Cumartesi Nisan 20, 2024

BOYKOT tavrı üzerine: Taktik hata, stratejik körlük!

15 yıllık iktidarı ile ülkemizdeki faşizmin özgün bir vearsiyonunun temsiliyetine erişen AKP tarihinin en kaotik seçimlerinden birisine hazırlanıyor. Yaklaşan referandum, AKP’nin son yıllarda aldığı darbeler ile açığa çıkan krizinin giderilmesi ya da kalıcılaşması açısından ciddi bir dönemeç anlamına gelmektedir. Zira iç ve dış politikada yaşadığı batak durumunu artık çözememiş ve kendini milli irade tahtına yükselterek toplumu milli kurtuluş mücadelesine çağırmaktan başka çare bulamamış olan AKP, özellikle 15 Temmuz’dan sonra büründüğü “darbe ve batı karşıtı politikası”  ile kitleler üzerindeki etki alanını arttırmaya çalışmaktadır. Bu durum AKP’nin politik çıkmazını ve iç politikadaki krizini ortaya koymaktadır. Efendisi ABD emperyalizminin Ortadoğu sorununda yaşadığı çıkmazın etkisi ile şantaj politikasına sarılsa da yanaştığı Rusya’dan da istediği ilgiliyi ve imtiyazları bulamamıştır.

İşte tüm bu tablo AKP’yi kendi iktidarını korumaya dönük bir politikaya yöneltmiş, dış müdahaleler karşısında tarihsel olarak Kemalist ideolojiye sarılmış ve Türkiye’nin birçok yerinde Çanakkale sergiler ve kur(t)uluş savaşı anma etkinlikleri organize etmiştir. Bu politik sürecin iyi okunması gerekmekte referandum sürecine genel klişe kelimelerin bayraktarlığı ile hazırlanılmamalıdır.

Kuşkusuz ki referandumdan sistemin köklü bir dönüşümü beklenemez ancak son süreçte kitle hareketinin yaşadığı gerileme, bu süreçte sistemin karşısında onu geriletecek bir hat tutturarak aşılabilir ve “hayır” üzerinden sürdürülecek birleşik muhalefet, sistemin çarkına çomak sokarak krizi kurumsallaştırabilir. Bu anlamda da son sürecin kızgın politik atmosferinde ciddi bir muhalefet alanı oluşturan ve kitlelerin de politik ilgisinin üst düzeyde olduğu Referandum süreci göz önünde tutulduğunda buna yönelik yaklaşımları tartışmak önemli bir başlık olarak karşımızdadır.

Zira bilinmektedir ki, TDH büyük oranda “Hayır”  kampanyasına destek vermesine rağmen, bir kısım özneler ise “kitleler nezdinde sistemi meşrulaştırmamak” adına ise “boykot” tavrı vermektedir. Özellikle bunu “Emperyalizmin Türkiye’ye giydirmek istediği gömlek” şeklinde yorumlayan düşünsel topallık dogmatik semptomlarla somut koşulların somut tahlilini darağacına çekmeye çalışmaktadır. Bu düşünsel vaka diyalektiğe aykırı şekilde politik süreci düz mantığa kurban ederek kendi kitlesine idealizmin havuzunda yüzme öğretmeye çalışmaktadır.

İlk planda “daha sol” ve “daha devrimci” keskinliği ile gündeme giren “Boykot” tavrının sağ kulvardaki konumlanışı ise, tavrın kendisi ve onu sahiplenenlerin tavrı temellendirme şekilleri ile çok da uğraşmadan zaaflarını dökmekte, Marksist politik yöntem açısından barındırdığı hatalar deşifre olmaktadır. Mevcut boykot tavır bildirgelerine işlenen argümanlarda genel olarak Hayır politikasının çelişki kaldıracı kullanılmakta ve ilk yol ayrımında direksiyon idealizm sapağına kırılarak, boykot tavrı ileri sürülerek ve yaşanan ideolojik politik spazmın sancısından kurtulmaya çalışılmaktadır.

Boykot: Locadan izlenmenin taktik politikası

Boykot politikasına dair ilk planda dikkat çekici unsur, çağrının pratikteki konumlanışına dairdir. Zira çağrı, kendisinin “sandığa gitmemek”le sınırlandırmakta, pratik hatta seçimleri ve sistemin bu temeldeki kriz giderme yönelimini tıkama noktasında perspektrif üretmemektedir. Bu noktada üst perdeden dillendirilen bir kaç beylik laf da, pratikte sandıkları yakacak, seçime katılımı düşürecek etkiyi barındırmadığı oranda manüplatif kalmakta ve kitlelerdeki rehaveti meşrulaştırdığı oranda sağa düşmektedir.

Bu hali ile çağrı, sürece müdahale alanını ve çelişkiye dahil olma şeklini sahne dışına, tribüne taşıdığı gibi; üzerinde yürüyeceği güçlü bir toplumsal muhalefet ve sınıf hareketinden yoksun olduğu andaki verili toplumsal koşullarda  kitleleri pasifizme de yönlendirme tehlikesini de barındırmaktadır.

Egemenlerin şu süreçte akademik tasfiyelerden HDP’li vekillerin tutuklanmasına kadar bir dizi pratikle referandumda “hayır” diyecek olmanın bedelini ödettiği, sokaklarda gözaltılar yaptığı bir süreçte boykotla içeriklendirilen tutum, teorik temel edindiği “açık saldırganlığın yarattığı gayrımeşru seçim ortamı” söylemini de yine kendi pratik konumlanışı ile yadsımaktadır.

Şöyle ki, tüm süreç boyunca egemenlerin topyekün saldırısını ve “seçimler” olgusunun meşruiyeti sürekli bir teşhir alanıdır. Gel gelelim, bunu bir kalkana dönüştürüp süreci, andaki toplumsal muhalefeti en ileri noktadan kavrayarak sürecin açığa çıkartacağı birleşik dinamiği sistemi geriletecek bir pratik hatta yönlendirmek, buradan tutup boyutlandırmak yerine tavrı “sandığa gitmeme”ye indirgemek pratikte saldırıların hedefini görmeyen bir siyasal körlük ve taktik hata anlamı taşımaktadır.

Boykot çağrısının bir diğer savunusu da “Hayır’ın yetersizliği” üzerinedir. Rus Otzovistlerinden* miras bu yaklaşım, andaki sınıf hareketinin durumunu ve güncel politik gelişmeleri ölçmeden süreci “en keskin” yerden karşılamakta, ancak pratik hattı ise toplumsal dinamiklerin kaderini ölçmeden “doğruyu söylemenin azizliği”ne hapsetmektedir. Bu dogmatik güzellemenin “an”a sıkışık politik okuması, toplumsal hareketin görece gerilediği ülke koşullarında saldırılara karşı en net cevabı üretme kaygısından pratikte uzaktır.

“Sağ”da yürüyen “sol” çığırtkanlık

Gündemdeki referandum açısından boykot politikası, üstte tariflediğimiz yetersizlik alanlarının ötesinde de bir dizi hatalı yaklaşımı barındırmaktadır. Bu noktada TDH’ın politika üretme tarzı ve bununla temelden ilişkili olacak şekilde kitlelere yaklaşımı ekseninde de boykot savunusu irdelenmelidir.

Tabi tüm bu tartışmaya girmeden belirtmek isteriz ki komünistler hiç bir aracı temelden reddetmediği gibi boykotu da reddetmezler. Boykot pratiği, ihtiyaç dahiline girdiği oranda ve sisteme  andaki etkin müdahaleyi örme olanaklarını açığa çıkarttığı koşullarda kullanılabilir. Ancak konumuz özgülündeki boykot yaklaşımının tüm bu referanslardan uzak olduğunu ilk elden belirtmek gerekir.

Günceldeki referanduma yönelik boykot tavrının bu çerçevede ilk dikkat çekici yönü, boykotu güncelden çıkan bir sonuç olarak değil ideolojik bir tercih, daha doğrusu “komünist olmanın dışavurumu” şeklinde kavramasındadır. Bu kavrayışın daha ilk elden taşıdığı boşluk gözler önündedir. Zira politika marksist yöntemle ve güncelin yasaları ile belirlenebilir. Kavramları nesneleştirip bunları nitelik olarak giymek kimseyi komünist yapmayacağı gibi politika gibi özünde değişken bir zeminde onyıllardır aynı argümanı aynı söylem ile temellendirerek güncel okuması yapmamak da aynı dogmatik zemini üretmeye yarayacaktır.

Bahsettiğimiz şey sadece bir “günceli okuyamama” probleminin de ötesinde strateji ve taktik arasındaki diyalektik bağı çarpık kavrama eleştirisidir. Strateji gibi mücadelenin ana hedeflerini içeren ve daha genel, uzun vadeli yönelimleri kapsayan bir çerçeveyi, taktik gibi daha dönemsel ve stratejik yönelimle diyalektik bağı bulunan bir çerçeve ile ikame etme sorunudur. Süreci (referandumda da olduğu gibi) kendi içkin dinamikleri ile kavramayarak, düzenin ve onun karşısındaki güçlerin karşılıklı konumlanışlarını ve kitlelerin tüm bu süreçteki istanç ve talepleri ile politik kapasitelerini değerlendirmeyerek her politik gündemden aynı çağrıyı çıkartmak tam da bahsettiğimiz soruna denk düşmektedir.

Bu noktada kitlelerle yaklaşım noktasındaki sorunlu bağa ve üstenç politikaya yönelik Lenin “Yalnızca öncüyle zafer kazanılamaz. Tüm sınıfın, geniş kitlelerin, öncüyü ya doğrudan desteklediği ya da ona karşı hayırhah bir tarafsızlık gösterdiği bir konum almamış oldukları sürece, öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek.. yalnızca bir budalalık olmakla kalmaz, aynı zamanda bir cinayet olur” (Seçme Eserler 10. Cilt) demektedir.

Konjonktürel durum ve referandum 

Başkanlık sistemine ilişkin açıklanacak birçok sürecin yanında bugün referandum Erdoğan ve politikalarının siyaset mecrasında kalıcılaşmasını öngören bir süreçtir aynı zamanda.

Bu olguyu özellikle 1980 neoliberal politikalarla beraber özellikle Ortadoğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Siyasal İslam’ın olgunlaştırılmasında görmekteyiz. İhvan hareketinden, 1979 İran İslam Devrimi’ndeki Velayet-i Fakih’e kadar bütün gelişmelerde kalıcılaşan ve kalıcılaşmaya çalışarak kendi komprador sermaye kesimlerini oluşturmaya çalışan kliklerde görmekteyiz. Buna en net örnek, İran İslam Devrimidir. Şah etrafında öbeklenen komprador sermayenin Humeyni etrafında yaşadığı değişimden görmekteyiz. Aynı şekilde 5 yıllık AKP iktidarı sürecinde de Kemalist komprador kesim etrafındaki sermaye kesimi ya ekonomik ve siyasal baskılarla ya tasfiyeye ya da biata zorlanmış, ulemanın komprador kesimi ise palazlandırılmaya çalışılmıştır. 

İşte Erdoğan ve temsil ettiği komprador kliğin tahayyülü ve tasarrufu bu kapsamda ortaya çıkmıştır.  15 yıllık iktidarı ve bu süre zarfında halk kitlelerine dönük operasyonların yanı sıra karşıt kliğini de kendi karşısında dize getirecek derecede politik çıkışları olan AKP’ye bu kapsamda devletin ideolojik ve baskı aygıtlarını ele geçirme operasyonları gerçekleştirilmiştir.

Bu gelişmelerin elbette emperyalistler açısından bir karşılığı vardır ancak emperyalizmin bizim gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerde klik tercihini genel anlamıyla kendi imtiyazları doğrultusunda yaptığı göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla gerek başkanlık gerekse de var olduğu haliyle parlamenter sistem, emperyalistler açısından sadece konjonktürel bir dönüşümün anlamı olabilir. Emperyalizmin bölgesel çapta giriştiği politika ve dönüşüm içerisinde sömürge ülkelerde veya sadece Türkiye üzerinde bir başkanlık sistemi öngördüğü bir süreç görünmemektedir. 2030 Küresel Eğilimler Raporu içerisinde emperyalizmin sadece Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi görülmektedir.

Bu doğrultuda hareket edecek ülkelerin hangi siyasal sisteme sahip olduğu ve olması gerektiği çok önemli değildir. Önemli olan emperyalizmin bölgesel politikalarının tasarruf edilmesidir ki Türkiye ve özellikle Erdoğan bu noktada sınıfta kalmıştır. Bu sınıfta kalmanın ruh hali son dönemlerde Erdoğan’ı herkese kafa tutmaya kadar iten bir özelliğe sahiptir. Bu iç dinamik krizi kendisini referandum gibi bir süreç ile ortaya koymuş ve siyasal sistem içinde kalmaya çalışan Erdoğan sürekli kitleleri desteğe çağırarak “Milli Kurtuluş” mücadelesini “Halife kurtuluşu” sürecine çevirmeye çalışmıştır.

Bu tablo ekseninde politika yaparken dış olguları incelemenin yanında bahsettiğimiz gibi esasta iç olguların da incelenmesi gerekmektedir. Zira Mao Zedung’un deyimiyle “Şeylerin gelişiminin ana nedeni, dışta değil içte , yani şeylerin iç çelişkilerindedir. Şeylerin hareketler ve gelişimleri içlerinde bu gibi çelişkilerin varlığı nedeniyle olur. Bir şeyin içindeki bu çelişki, gelişmenin ilk nedeni olup bir şeyin öteki şeylerle ilişkileri- bunların iç bağları ve birbirleri üzerine etkileri- ikinci derece bir nedendir. Böylece, materyalist diyalektik, metafizik mekanik materyalizm ve kaba evrimcilik tarafından öne sürülen teorilerle dış nedenler yada dış etkenler teorisi ile zorlu bir savaşıma girişir. Şurası açıktır ki, tamamen dış nedenler şeylerin yalnız mekanik hareketine yol açabilir, yani onların büyüklük ve miktarını değiştirir. Ama şeylerin nitelik bakımından binlerce çeşit sürecini ve birbirlerine dönüşümü açıklayamaz. Gerçekten de bir dış güç tarafından meydana getirilen mekanik bir hareket bile şeylerin iç çelişkileri yoluyla meydana gelir.... aynı şekilde toplumsal gelişme başlıca, dış nedenlerin değil iç nedenlerin sonucudur.” (Teori ve Pratik/ Ankara: Sol Yayınları, s. 27)

Bu açıdan politika kitlelerin çelişkisi üzerinden yükselir ve komünist partilerin kendilerini çelişkiler üzerinden yükselen yapılanmalar olarak tarif etmesi bundandır. Politika, subjektif gücün ekseninde, gerekirse manipülasyon ve spekülatif argümanları da kullanarak kitleleri harekete geçirme aracıdır. Politikayı devrimci yapacak şey hangi stratejiyi temel aldığı ve kitleleri harekete geçirecek kadroların komünistliği ile ilgilidir. Ve bugün boykot gibi bir gündem açık bir şekilde kitlelerin çelişkisi değildir.

Politik sürecin talimatı: Taktik hatadan arın, stratejik körlüğü yok et!

Yaşanan süreç hem egemenlerin kaderi hem de toplumsal muhalefetin geleceği açısından ciddi bir dönemeci temsil etmektedir. Çelişkinin evrildiği aşama, taktik politika açısından mücadeleyi büyütebilecek ve faşist saldırganlığa karşı set olabilecek her ihtimale kuvvetle sarılmayı emretmektedir.

Bu realitenin işaret ettiği aralık, stratejik netlik-taktik esneklik çerçevesinde en geniş ortak mücadele zeminini örerek kitlelerdeki öfkeyi daha belirgin bir güce dönüştürmek yönündedir. Bu da ilk planda AKP’nin krizini kurumsallaştırmakla mümkün kılınacak, “Başkanlığa hayır” diyenlerin açığa çıkarttığı mücadele dinamikleri üzerinden şekillenecektir. Bilinmelidir ki, tarih karşısında verilecek hesapta “neden esnek politika belirledin”le değil, “neden sardırılara karşı kitleleri seferber edemedin” sorusu sorulacaktır.

Sonuç olarak, komünist olmak, kitlelerle buluşabileceğimiz her noktadan tutup bunu boyutlandırmayı gerekli kılar. Politik sürece dair yönelimi, politik gerçekliği, andaki durumla ölçerek onunla değiştirip dönüştürmeye, alıp büyütmeye yönelik bağ kurmaktan ziyade “an”ı görüp onu konuşarak ilişkilenmenin Marksist bir açıklaması bulunmamaktadır.

 Tüm bu gelişmeler ekseninde “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”(İ. Kaypakkaya/Seçme Yazılar/s. 95)

 

Yoldaş Kaypakkaya’nın bu tespitinden hareketle andaki çelişkiyi doğru tespit etmeli ve en gerici olana yönelmeliyiz. “MHP gibi”, “HDP onu yaparsa biz yapmayız” edasındaki sol lafazanlığın bugün “Hayır deyince CHP’li olmaya getirdiği” veya “hayır diyenin devrim mücadelesinden, halk savaşından vazgeçtiği” gibi; sabun köpüğü uçuran ve bu siyasal atmosferde kendine yaşam bulmayacak olan yaklaşımları mahkum etmeli ve sürecin politik ihtiyacına göre şekillenerek gücümüzü seferber etmeliyiz

45978

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Partizan'dan

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Rojava, Filistin, Karabağ: İşgal, Yıkım ve Direniş (Yorum)

Ortadoğu tarihi boyunca yer küremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Bölgenin stratejik konumu, uygarlığın gelişim düzeyi, baskıya, sömürüye dayalı dış müdahaleler için güçlü zeminler sunmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişkiler ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinde toplumsal çürümeler, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür.

Sayfalar