Perşembe Nisan 25, 2024

Acı Esintiler

İzmir 1 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı'nda süren davamız nihayet bir karara bağlandı. Hakkımda istenilen 5 yıllık ceza da onaylanmış oldu. Ama avukatlarımız temyize başvurdular. “Sonuçlanması birkaç yıl sürer…” dediler.

O süre içinde yurtdışına kaçma planları yapmaya başladık. İlk grubun içinde ben de vardım. Ama ekildim. İbo ekti beni. Dede, “İbo istemedi seni” dedi. Yıllar sonra İbo’yla buluştuğumda sordum: “Dede istemedi seni” dedi. İkisine de inanmadım.

Babam: “Askere git oğlum o zaman, kendini unutturursun. “ dedi, “sap gibi ortalıkta gözükmezsin hem.” Arkadaşlara kızgınlığımdan hemen gidip askerlik şubesine başvurdum. Başvurum bir haftada neticelendi. Bahriyeli olmuştum. İskenderun’a çıkmıştı acemiliğim. Annem ve babamla İzmir Otogarında vedalaştık. “Adana’da amcan ve halanda bir iki gün kalır, oradan askeri birliğine teslim olursun” dedi babam. Annem de başıyla onayladı onu.

Otobüs hareket etti, el salladık birbirimize. Annem ağlamaya başladı, acısını içine akıttı babam. Gözlerini kaçırdı benden, başını yere eğdi. Otobüs sessizce terminalden çıktı, hızlandı birden. Derin düşüncelere batıp batıp çıkıyordum. Otobüs uzaklaşırken, gençliğim, anılarım, sevinçlerim, hayallerim ardımda, İzmir’de kalıyordu. Yapraklarını dökmüş bir ağaç gibiydim, yapayalnız.

Konya Karaman’da verilen molanın ardından tekrar hareket etti otobüs. Başımı çaresizce cama dayamış, uzakları gözlüyordum. Otobüs yavaş yavaş yol alıyordu dağ yolunda, aşağıda Göksu nazlı nazlı akıyordu. Silifke’de mola verdi... Silifke’nin türkülere konu olan o meşhur yoğurdunu beğenmedim nedense. Çok yavan geldi, belki de ağzımın tadı yoktu. Muavinin bağırtısıyla otobüsteki yerimi aldım. Nihayet on bir saatin ardından Adana Otogarında son buldu yolculuğum. Yavuzlara giden belediye otobüsüne bindim. Şoför beni demir bir köprünün başında indirdi. “Köprüden karşıya geç, soldaki ilk sokak.” dedi.

Köprüyü geçtim, hemen bitiminde, yerde boş zeytin kasaları üst üste dizilmiş, sarı boyalı bir evin önünde tahta kanepeye ve yere kadınlı erkekli bir grup oturmuş çay içiyorlardı. Bir kadın görünce beni ayağa fırladı birden. Kapısı ardına kadar açık olan evin koridoruna doğru bağırdı:

“Hüseyin, Hüseyin, bu gelen Hasan Abimin oğlu” dedi, “ ama hangisidir bilemiyorum!”

Ben o güne kadar yengemi görmüş değildim, ama o beni babama benzetmiş ve hemen tanımıştı. Amcam uykulu gözlerle, üzerinde çizgili pijama takımıyla sokağa fırladı. Bana doğru seğirtti. Sarıldı, bir güreşçi gibi belimden tutup havaya kaldırdı. Neredeyse düşecektim. Yanaklarımdan defalarca öptü. Yengem koştu, arkasından kuzenlerim. Sarıldık, bir sevgi yumağı oluşturduk oracıkta.

Tahta kanepede yer açtılar hemen. Bir tepsinin üzerinde yeni pişirilmiş, arasına yeşil taze soğan ve peynir konulmuş dürüm ekmek ve çay elime tutuşturuldu. Amcakızları (Songül-Hülya-Ülkü) koşarak geldiler yanıma, sağlı sollu boynuma sarıldılar. Sevgiyle ışıldıyordu gözleri. Bir sokak ötede oturan halama haber salınmış. Halam ağlayarak geldi. Sarıldı, öptü de öptü beni. “Ben sana kurban olurum” diyordu. Arkasından halamın çocukları damladı. Bir anda kapı önü panayır yerine döndü sanki. Yoluna giden arabalar yavaşlıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

“Askerlik için geldim” dedim, “İskenderun’a gideceğim.”

Amcaoğlu Kemal: “Ha ben orayı biliyorum” dedi, “birlikte gideriz.” Sonra yüzüme bakarak “Ne zaman teslim olacaksın?” dedi.

“İki gün sonra”

“İyi iyi o zaman, Adana’yı bir güzel gezdiririm seni”

Sohbetimiz gece yarısını geçmişti. Sabaha karşı uyuyabildik ancak. Erkenden kalktık, sabah kahvaltısının ardından çıktık evden. Kanal boyu yürümeye başladık. Ardından taksi dolmuşa binip şehir merkezinde bir yerde indik. Amcaoğlu, “Burası Küçük saat, şurası Büyük Saat, orası… “ diyordu.

Seyyar bir satıcının önünde durduk. Amcaoğlu Kemal bana ayna, jilet, cımbız, tırnak keseceği… satın alarak hediye etti. Kabul etmedim önce. “Sen de bana alırsın” dedi, neşeyle, gevrek gevrek güldü. "Hayır" diyemedim.

Küçük bir köfteci dükkânına girip Adana kebabı yedik, bol bol şalgam suyu içtik. Nehrin kıyısından yürüyerek, baraja gittik. Asma bir köprüden karşıya geçtik. Orada Bici Bici yedik. Güzeldi Adana ama havası çok basıktı, ter içinde kalmıştım. Ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarıp suya soktuk ayaklarımızı. Başımızı da suya daldırmadık değil. Serinlemiştik. Birbirimizden ayrı geçen yirmi bir yılın acısını birkaç saatte çıkarmaya çalışıyorduk. Akşama eve vardığımızda “Anos halan davet etti seni” dedi yengem.

Gittik gece yarısı döndük. Sabaha kadar konuştuk neredeyse. Ancak bir iki saat kestirebildim. Sabah kahvaltısının ardından ev halkıyla vedalaşıp tuttuk İskenderun’un yolunu. Bir iki saat sonra İskenderun’a vardık. İzmir’e benziyordu; manzarası, havası, suyu, sahili…

Bir berbere götürdü amcaoğlu beni. Berber anlamıştı. Önce saçımı arkadan kesmeye başladı. İşini bitirdikten sonra, ayna tuttu yüzüme. Kendimi görünce tanıyamadım. Başka biri olup çıkmıştım sanki. Yüzümdeki keder aynaya vurmuştu.

Bir faytona binip 1. Deniz Er Eğitim Komutanlığına gittik. Kapıda teslim edildim. Tek sıra halinde dizildik, bir depoya alındık, elimize ayakkabı, iç çamaşırı, elbise ve kep tutuşturdular. Kimimizin bedenine küçük, kimimizin bedenine büyük geliyordu elbiseler. Kendi aramızda değişiyorduk. Yalnızca ayakkabı numaralarımız bir numara büyük verilmişti. Nedeni ise; eğitim sonrası ayakların şişerek büyümesiydi.

Koğuşlara verildik sonra. Yattığım yeri beğenmiştim. Soluksuz yatmıştım. Ayrı bir dünyada yaşıyor gibiydim sanki. Aynı mahalleden iki arkadaşımı, aynı koğuş içinde olmamıza rağmen ancak beş gün sonra görebilmiştim. On beş günlük bir eğitimin ve yemin töreninin ardından, çarşı iznine çıktık. Ben bir otobüse atladığım gibi kendimi Adana’da, amcamlarda buldum. On beş gündür yıkanmamıştım. Üzerimdeki beyaz fanilanın rengi grileşmişti. Çoraplarımı ayağımdan çıkarıp attım kapı önündeki çöp tenekesine. Yengem termosu yaktı hemen. Banyoyu hazırladı. Utanmama karşın beni bir güzel lifleyerek yıkadı. Fanilamı kaynattığı suda yıkadı. İpe asarken “Kusura bakma yeğen” dedi, “herhalde çamaşır suyunu fazla kattım, fanilaların rengi açıldı”

“Önemli değil yenge” dedim, “kim görecek içimdeki fanilanın rengini”

İçim acıdı birden. Mahzunlaştım. Sevdiklerim geldi aklıma. Fanilanın rengi açılmışken içimdeki renkler bir bir karardı.

Şubat 2016'da Ozan Yayıncılıktan çıkan On Çocuktuk öykü kitabımdan

 

49102

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

Son Haberler

Acı Esintiler

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Garod – “Hasret” (Nubar Ozanyan)

Halkların coğrafyaları suç ve cinayet örgütü gibi çalışan devletler tarafından zorla boşaltılıyor. Soykırım, işgal, tehcir zulmüyle toprakları cehenneme dönüşen halklar; belirsizliğe, bilinmezliğe, karanlığa doğru zorla sürülüyor. Boyunlarında geleceksizlik zinciriyle birlikte adına yaşamak denilen zulme mahkum ediliyor.

Gerilla, haktır ve halktır (Nubar Ozanyan)

Sınırları ateşten ordularla kuşatılmış her dört parça toprakta, yaşam ve var olma hakkı ellerinden zorla gasp edilmiş Kürt halkının, direnme ve isyan etmekten başka çıkış yolu var mıdır? Kürtlere, ezilenlere kıyamet yaşatılırken her bir karış toprağına ölüm yağdırılırken, en dezavantajlı koşullar altında gerilla, çıplak elleri ve cesur yürekleriyle özgürlükleri uğruna savaşmaya devam ediyor.

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

Sayfalar