Perşembe Nisan 25, 2024

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair... Doğru politika boykot politikasıdır.

Son dönemde özellikle ulusal baskıya karşı verilen mücadelenin yarattığı devrimci-demokratik mevzileri sahiplenme, bu mevzileri güçlendirme anlayışıyla hareket ettiğimiz malum. Bu yönelime uygun olarak “yeni” türden örgütlenmelerin içinde de yer alarak egemenler karşısında etkin bir muhalefet oluşturmanın gerekliliğini de savunduk. Bundan vazgeçmiş değiliz. Bilakis, bu alandaki eksikliklerimizin giderilmesi gerektiğine daha çok dikkat çekiyoruz. Bu dönem içindeki seçimlerde bu yönelimimizin gereğini yerine getirmeye özel dikkat gösterdik. Eksikliklerimizin yoğunluğu bu gerçeği değiştirmez. Şimdi seçimlerle ilgili olarak sürdürmekte olduğumuz bu yönelimin cumhurbaşkanlığı seçiminde nasıl biçimleneceğine yanıt vermemiz, buna dair tavrımızı ortaya koymamız gerekiyor.

Taksim’le sembolize olan ama elbette onunla sınırlandırılamayacak gerçek bir halk hareketinin sonuçlarını, aldığı biçimi ve bunlar karşısındaki sorumluluklarımızı tartışır-değerlendirirken gündemimize cumhurbaşkanlığı seçiminin girmesi genel çalışmalarımızda, yönelimimizde bir değişikliğe neden olmayacaktır ama bize sorumluluklarımızı somutlaştırmakta yardımcı olacaktır. Yani “belirlediğimiz” esas gündem değişmeyecektir ama gündemimiz yeni sorulara ve yanıtlarla, dolayısıyla görevlerle, faaliyetle çoğalacaktır.

Cumhurbaşkanlığı kavramı, düzen partilerinin adayları, adayların belirlenme biçimleri,  HDP’de somutlanan “demokrasi ve özgürlük” savunusu, kitlelerin cumhurbaşkanı seçimine yaklaşımı, eğilimleri önümüze konan/çıkan yeni konulardır. Bunları halk hareketine ve bundan hareketle devrimci mücadeleye tabi olarak değerlendirmek gerekir.

Halk hareketlerinin düzen bozucu niteliğiyle onun düzen içiyle sınırlandırılması tarih boyunca gözlemlenebilen bir özelliktir. Birçok halk hareketi “düzen içi” çözümlerin geliştirilmesiyle yenilgiye uğratılmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimini değerlendirirken temel alacağımız özellik bu özelliktir. Bu özellikten hareketle hemen ve rahatlıkla diyoruz ki; cumhurbaşkanlığı için yapılacak seçime katılmayı halk kitleleriyle seçime katılımı örgütlemeyi düzen içi arayışların somut bir biçimi, devrimci olmayan bir tarz olarak değerlendiriyor, reddediyoruz. Tümüyle devletin hiyerarşisi içindeki en üst makama bir temsilci seçmek veya böyle bir seçime güç taşımak devrimci amaçlara hizmet etmez. Olsa olsa demokrasi için mücadele devletin dikkatini çekmeye hizmet eder. Oysa biliyoruz ki demokrasi mücadelesi devleti/egemen sınıfları “ikna etmek”le geliştirilmez. Olumlu sonuçlara vardırılmaz. Demokrasi için mücadelede başarılı olmanın koşulu reform yolunu genişletmek ve gücü buradan yoğunlaştırmak değildir. Bunun koşulu devrim için mücadeleyi geliştirmektir. Halk hareketleri tarihinin en belirgin derslerinden biri budur.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak, cumhurbaşkanlığına aday olmak “nasıl bir cumhurbaşkanı” tartışmasından düzen partileriyle bu makam için kurulan temaslara, bu makamdan beklentilerin içeriğine, kitlelerin kendi dışlarındaki güçlere umut bağlamalarına kadar her bakımdan düzen içi muhalefet yaratmanın bir taktiğidir. Genel strateji “nasıl bir yolda yürüdüğümüz” tartışması yapıldığında bu taktiğin reformist olduğundan çoğunlukla şüphe duyulmayacaktır. Devletle çatışmalı haline son verme amacıyla hareket edenlerin, demokratikleşmeyi düzen içi bir probleme dönüştürmeyi umut edenlerin, buradan hareketle egemenleri kendi varlığına ve eylemine razı etmenin politikasını uygulayanların cumhurbaşkanlığı içinde kitlesel gücünü ortaya koymak istemesi elbette anlaşılmaz değildir, hatta olağandır. Ancak bu politikanın devlete konu mücadeleye değil devlet için veya düzen içi mücadeleye hizmet ettiği bilinmelidir.

Demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenler bu değerleri devlete taşımayı umdukları anda onlarla çelişirler ve zamanla onlardan koparlar. Çünkü bu değerler sınıfsal içeriğe sahiptir. Devlet bu değerleri biçimleri dolayısıyla değil, içerikleri nedeniyle problem olarak görür. Dolayısıyla burada en basitinden bir kavrayışsızlık, ama daha çok kitlelerinin yönlendirilmesi gerçeği vardır. Devleti demokratikleştirme politikası “yönetime” dair her seçime “kendi politikanla” katılmayı gerektirir. O halde burada ayrıldığımız nokta devletin demokratikleştirilmesi politikasıdır. Bu politikayı benimsemiyoruz.

Düzen içi arayışlara karşı da duyarlı olmak, onlar için kanal oluşturmak gerektiğini elbette biliyoruz. Düzen içi arayışlara, kendiliğinden hareketin bu bilinen karakterine, yani onun özüne, kitleleri harekete geçiren dinamiklere ulaşmak üzere yönelmek çalışma tarzımıza uygundur. Fakat bizler “düzen içi arayış” yaratma yaklaşımına, bu arayışlara stratejik düzeyde roller biçmeye olumlu bakmıyoruz. Özü bundan ibaret çalışma tarzını reddediyoruz. Bu çalışma tarzında “sınıflar mücadelesi sınıfların varlığı dışında bir alanda yaşanıyor” kavrayışı hakimdir. Bu kavrayış “sınıfların ortak değerlerinden ve ortak ilerleyişinden” hareket etmeyi kaçınılmaz kılar. Ama gerçeklik örneğin devletin zorbalığıyla da kendi hareketine yabancılaşan kitlenin gerilemesi bu çalışma tarzının başarı olasılığını sıfırlar.

Çok genel bir tavır olarak şunu belirtmeliyiz; sınıfların son bulması için mücadele etmek gerekir. Uzlaşmak ya da zorbaları “genel demokrasiye ikna etmek” sınıflar mücadelesine sırtını dönmektir. Cumhurbaşkanlığı seçimi halk hareketi dışında, halkı örgütlemeden devleti düzeltme politikasına destek vermektir. Reddettiğimiz budur!

Düzen partileri, egemenlik aracı olan tüm yapılar yoğun bir propaganda ile “halkın seçeceği” cumhurbaşkanından söz ediyorlar. Buna uygun olarak da kitlelerine bu seçim için “sandık” çağrısı yapmaktalar. Oy kullanmanın demokrasi için taşıdığı değer kitlelerin beynine kazınmak isteniyor. Böylece kitlelerin “kendileri için”, “gelecekleri için” belirleyici bir karara imza atmış olacağı anlatılıyor. Bunlar kesinlikle doğru değildir. Gerçekte belirlenmiş ve halka karşı işleyen sisteme bir “başkan” seçilecek, seçim halk kitlelerine buna razı olmasını öğretme çabasıdır. Halk kitlelerine bu yalanı benimsememe, bu oyuna rıza göstermeme çağrısı yapıyoruz.

Halkın örgütsüz olduğu yerde kendi sorunlarını, taleplerini dile getiremediği durumda “seçilse” dahi kimse halkı temsil etmiş olmaz. Tam da halkın çıkarları karşısında örgütlenmiş, gelişmiş, vücut bulmuş devletin başına “halkın seçtiği başkan” atamak büyük bir yanılsamaya hizmet eder. Halk kitlelerinin buna inanması egemenlerin şimdiki en büyük arzusudur. Oysa bu sürecin içinde örgütsüz ve her bakımdan bastırılmış olduğundan halkın inisiyatifi yoktur. Tümüyle ortada kalan bu gerçekliğin karartılmasına izin verilmemelidir. Cumhurbaşkanını halk seçmiş olmayacak, her kim olursa olsun adaylardan biri halkın sırtına bindirilerek devletin hizmetine sokulacak.

Şunun özellikle bilinmesini sağlamak gerekir; Seçilecek cumhurbaşkanının halkı temsil etme-edebilme değeri “yok” seviyesindedir. Bu makamın liyakat ölçütleri içerisinde halkın çıkarlarını üstün tutmak, geleceğini temel almak yoktur. Liyakat ölçütleri devlete, devletin sembollerine, geçmişine; dolayısıyla egemenlerin geleceğine sadakat ile belirlenmiştir. Halkın kendi çıkarları için örgütlenemediği, harekete geçemediği, eyleme geçtiğinde coplandığı, greve başvurduğunda milli güvenliği tehdit etmekle itham edildiği yerde halkı temsilen bir devlet başkanı seçtiğini düşünmek aldanmaktır. Temsiliyet mevcut olanın, egemen olanın karşılığıdır. Eğer “var olamıyorsanız” başkasının sizi temsili sadece aldanma halidir. Mevcut tüm devletlerin karakterinde de bu gerçeklik hakimdir. Seçimini halka yaptırmış olmakla makamı halka ait hale getirmiş olmazsınız. Aslolan o makamın neyi temsil ettiğidir ve hangi inisiyatifin altında tutulduğudur.

Tüm bunlardan ötürü cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini devletin zulmüne, sömürüsüne karşı mücadele ekseninde kavramak ve örmek için uygun ve doğru politika boykot politikasıdır.

Kuşkusuz bu seçime öncekilerde olduğu gibi halk kitleleri önemli bir katılım gösterebilirler. Egemenler arasındaki gerginlik kitlelerde önemli bir kutuplaşmaya sebep olmuş durumdadır. Kitlelerin bu seçime manipülasyonlarla biçimlendirilmiş, geliştirilmiş politik tercihlerle hakim bazı yargılarla katılım göstereceğini ön görmek zor olmasa gerek. “Daha beter” olandan çekinme, bahsedilen kutuplaşmada zorunlu taraf olma hali, ulusal baskıya karşı mücadeleyi tasfiye amacı güden “çözüm süreci”ne, içerdiği “barış” yanılsaması nedeni ile destek olma isteği olası yüksek katılımın kayda değer nedenleri olarak şimdiden tartışma, değerlendirme konuları yapılabilir. Boykot politikamız ile halk kitlelerinin bu seçime katılma yönelimi birbirine aykırıdır. Halkımızın sokulmuş olduğu bu politik atmosferin varlığını ne reddediyoruz ne de küçümsüyoruz. Tavrımız elbette bu atmosfere bir yanıt da içermelidir. Değindiğimiz nedenler veya özellikler basitçe sırt çevrilecek nedenler değildir. Hatta halk kitlelerinin en basit yanılsamaları dahi bizlerin dikkatini çekmeli ve bizi harekete geçirmeli diyorsak burada da sırt çeviremeyeceğimiz devasa bir problemin varlığı aşikardır.

Halkın “İslami faşizm” endişesi, “tek adam” korkusu ezilen ulus adına ciddi kayıpları göze alan ama kabul etmeliyiz ki cesaretle sürdürülmekte olan “çözüm müzakerelerinin akamete uğraması” kaygısı umursamayacağımız “endişe-korku-kaygı”lar değildir. Olamaz. Kitlelerin her türlü duygusu hareket tarzımızın, çalışmalarımızın önemli bir kaynağıdır. Zira devrimimiz gibi hareketimiz de onların desteğine, katılımına bağlıdır. Kitlelerin hizmetinde olmayan bir devrimci hareket komünist olamaz. Onları devrime ikna etmenin yolu duygularıyla, çıkarlarıyla, her türden endişeleri ile ve nihayetinde güçleriyle devrimi birleştirmekten ve onları bunlardan devrimle kurtulmaya ikna etmekten geçer. Dolayısıyla kitleleri egemenler arasındaki saflaşma içinde tavır almaya zorlayan etmenler bizlerin problemi olmayı hak eder.

Kitlelerin bölünmüşlüğünden hareketle sistemin kitlelere sunduğu/sunmakta olduğu “çözümler” ya da “yollar” arasından bir tercih yapmak zorunluluğumuzun olmadığını ortaya koyuyoruz. “Daha uygun” olan ya da “daha ileriyi” temsil edenler kimlerdir diye sormadan önce “kim için”, “ne için” seçim yapılıyor diye soruyoruz. Halkın inisiyatifini sadece “seçme” aşamasında dikkate alan ve bundan da sonra da devlete hizmet edecek bir kurumun sözü edilen kaygılara, korkulara, endişelere karşılık gelebilecek bir özelliği yoktur.

Kitlelere kaygı, korku ve endişelerini boykot tavrı ile dile getirebileceğini, getirmesi gerektiğini söylüyoruz. Dolayısıyla halkın eğitimine yön veren problemleri görmezden gelmiyoruz. Bilakis bunların devrimci bir tarza dönüşmesi için taktik belirliyor, sunuyoruz. Kitlelerin kendiliğinden taşıdığı kaygılar devrimci politikanın özünü oluşturur, sözünü ettiğimiz duygular devrimci politikalar devrimci teori ile birleşmedikçe cılız, yetersiz ve dağınık kalırlar. Kendiliğinden patlamaların yenilgiyle sonuçlanması bu nedenle bir kuraldır. Devrimci politikanın kitlelerin gerçekliğine, özüne uygun olduğunu kavramak bu nedenle belirleyici değerdedir. Halka “geleceğini, üzerinde tahakküm kurmuş devletin ‘iyi’, ‘halktan gelen’, ‘demokrat’ şu veya bu olduğunu iddia edenlere bırakma, kendi eline al!” diyoruz. Halkımız bir arayış içindedir ve biliyoruz ki halihazırda bu sürecin egemen aktörlerine verilen desteğin bile esası değişim isteğine dayanmaktadır. Değişim hangi mecraya akacaktır ve biz bu akışa nasıl katılacağız? Problem buradır.

Taksim Gezi İsyanı buna yanıttır, sadece Taksim’le sınırlı olmayan bir yanıttır bu; Türkiye’nin hemen bütün illerinde ve daha da önemlisi bugüne kadar sürmüştür, hatta sümekte olan bir yanıttır. Çare devlete “iyi” olanı taşımak değil devleti demokratikleştirmek değildir. Devrim ile karşı devrim arasındaki mücadele devletin “bir biçimde” ele geçirilmesi mücadelesi değildir. Devlet için mücadele ne kadar radikal olursa olsun mevcut tartışmamız özgülünde ise ne kadar samimi olursa olsun halkın duygularına özü itibarı ile hizmet etmez, onun çıkarlarının gerçekleşmesine olanak vermez. Devrimin başarısı devletin halkın eylemiyle parçalanmasındadır, ancak bu sayede halk kendi eyleminin sonuçlarını kavrama olanağı elde eder; bu sayede kitleler kendi eylemlerinin ürünü bir devletin, proleter devletin inşasına girişebilir. Marksizm’in görüşü budur ve bunun seçime yansıması devlete demokrasi taşımak değildir, devletin demokratikleşmesine “hizmet” etmek değildir. Doğrudan ve tamamen onu reddetmektir. Kitlelerin kendi eylemine bilinçli kavuşması ve öz çıkarlarını gerçekleştirmeyi başarması böyle mümkündür. Boykot dışındaki politika halk kitlelerini yanıltmak, kendi gücünü görmesine engel olmaktır. Halkın kendi demokrasi bilincini geliştirme görevini kavramak zorundayız. Gezi İsyanı’nın özetlediği de budur. Boykot eylemi bu olağana yüzünü dönmek, buna hizmet etmektir. Bunu için güçlü bir çalışma örgütlemenin halkımıza karşı sorumluluğumuz olduğunu bilerek tavrımızı hayata geçirelim.

 

PARTİZAN

92505

Bu Senin Hikâyendir

Sen bir halksın. "MÜMİN VE EFENDİ" bir halksın.

Halkların devrimci birliği

Emperyalizm bir yandan ranta dayalı sermayesini büyütürken diğer yandan ezilen dünya halklarının yaşamında büyük bir ağırlık olarak duran sefaletin yaratıcısı ve sorumlusudur. Dünyada var olan ve yaşanan köleliğin ve yoksulluğun yaratıcısı ve sürdürücüsü durumunda olan emperyalizm bütün faşist-gerici ulus devletlerle birlikte yaşatılan soykırım ve katliamlarında baş sorumludur. Emperyalistler ve yerli gerici faşist iktidarlar Ortadoğu’da ve ülkemizde ulusal-dinsel-mezhepsel çatışmaların düşmanlıkların yegane sorumlularıdır.

Kürdistan boşalıyor!

Özyönetim ve Hendek

Katliam, yıkım ve göçün diyarı oldu !
Oysa birkaç ay öncesine kadar umutlanmış ve özyönetimle kendi kendimizi yöneteceğimize dair hesaplar yapmıştık.
Devletin Moğol psikozuyla Kürdün kendi kendini yönetme isteğini bastıracağını kimse düşünememişti, düşünemezdi, zira Erdoğan, İran mola rejiminin sünni versiyonlu dinci rejiminin ayak yerini yapmak için yapay bir barış ortamı yaratmıştı. Bu barış ortamına hepimiz kandık, "yetmez ama evet" lerle destekledik, rehavete kapıldık ve işlenen tüm suçlara da ortak olduk.

Umudun Yazarı Sizler Gibi Olmaksa ...

İnsanı faşistlikten kurtaran sevdikleri için üretikleri değil ki .

İnsanı faşistlikten kurtaran sevdikleri dışındaki insanlar içinde üretmesidir .

Vallah zenginlere döndük. Billahta zenginlere döndük. 

Hani şu nasıl kazanıldığını bilmeyen,  har vurup harcayan,  çocukları olan zenginler var ya,  ha…  onlara döndük.

Bu kadar da olmaz ki .  

Dünyanın neresinde halkın sosyal yaşantısının içerisinde çıkıp gelen tınılar  çalındığında devrimcide burçak tarlasına iştirak etmez ki .

Bir şeyde diyemiyorsak .

Berlin’e Savaşı Öldürmek İçin Gitmek

„Çocuklarınıza mutlaka şunu anlatın;Bizler, kadınlar olmasaydık,1945’inİlkbaharı da olmazdıYaşanmazdı”(Nonna Aleksandrovna)[1]

Berlin’e Savaşı Öldürmek,Sur’a Kürt katliamını Durdurmak İçin Gitmek...

 II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın en vahşi günleriydi. Bütün emperyalistlerin dört gözle, Sovyetlerin Nazilerin eline düşmesini beklediği anlardı. Ama, Nazilerin hesaplayamadığı bir şey vardı. Sovyet kadınları...

TKP/ML-MK:8 Mart emekçi kadınların örgütlenmiş isyanıdır!

8 Mart 1857’de Amerika’da Kadın işçilerin temel hakları için mücadele ederken 129’nun yanarak katledilmesiyle temel buldu Dünya emekçi Kadınlar günü. Proleter kadınların kapitalizme karşı açtığı isyan bayrağının kızıl rengi bugün kadın hakları mücadelesinin hala temel itim gücü olmaya devam ediyor. 1857 ile rengini alan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü, bugün kadınların sınıfsal sorunları yanında ezilen cinsiyet olmasından kaynaklı sorunlarla birlikte daha geniş anlama bürünen bir toplumsal mücadele karakteri kazanmıştır.

Son kavga sınıf kavgasıdır! İsmail Cem Özkan

“Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” Köroğlu

Sınıf kavgasında taraflar meydana çıkıp er kavgası yapmamaktadır… Köroğlu değimi ile tüfek icat oldu. Bir tüfeğin sınıf lehine kullanılması ve sınıfı için sermaye birikimi aracı olduktan sonra savaşlar meydanlara çıkıp, daha karmaşık ilişkilerin olduğu bir alana kaydı. Kapalı kapılar arkasında verilen kararlar sonucu birçok insan haberi dahi olmadan, ne için öldüklerini bilmeden toplu katliamların, soykırımların kurbanı oldu.

Koçgiri'nin Onurlu Direnişi‏

Bilinmelidir ki, 1921’de Koçgiri, 1930’da Zilan ve 1937-38’de Dersim’de yaşananlar, resmi belgelerde tahrif edilerek gösterilmeye çalışıldığı gibi asla isyan değil, birer katliamdır. Hatta Dersim 1937-38 bir soykırım girişimidir.

Gelo ew ki ye / Jı wé da te ye /

Çı bejnik le ye / We ki reyhan e /

Navé wî Alîşer e / Him mér e him reyber e /

Li çiya ye Koçgîriyê zulfîkare

Kürt Ulusu Duygusal Bağlarının Olmadığı; Zoraki ‘Yaşama Birliğine’ Son Veriyor.

İsteyerek, gönüllü birlikteliği taşımayan, zoraki, tek taraflı ve baskıya dayalı bir evlilik mutlak ki, bir gün isyana başkaldırıya dönüşerek, kendi bağımsızlığını, özgürlüğünü isteyecektir. İstenen şu; bireyin, kadının, toplumun ve bir ulusun kendi iradesiyle her konuda kendisinin özgürce karar vermesidir. Kürt ulusu hiçbir zaman eşit şartlarda bir birliktelik yaşamadı. Türk ulusu her yönlü (sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve yaşamsal ) bir imtiyaza, hâkimiyete sahipti, halen de öyle. Evlenip boşanmada olduğu gibi tüm toplumsal sorunlarda da Türk ulusu ezici üstünlüğe sahiptir.

Ey Ahmet Hakan! – Kadir Amaç

Gazeteci ve haber spikeri kamuoyunu doğru bilgilendirmeye dayalı bir informasi mesleğidir! Gazeteci ve haber spikeri olan insanlar; billim adamı değildir, düşünür değildir, siyaset bilimci değildir, toplum bilimci değildir, din bilimci değildir, tarihçi değildir ve hasılı kelam jurnalcilikten başka hiç bir şey değildir!

Davutoğlu Duran Kalkan'dan korkmuyor! Teslim Töre

Basına yansıdığı kadarı ile Duran Kalkan savaşı boyutlandıracaklarını, her tarafı savaş alanına çev...ireceklerini, bu savaşla “2016 baharı Kürd'ün baharı olacaktır” diyor. Buna karşın Davutoğlu da “bizi kimse korkutamaz” ve “biz her yerde olacağız” diye yanıt veriyor. Şu savaşın Türkiye'de ne hale geldiğini ya da getirildiğini görüyor musunuz? Çok korkunç trajedi komedi bir durum. Savaşan iki güçten birisi olan PKK adına Duran Kalkan savaşla Kürtlere “baharı” getireceğini, “2016”yı “Kürtlerin baharı” yapacağını söylüyor, Duran Kalkan'ın bu açıklamasına karşın savaşın diğer tarafı olan T.

Sayfalar