Cuma Nisan 19, 2024

“Demokratikleş-me paketi”

“Maymun ne kadar yükseğe çıkarsa,kıçı da o kadar görünür.”[1]

 

Bizim kuşaktan, (genel olarak “78’liler” olarak biliniyoruz) kimileri ve selefimiz 68’lilerin bir kısmı çok hızlı “uyum sağladı”. Biz beceremedik.

Eskinin “solcu”su, bugünün liberali kalemlerin AKP iktidarının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle açtığı (kaçıncı?) “Demokratikleşme Paketi” ile ilgili görüşlerden söz ediyorum.

“Cemevi ile Ruhban Okulu da olsaydı daha iyi olurdu,” diyen hoşnut Oral Çalışlar, örneğin[2]

Ya da, “Eğer evrensel demokrasi hedefine ulaşmak, en azından yaklaşmak istiyorsak bugün özgürlükçülerin AKP’ye olan ihtiyacı AKP’nin onlara olan ihtiyacından çok daha fazladır,” sözleriyle “paket”e “Yetmez ama evet!” oluru veren Hadi Uluengin;[3] “beklenene ve ihtiyaca oranlandığında yetersiz, ama mevcut duruma göre ileri bir adım,” olarak karşılayan Oya Baydar[4]

Önce bu (ve benzeri) sözlere, sonra da dönüp (bir daha) “demokratikleşme paketi”ne bakıyorum. Kimin neye memnun olduğunu, aklımı ne kadar zorlasam, hafsalam almıyor. Neler vardı pakette?

  • Seçim barajı konusunda “öyle de olur, böyle de olur, öyle olursa böyle olur” mugalatasıyla bir oyalamaca… (Sanırım hangi formülün iktidar partisine en fazla milletvekili sağlayacağı üzerine henüz anlaşmaya varılmamış)
  • Siyasi partilerin ilçe örgütleri için belde teşkilâtları kurmaları gereğinin kaldırılması…
  • Siyasi parti üyeliğiyle ilgili kimi kısıtlamaların kaldırılması…
  • BDP, ÖDP ve başka bazı sol-sosyalist partilerin nicedir uyguladığı “eş başkanlık” sisteminin önünün açılması…
  • “Andımız”ın kaldırılması…
  • Q, W, X harflerinin kullanımına ilişkin kısıtlamaların kaldırılması…
  • Seçim propagandalarında Türkçe dışında dil kullanma olanağı…
  • Daha çok inanca ilişkin olarak işletileceği ilk solukta anlaşılan “nefret suçları”, ayırımcılık ve ibadete engel olma vb. uygulamaların yaptırıma tabi kılınışı…
  • Gösteri “hakkı” süresinin güneş batımına dek uzatılması…
  • Özel okullarda anadilde eğitim hakkı…
  • Eski köy isimlerine dönüş önündeki yasal engellerin kaldırılması (ilçe ve il isimleri için yasa gerekiyormuş… Yani Dersim, bir başka bahara kaldı yine…)
  • Nevşehir Üniversitesi’nin adının “Hacı Bektaş Veli” olarak değiştirilmesi…
  • Kamuda türban kullanımının önünün açılması…
  • Kurban derileriyle ilgili düzenleme…
  • Gasp edilmiş Mor Gabriel Manastırı arazisinin iadesi…
  • Roman Enstitüsü kurulması…

Bir başka deyişle, kamuoyunu “açıkladık, açıklıyoruz” heyecanına vermeden,, “şaşıp kalacaksınız”, “tarih yazıyoruz” abartılarıyla vaveyla kopartmadan, işi bir “paket-show”a dönüştürülmeden, çoğu küçük idarî müdahaleler, kararnameler ya da ufak tefek yasa değişikliğiyle gerçekleştirilebilecek bir dizi teferruat ayar… Bir kısım sol liberal ve Candaş medya dışında kimsede öfori yarattığı söylenemez…

Yine de, “paket”in insanı üzerinde düşünmeye çağıran, biri “küresel”, öbürü “yerel”, birbiriyle bağıntılı iki önemli yönü var.

Önce “küresel” olan: “demokrasi” denilen ve uğruna dünya savaşları çıkartılmış (yoksa İkinci Dünya Savaşı Avrupa kıtasında demokrasiyi yeniden tesis etmek için çıkmamış mıydı?) bir siyasal rejimin, neo-liberal kapitalizmde nasıl karikatüre dönüşt(ürüld)üğüne dair…

Nasıl tanımlarsanız tanımlayın, burjuva demokrasisi, eninde sonunda bir kırılgan, değişken bir “denge”dir, sınıflar arası mücadelenin verili bir momentinde, verili bir konjonktüre denk düşen bir denge. Verili momentte emekçiler, madunlar, yönetilenler örgütlü ve güçlüyse, demokrasinin sınırları genişler; güçler dengesi egemen sınıflardan yanaysa, demokratik alan daralır.

Bu nedenledir ki, burjuva demokrasisinin her bir anı ezilenlerle egemenler, emekçilerle patronlar, yönetilenlerle yönetenler arasındaki hak ve yükümlülük ilişkilerine değgin kazanım (ya da kayıp)larla tanımlıdır: dolayısıyla da her “demokratik” belge, bu kazanım (ya da kayıp)lara düşülmüş bir kayıttır. Bir başka deyişle, sınıflara değgindir: basın özgürlüğü, grev hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, giderek insanca bir gelirle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sürdürme hakkı, çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakları, çevre hakları vb.

Uzun uzadıya üzerinde durmanın gereği yok; ancak sosyalist sistemin çöküşüne eşzamanlı olarak kapitalist dünyanın neo-liberalizme yöneldiği 1980’li yıllardan bu yana, demokrasi kavrayışında güçlü bir bükülme yaşandı ve kavram, hızla “sınıflar”, giderek “toplumsallık”tan uzak(tırı)laşarak, postmodern çağların yükselen değeri “kimlik”e bitiştirildi.

AKP’nin yeni “paket”i bu neo-liberal/postmodern söylemle bir hayli uyumlu: “toplumsal” haklarla ilintilendirilebilecek tek başlık, toplantı ve gösteri yürüyüşleri süresinin bir saat uzatılıp günbatımına dek çekilmesi, bir de toplantılardaki hükümet komiserinin görev ve işlevlerinin düzenleme kuruluna bırakılması… Haydi biraz daha zorlayalım, siyasi parti üyeliğiyle ilgili kısıtlamalardan bazılarının kaldırılacağı söylemi (ilgili yasa yargı mensuplarının, memurların, TSK mensuplarının ve üniversite dışındaki öğrencilerin parti üyeliğini yasaklamakta)…

“Paket”teki diğer ayarlamaların tümü, etnik-dinsel kimlik problematiğiyle ilgili: dil, inanç, köy adları, Mor Gabriel, Roman Enstitüsü, nefret suçları, inanç ve ibadete müdahalenin yasaklanması, kamuda türban…

Dediğim gibi, bu tutum, fena hâlde neo-liberal. İnsanın aklına yerli toplulukları özerklik, kültürel gelişme, kendi bölgesindeki kaynakların değerlendirilmesinde söz hakkı, yerel eğitim sistemlerini örgütleme gibi bir dizi kültürel/kimliksel hakla donatırken, aynı kalemde işçi haklarını sınırlandıran, kamusal kaynakların özelleştirilmesinin önünü açan, kilit sektörlerde protestoları, grevleri yasaklayan, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kamusal niteliğini tasfiye eden yeni kuşak Latin Amerika anayasaları geliyor.[5]

Gelelim işin “yerel” boyutuna:

AKP “paket”i kimlik haklarının hakkını veriyor mu, derseniz, işin fars kısmı orada açığa çıkıyor: İçeriği olasılıkla kamuda çalışma hakkı talep eden başı örtülü kadınları (ancak o kesimden de hâkimlik-savcılık ve TSK gibi pozisyonlara değgin kısıtlamalara dair itirazlar yükselmeye başladı) ve dinsel inanç ve ibadet özgürlüğüne ilişkin olarak tanımlandığı anlaşılan “yaşam tarzı” dokunulmazlığıyla mümin Sünnileri hoşnut edecektir. Gelgelelim, bu ülkenin hâl-i hazırda en ağır baskılara uğrayan iki kimliğinden Kürtlere devletin sunduğu, “teselli mükâfatı” kıvamında iki-üç kalemden öte geçememektedir: X, Q, W harfleri, Fethullah Gülen cemaatinin hemen kolları sıvadığı[6] ve kendi dilinde eğitim görmeyi sınıfsal bir ayrıcalık hâline getiren Kürtçe tedrisatlı özel okullar, köy isimleri, okullardan andın kaldırılması, partiye devlet yardımı… Ne âlicenaplık; yanı başlarında Irak Kürdistanı’nda kendi bölgesindeki doğal kaynakları -merkezî yönetime meydan okuyarak- özgürce tasarruf eden, BM’den Filistin gibi gözlemci statüsü talep eden, kendi askerî gücüne sahip bir özerk yönetimin yıllardır faaliyet gösterdiği, eğitim ve sağlık sistemini özgürce biçimlendirdiği; Rojava’da ise benzer bir özerk statünün adım adım inşa edildiğine tanık olan Kürtler için ne muazzam bir lütuf!

Ancak Kürtler kadar olsun şanslı olmayanlar da var: Alevîler, bu pakette Hacı Bektaş Velî Üniversitesi’yle yetinmek zorunda kaldılar. Bırakın kendi inançlarını, dinsel pratiklerini ve yaşam tarzlarını özerkçe tayin edebilme haklarını, cemevlerine “cümbüş evi” diyen, İslâm dininde ibadethanelerin ayrılamayacağına konusunda imanı tam bir iktidar altında, vergisini ödedikleri diyanetçe ka’le alınmayan, zorunlu din derslerine tabi, kapıları çarpı işaretli, camili bir yaşama mahkûm, bir başka baharı bekleyecekler, çar naçar…

Romanlar “yüzde 70’imizin okuması yazması yok, enstitüyü ne yapalım?” dese de,[7] yaşam alanlarının yağmalanmasına, kentten kente sürülmeye, işsizliğe, dışlanmaya, bu kez “enstitülü” olarak devam edecekler. Eşeğini önce kaybedip sonra bulan garip kul misali, manastırlarının gasp edilmiş arazisini kazanan Süryanîler ise, devletten bir şey beklememe terbiyesini çoktan edinmişlikleri içinde, kendi kendilerine yitip gitmekte olan kültürlerinden geri kalanı muhafaza etmeyi sürdürecekler…

Ve pakette adı dahi anılmayan diğer “kimlikler”: kadınlar, LGBT bireyler, Ermeniler, Ezidîler, Rumlar, göçmenler… Şiddete uğramaya, polis ve mahalle baskısı altında yaşamaya, şantaj ve tehdit kıskacındaki gölge-yaşamlarını sürdürmeye, dışlanmanın uçlarında toplumun “görünmezler”i olarak sefalete mahkûmiyetleri sürmektedir.

Yani AKP’nin “demokratikleşme paketi”, sınıfsal talepler/toplumsal hakları kimliksel-kültürel düzenlemelerle ikame eden neo-liberal anlayış açısından da sınıfta kalmıştır…

“Paket”e traji-komik boyutunu veren bir başka yön ise, tam da başbakan ağzıyla açıklandığı günlerdeki Türkiye manzarası… İşte birkaç başlık…

- Terörle Mücadele Yasası’ndaki “terör” tanımının muğlaklığı ve esnekliği nedeniyle Türkiye cezaevlerinde herhangi bir şiddet olayına karışmamış binlerce kişi “terör örgütü üyesi olmak” ya da “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgütün amaçları doğrultusunda hareket etmek”ten tutuklu ya da mahkûm durumda. Aralarında siyasetçiler, yerel yöneticiler, öğretmenler, sendikacılar, öğrenciler, avukatlar, milletvekilleri… ne arasanız var. Bazıları yıllardır neyle suçlandığını bilmeden, mahkeme önüne çıkartılmadan yatıyor…

- CHP Cezaevi İnceleme Komisyonu’nun “Tutuklu Gazeteciler Raporu”na göre, 71 gazeteci cezaevinde. 117 gazeteci ise tutuksuz yargılanıyor.[8]

- İHD Genel Merkezi Cezaevi Komisyonu’nun 10 Eylül 2013 tarihli hasta mahkûm listesinde, 154’ü ağır olmak üzere 526 hasta tutsağın adı geçiyor. Yasal düzenlemeye karşın, yönetim bu tutsakları tahliye etmemek için son dakikaya kadar ayak sürüyor.

- “Demokratikleşme” havarileri, Haziran 2013 protestolarına katılanlara karşı rövanş operasyonlarını kesintisiz sürdürüyorlar. Basılan evler, “suç delili” olarak el konulan gaz maskeleri, talcid solüsyonları, deniz gözlükleri, baretler, poşular, kitaplar, dergiler… Okullarda sigaya çekilip muhbirliğe zorlanan ortaokul öğrencileri… kamuda birbiri ardı sıra açılan disiplin soruşturmaları… gözetim altındaki sosyal medya… birbirini izleyen TOMA ve biber gazı ihaleleri…

- Protestolara destek verdikleri gerekçesiyle yer aldıkları diziler gösterimden kaldırılan oyuncular, konserleri iptal edilen sanatçılar, gazetelerinden, kanallarından uzaklaştırılan gazeteciler[9]

- Twitter’da Ömer Hayyam’ın bir şiirini paylaşan Fazıl Say’a hapis cezası…

- Hiçbir kanıt olmaksızın, lehteki bilirkişi raporlarına karşın Pınar Selek’in müebbete mahkûmiyeti… Ve hakkında kırmızı bülten çıkartılması…

- Kılına dokunulmayan TCK 301. madde, halkı askerlikten soğutma “suç”unu düzenleyen 318. madde, Başbakan’ın medyada kendisine yönelik eleştirilere karşı bir silah olarak kullandığı 125. madde, “suçu ve suçluyu övme” “suç”unu düzenleyen 215. madde, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”i düzenleyen (Fazıl Say’ın mahkûmiyetine dayanak oluşturan) 216. madde; Terörle Mücadele Yasası’nın bütünü…

- “Kentsel dönüşüm” gerekçesiyle kent dışına sürülen kent yoksulları…

Devam etmeyelim, değil mi?

Yine de bu paketin bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Daha önceki demokratikleşme ve yargı “paketleri”yle, hatta 12 Eylül 2010’daki referanduma sunulan düzenlemelerle birlikte ele alındıklarında, iktidar partisinin “demokratikleşme” girişimlerinin ne denli palyatif, ne denli gönülsüz, ne denli yüzeysel, ne denli samimiyetsiz, ne denli ayak sürüyücü olduğunu gözler önüne seriyorlar… Tabii AKP sevdasının minimalistleştirmediği, “buna da şükür”cüler dışındakiler için…

 

5 Ekim 2013 18:29:06, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Tîroj, Yıl:11, No.65, Kasım-Aralık 2013…

[1] François Olivier.

[2] Oral Çalışlar, “Cemevi ve Ruhban Okulu da Olsaydı…”, Radikal, 1 Ekim 2013.

[3] Hadi Uluengin, “Yetmez, Ama Evet!”, Taraf, 2 Ekim 2013.

[4] Oya Baydar, “Ne Kabaq ne Devrim; Kazanımların Kerhen Tescili”, T24, 2 Ekim 2013, http://t24.com.tr/yazar/oya-baydar/55.

[5] Bir örnek için bkz. Raúl Useche Rodríguez, Educación indígena y proyecto civilizatorio en Ecuador Universidad Andina Simon Bolivar, Abya Yala, Corporación Editora Nacional, Quito, 2003, özellikle ss.74-76.

[6] Bkz: 3 Ekim 2013 tarihli Taraf gazetesi manşeti: “İlk Kürtçe Okula Cemaat Talip”.

[7] Bursa Roman Kültürünü Tanıtma ve Yaşatma Derneği Başkanı Efkan Özçimen, demokratikleşme paketinde aradıklarını bulamadıklarını söyledi. Özçimen, Romanların soykırım tehdidi altında olduğunu, ayrımcılığa uğradıklarını belirterek Romanların yüzde 70’i okuma yazma bilmezken Roman Enstitüsü açılmasının sorunlarını çözmeyeceğini vurguladı. Efkan Özçimen, “Yoksulluk nedeniyle okula gidemiyorlar. Üniversiteyi bitirenler de iş bulamıyor. 4 yıl okuyup, dışlandığı için hamallık yapanlar var. Sosyal alanda, eğitimde, barınmada yokuz,” dedi. (Levent Gencelli, “Enstitüyü Ne Yapalım?”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013.)

[8] Meriç Tafolar, “Türkiye Gazeteci Cezaevi”, Milliyet, 27 Mayıs 2013.

[9] Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gezi Parkı Direnişi’nin başladığı 27 Mayıs 2013 tarihinden bugüne dek toplam 21 gazetecinin işten atıldığını, 37’sinin ise istifaya zorlandığını, en az 14’ünün de zorunlu izne çıkarıldığını belirtti. TGS, her geçen gün bu sayılara yeni ilaveler yapıldığını kaydetti.” (“72 Gazeteci İşinden Uzak”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2013, s.9.) (İşten atılan medya mensuplarının güncellenmiş 81 kişilik listesi için bkz: Serkan Ocak, “Ve Can Dündar da Gitti”, Radikal, 2 Ağustos 2013, s.5.)

97459

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar