Perşembe Nisan 18, 2024

BOYKOT tavrı üzerine: Taktik hata, stratejik körlük!

15 yıllık iktidarı ile ülkemizdeki faşizmin özgün bir vearsiyonunun temsiliyetine erişen AKP tarihinin en kaotik seçimlerinden birisine hazırlanıyor. Yaklaşan referandum, AKP’nin son yıllarda aldığı darbeler ile açığa çıkan krizinin giderilmesi ya da kalıcılaşması açısından ciddi bir dönemeç anlamına gelmektedir. Zira iç ve dış politikada yaşadığı batak durumunu artık çözememiş ve kendini milli irade tahtına yükselterek toplumu milli kurtuluş mücadelesine çağırmaktan başka çare bulamamış olan AKP, özellikle 15 Temmuz’dan sonra büründüğü “darbe ve batı karşıtı politikası”  ile kitleler üzerindeki etki alanını arttırmaya çalışmaktadır. Bu durum AKP’nin politik çıkmazını ve iç politikadaki krizini ortaya koymaktadır. Efendisi ABD emperyalizminin Ortadoğu sorununda yaşadığı çıkmazın etkisi ile şantaj politikasına sarılsa da yanaştığı Rusya’dan da istediği ilgiliyi ve imtiyazları bulamamıştır.

İşte tüm bu tablo AKP’yi kendi iktidarını korumaya dönük bir politikaya yöneltmiş, dış müdahaleler karşısında tarihsel olarak Kemalist ideolojiye sarılmış ve Türkiye’nin birçok yerinde Çanakkale sergiler ve kur(t)uluş savaşı anma etkinlikleri organize etmiştir. Bu politik sürecin iyi okunması gerekmekte referandum sürecine genel klişe kelimelerin bayraktarlığı ile hazırlanılmamalıdır.

Kuşkusuz ki referandumdan sistemin köklü bir dönüşümü beklenemez ancak son süreçte kitle hareketinin yaşadığı gerileme, bu süreçte sistemin karşısında onu geriletecek bir hat tutturarak aşılabilir ve “hayır” üzerinden sürdürülecek birleşik muhalefet, sistemin çarkına çomak sokarak krizi kurumsallaştırabilir. Bu anlamda da son sürecin kızgın politik atmosferinde ciddi bir muhalefet alanı oluşturan ve kitlelerin de politik ilgisinin üst düzeyde olduğu Referandum süreci göz önünde tutulduğunda buna yönelik yaklaşımları tartışmak önemli bir başlık olarak karşımızdadır.

Zira bilinmektedir ki, TDH büyük oranda “Hayır”  kampanyasına destek vermesine rağmen, bir kısım özneler ise “kitleler nezdinde sistemi meşrulaştırmamak” adına ise “boykot” tavrı vermektedir. Özellikle bunu “Emperyalizmin Türkiye’ye giydirmek istediği gömlek” şeklinde yorumlayan düşünsel topallık dogmatik semptomlarla somut koşulların somut tahlilini darağacına çekmeye çalışmaktadır. Bu düşünsel vaka diyalektiğe aykırı şekilde politik süreci düz mantığa kurban ederek kendi kitlesine idealizmin havuzunda yüzme öğretmeye çalışmaktadır.

İlk planda “daha sol” ve “daha devrimci” keskinliği ile gündeme giren “Boykot” tavrının sağ kulvardaki konumlanışı ise, tavrın kendisi ve onu sahiplenenlerin tavrı temellendirme şekilleri ile çok da uğraşmadan zaaflarını dökmekte, Marksist politik yöntem açısından barındırdığı hatalar deşifre olmaktadır. Mevcut boykot tavır bildirgelerine işlenen argümanlarda genel olarak Hayır politikasının çelişki kaldıracı kullanılmakta ve ilk yol ayrımında direksiyon idealizm sapağına kırılarak, boykot tavrı ileri sürülerek ve yaşanan ideolojik politik spazmın sancısından kurtulmaya çalışılmaktadır.

Boykot: Locadan izlenmenin taktik politikası

Boykot politikasına dair ilk planda dikkat çekici unsur, çağrının pratikteki konumlanışına dairdir. Zira çağrı, kendisinin “sandığa gitmemek”le sınırlandırmakta, pratik hatta seçimleri ve sistemin bu temeldeki kriz giderme yönelimini tıkama noktasında perspektrif üretmemektedir. Bu noktada üst perdeden dillendirilen bir kaç beylik laf da, pratikte sandıkları yakacak, seçime katılımı düşürecek etkiyi barındırmadığı oranda manüplatif kalmakta ve kitlelerdeki rehaveti meşrulaştırdığı oranda sağa düşmektedir.

Bu hali ile çağrı, sürece müdahale alanını ve çelişkiye dahil olma şeklini sahne dışına, tribüne taşıdığı gibi; üzerinde yürüyeceği güçlü bir toplumsal muhalefet ve sınıf hareketinden yoksun olduğu andaki verili toplumsal koşullarda  kitleleri pasifizme de yönlendirme tehlikesini de barındırmaktadır.

Egemenlerin şu süreçte akademik tasfiyelerden HDP’li vekillerin tutuklanmasına kadar bir dizi pratikle referandumda “hayır” diyecek olmanın bedelini ödettiği, sokaklarda gözaltılar yaptığı bir süreçte boykotla içeriklendirilen tutum, teorik temel edindiği “açık saldırganlığın yarattığı gayrımeşru seçim ortamı” söylemini de yine kendi pratik konumlanışı ile yadsımaktadır.

Şöyle ki, tüm süreç boyunca egemenlerin topyekün saldırısını ve “seçimler” olgusunun meşruiyeti sürekli bir teşhir alanıdır. Gel gelelim, bunu bir kalkana dönüştürüp süreci, andaki toplumsal muhalefeti en ileri noktadan kavrayarak sürecin açığa çıkartacağı birleşik dinamiği sistemi geriletecek bir pratik hatta yönlendirmek, buradan tutup boyutlandırmak yerine tavrı “sandığa gitmeme”ye indirgemek pratikte saldırıların hedefini görmeyen bir siyasal körlük ve taktik hata anlamı taşımaktadır.

Boykot çağrısının bir diğer savunusu da “Hayır’ın yetersizliği” üzerinedir. Rus Otzovistlerinden* miras bu yaklaşım, andaki sınıf hareketinin durumunu ve güncel politik gelişmeleri ölçmeden süreci “en keskin” yerden karşılamakta, ancak pratik hattı ise toplumsal dinamiklerin kaderini ölçmeden “doğruyu söylemenin azizliği”ne hapsetmektedir. Bu dogmatik güzellemenin “an”a sıkışık politik okuması, toplumsal hareketin görece gerilediği ülke koşullarında saldırılara karşı en net cevabı üretme kaygısından pratikte uzaktır.

“Sağ”da yürüyen “sol” çığırtkanlık

Gündemdeki referandum açısından boykot politikası, üstte tariflediğimiz yetersizlik alanlarının ötesinde de bir dizi hatalı yaklaşımı barındırmaktadır. Bu noktada TDH’ın politika üretme tarzı ve bununla temelden ilişkili olacak şekilde kitlelere yaklaşımı ekseninde de boykot savunusu irdelenmelidir.

Tabi tüm bu tartışmaya girmeden belirtmek isteriz ki komünistler hiç bir aracı temelden reddetmediği gibi boykotu da reddetmezler. Boykot pratiği, ihtiyaç dahiline girdiği oranda ve sisteme  andaki etkin müdahaleyi örme olanaklarını açığa çıkarttığı koşullarda kullanılabilir. Ancak konumuz özgülündeki boykot yaklaşımının tüm bu referanslardan uzak olduğunu ilk elden belirtmek gerekir.

Günceldeki referanduma yönelik boykot tavrının bu çerçevede ilk dikkat çekici yönü, boykotu güncelden çıkan bir sonuç olarak değil ideolojik bir tercih, daha doğrusu “komünist olmanın dışavurumu” şeklinde kavramasındadır. Bu kavrayışın daha ilk elden taşıdığı boşluk gözler önündedir. Zira politika marksist yöntemle ve güncelin yasaları ile belirlenebilir. Kavramları nesneleştirip bunları nitelik olarak giymek kimseyi komünist yapmayacağı gibi politika gibi özünde değişken bir zeminde onyıllardır aynı argümanı aynı söylem ile temellendirerek güncel okuması yapmamak da aynı dogmatik zemini üretmeye yarayacaktır.

Bahsettiğimiz şey sadece bir “günceli okuyamama” probleminin de ötesinde strateji ve taktik arasındaki diyalektik bağı çarpık kavrama eleştirisidir. Strateji gibi mücadelenin ana hedeflerini içeren ve daha genel, uzun vadeli yönelimleri kapsayan bir çerçeveyi, taktik gibi daha dönemsel ve stratejik yönelimle diyalektik bağı bulunan bir çerçeve ile ikame etme sorunudur. Süreci (referandumda da olduğu gibi) kendi içkin dinamikleri ile kavramayarak, düzenin ve onun karşısındaki güçlerin karşılıklı konumlanışlarını ve kitlelerin tüm bu süreçteki istanç ve talepleri ile politik kapasitelerini değerlendirmeyerek her politik gündemden aynı çağrıyı çıkartmak tam da bahsettiğimiz soruna denk düşmektedir.

Bu noktada kitlelerle yaklaşım noktasındaki sorunlu bağa ve üstenç politikaya yönelik Lenin “Yalnızca öncüyle zafer kazanılamaz. Tüm sınıfın, geniş kitlelerin, öncüyü ya doğrudan desteklediği ya da ona karşı hayırhah bir tarafsızlık gösterdiği bir konum almamış oldukları sürece, öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek.. yalnızca bir budalalık olmakla kalmaz, aynı zamanda bir cinayet olur” (Seçme Eserler 10. Cilt) demektedir.

Konjonktürel durum ve referandum 

Başkanlık sistemine ilişkin açıklanacak birçok sürecin yanında bugün referandum Erdoğan ve politikalarının siyaset mecrasında kalıcılaşmasını öngören bir süreçtir aynı zamanda.

Bu olguyu özellikle 1980 neoliberal politikalarla beraber özellikle Ortadoğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Siyasal İslam’ın olgunlaştırılmasında görmekteyiz. İhvan hareketinden, 1979 İran İslam Devrimi’ndeki Velayet-i Fakih’e kadar bütün gelişmelerde kalıcılaşan ve kalıcılaşmaya çalışarak kendi komprador sermaye kesimlerini oluşturmaya çalışan kliklerde görmekteyiz. Buna en net örnek, İran İslam Devrimidir. Şah etrafında öbeklenen komprador sermayenin Humeyni etrafında yaşadığı değişimden görmekteyiz. Aynı şekilde 5 yıllık AKP iktidarı sürecinde de Kemalist komprador kesim etrafındaki sermaye kesimi ya ekonomik ve siyasal baskılarla ya tasfiyeye ya da biata zorlanmış, ulemanın komprador kesimi ise palazlandırılmaya çalışılmıştır. 

İşte Erdoğan ve temsil ettiği komprador kliğin tahayyülü ve tasarrufu bu kapsamda ortaya çıkmıştır.  15 yıllık iktidarı ve bu süre zarfında halk kitlelerine dönük operasyonların yanı sıra karşıt kliğini de kendi karşısında dize getirecek derecede politik çıkışları olan AKP’ye bu kapsamda devletin ideolojik ve baskı aygıtlarını ele geçirme operasyonları gerçekleştirilmiştir.

Bu gelişmelerin elbette emperyalistler açısından bir karşılığı vardır ancak emperyalizmin bizim gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerde klik tercihini genel anlamıyla kendi imtiyazları doğrultusunda yaptığı göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla gerek başkanlık gerekse de var olduğu haliyle parlamenter sistem, emperyalistler açısından sadece konjonktürel bir dönüşümün anlamı olabilir. Emperyalizmin bölgesel çapta giriştiği politika ve dönüşüm içerisinde sömürge ülkelerde veya sadece Türkiye üzerinde bir başkanlık sistemi öngördüğü bir süreç görünmemektedir. 2030 Küresel Eğilimler Raporu içerisinde emperyalizmin sadece Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi görülmektedir.

Bu doğrultuda hareket edecek ülkelerin hangi siyasal sisteme sahip olduğu ve olması gerektiği çok önemli değildir. Önemli olan emperyalizmin bölgesel politikalarının tasarruf edilmesidir ki Türkiye ve özellikle Erdoğan bu noktada sınıfta kalmıştır. Bu sınıfta kalmanın ruh hali son dönemlerde Erdoğan’ı herkese kafa tutmaya kadar iten bir özelliğe sahiptir. Bu iç dinamik krizi kendisini referandum gibi bir süreç ile ortaya koymuş ve siyasal sistem içinde kalmaya çalışan Erdoğan sürekli kitleleri desteğe çağırarak “Milli Kurtuluş” mücadelesini “Halife kurtuluşu” sürecine çevirmeye çalışmıştır.

Bu tablo ekseninde politika yaparken dış olguları incelemenin yanında bahsettiğimiz gibi esasta iç olguların da incelenmesi gerekmektedir. Zira Mao Zedung’un deyimiyle “Şeylerin gelişiminin ana nedeni, dışta değil içte , yani şeylerin iç çelişkilerindedir. Şeylerin hareketler ve gelişimleri içlerinde bu gibi çelişkilerin varlığı nedeniyle olur. Bir şeyin içindeki bu çelişki, gelişmenin ilk nedeni olup bir şeyin öteki şeylerle ilişkileri- bunların iç bağları ve birbirleri üzerine etkileri- ikinci derece bir nedendir. Böylece, materyalist diyalektik, metafizik mekanik materyalizm ve kaba evrimcilik tarafından öne sürülen teorilerle dış nedenler yada dış etkenler teorisi ile zorlu bir savaşıma girişir. Şurası açıktır ki, tamamen dış nedenler şeylerin yalnız mekanik hareketine yol açabilir, yani onların büyüklük ve miktarını değiştirir. Ama şeylerin nitelik bakımından binlerce çeşit sürecini ve birbirlerine dönüşümü açıklayamaz. Gerçekten de bir dış güç tarafından meydana getirilen mekanik bir hareket bile şeylerin iç çelişkileri yoluyla meydana gelir.... aynı şekilde toplumsal gelişme başlıca, dış nedenlerin değil iç nedenlerin sonucudur.” (Teori ve Pratik/ Ankara: Sol Yayınları, s. 27)

Bu açıdan politika kitlelerin çelişkisi üzerinden yükselir ve komünist partilerin kendilerini çelişkiler üzerinden yükselen yapılanmalar olarak tarif etmesi bundandır. Politika, subjektif gücün ekseninde, gerekirse manipülasyon ve spekülatif argümanları da kullanarak kitleleri harekete geçirme aracıdır. Politikayı devrimci yapacak şey hangi stratejiyi temel aldığı ve kitleleri harekete geçirecek kadroların komünistliği ile ilgilidir. Ve bugün boykot gibi bir gündem açık bir şekilde kitlelerin çelişkisi değildir.

Politik sürecin talimatı: Taktik hatadan arın, stratejik körlüğü yok et!

Yaşanan süreç hem egemenlerin kaderi hem de toplumsal muhalefetin geleceği açısından ciddi bir dönemeci temsil etmektedir. Çelişkinin evrildiği aşama, taktik politika açısından mücadeleyi büyütebilecek ve faşist saldırganlığa karşı set olabilecek her ihtimale kuvvetle sarılmayı emretmektedir.

Bu realitenin işaret ettiği aralık, stratejik netlik-taktik esneklik çerçevesinde en geniş ortak mücadele zeminini örerek kitlelerdeki öfkeyi daha belirgin bir güce dönüştürmek yönündedir. Bu da ilk planda AKP’nin krizini kurumsallaştırmakla mümkün kılınacak, “Başkanlığa hayır” diyenlerin açığa çıkarttığı mücadele dinamikleri üzerinden şekillenecektir. Bilinmelidir ki, tarih karşısında verilecek hesapta “neden esnek politika belirledin”le değil, “neden sardırılara karşı kitleleri seferber edemedin” sorusu sorulacaktır.

Sonuç olarak, komünist olmak, kitlelerle buluşabileceğimiz her noktadan tutup bunu boyutlandırmayı gerekli kılar. Politik sürece dair yönelimi, politik gerçekliği, andaki durumla ölçerek onunla değiştirip dönüştürmeye, alıp büyütmeye yönelik bağ kurmaktan ziyade “an”ı görüp onu konuşarak ilişkilenmenin Marksist bir açıklaması bulunmamaktadır.

 Tüm bu gelişmeler ekseninde “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”(İ. Kaypakkaya/Seçme Yazılar/s. 95)

 

Yoldaş Kaypakkaya’nın bu tespitinden hareketle andaki çelişkiyi doğru tespit etmeli ve en gerici olana yönelmeliyiz. “MHP gibi”, “HDP onu yaparsa biz yapmayız” edasındaki sol lafazanlığın bugün “Hayır deyince CHP’li olmaya getirdiği” veya “hayır diyenin devrim mücadelesinden, halk savaşından vazgeçtiği” gibi; sabun köpüğü uçuran ve bu siyasal atmosferde kendine yaşam bulmayacak olan yaklaşımları mahkum etmeli ve sürecin politik ihtiyacına göre şekillenerek gücümüzü seferber etmeliyiz

45962

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

TKP/ML-GYDK ;Ateş altında geçen 45 yıl! Dünya Proletaryasının Türkiye Taburu Partimiz TKP/ML'ye San ve Şeref olsun!

24 Nisan 1972 Partimiz TKP/ML'nin kuruluş tarihidir. Sınıfı devrimci Marksizm'le yani devrimci Maoizm'le buluşturmanın da nirengi noktasıdır 1972 Nisanı.

Erdoğan'ın Alnındaki Kara leke

Tüm dünyanın gözleri önünde hile,entrika,şantaş,manipülasyon ile yapılan 16 Nisan Referandumunda Erdoğan diktatörlüğünü ilan etti.Bu,bugüne kadar yapılan ne ilk,ne de son şaibeli oylama olmuştur.Osmanlı'dan günümüze devam eden saray oyunları,bugün de en iyi şekilde referandumda kendisini göstermiştir.Son kullanma tarihi dolmuş diktatörlüğün,çöpe atılması zamanı gelmişken vadesini uzatmak için,elindeki bütün imkan ve olanakları kullanarak iktidarı teslim etmek niyetinde değildir.İlericiler ile gericiler,Laik ile anti-laik,demokrasi ile hanedanlık,insan hakları ile şeriat kanunlarının yani to

Tek Adam Diktatörlüğü Nereye Kadar?

16 Nisan “18 Maddelik Anayasa Değişikliği Referandumu”nun sonuçları üzerine detaylı bir analize gitmek biraz erken olmasına karşın, kısa bir analiz yapılabilir. 16 Nisan öncesi “HAYIR” yoktu, ama şimdi, AKP faşzminin karşısında büyük bir “HAYIR” var. Bu küçümsenmeyecek bir gelişmedir. Elbette, bu %50 HAYIR'ın bütünsel ve nitelikli bir anti-faşizm olmadığını da unutmadan... Buradan başlayabiliriz.

İki çizgi mücadelesine EVET, tasfiyeciliğe HAYIR!

Sınıflı toplumlar ortaya çıktığından beri beraberinde sınıf çelişkileri ve sınıf mücadeleleri de oluşmuştur. Tarihsel olarak her değişik toplumda sınıflar ve sınıf mücadeleleri farklı minvaller izlemiştir. Kapitalizm ve emperyalizm çağında uluslararası alanda sınıf mücadelesine damgasını vuran temel çelişki -ara sınıflar dışında- burjuvazi ile proletarya arasındaki saflaşmadır. Bunun sonucu burjuvazi ve diğer gerici sınıflara karşı ezilen, sömürülen ve tahakküm altındaki sınıfların en ileri kesimini proletarya oluşturur.

Halk saflarındaki çelişmeleri ele almadaki hastalıklı bakış açısı, aczin ve ahlaki kokuşmuşluğun devrimci saflardaki izdüşümü olarak ŞİDDET!

Türkiye devrimci hareketinin tarihi, bu başlığı doğrulayan örneklerle dopdoludur. Olayları ve sonuçlarını tarihin büyük terazisinde ölçmek yerine düşünce darlığı üzerinden ele almak, devrimci saflardaki çelişmeleri çözmede ikna ve          demokratik yöntemi kullanmak yerine zorbalığı işe koşmak, devrimci saflardaki hastalıklı bir bakış açısının dışa vurumudur, kendisine devrimciyim diyenler için utanç ve devrimci sorumlulukların bittiği duraktır. Bu konumlanış, Maoizm tabelası “altında” duranlar için yozlaşma ve dejenerasyon halidir.

Referandumda doğru tavır nedir? Neden HAYIR?

Referanduma az bir zaman kalmış olmasına rağmen devrimci saflarda doğru tavrın ne olacağı üzerine tartışmalar var. Komünistlerin içinde de bu konuda tartışmalar canlılığını koruyor.

Zindanlar direnişte ses ver

Bugün Süresiz Açlık Grevinin 58. günü...

T.C. nin  hapishanelerinde eksik olmayan eylem biçimi  Açlık Grevi bugün 58. gününü tamamladı.Ve bu Açlık Grevindeki insanlarımız ' eşiği aşma ' sınırındalar.

Yani yaşam için geriye dönüşün eşiğindeler...

T.C. hapishanelerinde bir süre de olsa kalanlar -özellikle de 12 eylül ve devamındaki süreçte- yaşadıklarından dolayı iyi bilirler 60 lı günlerde geriye-yaşama dönüşün ne denli sancılı,sıkıntılı olduğunu..

Soslandırılmış başkanlığa da geleceksizleştirme saldırılarına da H-A-Y-I-R

“Referandum sürecinde en çok durmam gereken şey 18 yaş meselesidir. Seçme hakkı olan yaş grubuna seçilme hakkını da vermek en büyük reformdur. Bu bizim gençlerimize ufuk getirecek!”

Bu sözler Pakistan dönüşünde uçakta gazetecilere açıklamada bulunan R. T. Erdoğan’a ait. 16 Nisan referandumunda oylanacak olan ve var olan faşist sistemi daha da boyutlandıracak anayasa değişikliğinin gençlere getireceği “en büyük reform” buymuş. Artık 18 yaşında meclise seçilebilecekmişiz!

Toplumsal Tarihin Öne çıkardığı Komünist Kadınlar

Toplumsal tarihin başlangıcından günümüze kadınlar, toplumsal kurtuluş mücadeleleri içinde her zaman yer almışlardır. Kadınlar, yok sayıldıkları toplumsal süreçlerde dahi, tarihi daha ileriye taşıma mücadelesinin dışında kalmamışlardır. Her süreçte onlar kendi önderlerini de yaratmıştır. Özellikle kapitalizmin gelişmesiyle beraber, sınıflar mücadelesinin en önlerinde kadın hakları ve sosyalizm mücadelesinde yerlerini almasını bilmişlerdir.

Kandıra’dan Tutsak Partizan: “Pandora’nın Kutusu’nu açan kadınların siyaset sahnesine çıkması oldu”

Gazetemiz Özgür Gelecek’in bürolarına dönük gaspın devam etmesine ilişkin gazetemize mesaj gönderen Kandıra 1 Nolu F Tipi Hapishane’den Tutsak Partizan Resmiye Vatansever “…dinamiklerini yapıya kurumsal olarak mal etmeye kalkışan kadınlar değişmek isteyenlere cesaret, statükoculara ise sıkıntı vermiştir. Bu nedenle saldırıların kadınlara ve kadınların daha fazla çalıştığı, söz sahibi olduğu kurumlara yapılması tesadüf değildir” dedi.

“Pandora’nın Kutusu’nu açan kadınların siyaset sahnesine çıkması oldu”

Parlayan herşey altın değildir -2

Bu kadınlar da nereden çıktı!

Sayfalar