Cuma Mart 29, 2024

Acı Esintiler

İzmir 1 Nolu Sıkıyönetim Komutanlığı'nda süren davamız nihayet bir karara bağlandı. Hakkımda istenilen 5 yıllık ceza da onaylanmış oldu. Ama avukatlarımız temyize başvurdular. “Sonuçlanması birkaç yıl sürer…” dediler.

O süre içinde yurtdışına kaçma planları yapmaya başladık. İlk grubun içinde ben de vardım. Ama ekildim. İbo ekti beni. Dede, “İbo istemedi seni” dedi. Yıllar sonra İbo’yla buluştuğumda sordum: “Dede istemedi seni” dedi. İkisine de inanmadım.

Babam: “Askere git oğlum o zaman, kendini unutturursun. “ dedi, “sap gibi ortalıkta gözükmezsin hem.” Arkadaşlara kızgınlığımdan hemen gidip askerlik şubesine başvurdum. Başvurum bir haftada neticelendi. Bahriyeli olmuştum. İskenderun’a çıkmıştı acemiliğim. Annem ve babamla İzmir Otogarında vedalaştık. “Adana’da amcan ve halanda bir iki gün kalır, oradan askeri birliğine teslim olursun” dedi babam. Annem de başıyla onayladı onu.

Otobüs hareket etti, el salladık birbirimize. Annem ağlamaya başladı, acısını içine akıttı babam. Gözlerini kaçırdı benden, başını yere eğdi. Otobüs sessizce terminalden çıktı, hızlandı birden. Derin düşüncelere batıp batıp çıkıyordum. Otobüs uzaklaşırken, gençliğim, anılarım, sevinçlerim, hayallerim ardımda, İzmir’de kalıyordu. Yapraklarını dökmüş bir ağaç gibiydim, yapayalnız.

Konya Karaman’da verilen molanın ardından tekrar hareket etti otobüs. Başımı çaresizce cama dayamış, uzakları gözlüyordum. Otobüs yavaş yavaş yol alıyordu dağ yolunda, aşağıda Göksu nazlı nazlı akıyordu. Silifke’de mola verdi... Silifke’nin türkülere konu olan o meşhur yoğurdunu beğenmedim nedense. Çok yavan geldi, belki de ağzımın tadı yoktu. Muavinin bağırtısıyla otobüsteki yerimi aldım. Nihayet on bir saatin ardından Adana Otogarında son buldu yolculuğum. Yavuzlara giden belediye otobüsüne bindim. Şoför beni demir bir köprünün başında indirdi. “Köprüden karşıya geç, soldaki ilk sokak.” dedi.

Köprüyü geçtim, hemen bitiminde, yerde boş zeytin kasaları üst üste dizilmiş, sarı boyalı bir evin önünde tahta kanepeye ve yere kadınlı erkekli bir grup oturmuş çay içiyorlardı. Bir kadın görünce beni ayağa fırladı birden. Kapısı ardına kadar açık olan evin koridoruna doğru bağırdı:

“Hüseyin, Hüseyin, bu gelen Hasan Abimin oğlu” dedi, “ ama hangisidir bilemiyorum!”

Ben o güne kadar yengemi görmüş değildim, ama o beni babama benzetmiş ve hemen tanımıştı. Amcam uykulu gözlerle, üzerinde çizgili pijama takımıyla sokağa fırladı. Bana doğru seğirtti. Sarıldı, bir güreşçi gibi belimden tutup havaya kaldırdı. Neredeyse düşecektim. Yanaklarımdan defalarca öptü. Yengem koştu, arkasından kuzenlerim. Sarıldık, bir sevgi yumağı oluşturduk oracıkta.

Tahta kanepede yer açtılar hemen. Bir tepsinin üzerinde yeni pişirilmiş, arasına yeşil taze soğan ve peynir konulmuş dürüm ekmek ve çay elime tutuşturuldu. Amcakızları (Songül-Hülya-Ülkü) koşarak geldiler yanıma, sağlı sollu boynuma sarıldılar. Sevgiyle ışıldıyordu gözleri. Bir sokak ötede oturan halama haber salınmış. Halam ağlayarak geldi. Sarıldı, öptü de öptü beni. “Ben sana kurban olurum” diyordu. Arkasından halamın çocukları damladı. Bir anda kapı önü panayır yerine döndü sanki. Yoluna giden arabalar yavaşlıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

“Askerlik için geldim” dedim, “İskenderun’a gideceğim.”

Amcaoğlu Kemal: “Ha ben orayı biliyorum” dedi, “birlikte gideriz.” Sonra yüzüme bakarak “Ne zaman teslim olacaksın?” dedi.

“İki gün sonra”

“İyi iyi o zaman, Adana’yı bir güzel gezdiririm seni”

Sohbetimiz gece yarısını geçmişti. Sabaha karşı uyuyabildik ancak. Erkenden kalktık, sabah kahvaltısının ardından çıktık evden. Kanal boyu yürümeye başladık. Ardından taksi dolmuşa binip şehir merkezinde bir yerde indik. Amcaoğlu, “Burası Küçük saat, şurası Büyük Saat, orası… “ diyordu.

Seyyar bir satıcının önünde durduk. Amcaoğlu Kemal bana ayna, jilet, cımbız, tırnak keseceği… satın alarak hediye etti. Kabul etmedim önce. “Sen de bana alırsın” dedi, neşeyle, gevrek gevrek güldü. "Hayır" diyemedim.

Küçük bir köfteci dükkânına girip Adana kebabı yedik, bol bol şalgam suyu içtik. Nehrin kıyısından yürüyerek, baraja gittik. Asma bir köprüden karşıya geçtik. Orada Bici Bici yedik. Güzeldi Adana ama havası çok basıktı, ter içinde kalmıştım. Ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarıp suya soktuk ayaklarımızı. Başımızı da suya daldırmadık değil. Serinlemiştik. Birbirimizden ayrı geçen yirmi bir yılın acısını birkaç saatte çıkarmaya çalışıyorduk. Akşama eve vardığımızda “Anos halan davet etti seni” dedi yengem.

Gittik gece yarısı döndük. Sabaha kadar konuştuk neredeyse. Ancak bir iki saat kestirebildim. Sabah kahvaltısının ardından ev halkıyla vedalaşıp tuttuk İskenderun’un yolunu. Bir iki saat sonra İskenderun’a vardık. İzmir’e benziyordu; manzarası, havası, suyu, sahili…

Bir berbere götürdü amcaoğlu beni. Berber anlamıştı. Önce saçımı arkadan kesmeye başladı. İşini bitirdikten sonra, ayna tuttu yüzüme. Kendimi görünce tanıyamadım. Başka biri olup çıkmıştım sanki. Yüzümdeki keder aynaya vurmuştu.

Bir faytona binip 1. Deniz Er Eğitim Komutanlığına gittik. Kapıda teslim edildim. Tek sıra halinde dizildik, bir depoya alındık, elimize ayakkabı, iç çamaşırı, elbise ve kep tutuşturdular. Kimimizin bedenine küçük, kimimizin bedenine büyük geliyordu elbiseler. Kendi aramızda değişiyorduk. Yalnızca ayakkabı numaralarımız bir numara büyük verilmişti. Nedeni ise; eğitim sonrası ayakların şişerek büyümesiydi.

Koğuşlara verildik sonra. Yattığım yeri beğenmiştim. Soluksuz yatmıştım. Ayrı bir dünyada yaşıyor gibiydim sanki. Aynı mahalleden iki arkadaşımı, aynı koğuş içinde olmamıza rağmen ancak beş gün sonra görebilmiştim. On beş günlük bir eğitimin ve yemin töreninin ardından, çarşı iznine çıktık. Ben bir otobüse atladığım gibi kendimi Adana’da, amcamlarda buldum. On beş gündür yıkanmamıştım. Üzerimdeki beyaz fanilanın rengi grileşmişti. Çoraplarımı ayağımdan çıkarıp attım kapı önündeki çöp tenekesine. Yengem termosu yaktı hemen. Banyoyu hazırladı. Utanmama karşın beni bir güzel lifleyerek yıkadı. Fanilamı kaynattığı suda yıkadı. İpe asarken “Kusura bakma yeğen” dedi, “herhalde çamaşır suyunu fazla kattım, fanilaların rengi açıldı”

“Önemli değil yenge” dedim, “kim görecek içimdeki fanilanın rengini”

İçim acıdı birden. Mahzunlaştım. Sevdiklerim geldi aklıma. Fanilanın rengi açılmışken içimdeki renkler bir bir karardı.

Şubat 2016'da Ozan Yayıncılıktan çıkan On Çocuktuk öykü kitabımdan

 

48925

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

Sayfalar