Perşembe Mart 28, 2024

Yeryüzünde yeri olmayanların gayriresmi tarihi

Tarihte anlatılanlara bakmadan önce bu tarihin kimler tarafından yazıldığına bakmak lazım. Kimlerin yazdığına bakmadan önce de, bu yazıcıların yaşadığı tarihe bakmak lazım. Böylelikle tarihi anlamak daha da kolaylaşır. Çünkü anlatılan ya da yazılagelen tarih, yazıcılarının, iktidar ile olan münasebetlerinin aynasıdır. Hele mesele ecdada dayanırsa, muktedir olan, ecdadını görkemiyle bilmek ister. Ki kendi tarihini yazdırmak isteyen muktedir de şanını nesillere taşımak ister, kendi tarihini kendi kaleme aldırır. O yüzdendir ki tarih anlatıcılığı saray duvarlarının, han çadırlarının dışına çıkmaz. Bir de tarihini, kendi özel tarihçisine kaleme aldırmayanların tarihi var. Resmi tarih anlatısında ya kul olarak ya da isyan eden güruh olarak geçenler... Muktedirin tarihinde yer alabilme şansları, iktidarla olan uyumlarından geçmesi gerekenler...

Ama tarihin asıl sahiplerine yer vermeyenlere inat, gizlenen gerçeğin anlatıcıları dün vardı bugün de var.

Ezel Akay ve Haldun Çubukçu’nun birlikte kaleme aldıkları 'Yargu', tam da bu anlatılmayanların, yazılmayanların tarihini anlatmakta. ‘Yargu’ savaşlardan, isyanlardan kalmış, bulunmuş çocuklar olan Karacakızlıların’ın yargılanışını konu alır. Yargu kurulur, oyun başlar, hukuk ve adalet çarpışmaya başlar. Karacakızlılar mülkiyetin, iktidarın olmadığı, yer yüzünde yerleri olmayan bir kavimin adıdır aslında. Karacakızlılar kitapta anlatıldığı çerçevede hiç var olmamış olsalar da, resmi tarihteki olaylar ve kişilerle bir bütünlük oluşturularak, ete kemiğe bürünüyorlar.

Bu tarihi anlatmaya nasıl karar verdiğini, Yargu’yu, hukuka karşı adaletin savaşını Ezel Akay’a sorduk.

Kitabın fikri nasıl oluştu ve nasıl iki yazarlı oldu?

Bu romanın ana temasını, temel karakterlerini ve dramatik hedefini içeren bir taslak öyküyü 20 yıl kadar önce oluşturmuştum. Niyetim bu hikayeden bir sinema filmi senaryosu çıkarmaktı. Ancak hem sektörün bütçeleri hem de “başka maceralar” nedeniyle sadece notları ve temel meseleyi daha da derinleştirmek için okumalar ve araştırmalar yapmaktan daha ileri gidemedim. Taa ki Haldun Çubukçu’nun 'Yıldızsayan'ını okuyana kadar. O romanın uslubu, tasavvuf denen muammaya ilham verici yaklaşımı ve derin entrika kurgusu beni çok etkiledi. Aradığım ruh kardeşimi buldum! dedim ve soluğu Haldun Çubukçu’nun yanında aldım. Allah’tan o sıralar Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü’yü çekmiştim de Haldun pek beğendiğini söylediği bu filmin yönetmeninin “ahlaksız teklif”ine hayır demekte zorlanmadı. Birlikte yaptığımız birkaç tartışma seansından sonra önce senaryoyu yazmaya karar verdi Haldun. Ancak “içinde oluşan derya”, benim romanını yazmalısın teklifimi ciddiye almasına neden oldu. Bu aşamadan sonra çok az tartışarak yol aldık. Haldun sonunda benim asla beceremeyeceğim bir dil denizi ve çok girift bir entrika ile hayranlık uyandıran bir yeni kurgu yarattı. Şimdi romanı iyi anlayıp senaryoya dönüş vaktidir benim için…

OYUN BİZİMDİR ADALET HEDİYEMİZ

Hukuk ve adalet kavramı yan yana hatta çoğu kez birbirlerinin yerine de kullanılır. Siz de Yargu’da bu iki kavramın birbirleriyle olan savaşını anlatıyorsunuz. Nasıl bir savaştır bu?

Benim için bu hikayenin ilhamı dünyanın son yüzyılının gençlik hareketleridir. Onun için Karacakızlılar “Genç”tir. Sanki hep genç kalacaklar, hep ruhumuzun etrafında büyüdüğü, “oyun” denen muammayı unutmamış bir bünyeye sahip olacaklardır. Kızılderililer, göçebe Asyalılar, Babai toplulukları, Hippiler, 68’liler, Paris Komünarları, gibi medeniyetin çeperlerinde dolaşanlar, bu savaşın hep aynı tarafında yer aldılar: Adalet tarafında. Çünkü bu topluluklar hiçbir zaman iktidarda değildiler. Ve hukuk, doğası gereği, hep iktidarın elindeydi. O hukuku dönüştürecek ilk şey o hukukun adaletsiz olduğunu vurgulamaktır. Çağlar boyunca sürmüş bir savaştan söz ediyoruz. Şaşırtıcı bir doğası var bu adalet savaşının: Aslında hep hukukun adalet talebi yönünde değişmesiyle sonuçlanmıştır. Yani hukukun adaletsizliğine karşı açılan savaşta hep adalet galip gelir! Ama… genellikle birkaç nesil sonra! İnsanlık tarihi açısından galip gelen adalet, bunun uğruna hayatını ve canını veren bir neslin yalnızca arzusu olarak kalır. İşte bu yüzden ve bunu bilen Karacakızlılar, geleceğe bir işaret bırakma oyunu oynarlar hep. Yargucu’nun mahkemesinde de bunun değerini fark ederler. Önemli olan iktidarın elindeki hukukun adaletsiz olduğunu hatırlatmak, üstelik de unutulmayacak oyunlarla bunu yargıçların, tanıkların, danışmanların ve tüm seyircilerin ruhuna kazımak ellerindeki tek çaredir. Hukuka karşı verilen mücadele bu yüzden bir gelecek aşkı, bir dirayet ve bir kendinden vazgeçiş gerektirir: “Oyun bizimdir, bugüne aittir, adalet ise hediyemizdir, sizindir, yarın doğacak olanındır.”

Peki neden ‘Bulunmuş çocuklar’dır Karacakızlılar?

Babailer isyanı sırasında o dönemde Anadolu’yu yöneten tüm güçler bir tarafta,(Bizans, Selçuklular, Moğollar, Araplar), onlar tarafından yönetilmek istemeyenler diğer tarafta (göçebe Türkmenler, Hıristiyan dervişler, Ermeni köylüler, Yahudiler, Rumlar). Göçerlerden ve köylülerden oluşan bu kitleler örgütlendiler ve önce bir süre galip geldiler. Sonra Malya ovasındaki büyük yenilgi gibi peş peşe gelen yenilgilerle dağıtıldılar, yok edildiler. Büyük katliamlarda, ceza olarak yakılıp yıkılan köylerde, obalarda ve diğer yerleşim yerlerinde, “2 yaşından büyük bebelerine kadar” kırılan halktan geriye sadece işte o “2 yaşından küçük” bebeler kaldı. Bir derviş bu bebeleri topladı, onlardan, bu “bulunmuş çocuklardan” bir oba kurdu! Onları “Türkmen-göçer-Babai” geleneklerine göre yetiştirdi ve dünyaya saldı! Sadece gençlerden oluşan, 40 yaşına gelenin “yatık” edildiği, yani, göç yolunda kurulan bir eve yerleştirildiği bu “yol” arkadaşları, Karacakızlılar, Budizmden, Eflatun’a, Brahmanlardan, Hıristiyan Barnabasçılığa, Şamanlardan, Kalenderiliğe her Heretik öğretinin içinden geçip kendilerine has bir bütünlüğe kavuştular. Onların bu yeryüzünde yeri yoktur!

ŞAŞIRTMAK DÜZENİ BOZMANIN EN CAZİP YOLUDUR

Karacakızlılar Yarguyu bir oyun haline getirirler. Çünkü onlar için her şey bir oyun. Ama öte yandan oyun içinde oyun var. Sanki filler tepişiyor da çimenler eziliyor gibi?

Çimenler, yani Karacakızlılar, filler tarafında ezilmeyi reddederler. Çalı olurlar, diken olurlar, sarmaşık, karmaşık, kaotik bir savaş açarlar ezenlere karşı. Şaşırtmak, düzeni bozmanın, sarsmanın en cazip yoludur. Oyunu bozan bir oyundur yaptıkları! Neden oyun? Oyun prensip olarak çocuksu ve zararsız görünür. Ancak izleyen için bile bir cazibesi vardır. İşte bu cazibe, aslında çok etkili bir ikna aracıdır. Her anı yaratıcılık gerektiren, kendini izleyeni iyi tanımayı gerektiren, ahlaki bir stratejisi olan ve mutlaka yeni taktikler yaratan bir mücadele türüdür. İnsan yaratıcılığının toplumsal mücadele alanında ne kadar etkili olabileceğinin somut örneklerini görmek isterseniz, “oyun” kavramının nasıl etkili sosyal manevralar doğurabileceğinin kanıtı olarak lütfen “insan hakları alanında yeni taktikler” projesine bir bakınız… http://www.newtactics.org/

Karacakızlıları yargılayan Moğol Yargucu Şigi Kutuku da 'Bulunmuş Bir Çocuk'. Lakin o yargılayan tarafta. Bu benzeşme aslında çok derin bir ayrımın da göstergesi oluyor sanki?

Yöneten ve yönetilmek istemeyen arasındaki ilişki, aslında kimliklerden bağımsızdır. Bugünün ezileni, rahatlıkla yarının ezeni olur. Düzen yer değiştirmeye izin verir, yeter ki “kadim ilişki” devam etsin, bir baş ve altında o başa hizmet edenler olsun! “Bulunmuş Çocuk” metaforu sosyal ve şahsi seçimlerin kimliklerden nasıl bağımsız olabileceğini de gösterir. Ama yine de bu bulunmuş çocukluk, bu “köksüzlük” Şigi Kutuku ve Karacakızlıların ortak kaderine, insanlığın ortak kaderine işaret eder. İktidarın hukukunun temsilcisi ulu Yargucu, sonunda bu ortaklığın keşfinin etkisiyle, Karacakızlıların adalet talebi karşısında boyun eğer, Koko defter’i bir kenara bırakır, tapındığı adalet tanrısından, “yalnızca isteyen adalet putu”ndan mahkemede işlediği büyük günahlarının affını diler. Bulunmuş çocuk olmak Yargucu ve Karacakızlıları, adaleti ve talep edeni ayıran değil birleştiren bir metafordur.

Kitaptan alıntı yaparak soracak olursak "Fikirleri, oyunlarıyla birleşip heyulaya dönüşüyor. Hayattan heyulaya dönüşmüş fikir, ancak kendini gerçekleştirdiğinde, yani vücut bulduğu sırada güçlüdür. Ama heyuladan hayata dönüşen fikir, eskisinden kat kat güçlü ve yıkıcıdır... Fikirleri dünyaya kök saldıktan sonra, bedenleri yok etmek ne kazandırır ki?" sizce Karacakızlıların heyulaları hayata dönüşmüş müdür?

Hayır! Evet! Ölmeyen ama Olmayan şey! Eğer bahsedemiyorsak, ölüdür, bahsetmek şöyle dursun üzerine roman yazıyorsak “hayata dönüşmüştür”! Bir akıllı ateist için, “tanrı yoktur!” önermesi manasızdır. Çünkü adı olan her şey vardır! Ve bu insanları etkilemeye devam eder. Karacakızlılar da adı var, cismi yok varlıklardandır. Kendilerini, fikirlerini bir Heyula'ya (eski yunancadaki “hyle”) dönüştürürler, “kalabilmek” için eylemleriyle yeni bir ad kazanır ve o adla anılırlar. Heyula’nın biçimi yoktur. her biçimi alabilir, madde'nin öncülüdür (kendisi değil, öncesi, habercisi, önceki hâli). Tavus şöyle düşünüyordur herhalde: “…vücudu eşyasıdır insanın, bu vücud ben demek değildir ama o olmasa ben ruhumu belli edemem. Benim bir vücudum bir de ruhum yoktur. Biz sizin böldüğünüz gibi bölmeyiz hilkati. Vücud benim mülkümdür!..”

MUZAFFERLERİN TARİHİNİN ALTERNATİFİ OLABİLECEĞİNE DAİR BİR İKİRCİK TOHUMUDUR

Tarih deyince akla hep devletlerin, imparatorlukların, fetihlerin tarihi gelir. Hep zafer vardır bu tarihin nihayetinde. Sizin tarihinizin neden eksik zaferi?

Gerçek zafer nedir? Bu soruyu sorana göre değişir. Biz hikayeleri geçmişi anlamak için anlatmıyoruz. Geleceğe bir iz bırakmak için anlatıyoruz. Karacakızlılar bizim anlattığımız çerçevede hiç varolmadılar. Ama bize ilham veren yine de geçmişin yaşantıları ve fikirleridir. Bu hikaye, bir alternatif tarih değildir. Resmi tarihin, yani muzafferlerin tarihinin bir veya birçok alternatifi olabileceğine dair bir ikircik tohumudur. Bu hikaye Karacakızlıların bir heyulaya dönüştüğünün bir kanıtıdır. Galip gelselerdi onlardan böyle söz edemezdik. Ama… böyle demek bana ağır geliyor: Belki de bir kez olsun Karacakızlılar galip gelseydi, artık resmi tarih, ile gayrı resmi tarih, hukuk ile adalet çatışmalarından kurtulmuş olurduk.

İKTİDAR KAVRAMINDAN UZAK OLDUKLARI ÖLÇÜDE TEHLİKELİLER

Kitapta bahsedilen Türkler ve Türkmenlerle arasındaki fark nedir?

Tarihsel gerçeklik olarak cevabı başka, hikayecilerin seçtiği bir metafor olarak cevabı başka! Benzer bir dili konuşan ama biri yönetici kesimi, diğeri yönetilemeyen kesimi işaret eden kimlik tanımlarıdır bunlar. Aralarındaki dilin farklılığı bile ideolojik bir farka, sınıfsal bir farka, iktidar alanındaki bir farka işaret eder. İktidar kavramından o kadar uzaktırlar ki, Karacakızlılar bu yüzden “anlaşılmaz, cahil, tehlikeli” bulunurlar. Moğol ordusunun büyük lojistik danışmanları, Vikingler, Araplar, Çinliler, Venedikliler, Bizanslılar ve İranlılardan oluşan entelektüel gücü, dilleri ve kültürleri bu kadar çeşitli olmasına rağmen kendi aralarında bir “dil bütünlüğü” bulurlar. Ama Karacakızlılar bu bütünlüğün de dışındadır. Gerçek “yabancı”dır onlar.

YUNANCA SUSAN, SIRPÇA ÖLDÜREN, TÜRKÇE BİLGELİK YAPAN...

Kitapta o döneme özgü bir dil kullanıyorsunuz. Özellikle de bu dili açıklayıcı ekstra bir yöntem yok kitapta. Bunu böyle kullanmanızdaki amaç nedir?

Bahsettiğim gibi, hem aynı hem ayrı olanın anlaşılabilmesi için seçilmiş bir dil bu. Dil oyunu aynı zamanda ideolojik olanın, yanlışın doğruyla, hakikatin kurmacayla karıştığı alanın ortaya çıktığı bir alandır. Karacakızlılar "Eflak dilinde yalan söyleyen, Yunanca susan, Çince sayan, Rusça ilahi okuyan, Sırpça öldüren, Türkçeyle bilgelik yapan" her kültürün içinden geçip zenginleşmiş bir göçer medeniyetidir. Ama Karacakızlılar’ın dili anlaşılmaz bir dil değil biz Türkiyeliler için. Aslında bölük pörçük, orada burada hala yaşayan sözcük ve kavramlarla “yeniden” bütünselleştirilmeye çalıştığımız bir dildir bu. Bizim dilimizdir ve onu anlamak, sadece dili değil, bir toplumsal ruhu da anlamak olacaktır.

Suzan Demir (Evrensel)

1674