Cuma Nisan 19, 2024

Başkanlık sisteminin düşündürdükleri...

“Toplumun ve devlet iktidarının toplumsal yapısı, onları kavramaksızın toplumsal faaliyetin herhangi bir alanında tek bir adımın bile atılamayacağı değişikliklerle karakterizedir. Perspektifler sorunu bu değişikliklerin kavranmasına bağlıdır, elbette ki bundan anlaşılması gereken; hiç kimsenin bilmediği şey üzerine tahminlerde bulunmak değil, ekonomik ve politik gelişmenin temel eğilimlerini -bileşkesi ülkenin en yakın geleceğini belirleyen eğilimleri, hedef bilinçli her kamu adamının görevlerini, faaliyetlerinin karakterini ve yönünü belirleyen eğilimleri bulmaya çalışmaktır.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 4, s. 79) (abç)

Lenin, bu cümleleri 1905 devrimi sonrasında yaşanan gericilik yılları döneminde yazmıştır. “Toplum ve devlet iktidarının toplumsal yapısı”, sınıf mücadelesinin durumuna göre değişen, şekil alan bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla, mevcut devlet iktidarına karşı mücadele eden kesimlerin bu değişiklikleri zamanında fark etmesi, ortaya çıkan eğilimleri çözümlemesi ve mücadele perspektifini buna göre belirlemesi başarılı adımlar atmasının temel koşulu olmaktadır.

Çeşitli zamanlarda devletin farklı katmanlarında farklı kesimlerce dile getirilen “Başkanlık Sistemi”nin bu süreçte geçirilebilme olasılığının bu ölçüde güçlenebilme nedenlerinin içerdiği maddelerle ortaya çıkan yeni yapının karakterinin tam da Lenin’in belirttiği düzlemde ayrıntılı tahliline ihtiyaç vardır.

Bundan hareketle bizler de bu yazımızda aslında bu konunun gazetemiz sayfalarını aşan bir içeriği olduğunu vurgulayarak bu tartışmalar açısından en az bir zemin sunmaya çalışacağız. Bu şekilde konu başlıklarını oluşturmuş olacağız.

Faşizmin kitle dayanağı meselesi

Dünya genelinde bakıldığında Başkanlık sisteminin farklı uygulamalarını görüyoruz. Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da, AB’nin farklı ülkelerinde en çok bilinen örneğiyle ABD’de başkanlık sistemi mevcuttur. Bunların arasındaki en belirgin farklar burjuva demokrasisinin temel ilkelerinden kabul edilen “güçler ayrılığı”nın ve “kontrol-denge mekanizması”nın uygulanış şekliyle ilgilidir. Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin çoğunda bu ilkeler açık bir şekilde yok sayılmış ve tüm yetkiler “başkan”da toplanmıştır. En yetkin örnek olan ABD’de görülen sistemde ise bahsi geçen ilkeler (güçler dengesinin zorlamasıyla) yaşama geçmiştir. Türkiye’de getirilmek istenen sistem, yargı-yasama-yürütmeyi esasta cumhurbaşkanına bağlamasıyla ve böylece cumhurbaşkanını kontrol edip dengeleyebilecek bir mekanizmayı kurmamasıyla Latin Amerika, Afrika ve Uzak Doğu ülkelerine benzeşen bir yapı özelliği taşımaktadır. Yani devlet yönetiminin diğer burjuva kliklerin etkisini ve parlamentonun peçe işlevini dahi en aza indirgeyerek tek kişide üstün yetkilerle toplandığı bir rejimden bahsediyoruz. Devletin temel organlarının birbiri ile ilişkisini değiştiren bir anayasa değişikliği olması dolayısıyla yaşanan bir rejim değişikliğidir. Elbette rejim değişiklikleri, sistem içinde gerçekleşse bile çoğu zaman egemen sınıfların uzlaşmasıyla değil iç savaşa varabilen çatışmalar sonucu olabilmektedir. Türkiye’de de 15 Temmuz’da -en azından bu konjonktür için zirvesini yaşadığımız çatışmalar, değişimler sonucu bu değişikliği yapabilme koşulu oluşmuştur. Peki bu değişim ne anlama gelmektedir?

Dimitrov’un ve III. Enternasyonal’in çeşitli tartışmalarında netliğe bağladığı gibi çeşitli ülkelerde farklı faşistleşme süreçleri yaşanmakta ve bu da faşist diktatörlüğün ve faşizmin değişik biçim ve yöntemlerinin açığa çıkmasına yol açmaktadır. Almanya ve İtalya’da da kitle dayanağının güçlü olmasına bağlı olarak “topyekûn diktatörlük” olarak yaşanmışken; Bulgaristan, Yugoslavya ve Japonya’da faşist askeri diktatörlük şeklinde yaşanmıştır. (Ayrıntılı bilgi için Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, E. Lewentz, s. 157, Sol Yayınları)

Türkiye’de faşizmin niteliğini Kaypakkaya yoldaş, özellikle parlamentonun özü ve fonksiyonları kapsamında Dimitrov’dan faydalanarak net bir şekilde ortaya koymuştur. Buna göre Türkiye’de faşizm, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren mevcuttur. Başından itibaren zayıf bir burjuvazinin varlığı ve feodal toprak ağalarıyla egemenliği paylaşmaları, sömürünün koşullarının devamı için baskı ve zorun sürekli kullanılmasını getirir. Ayrıca feodal toprak ağalarının çıkarlarının tutarlı burjuva demokrasisi ile çatışmaları da faşist diktatörlüğün sürekli olmasının nedenidir. “Burjuva demokrasisinin sınırlı da olsa, bazı kırıntılarının tadıldığı” dönemler olmuşsa da bunlar kısa dönemlerdir. Faşist diktatörlüğün sürekliliği parlamentonun varlığıyla çelişmez. Dimitrov’dan alıntıyla Kaypakkaya yoldaş durumu şöyle ortaya koyar:

“Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu bir takım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu dağıtma yoluna gitmez. Sosyal demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Eserleri, s. 387, Umut Yayımcılık)

Bütün bu belirlemelerden hareketle, faşizmin yaşanış biçimlerinin, parlamentonun misyonunun vs. en başta faşizmin kitle dayanağına, burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadeleye bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Egemen sınıfın ister ezilenlerin devrimci mücadelenin yükselmesi nedeniyle olsun, isterse kendi içindeki çatışmaların sonucu olsun; faşizmin “sınırlandırılmamış siyasi tekelini kurabileceğini” ve farklı parti ve gruplara karşı en şiddetli bastırma ve yok etme yöntemlerini uygulayabileceğini biliyoruz. Siyasi koşullar görece daha iyiyken hepsinin ortadan kaldırılabildiği dönemler ortaya çıkmakta ve burjuva egemenliği en çıplak haliyle kendini sergilemektedir. Türkiye’de de devletin yapısında bu değişimler yaşanmaktadır.

TC’nin kuruluş sürecinde Kemalizm’in “modernleşme” ideolojisi Adanolu insanının İslami gelenekleri dolayısıyla kitle dayanağı bulamamıştır. Cumhuriyet, askeri faşist diktatörlük yoluyla idam, hapislik, sürgün ve katliamlar yaparak ve tüm bu süreçler boyunca parlamentoyu bir peçe olarak kullanarak varlığını tesis etmeye çalışmıştır. M. Kemal lider olarak öne çıkarılmışsa da bu geniş kitleler tarafından kabul görmemiştir.

Egemen sınıfların diğer kliği ise geleneksel-muhafazakar yapısıyla daha geniş bir kitle dayanağına sahipse de devletin çelik çekirdeği olan orduyla sağlanan “kontrol denge mekanizması”yla hükümet olsa da iktidar olamamıştır. “Muhafazakar sağ” olarak tanımlanan DP-AP- ANAP-DYP olarak sıralanabilecek partiler, çok partili sisteme geçildikten sonraki zamanın çoğunluğunda hükümet olmuşlarsa da Kemalizm’le uzlaşmışlardır. Uzlaşma dışına çıktıkları her konjonktürde de darbe olmuştur.

MNP-MSP-RP ise ideolojik olarak Kemalizm’le daha uzlaşmaz bir çizgide duran “milli görüş” olarak isimlendirilen gelenektir. AKP de bu gelenekten gelmiştir. Ama sıklıkla ifade edildiği gibi emperyalizmin, kapitalizmin ihtiyaçlarından dolayı “gömlek değiştirerek” gelmiştir. Muhafazakar sağ kesim ile milli görüşçülerin ideolojisini, emperyalizmin neo-liberal ideolojisiyle harmanlanmıştır.

AKP, 2002’de açılan iktidar yolunu öncellerine göre çok daha iyi kullanmıştır. Başta Kürt sorunu olmak üzere, 1980 sonrası geliştirilen ihracata dayalı sanayinin gereği olan yapısal reformların yapılamamasıyla gelişen ekonomik krizlere cevap olamama, Kıbrıs sorunu, Ermenistan’la kördüğüm olan ilişkiler, Alevilerin ve farklı inanç gruplarının yok sayılması gibi biriken ve 80 yıldır çözülemeyen sorunlar Kemalizm’in iyice gözden düşmesine yol açmıştır. Bunlarla birlikte mevcut partilerin teşhiri yeni bir partiyi gerekli kılıyordu. 11 Eylül’den sonra ABD ve AB’nin “Ilımlı İslam” retoriğinin öne çıkmasıyla da AKP en güçlü seçenek olarak ortaya çıktı. İktidara geldikten sonra da bol likiditeyi arkasına alan AKP, 2007-2012 aralığında Ergenekon-Balyoz vb. operasyonlarla Kemalizm’e kurumsal olarak da önemli darbeler vurmuştur. Bu durum, devletin ideolojisinin açık bir şekilde modernleşmesi/laik çizgiden gelenekselci/muhafazakar çizgiye dönüşmesinin önündeki engellerin ortadan kalkması anlamına gelmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana faşist devletin sahip olamadığı kitle dayanağı da bu konjonktürde AKP ve esasta da R.T.Erdoğan’a nasip olmuştur.

İdeolojik aygıtların kullanımı

2010 referandumundan sonraki süreçte yaşanan gelişmeleri Erdoğan geniş kitlelerin “rıza”sını alarak sağlamak için güçlü bir şekilde kullandı. Ortadoğu’da yaşanan Arap baharında sonradan sönümlense de “bölge liderliği” imajını Sünni-Türklük üzerinden oluşturması, Gezi İsyanını halkın farklı kesimlerine yönelik bir tehdit olarak göstermesi, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları “kendi şahsına” yönelik yansıtması, kendi tabanını konsolide etmeyi amaçlıyordu. Ortak bir kitle ruhu oluşturulmakta Temmuz 2015 sonrasında izlenen “teröre karşı İstiklal Savaşı”, “milli irade”, “milli lider” sürecin anahtar kelimeleri haline gelmiştir. Kitlelerde sürekli bir korku oluşturarak ve bu korkunun karşısında ne yapacağını iyi bilen, kararlı, güvenilir lider kültü ortaya çıkarılmaktadır.

Burada söylemlerin etkili olabilmesinin üzerinde durmak gereklidir. Söylemler, kitlelerin gerçekle aralarındaki ideolojik bağı yapılandırılabildiği oranda kitlelerin yönlendirilmesinde, geniş bir kitle tabanının oluşturulmasında rol oynar. Burada ideolojinin kitlelerin maddi yaşamından üretilmesinden ama egemenlerin “ideolojik aygıtlarıyla” üretilmesinden bahsediyoruz. Erdoğan, İslamiyeti ve milliyetçiliği kullanarak, Ortadoğu’dan Kürt sorununa; ekonomik durumdan siyasi rakiplerine kadar tüm konuları “hainlik”, “dış düşmanla bağıntılı iç düşman” söylemleriyle açıklamaktadır. Milli iradenin karşısındaki bu güçlere en iyi cevapları “şehitler” vermektedir. Hitler’de, Mussolini’de gördüğümüz tarzda kişi kültünü de kendini milli iradeyle özdeşleştirerek gerçekleştirmektedir.

15 Temmuz gecesi ve sonrasında uzun zamandır hazırlıklarını yaptığını bilindiği faşist kitle örgütlerinin kendi kitlesini harekete geçirebilme gücünü görmüş oldu. SADAT, Osmanlı Ocakları gibi yapılarla birlikte bu süreçte “bireysel” silahlanmanın artırılması, faşist rejimin mobilize olmuş aktif bir kitle dayanağının oluşmasına yol açmaktadır.

20 Temmuz’dan sonra uygulanmaya başlanan OHAL’deki KHK’lar yakından incelendiğinde 15 Temmuz’dan önce defalarca ifadelendirilip yerine getirilmeyenleri kanunlaştırdığını görüyoruz. Muhalif akademisyelerin görevden alınması, her türlü muhalefetin yok sayılması, dernek, gazete ve televizyonların kapatılması, gözaltı süresinin uzatılması gibi önceden lafızda kalan bütün “tehdit”ler yaşama geçirilmiştir. MEB’in yeni açıkladığı müfredat taslağında “Atatürk” konularının azaltılması, Kurtuluş savaşı yerine 15 Temmuz’un öne çıkarılması “yeni inşa edilen Türkiye”nin kodları olmuştur. Bütün bu uygulamalar karşısındaki tepkisizlik ve bununla birlikte kendi kitle tabanının sahiplenişi şimdiye kadar çok defa dile getirilen başkanlık sisteminin MHP yardımıyla yaşama geçirilmesinin önünü açmıştır. Elbette burada önceki dönemlerde Kemalizm’in koruyucusu devletin çelik çekirdeği rolünü oynayan ordusuyla oluşan uzlaşma da önemlidir.

OHAL’in ilk kararnamelerinin ordunun yeniden yapılandırılmasıyla bağlantılı olduğu hatırlayalım. TSK’nın yıllardır “profesyonelleştirilerek” karadan küçük birliklerle ilerleyebilen, hızlı müdahale edebilen bir yapıya dönüştürülmek istendiği bilinmektedir. Ordunun yapısındaki bu değişim, en başta ABD’nin talebiydi. Vurucu bir güç olarak hızlı kararlar alıp tek merkezden yönetilebilmesinde en uygun sistem de “Başkanlık Sistemi”dir. Türkiye’de her ne kadar parlamento şimdiye kadar tüm müdahaleler için “evet” demişse de tıpkı Irak işgali döneminde olduğu gibi “kazalar” da yaşanmıştır. Parlamentoyu eskisinden bile daha sembolik hale getiren başkanlık sistemini ortaya çıkaran koşullar bunlardır.

Faşizmin dayandığı kitle tabanıyla birlikte “sınırlandırılmamış siyasi tekelini” oluşturmasının ve burjuva muhalefet dahil tüm muhalefeti ezmesi/yok etmesinin en açık haliyle yaşandığı biçimi “başkanlık sistemiyle” oluşturulmuş olmaktadır. Emperyalist sermayenin isteklerinin daha hızlı ve rahat yerine getirilebileceği, başta KUH olmak üzere tüm devrimci ve demokratik kesimlerin yok edileceği baskı ve şiddet rejiminin engelle karşılaşmadan yaşama geçirilebileceği umulmaktadır. OHAL ile bu sürecin nasıl aşılanacağı görülmüştür.

Elbette ki bu süreci tersine çevirebilecek tek güç devrimcilerdir. Kitlelerle olan bağların güçlendirilmesinin yollarını bulmak, buna uygun ideolojik/politik donanımı sağlamak, örgütsel yapısını buna göre gözden geçirmek ilk elden yapılması gerekendir. Hızlı bir müdahalenin olmaması, rejimin yeni dayanaklarıyla kendini daha fazla sağlamlaştırmasına olanak sağlayacaktır. Buna izin verilmemelidir. Halkın muhalif tüm kesimleriyle bağ kurmak, tepkilerini bir potada toplayabilmek ve sisteme yöneltebilmek komünist devrimcilerin yapabileceği bir şeydir. Eldeki olanakların az olması mevcut durumda sürece hazırlıksız yakalanmış olmak vs. bahane değildir. “Gerçekler devrimcidir” şiarı doğru bir ideolojik-politik-örgütsel yaklaşımla hayata müdahil olabilmeyi, değiştirebilmeyi, yaratabilmeyi içerir. Yeni dünyayı ancak bu inanç ve kararlıkla kazanabiliriz. 

45173

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Partizan'dan

“Hamas-İsrail Çatışmasında” İtidal Çağrısı Yapmak…(Polemik)

Filistinli 14 direniş örgütünün, 7 Ekim günü “Aksa Tufanı” adıyla İsrail devletine yönelik operasyonu, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Hamas gibi İslamcı örgütlerin yanısıra ve de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist eğilimli hareketlerin de yer aldığı hamle, Siyonist İsrail’in tarihi boyunca aldığı en büyük darbelerden biri olarak kayıtlara geçti. Sözkonusu direniş, kısa sürede dünyanın dört bir yanında devrimci, ilerici güçler nezdinde çok ciddi saflaşmaları da beraberinde getirdi.

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Yerini Bulan Her Vuruş Acı Verir!

Komünist partileri yaptıkları eylemleri kamuoyuna açıkladıkları gibi, yanlış yaptıkları eylemleri de kamuoyuna açıklar ve özeleştirisini yaparlar. Yanlış eylemlerin özeleştirisinin yapılması, o partinin dürüstlüğünü gösterir ve bu tür özeleştiriler kitlelere ve parti kamuoyuna güven verir.

Arif Alıç, 1978 yılında Hıdır Aykır ile Bayrampaşa  Hapishanesinden kaçtı. Parti tarafından kırsal (Dersim) alana gönderildi. 1981 yılının ortalarında, TKP/ML üyesi bir kişi tarafından öldürüldü.

Bu makaleyi, yazarken ölüm haberini aldığım, sevgili yoldaşım Turan Talay'ın anısına adıyorum.

Türk Tekelleri Afrika'yı Çok Çooook Sevdi!

TKP-ML Ortadoğu Parti Komitesi:Faşizm Ve Siyonizm Kaybedecek, Filistin ve Rojava Kazanacak!

Ortadoğu ezilen halklarının ezeli düşmanları olan Faşist T.C. ve Siyonist İsrail devletlerinin halklara yönelik saldırıları ile ezilen Rojava ve Filistin halklarının direnişine şahit oluyoruz. Bu gerici güçler, tüm teknolojik üstünlük ve emperyalist devletlerden tam destek görmelerine rağmen, Filistin ve Rojava halklarının direncini, mücadele kararlılığını kıramıyorlar. Egemenlerin tüm saldırılarına rağmen belirleyici olan yine halkın öz direnişi ve kararlılığı oluyor. Filistin ve Kürdistan halkları; İsrail Siyonizmine, T.C.

Arstahk: “Biz Beyaz Bayrak Kaldırmayız!”

Ermeni halkının soykırım ve tehcir tarihine bir yenisi daha eklendi. 1915 bitmedi. Bu kez TC destekli Azeri faşizmi eliyle utanç dolu katliam gerçekleşti. 19 Eylül günü Karabağ’ın (Arstahk) Başkenti Istepanagerd başta olmak üzere Karabağ’ın dört bir yanına saldırılar başlatan Azeri işgalcileri, saldırının birinci günü tamamlanmadan aralarında kadın ve çocukların da olduğu 35 kişiyi öldürüp yüzlerce sivil insanı yaraladı.

Vurun Abalıya - Çaresizsen Güneşe Bak... Cızz....

Proletaryalarda öğren proletaryalara öğret.

Nolurrr.... nolurrr.... bir kez de kabahati....

Fakirlik güzel şey... fakirlik güzel şey..

Hele de birde seni deniz kampına götüren, yanacam diye de çakma (yoğurt) yağlarıyla, insanın midesini bulandıracak bir şekilde,  orasını burasını yakan o... fakir...  insanları bırakıpta deniz manzaralı villalarda sabah kahvaltısı yapabilecek dostlarınız varsa... gerçekten fakirlik güzel şey.... gerçekten fakirlik güzel şey...

Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! -2-

Burjuva-feodal politika yapmanın bazı “incelikleri”!

II. ABDÜLHAMİD MEVZUU[*]

 

“Gerçeği bilmeniz gerekiyor,

gerçeği aramanız gerekiyor.

Gerçek sizi özgür kılacak.”[1]

 

“ÖZELEŞTİRİ”NİN ELEŞTİRİSİ[*]

 

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, 

fakat aslâ ümitsizliği değil.”[1]

 

Anlama/ ve kavramanın dünyayı değiştirmek için mücadele edenler için eleştirel bir “olmazsa olmaz” olması yanında; “Netlik [de] insanın en büyük gücüdür.”[2] Bu bir.

Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! (1ci bölüm)

Açıklama: Bu yazı, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin Genel Başkanlığına getirildiği dönemde, 2010 tarihli Partizan’ın 72. Sayısında yayımlanmıştır. Yazı eski olsa da, yazılanlar eski sayılmaz. Zira Mayıs 2023 seçimlerinde “halkın umudu” olarak önümüze konan Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’sinin burjuva-feodal sistemde oynadığı rol, özellikle de seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ve ortaya çıkan bu gerçeklikler, Partizan makalesinde dikkat çekilen ve tespitleri yapılan gerçekliklerle uyumludur.

Sayfalar