Cuma Mayıs 17, 2024

Açık cezaevi Türkiye’ye tatile gitmeyelim; Boykot, boykot, boykot…!

Devlet denilen aygıt birçok kurum ve kuruluştan meydana gelmektedir. Tüm bunların hepsi vatandaşına ve halka hizmet götürmek iddiasıyla meşrulaştırılır. Burjuvazinin varlığını sürdürebilmesi için oluşturulan parlamenter düzenlerin vazgeçilmez unsurları ise siyasal partilerdir.

Devlet her dönem günün ihtiyaçlarına göre ülkeyi yönetecek partileri belirler ve ona göre “cumhuriyetçi”, “halkçı”, “solcu”, “sağcı”, “sosyalist” vb. partileri ülkeyi yönetmesi için görevlendirir. Bu partilere üye olan ve seçilen kişiler siyasi çalışmalara başlamadan evvel parlamento da devlete ve millete hizmet edeceğine dair yemin ederek göreve başlarlar.

“Yeşiller”, “liberal”, “sosyal-demokrat”, “vatan”, “cumhuriyet” adı altında kurulan partilerin hepsi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devlete hizmet etmekle görevlidirler. Belirlenen hizmet sınırları dışına çıkanlar bu düzende yer bulamazlar. Devletin kontrolünde yürütülen bütün siyasi parti faaliyetleri savaş ve barış dönemleri dahil devlete tabiidir.

Bugün Türkiye’de göstermelik olarak oluşturulan “parlamenter sistem” içerisinde yer alan partiler de her ne adı altında olursa olsun devletin hizmetindedir. 2016 yılında yapılan referandum ile geçilen başkanlık sisteminde ise partiler ile milletvekillerin hiçbir hükmü kalmamıştır. Kaçak Saray’da bulunan R.T.Erdoğan kabinesi tarafından KHK (Kanun Hükmünde Kararnameler) ile istediği kanunu yürürlüğe koymaktadır.

Gerici-faşist blok aralarındaki çelişkileri bir kenara bırakarak N. Kurtulmuş’tan M. Destici’ye, S. Soylu’dan D. Bahçeli’ye, D. Perinçek’e kadar bütün isimler R.T.Erdoğan’ın hizmetindedir. En kritik dönemlerde ise CHP düzenin ekmeğine yağ sürmektedir. Tüm sınır ötesi operasyonlara ilişkin teskerelerin meclisteki oylamalarını desteklerken, milletvekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında devlete hizmette kusur etmemişlerdir.

Dün birbirlerine küfreden, hakaretlerde bulunan, hainlikle suçlayanlar yüzleri kızarmadan hiçbir şey olmamış gibi “devletin bekası” gerekçesiyle kolkola girmiş, savaş konsepti oluşturmuşlardır.

Zaxo’dan Derik’e Rojava’nın işgal edilerek, Irak’ın iç kargaşasından yararlanarak “güvenlik sorunu” gerekçe gösterilerek birçok bölgede askeri üslerin inşası, Afrika kıtasına geçerek Libya’nın doğal zenginliklerinin ele geçirilmesi vb. tüm bunlar sarayda uygulamaya konulan savaş konsepti tarafından yönlendirilmektedir.

Türkiye artık barış döneminde değil savaş dönemi kararları ile yönetilmektedir.

Faşizmin Katliamlarının Finanse Edilmesi

İşte bu savaşın finansmanını sağlayacak unsurların başında turizm sektörü gelmektedir.

Turizm Türk ekonomisinin % 10’unu oluşturmaktadır. Çin’de başlayan tüm dünyaya yayılan Covid-19 salgını nedeniyle etkisi altına alan pandemi, turizm sektörünü çökertmiştir. Bunun için R.T.Erdoğan, Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu’nu görevlendirerek AB’nin kapılarının Türkiye’ye açılması için turlara başlamış ama istediği sonucu alamamıştır.

Ekonomik olarak en zor dönemini yaşayan gerici-faşist blok yurtdışından gelecek turiste umut bağlamıştır.

Açık cezaevi Türkiye’ye tatile gitmeyelim, gideni uyaralım!

Gerici-faşist rejimin her geçen gün kitleler nezdinde azalan oy kaybı saldırganlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Toplumsal en küçük muhalefete tahammül edemeyen saray rejimi, polis-jandarma eşliğinde muhalefeti susturmaya ve hapishanelere doldurmaya başlamıştır.

Bu haliyle Türkiye’yi açık hapishaneye dönüştürülmüş, “Gezi İsyanı’nı hayal etmeyin sonu kötü olur” tehditleri ile Gezi sendromu yaşamaktadır. İktidar koltuk değneği olan D. Perinçek ekibi ise R.T.Erdoğan’a akıl hocalığı yaparak “milli diktatörlük” önerisi getirmektedir.

Kamuoyunda “Çakıcı affı” olarak adlandırılan aftan yararlanarak serbest bırakılan kadın katili, hırsız, caniler salıverilirken tutuklanacak muhalifler gazeteciler, aydınlar, solcular, devrimciler için hapishanelerde yer açılmıştır. Faşizm tüm medyayı kendine bağlamasına rağmen muhalif basın ve TV’lere reklam geliri kesme ve kapatma cezaları vererek susturmak istemektedir. Kontrol edemediği alan olan sosyal medya platformlarına ilişkin yeni yasa gündemdir.

Böylelikle sansür devreye sokulmak istenmektedir. R.T.Erdoğan’ın korkulu rüyası olan sosyal-medyada ise trollere rağmen tepkiye mani olamamıştır.

Büyükada’da ani baskınla gözaltına alınan 11 insan hakları savunucusu 2007 yılından bu yana yargılanmışlar ve sonuç olarak çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır.

HDP Eşbaşkanları S. Demirtaş ve F. Yüksekdağ rehin tutulmaktadır. Osman Kavala’dan kayyum ile görevinden uzaklaştırılan Selçuk Mızraklı’ya kadar birçok milletvekili ve seçilmiş belediye başkanının haksız yere tutuklanması kamuoyunda vicdanların yaralanmasına sebep olmuştur.

Adil yargılanma talebi ile başlatılan ölüm orucu direnişinde bulunan hak savunucusu avukatlar E. Timtik ile A. Ünsal’n ölüm orucu eylemine ise kayıtsızlık sürüyor.

Hapishanelerde tutuklu olan 0-6 yaş arası bebek sayısı (863) her geçen gün çoğalmaktadır. Ürkütücü boyutlarda olan bebek tutuklulara Diyarbakır-Lice’de “terör örgütü” suçlamasıyla tutuklanan Kürt kadını 2 yaşındaki kızı, diğeri 10 günlük bebeği ile cezaevinde bulunmaktadır.

Kürtlere reva görülen bu uygulama, ölüm döşeğinde hasta tutuklular Cumhurbaşkanı kararıyla serbest kalmazken, Sivas Madımak’ta aydınlarımızı, sanatçılarımızı yakan katiller için af çıkarabiliyor.

2020 yılında Türk Turizmini ölü sezona dönüştürelim!

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre Türkiye’ye en çok turist gönderen AB (Avrupa Birliği) ülkelerinden Almanya, İngiltere, Hollanda başta gelmektedir.

2019 sezonunda Türkiye’yi ziyaret eden 51.7 milyon turistten 34.5 milyar dolar gelir elde edilirken 2020 yılı için hedeflenen 60 milyon turist ile 41 milyar dolardır. Fakat pandemi sürecinde TC yetkililerinin gösterdiği verilerin inandırıcı olmaması, Türkiye AB ilişkileri, insan hakları ihlalleri, Rojava’nın işgaline karşı Avrupa’da yürütülen kitle gösterileri, Libya’ya cihatçı teröristlerin aktarılması gibi faktörler bu sezon AB’nin kapıları Türkiye’ye kapatma kararında etkili olmuştur.

14 AB ülkesine kapılar açılırken, Çavuşoğlu’nun ikna turları sonuçsuz kalmış eli boş dönmüştür. Kendilerini muhafazakâr, Siyasal İslam’ın temsilcileri gören saray rejimi Ortadoğu Arap ülkeleri ile arasının Yeni Osmanlıcılık politikaları nedeniyle kötü olması, “İslam Turizmi”nde aradığını bulamayınca umudunu Rusya ile AB’ye bağlamıştı. Bu ülkelerden de aradığını bulamayınca hüsrana uğradı.

Öyle denilebilir ki 2020 sezonu çöktü. Aynı şekilde Rusya ile yaşanan bahar havası yerini soğuk duşa bıraktı. Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesinden sonra arkasından gelen ekonomik ambargo, Rus turistlerinin 2016 yılında tüm rezervasyonlarının iptali Türk ekonomisinde ağır sosyal ve ekonomik sonuçları beraberinde getirmişti.

Yine bugün İdlib ile Libya’da karşı karşıya gelen Rusya ile Türkiye kozlarını paylaşırken, Rusya kapılarını Türkiye’ye kapattı. 2020 sezonunda 5 milyon Rus turisti ağırlamayı düşünen Türkiye’nin buradan da beklentisi kalmamıştır. Alınan bu kararların ilişkilerde yaşanan güvensizlik kaynaklı olduğu muhakkaktır.

El konulan kampanyalar savaş harcamalarıdır!

Oy kaybı ile popülaritesini her geçen gün kaybeden iktidarın son seçenekleri arasında bulunan Ayasofya’nın statüsünü değiştirme kararı dünyada tepkiyle karşılanmıştır.

Güvenirliğini kaybetmiş iktidarın son kozları arasında kiliseyi camii olarak ibadete açılması kararı, halkın dini duygularını istismar etmek, siyasal İslam rejimini sağlamlaştırmak için atılmış bir adımdır. Bütün Hıristiyan aleminin tepkisini çeken bu kararın ardından turist beklemenin hayal olduğu bir gerçektir.

Danıştay, Sayıştay, HSYK, Anayasa Mahkemesi… gibi devletin tüm kurumlarına kendi yandaşlarını yerleştiren saray rejimi savaşı finanse etmenin sıkıntılarını yaşarken ABD ile Avrupa’dan artık kredi bulamaz duruma gelmiştir.

Dönem dönem halktan zorla kampanyalar ile para toplama durumuna düşmüştür. Kampanyalar amacından gizlenerek söylendiği gibi mağdur ailelere, halka ödenmemiştir. Hiçbir devlet kurumu da bu durumda soruşturma açma cesareti gösterememiştir.

Mavi Marmara gemisinde “Gazze’ye yardım” amacıyla gönderilen gemide İsrail askerleri tarafından öldürülen aileler için İsrail devletinin tazminat olarak ödediği 20 milyon dolar, “15 Temmuz 2016” tiyatrosunda aileler için toplanan 300 milyonun akibeti hala belli değildir.

“Biz bize yeteriz” kampanyası için toplanan 2 milyardan fazla paranın ne olduğu “belli değildir”. Her açıklama istenildiği vakit tehditler savrularak olay geçiştirilmiştir.

Oysa “kaybolan”, hesap verilmeyen paralar Rojava’nın işgali, kışlık ile yazlık sarayların inşası, uçak filoları, lüks zırhlı araçlar ile çetelerin finansmanı için harcanmıştır.

Saray rejimi: “İtibarda tasarruf olmaz!”

Nüfusun % 20’sinin sosyal yardımlar alarak yaşadığı, işsizliğin tavan yaptığı geçimini bırak açlık tehlikesi yaşayan halkın, siyanür içerek intihara kalkıştığı Türkiye gerçekleri ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Müslümanlık adına, sözde “komşusu açken tok yatan bizden değildir” söylemlerinin hiçbir şey ifade etmediği ortadadır.  Osmanlı padişahlarında dahi görülmeyen R.T.Erdoğan ve ailesinin lüks yaşam tarzı dikkat çekicidir. Saray rejiminin filosunda 16 uçak var. Cumhurbaşkanlığına ait zırhlı, lüks araç sayısı 300’den fazladır. 12 adet saray ile köşkü bulunmaktadır.

Erdoğan’ın hizmetinde bulunan işçi sayısı 2.374’tür. Maaşını az bulup aylık 74 bin liraya yükselten bir Cumhurbaşkanıdır. “Güvenli Bölge” oluşturmak yalanı ile Rojava topraklarını işgal edip bütün zenginlikleri ülkesine taşıyan saray rejimi, bu sefer Irak üzerinden Kürdistan’a açılan Haftenin üzerinden savaş başlatmıştır.

Şimdiden halk yıllardır yaşadıkları topraklar üzerinden göçe zorlanmaktadır. Savaşlardan, çatışmalardan, açlık ve yoksulluktan yorgun düşen halklar çareyi umut yolculukları ile Avrupa kapılarında aramaktadır.

Umut yolculuklarında başlarına gelecek tehlikenin farkında değiller. Tıpkı Aylan bebek ve ailesinin cansız bedeninin Akdeniz sahillerine vurduğu gibi.

Halen binlerce göçmene mezar olan Akdeniz sahillerine gitmeyelim. Turizm için harcanan her kuruş yine bizlere kurşun ve bomba olarak dönecektir. Unutmayalım.

2963

Agop Ekmekciyan

Özellikle azınlıklar üzerine yazdığı yazılarıyla tanıdığımız yazarımız,diğer birçok konuda da makaleleriyle tanınmaktadır.

agop@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)

Agop Ekmekciyan

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Sayfalar