Perşembe Nisan 25, 2024

Türkiye’de tarihle uğraşmak asıl bugünle boğuşmaktır

 

Geçtiğimiz yıl Eylül ayında ‘1915: Ermeni Soykırımı’ kitabı ile kamuoyunun karşısına çıkan ve gündem yaratan deneyimli gazeteci-yazar Hasan Cemal bu kitabından da hareketle Berlin Humbolt Üniversitesi’nde18 Ocak Cuma günü ‘Tutsak Akıl, Özgür Akıl’ başlıklı bir konuşma yapacak. Türkiye’de 1915 konusundaki hatırlama çabalarının en önemli aktörlerinden biri olan Cemal’in konuşmasının metnini sunuyoruz.

Berlin’e ne zaman gelsem içimde hüzün, acı karışımı duygular uyanır. Ve her seferinde bir fotoğraf karesi gözümün önüne gelir. Hüzün ve acı, sanıyorum, bu şehrin yaşamış olduğu derin trajedilerden, travmalardan kaynaklanır. Fotoğraf ise Cemal Paşa ailesiyle, biraz da İmparatorluk Almanya’sıyla ilgili.

Adlon Oteli’nin önünde, 1917 yılında olmalı, Birinci Dünya Savaşı devam ederken çekilmiş bir fotoğraftır bu. Osmanlı’nın Enver ve Talat’la birlikte üç büyük paşasından biri olan dedem Cemal Paşa, askeri üniforması ve pelerini, etrafında yaverleri ve İmparatorluk Almanya’sının subayları, bir köşede de Alman askeri akademisinde okuyan 17 yaşındaki babam...

Belki de, babamdan dinlediğim Berlin ve Adlon Oteli hatıralarıyla bu şehir, ne zaman gelsem beni hep geçmişe taşır, tuhaf nostaljik duygular yaratır iç dünyamda.

Bu arada, Osmanlı ve Alman İmparatorluklarının paşa ve generallerini bu şehirde, Almanya’sının başkenti Berlin’de bir araya getiren bu fotoğrafın, 1915: Ermeni Soykırımı açısından da belki sembolik bir anlamı vardır.

44 yıllık gazeteciliğimde, kitap ve yazılarımda sık kullandığım bir cümleyi buraya bir daha taşıyorum: Acılar olgunlaştırır!

Acıların hem insanları, hem toplumları olgunlaştırıcı tarafı belki de en iyi Berlin’de hissedilebilir, anlaşılabilir olduğu içindir ki, bu cümleyi sizlerin önünde bir kez daha yineliyorum. Bu şehrin kendine özgü nostaljisini, tarihin içinden gelen acısını, hüznünü her seferinde iliklerime kadar duyumsarken, bir konu hep kapımı çalar: Tutsak akıl, özgür akıl... Çünkü bu şehir, akılların totaliter ideoloji ve rejimler tarafından nasıl tutsak alınabileceğini, ‘totaliter devlet’lerin kendi tek doğrularını insanlara ne korkunç yöntemlerle dayatarak, onları yalanda yaşatabileceğini tarifsiz acılarla yaşamıştır. Aynı Berlin o korkunç geçmişle yüzleşerek, ‘tutsak akılların özgürleşme süreci’ne yaptığı büyük katkılarla da sembolleşmiştir. İlk kez 1965’de, Paskalya tatilinde Bremen’den külüstür bir tur otobüsüyle ilk kez Batı Berlin’e geldiğimde, benim aklım da ‘tutsak akıl’dı, Doğu tarafından tutsak alınmış bir akıl...

Ve bunun yalanda yaşamak anlamına geldiğini o zamanlar bilmiyordum. Beynimi kolayca sloganların, klişelerinin emrine vererek mutluluğa açılan yollarda yürüyebileceğimi sanıyordum.

Solda bir ‘radikal’dim. Kendimi Komünist sanıyordum. Ama aynı zamanda bir Kemalist, bir milliyetçi olduğumu daha bilmiyordum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’de kuruluşuyla birlikte akıllarımızın etrafına çekmiş olduğu ‘kırmızı çizgiler’in henüz bilincinde değildim. Enver-Talat-Cemal üçlüsünün diktatoryasına uzanan bu ‘kırmızı çizgiler’in, bugüne kadar gelen ‘Türk milliyetçiliği’nin de çerçevesini çizdiğini yıllar sonrası öğrenecektim.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yeni bir ulus-devlet, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Anadolu’daki bütün Müslümanlar Türk olacak, gayrimüslimler de Anadolu’dan toz olacaklardı. Hakkarili bir Kürt aydınının dediği gibi: “Yıllardır Türkiye’de Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışırlar.”

Ben de bu acı gerçeğin, kendimi Komünist sanıp aslında Kemalist olduğumu bilmediğim zamanlarda farkında bile değildim. Ne Kürtler vardı, ne de 1915 vardı bizim tarihimizde. Bizim tarih, icat edilmiş bir tarihti, tahrif edilmiş bir tarihti. Ermeniler, 1915 yoktu o tarihte. Kürtler yoktu o tarihte. Dersim yoktu o tarihte. Aleviler yoktu o tarihte. Yahudileri 1930’larda hedef alan Trakya pogromları yoktu. ‘Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül pogromunun perde arkası da yoktu o tarihte.

Düşünce polislerinin marifeti

Kendi insanına güvenmez bu resmi tarih. Kendi vatandaşlarını karanlıkta tutmak, yalanda yaşatmak ister. Bu nedenle, alternatif tarih yazımı Türkiye’de kolay olmamıştır, fena halde gecikmiştir. Aydınlanmacılığı dillerinden düşürmeyen Cumhuriyetçi ideologlar, demokratik hayat tarzının özünü oluşturan ‘eleştirel düşünce’yi zincire vurmuşlardır. Bunun içindir ki, Türkiye’de tarihle uğraşmak bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le boğuşmaktır.

Şu da söylenebilir: Türkiye’de tarihle uğraşmak, siyasal bir mücadeledir. Tarihe ‘kırmızı çizgiler’in ötesinde dokunmaya başladığın vakit, bugünün sorunları ve bunların nedenleriyle yüz yüze gelirsin. 1915 ve Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, Alevi meselesinde, ‘asker sorunu’nda asıl tarihi, gerçek olanı araştırmaya başladığın zaman hop dedik sesi kulağınızda çınlar. Çünkü, ‘tarihin uydurulmuş hali’dir onların işine gelen. Onlar, yani düşünce polisleri! Ellerinde sopalarla, ellerinde 301 gibi yasakçı kanun maddeleriyle, ellerinde silahlarla bugün de hâlâ sahnededir bu düşünce polisleri, kendileri gibi düşünmeyenleri cezalandırmaya hazır düşünce zaptiyeleri.

George Orwell’ın bir sözü vardır, “Özgürlük, insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir” der. Bu anlayış ‘düşünce polisleri’ni çıldırtır. Onlar için tek doğru vardır. Tarih de onların tekelindedir.

Oysa tarihle yüzleşmek gerekir. Başka çaremiz yok. ‘Resmi tarih’i sorgulamak şart. Tarihin kepaze sayfalarıyla yüzleşmekten, resmi tarihi sorgulamaktan kaçmak uygar insanlara yakışmaz.

Hrant Dink’i anımsıyorum. Avusturya Alpleri'nde, Salzburg yakınlarında bir göl kıyısıydı. 2005 baharı. Sevgili Hrant, güncel ya da tarihsel bir dolu haksızlığa karşı yanan yüreğini bana açmıştı.

Türkiye'nin demokratikleşmesi ikimizin de ortak derdiydi. AB yolunda demokratikleşecek bir Türkiye'nin milliyetçiliği zamanla aşabileceğini, tarihiyle de hesaplaşacağını düşünüyordu.

Demişti ki sevgili Hrant: “Türkiye'deki farklı kültürleri tanıtan bir ders kitabı bile yok. Bırakın bir ders kitabını, bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, 'Ali topu Ayşe'ye at' cümlesinin yanında bir de, sözgelimi, 'Ali topu Agop'a at!' diye bir cümlecik...”

Aradan geçen yedi yıl. Hâlâ böyle bir cümle yok ders kitaplarımızda. Hâlâ Ermenilerin Anadolu’daki köklerini, izlerini yok sayıyoruz. Ne yazık!

Hrant Dink, Türkiye’de özellikle devletin yaşattığı ‘gerçek korkusu’nu kendi hayatının içinden biliyordu. Acıları ona rehberlik etmişti. Tarihe dokunurken ateşle oynadığının da farkındaydı. Türkiye’de tarihe dokunmanın, yalanda yaşamayı reddetmenin, aklı özgürleştirmeye kalkışmanın ne kadar netameli, tehlikeli bir iş olduğunu biliyordu. Ama kararlıydı. Taşları yerinden oynatmadan bir yere gidilemeyeceğinin bilincindeydi. Akıllar özgürleştikçe, geçmişin acılarının bir daha yaşanmayacağını, bu toprakların da artık trajedilere doyacağının ve en nihayet barışa açılacağının çok iyi farkındaydı.

Sevgili Hrant, büyük bir bedel ödedi. Kendi hayatıyla ödediği bu korkunç bedel, Türkiye’de ‘tutsak akılların özgürleşmesi’ni hızlandırdı.

İstanbul’da yüzbin kişi yürüyecekti, 2007 yılı Ocak ayındaki cenaze töreninde. 2008 yılı Aralık ayında, “Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyorum, onlardan özür diliyorum” bildirisini otuz bin kişi imzalayacaktı. 2010’da, 24 Nisan İstanbul’da üç ayrı yerde ve Ankara, İzmir, Diyarbakır’da anılacaktı. 1990’larda sahneye çıkan alternatif tarih yazımı yaygnılaşacak, 1915 tabu olmaktan çıkmaya başlayacaktı.

Acılara saygı göstermek

Ben de, 2008 Eylül ayında ilk kez Erivan’a gidecek ve Soykırım Anıtı’na üç sap beyaz karanfil koyarken duygularımı gazetedeki köşeme not edecektim, aşağıdaki gibi…

“Hrant Dink, ‘Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim’ demişti. Belki de sevgili Hrant'ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, hayatımda ilk kez beni Ermenistan'a getiren ve Erivan'da bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı'nın önünde bana duygu fırtınası yaşatan...

Ben Hrant'la başbaşa, acıları düşünüyorum anıtın önünde. Başkalarının acılarını anlamayı…Ve acıları paylaşmayı düşünüyorum.

Tarihten kaçılamıyor. Sabahın sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkâr etmenin anlamsızlığını, ama aynı zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri düşünüyorum.

Ermeniler yaşadı büyük acıyı. Anadolu'dan koparıldıklarında yaşadılar. 1915'de, 1916'da yaşadılar. Anadolu hasreti hiç dinmedi içlerinde...

Hrant'ın sesi kulağımda: ‘Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim.’

Hrant sessizce anlatıyor acısını: “Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz 'katliam', kiminiz 'soykırım', kiminiz 'tehcir', kiminiz 'trajedi' diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle 'kıyım' derdi. Bir devlet, kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk demeden, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bunu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?”

Sevgili kardeşim;

Erivan'da gün doğuyor, güneş sislerin içinde kırmızı bir portakal gibi.

Sabahın bu güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum Soykırım anıtının dibine. Beni buralara sen, senin acıların getirdi çünkü...

1915 acısı maziye değil, bugüne ait bir mesele. Tarihle -ama bizimki gibi icat edilmiş tarihle, tahrif edilmiş tarihle değil- gerçek tarihle barış yaparak ve de tarihi istismar illetinden kurtularak huzura erebilir, gerçek ve kalıcı barışı yakalayabiliriz.

Barış ve demokrasi ne yazık ki hep tarifsiz acıların içinden geçerek, ancak büyük bedeller ödenerek gelebiliyor.‘Milliyetçilik’lerin her türü yok olmadan insanlığın barış ve huzur ipini tam olarak yakalaması mümkün olamıyor. Ve yeryüzünde bu gerçeğin en iyi kavranacak yerlerin başında da, öyle sanıyorum ki, Berlin geliyor.

Sevgili Hrant’ın hayatıyla ödediği korkunç bedelle benim aklım da tutsaklık zincirlerini kırdı diyebilirim. Hrant Dink’i, cinayete kurban gitmesinin 6. yıldönümünde Berlin’de, Humbolt Üniversitesi’nde bir kez daha hasretle anıyor ve soykırım acısını paylaşıyorum.HASAN CEMAL

1701

Son Haberler