hem kendi aralarında hem de onları evlat edinen ailelerin yakınlarıyla evlendirildiler. Mustafa’nın dedesinin en küçük kız kardeşi, Müftü’nün yeğeni ile evlendirilmiş ve Keysun’a gitmiş. Büyük kız kardeş ise yaşanan olayları bildiği ve aklı erdiği için bir Müslüman ile evlenmek yerine diğer Ermeni yetim çocuklardan biriyle evlenmiş. Ancak aynı şey küçük kız kardeşi için geçerli değildir. Ziraküçük kız kardeş 3 yaşındadır ve Müftü bunu almış kendi istediği gibi yetiştirtirmiş ve yeğeniyle evlendirdimiştir.
Aynı şekilde Mehmet Ali‘nin dedesi de o dönemde 15 yaşında olduğundan ve olayları bildiğinden o da kendi cemaatinden biriyle evlenmiştir. Bu çocuklar böylece Müslümanlaşmışlardır. Kendi aralarında evlenseler bile ihtida ederek hayatta kalmışlardır.
Şu anda Hıristiyanlığa geçen Mustafa bundan dolayı neredeyse bütün aile fertlerinden tepki gördüğünü belirtiyor.Kendi ailesinden üç kişinin daha ‘özüne’ döndüğünü bunlardan iki tanesinin amcasının oğlu diğerininde dayısının oğlu oğludur. Mustafa Bey’e göre Hıristiyan olmak özüne dönmek demektir. Ve bunun kendi Ermeni kimliğiyle hiçbir ilgisinin olmadığını yineler.
“para için yaptılar…çünkü hepsi zengin hiç fakirleri yok. Gidip boğazına sıkıp alamaz ya!”
Mehmet Ali de, 1915’te Ermenilere reva görülen bu zülmun nedenini ekonomik gerekçelere dayandırıyor:
“Bana göre en önemli faktör ekonomi…para için yaptılar…çünkü hepsi zengin hiç fakirleri yok. Gidip boğazına sıkıp alamaz ya! Zaten 1/3 vergi alıyor. Üzerine gitse isyan çıkacak. Ben zannetmiyorum azınlıklar pek başkaldırmaz.. Azınlıklar yumuşak olur…hepsi dinibütün olur. Benim düşüncem sadece para, başka bir şey değil. Mesela dedeme ve kız kardeşlerine sahip çıkan komşuları var.. Bana kalırsa, sırf para için bunu yaptılar…Anneannem sormuştum mesela, ‘benim ailem çok zengindi’ derdi.”
Mehmet Ali yetim Ermeni çocukları evlatlık alan Besni’deki yerel eşrafa dair ilginç tespitlerde bulunuyor. Mehmet Ali söz konusu eşrafın eşraflığının soykırımda telef olan Ermenilerin zenginliğine el koyması sonucu olduğunu iddia ediyor:
“Bunları eşraflığına da aldırma. Hepsi bizim paramızın üstüne yatıp hiç edenler. Boghos’un ailesinin hali vakti bir hayli yerindeydi ve Keremoğlu Boghos’u evlat edinince bunların hepsini aldı. Zaten diğer çocuklar için de geçerli bu.. Sadece çocuklarını bırakmadı ki bu aileler mallarını mülklerini de bıraktılar. Tehcirden sonra kalanların malları gücü yeten kimse o aldı. Kimin gücü kime yetiyorsa malları onlar aldı. Kim dövdüyse o aldı.”
Mustafa da, Besni’deki eşrafın yetim Ermeni çocuklarından bazılarını salt bu çocuklara anne ve babalarından kalacak olan mal ve mülkü edinmek için evlatlık aldıklarını söylüyor ve bunu bir örnekle anlatıyor:
“Bir tane aşağı şehrin girişimde Çarşı Camisi var. Çarşı caminin yanında bir ev var. İki katlı idi zamanında ben yerini biliyorum. O ev Ermeni bir aileninmiş Besni’de. Aile tehcire gidiyor ve çocuk tek başına kalıyor. Bütün bu ailenin mallarını bu ailenin kahyası alıyor. Ondan sonra bunu çocuğun yaşı büyük olduğu için bunu öğreniyor ve kahyaya isyan ediyor.. İstanbul’a gidip, yaşıyor. Aradan yıllar geçiyor–babamla da sık görüşürlerdi—bir gün bakıyor ki babam bu adam Besni’de. Bunu görüyor, soruyor, yahu diyor sen arıyorsun burada falan o da diyor ‘e beni kahya çağırdı’, babam niye çağırdı diyor, o da ‘helallik alacak herhalde’ benden diyor, zira Kahya artık bir hayli yaşlı ve ölüm döşeğinde. Bu anlattığım 80’lerin başında geçen bir olay. Babam sonra buna işini hallet sonra gel bir yemek yiyelim diyor. Sonra bu geliyor babamın yanına ama bir hayli öfkeli bir şekilde. Çünkü kahyanın, ailesinin bütün servetine konduğu ve bununla zengin olduğunu öğreniyor ve ona hakkını helal etmiyorum diyor ve kızıyor. Tabi bir anda geçmişe dönüyor ve babama anlatıyor: Yeni tehcir olmuş, 5-10 yıl geçmiş ve ben evlenceğim Besni’de diye başlıyor hikayeyi anlatmaya. Kuru bir çulum bile yoktu diyor. Sonra gitmiş bilmem kim efendiye ya işte ben evleneceğim, bana bir tane çul verir misin üzerinde yatmak için diyor, o kişi ‘git oğlum git bugün bir çul verirsem yarın da gelir evi istersin, atın şunu dışarı’ diyor.”
Mehmet Ali’nin babaannesini ise yine Besni ahalisinden Mevlüd Efendiler alıyor. Yine, anneannesini Besni eşrafından Mutlular alıyor. Hem Mustafa hem de Mehmet Ali, çocukların bu ailelere komşuluk ilişkilerinin iyi olmasından dolayı verildiğini görüşünde. Çocuklar, bu ailelerin evlerinde hizmetkarlık yapmışlar. Babaannesi’nin Ermeni yani asıl adının ‘Kalem’ olduğunu öğrenene kadar bir hayli çaba harcadığını ifade eden Mehmet Ali, Kalem’in annesinin isminin ise Mari olduğunu duyduğunu söylüyor. Babaannesi’nin bu mevzularla ilgili son derece ketum olduğuna dikkat çeken Mehmet Ali, bu durumun şu nedenden kaynaklandığını vurguluyor:
“Çok ketumdu, napsın ailesini kaybetmiş, çok acı çekmiş konuşmak istemezdi bunları. Kendi yaşadıkları şeyleri bizim de yaşayacağımızdan korktukları için bize anlatmazlardı kendi hikayelerini. Ama babaannem bana hep şunu söylerdi: Mevlüd efendigillerin kızlarıyla oynardım, kızlara ne alınırsa bana da o alınırdı derdi.”
Mustafa Bey’e göre çocuk sayısı belki de 30’dan fazla ancak kendisinin sadece dedesi, dedesinin babası, Mehmet Ali’nin dedesi, anneannesinin hikayelerini bildiğini ve bilmediği birçok kişi olduğunu da ekliyor. Mehmet Ali de sadece kendi annesinin ailesi ve dedesi dışında Küçük Ahmet, Topal’ın oğlu, Daşçı Mustafa, Sinekli gibi Besni’de yetim kalan kendi akrabası olan Ermeni yetimlerini biliyor.
Ez cümle bu 30 çocuktan [Besni’de olan da var dışarıdan gelenler de] bazıları komşuluk ve dostluk bağlarından dolayı; bazıları işçi ve hizmetkar yapılmak için; bazısı oğluna kız almak ve kendisine karı almak için; bazısı da bu çocukların ailelelerinden kalanları ele geçirmek için evlatlık alındıklarını öğreniyoruz.
Hem Mustafa hem de Mehmet Ali, mal ve mülk meselesine özel olarak vurgu yapıyor. Hatta Mehmet Ali, büyük dedesinin Besni’deki mal varlığına ilişkin bilgi almak için tapu idaresine gittiğini ancak kendisine bununla ilgili bütün belgelerin yanmış olduğu bilgisinin verildiğini söylüyor:
“Hiçbir kayıt yok dediler. Niye Tapu daileri hep yanmış yahu? Buradaki taksimatta kim kimi dövdüyse o aldı, hükümet falan yok. Zaten o yüzden benim dedem, bunun dedesi, babalarımız asla ve kata paraları olduğunda gidip mülk almazlar. Aldıramazdık. Para var almıyor.”
Mustafa da aynı şekilde bu konudan dem vuruyor:
“Geçmişte babamlar Antep’ten bir arsa aldılar, dedem herhalde bir ay falan konuşmadı. Dedem için bir ev olsun yeter.”

Üçüncü kuşağın deneyimleri
em Mustafa hem de Mehmet Ali dede ve ninelerinin Ermeni yetimi olduklarını öğrendikten sonra bu gerçekle yüzleşme süreçlerinde yaşadıkları zorluklara da temas ediyorlar. Son tahlilde söz konusu 30-35 çocuğun neredeyse hepsi ile akraba iki kişiden bahsediyoruz. Mehmet Ali, kendisinin yüzleştiği bu gerçeği diğer yetimlerin torunlarına da anlatmak istediğini ancak bundan dolayı bizatihi bu insanların kendisinden büyük tepki gördüğünü ifade ediyor. Buna kendi annesinden gördüğü tepki de dahil:
“Annem’e diyorum ki ‘yahu Anne, kılıçartığısınız. Ben bunu çok söylerdim anneme. Sinirlenirdi niye bana öyle diyorsun diye sonra ‘ben elhamdürillah Müslümanım’ derdi. Peki, Müslüman mısın derdim ben sonra sorardım ‘peki, anan Müslüman mı? derdim… Ermeni olduğunu bile bile yine de ‘he, Müslüman’ derdi. Aslını ona ne kadar dikte etmeye çalışırsan çalış kabul ettiremezdin.”
Mustafa ise daha zor bir deneyim ve yüzleşmeyle karşı karşıya zira kendisi vaftiz olup Hıristiyanlığı benimsemiş. Babası dışında bütün ailesinden bu durumundan dolayı dışlandığını belirtiyor:
“Şimdi ben Besni’ye geldim, vaftiz oldum. Sonra, Mehmet Ali Abi’nin yeğeninin kocası Boghos Ali’nin torunu—Seydi—o benim yaşıtım, arkadaşım, eniştemiz hem de, dayımın damadı…Ona diyorum ‘hadi beraber gidelimKilise’ye’.. o arada dayımın kızı bana tavır yapmaya başladı. sordum ‘ne oldu? Niye?’ Dedi:‘yahu bizim bir düzenimiz var, bu düzenimiz bozulmasın o yüzden gitmesini istemiyorum’ Dedim: ‘sen bilirsin’”
Mehmet Alide Mustafa’yı teyit ederek:
“doğru söylüyor. Hatta bana derdiki senin çocukların asil ırk değil benimki asil ırk der. Senin çocukların bozma der bana yeğenim”
Ancak Mehmet Ali yine de yeğeninin bu tepkisini haklı bulur zira ne de olsa yaşınılan acı ve korku az buz değildir ve bu insanlar kimliklerini saklayarak hala yaşam savaşı ve toplumdan dışlanmama mücadelesi vermektedirler. Ve bu nedenle ailesinin yaşı geçkin fertleri yaşananlara dair birçok şey bilmesine rağmen suskun kalmayı tercih etmektedir:
“O da kendince haklı, şimdi kurulu bir düzeni var, bir kazancı var evini geçindiren bir durumda. Gelgelelim şimdi bu değişirse ne olacak, korkuyor acaba ben dışlanır mıyım, benim komşularım selamı keser mi? Bu küçük yerde zaten adım gavur bir de kiliseye gidersem iyice gavurluğum meydana çıkar. Başka bir şey yoktur. Bütün korku ve sıkıntı bu. Şu anda Besni’de en yaşlılardan bir tanesi Babam’ın halasının oğlu—Ahmet Amca—Şimdi gidelim ufak tefek bir şeyler soralım hiçbirine cevap vermez. Şurada benim büyük halam 80’e yakın yaşı. Ben sorayım hiçbir şey söylemez.”
Mehmet Ali bu ketumluğun dede ve ninelerinden kendi anne ve babalarına miras kaldığını şu şekilde özetlemektedir:
“Eğer şu anda onun dedesi de benim dedem de sağ olsaydı burada olsalardı ne kadar sorarsak soralım… konuşmazdı işte. Şimdi babaannem, babam, annem oturuyoruz. Babaannem biraz rahatsız.  Çocukların içinde de benden başka merak edip soran yok. O gün biraz da espirili bir şekilde babaannemi deşmeye çalışıyorum. Ketum, konuşmuyor. Birgün Eniştem—Mustafa’nın dayısı—ben isimlerini sorunca dedi ki bana: ‘Ne soruyosun lan, yağ Ağanos ya Boğhos ya Kavanoz dedi, niye bu kadar soruyosun dedi’… Büyük annemin adının Kalem olduğunu o zaman öğrendim. Sonradan adı Sıdıka oldu. Biz Sıdıka olarak tanıdık.”
Keza Mustafa’nın dayısı Duran Bey bütün olayları anne ve babasından dinlemiş olmasına rağmen konuşmak istememektedir.
Mehmet Ali, Ermeni yetimi anne ve babadan doğma bir aileden geldiğini öğrendikten sonra bu durumun kendi hayatında bir takım etkileri olduğuna da işaret ediyor. Bu durumdan dolayı bazı şeylere teşebbüs ettiği zaman, her daim babasının ‘dur oğlum, bizden olmaz o’ uyarısı ile karşılaşmış:
“Ben askeri okula gitmek istemiştim mesela ortaokulda. ‘Hayır, gidemezsin’ dedi Babam, ‘senden olmaz’ dedi”
Kendisinin Türkiye dışında yaşayan Ermeni akrabaları var ancak onlarla bir bağlantısı yok. Beş yaşındayken Halep’te bulunan dayısı ve iki kızı hasta olan annesini görmeye gelmişler. Birkaç gün kalıp gitmişler. Anneannesi vefat ettiği zaman, cenazesine gelememişler. Daha sonra dayısı vefat ediyor ve kızlar ise Fransa’ya taşınıyor ve irtibat tamamen kopuyor. Nedenini ise Mehmet Ali özetliyor:
“Benim bildiğim Hama’ya Humus’a gidip orada daha sonra Halep’te kalanlar onlardı. Ben şu anda 51 yaşındayım ve 45 senedir görüşmüyoruz…Annem babam da burada kimse duymasn, bilmesin diye baskı ve korkudan görüşmezlerdi…Belki büyükşehirde olsaydık işimiz biraz daha kolaydı daha rahat iletişim kurabilirdik belki…”

SON SÖZ YERİNE

Biz bu çalışmada 28 Temmuz 1915’te alınan kararla önce Adıyaman ve daha sonra oraya bağlı bir kaza olan Besni’de vuku bulan tehcir ve soykırım sürecinde yetim kalan ve yine Besni’ye çevre vilayetlerden ve kazalardan gelen yetim çocukların hikayesini; bu çocukların torunlarının ağzından aktarmaya çalıştık. Söz konusu yetim çocukların tamamı Müslümanlığa ihtida etmiş ve birer inançlı Müslüman olarak yaşamışlardır. Onlardan sonra gelen 2 kuşak ta aynı şekilde yaşamaya devam etmiştir. Buna rağmen, yaşadıkları Sünni-Türk kimlikli toplum bu kişileri ‘gavur’ ve ‘dönme’ olarak kodlamış ve bu kodlama yapısal bir hal almıştır.
Bu minvalde üçüncü kuşağın yaşadığı dramı ve karşı karşıya kaldıkları durumu en iyi özetleyen görüşmecimiz Mustafa ve Mehmet Ali’nin şu cümleleridir:
“Yahu bari bıraksınlar unutalım, hayatımızı devam ettirilelim…Yahu arkadaş biz neyiz? Kimiz? Sen anneni seçtin mi? Babanı seçtin mi? Doğdun yeri seçtin mi? Sadece arkadaşını seçersin. Neyin peşindeyiz o zaman? Biz Nuh’tan geliyoruz, onun çocuklarıyız. Oraya kadar gel, ondan sonra insanı sev gel konuşalım.”
“Yani şu anda bile yanımızda bir Besnili olsa bir konu tartışsak hala bu benim yüzüme vurulur yani Dönme olmam. Sanki ben şerefsizlik, namussuzluk yapmışım…”

Murad Uçaner
 

2619