Cuma Mart 29, 2024

Devrimci değerleri çirkinleştirmeye bir örnek

“Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça, avcı hikayelerini dinlemek zorundayız.” (Afrika atasözü)

TKP/ML saflarında mücadele edenlerden bir çok arkadaşımız anılarıda dahil bir çok konuda kitap yazdılar. Bunlar sevindirici. Sevindirici olması, TKP/ML’nin birikimini ortaya koymak açısından önemli oluşudur. Roman, şiir, anı, öykü, felsefe, ekonomi vb. 45 yıldır mücadele eden bir örgütün saflarında mücadele edenlerin birikimlerini küçümsemek olamaz. Tersine, daha fazla birikimler söz konusudur. Her alanda ortaya çıkan bu yazılı eserler, TKP/ML’nin birikimdir demek yanlış olmayacaktır. Eser ortaya çıkaranların çoğu TKP/ML saflarından aktif olarak kopmuş olsalarda, ama oradan aldıkları birikimle ürünlerini yaratmışlardır. Bunu kendileri de reddetmiyor. Reddetmeleri de bir şey ifade etmez, çünkü anlattıkları ya da ortaya çıkardıkları eserde TKP/ML’nin saklanamaz kültürel (teorik/siyasal) izleri var. Bu eserlerin bir kısmı TKP/ML’nin eleştirisi olsa da, bu böyledir.

İnsanlar belli bir yaşa gelince, “anılarımı kendimle mezara götürmeyip” diyerek yazmaya başlıyorlar. Bir kısmı daha erken yazıyor. Bazıları günlüklerini sonradan yayınlıyor.

Bu yazıda yazılan anılar –sadece birisine- üzerine değineceğim. Gerçeği söylemek gerekirse, anılara hiç girmeye niyetim yoktu. Ve girmeyeceğim. Yazılmasına karşı olduğumdan değil, devrimci mücadeleyi bir anı olarak gelcek kuşaklara iyi bir şekilde aktaramama korkumdandır. Ama, anıları yazıp tarihsel belge olarak varedenleri de her zaman desteklemiş ve desteklerim.

“Anı” yazarlığına en iyi örneklerden biri, 4. Duma’da Bolşevikler adına yer alan A.Y. Badev’in, “Çarlık Dumasında Bolşevikler”1 adlı eseridir. Bu, bugün bile her satırı önemle okunması gereken ve hala güncelliğini koruyan derslerle doludur.

Ancak, bu, her anı yazarının doğru şeyleri yazdığı ve gelecek kuşaklara eğitici-öğretici birikimler bıraktığı anlamına da gelmemeli. Bir çok anı yazarı, “bende varım” demek için yazıyor. Bunlardan biri de, dizi halinde anılarını kitaplaştıran Erdoğan Şenci. Şenci, ne için varolduğunu kendisi anlatmış. Ancak, bazı anlatımlarına itirazım olacak.

Sayın Şenci, anılarını bir kaç kitapta topladı en sonuncusunun adı “Sürgün”. Beni daha çok bu kitap ilgilendirdiği için, burada değinilen bazı konulara, ben de kendi açımdan değinmek istiyorum.

Böylece sayın Şenci’nin o gün durduğu yerin görüntüsü daha net orataya çıkar diye düşünüyorum.

Ben kendisinin ne yaptığını yazmayacağım. Zaten buna da gerek yok. Çünkü anılarında kendini anlatmış. Ayrıca, beni ilgilendiren yan, onun tüm geçmiş devrimci mücadelesi de değil. Çünkü onunla hiç bir örgütsel ilişkim olmadı. Beni ilgilendiren yan, özellikle son kitabı, “Sürgün”ün son bölümünde anlattığı TKP/ML 3. Konferans ve bu Konferans’ta seçilen 3. MK ile ilgili söyledikleridir.

Sayın Şenci’nin derdi anlaşılıyor: Onun 3. Konferans’la bir hesaplaşması gerekiyordu ve bu hesaplaşmayı 30 yıl sonra, kendine göre yapmış. Neden hesaplaşması gerekiyor, çünkü 3. Konferans ve 3. Mk, bu “değerli” ( bu söylediklerim o günün koşulları için geçerlidir) kadroların gerçek yüzlerini açığa çıkardığı içindir. Diğer siyasal ayrılıklar, eleştiriler ise bu “değerli” kadroların gelinen aşamada, PÜ’liğinin gerektirdiği görevleri yerine getirebilecek devrimci barutlarının bittiğinin üstünü örtmeye yönelik partiyi oyalama ve kandırma çabalarıydı. 30 yıl sonra, bize bitmediğini, kendisine çok haksızlık yapıldığını anlatmaya çalışıyor. Bugün ne yaptığı, benim açımdan tartışma konusu değil. Önemli olan, o gün partinin üyelik görevini yapıp yapmadığıdır. Neler yaptğını, yine kendi anlatımlarıyla “çürümüş” olduğunu kendisi belgelemiştir.

3. Konferansın savunduğu çiziğiyi ya da aldığı kararlar burada eleştiri konusu yapmanın bir anlamı yoktur. Ben bu konudaki bütünsel görüşlerimi “Tarihin Önünde Yürümek” adlı kitabımda ele aldım. Ancak, 3. Konferans’ın nasıl bir süreçte, hangi koşullar içinde yapıldığı gözardı edilir ve örgütün o hale gelmesinde sorumlu olanların bunlardan günahı yok gibi, 30 yıl sonra “temiz anı” yazarlarsa, orada devrimci dürüstlük aramak elbette abesle iştigal olur.

O günün koşullarında bu keskin çizgi sahiplerinin ruh halleri oldukça kötüydü. Parti içinde hiç bir itibarları kalmadığı gibi, kendilerine olan güvenleride kalmamıştı. Hatta 3. Konferans’a katılan Bedi Avcı’nın söylediği gibi, “bu işi bir an önce elimizden alında bizde rahatlıyalım” düşüncesi ve beklentisi içindeydiler. Nitekim öyle oldu. “sol dogmatik” olarak adlandırdıkları delegeler, kendilerininde yetersiz olduklarını çok iyi bilmelerine karşın, gelinen aşamada bu tarihi misyonu yüklenmek zorundaydılar ve öylede yaptılar. Böylece, bizim sevgili çizgici ve çok “değerli” arkadaşlarımızın omuzlarından yükler alınınca bir “güzel oh” çektiler.

3. Konferans öncesi Partinin verdiği ağır kayıpları yok sayıp, ama Türkiye’ye gitmemek için “korunması gereken değerler” bugün karşımıza “temiz anıcı” olarak çıkarsa, bunun üzerine bir kaç söz edilmesi elzem oluyor.

TKP/ML içinde yer alan kamuoyu o süreçleri çok iyi bilir. Zaten sayın Şenci’de biraz anlatmış. Çok “güzel” şeylerde söylemiş. Örneğin, kendisi 3. Konferans delegesi seçildiği halde Konferans Türkiye’de yapılma kararı çıkınca, “ölürüm” diyerek, gitmiyor. Şenci ve diğer gitmeyen delegelerin yerine, başka “doğmatikler” Zeki Uygun ve İbrahim Polat birer parti üyesi ve yedek delege olarak partinin verdiği görevi severek kabul edip görev yerlerine giderler ve orada ölürler. Bu ölülerimiz üzerinede sayın Şenci yazılar yazar. Ve “temiz anı” yazarları bu ölüler üzerinden anılarını yazma olanakları bulurlar. Ancak partinin verdiği görevi kabul edip mücadele alanlarına gidenler “doğmatik” olur. Yurtdışını terk etmeyen, ama PÜ’liğini de terk etmek istemeyenler ise çizgici “marksistler” olurlar. Ve devrimciliğin de böyle olduğu palavrasını yeni kuşaklara öğretmeye çalışırlar.

İlginç olan bir şey daha var; bu tür “anı” yazıcıları, tarihi kendileriyle başlatıp kendileriyle bitiriyor oluşlarıdır. Sayın Şenci’de aynısını yapmış. TKP/ML kendisiyle başlamış ve kendisinin ayrılmasıyla bitmiş(!) Ne taih yazıcılığı ama...!

Menşevik Parti Üyeliği

Parti 1986 yılında 3. Konferans’ını yapacaktı. Bunun için delegeler seçilir. Şenci’de kendini, yurtdışında 3. Konferans için delege olarak önermiş ve seçilmiştir. Buraya kadar her şey normaldir. Delegeler süs için seçilmez, konferansa katılmak için seçilir. Partinin iradesi konferansta ortaya çıkar. İşte, Şenci’nin PÜ görevleriyle ilgili sorunu burada başlar. Parti, konferans’ın (gerilla bölgesinin dayatması sonucu) yapılma yerini Dersim olarak belirler. Sayın şenci, Dersim adını duyunca “bacakları titrer” ve Dersim’e gitmeyi kabul etmez.

Zeki Uygun ve İbrahim Polat partinin verdiği görevi kabul edip gidiyorlarda, Sayın Şenci neden gitmiyor? Çünkü orada yakalanmak var. Ölmek var. İşkence var. Yeniden cezaevine düşmek var. Var da var!

Sayın Şenci böylece, Ali Uçar olayından sonra bir kere daha yırtarak dört ayak üstü düşer. Ne de olsa, o süreçte (1987) Türkiye’de devrimcilik yapmak ateşten gömlek giymektir. Burjuvaziye karşı mücadele etmek ateşten gömelek giymek değil midir?

Parti üyeliğinin birinci şartı, partinin verdiği görevleri kayıtsız şartsız yerine getirmektir. Bu TKP/ML’nin Tüzüğü’nde yer alır. (Ve bu tüm komünist partiler için evrenseldir. RSDİP’nin Bolşevik ve Menşevik diye ikiye ayrılmasına neden olan esas ayrım noktasından biri de bu tüzük maddesidir.)

Partinin verdiği görevleri yerine getirmeyenlerin parti üyeliği otomatikman düşer. Sayın Şenci, bir parti üyesi, delege ve herşeyden önce o dönemler atamayla getirilen bir MK (Merkez Komitesi) üyesi. Yani sonuçta örgütün birinci derecede sorumlulardan birisi. Önderlikte yer alıyor. “Değerli” MK üyesi, o süreçte, Türkiye’ye gidecek kadar “aptal” ve “ahmak” değil ya, başkaları gitsin! Ama, kendi MK üyeliği de dahil parti üyeliği apoletini taşımayı da elden bırakmıyor. Yani mevkisi elinden alınmasın. Ama, partinin görevlerini yerine getirecek aptallar gitsin! Demek istediği bu. Yaptığı eylem tamda buna uygun düşüyor.

O, üstelik Kaypakkayacı(!) Oysa, Kazım Çelik, Parti’nin Genel Sekreter’i ve Gerilla bölgesinde. Yine Hayrettin Bakış MK üyesi ve Gerilla Bölgesinde. İkisi de, Şenci’nin MK üyeliği sırasında şehit düştü. Onlar parti üyesi ve MK üyeleri değil miydi? Oysa onlarla aynı organda ve aynı haklara sahip, ama kendine ayrıcalık tanınmasını istiyor! Diyor ki (ve elbette o dönemde yurtdışında olupta Türkiye’ye gitmemek için “değerli” olduklarını söyleyenlerin hepsi); “oraya gidip düşmanın kucağına düşmek istemem.” Bunu söyleyen birisi, dürüstse öncelikle MK ve PÜ’liğini bırakır. Şenci’nin Kazım ve Hayrettin’den üstün yanın neydi? Kitabın son sayfalarına resimlerini koyduğu, Zeki Uygun, Ünal Küçükbayrak, İbrahim Polat, M. Kemal Yılmaz, Hüseyin Tosun, Rıza Sökmen ve daha nicelerinden üstün yanı neydi? “Bunlardan hangisi kadar partiye bir katkısı oldu” diye sormanın hiç bir sakıncası yoktur.

Parti MK’nin görevleri çok açıktır. Örgütü yönetmek. Örgüt içindeki sorunları çözmek. Sayın Şenci ise bir MK üyesi olarak örgüt içindeki sorunları çözmek bir yana, örgüte kendisi sorun çıkarıyor. Nasıl mı? İstekli olarak delege seçiliyor, ama delegelik görevini yerine getirmiyor. Konferans yerini beğenmiyor. Bir delege haklı gerekçeleri olmadan konferans yerine gitmiyorsa, delegeliği otamatik olarak düşer. Sayın Şenci’nin gitmeme gerekçesi ne? Konferans yerinin Dersim olması.

Delegeleğin yanı sıra bu bay aynı zamanda MK üyesi. Örgüt, 12 Eylül süreci içinde çok ağır kayıplar vermiş ve ciddi olarak bir bunalım geçirmektedir. Örgütü bunalımdan çıkarma görevi birinci derecede kimin, elbette MK’nindir. Ancak, Sayın Şenci ne MK üyeliğinin getirdiği görevleri yapıyor ne de PÜ’liğinin zorunlu koştuğu görevleri yerine getiriyor. Ama, üyelikleri de kimseye vermiyor. Üyelik görevlerini yerine getirmeyenlerin üyelik hakları da olamaz. Biri varsa diğeri de vardır. Biri yoksa diğeri de yoktur. Menşevik ve siyasette daldan dala atlayan Şenci, menşevik PÜ kriterinde diretiyor. Partinin görevlerini yapmayacaksın, ama PÜ olarak bütün haklara sahip olacaksın? Burjuva partilerinde dahi bu yoktur. Sayın Şenci ve benzerleri PÜ olarak kalalım, ve onun tüm haklarından yararlanalım, ama Parti Üyeliği’nin zorunlu kıldığı görevlerden ise azade olalım! İleri sempatizanlar ve hatta sempatizanlar partinin verdiği görevleri severek yerine getirecek, ve bu esnada ya ölecekler, şansları varsa cezaevlerine düşecekler, ama bu baylar PÜ’liğinin olmazsa olmaz birinci şartı olan partinin verdiği görevleri yerine getirmeyi kabul etmeyecek! Varsa öyle bir parti gidip öyle bir partiye üye olacaksın. Tüzük hükümleri net olan bir partiyi oyalamaya çalışmayacaksın.

Şenci, bir taraftan delege olduğunda diretiyor ve MK üyesi olduğu için konferansa katılma hakkı olduğunu biliyor. Ama, MK üyesi olarak dahi 3. Konferansa katılmakta diretmiyor. Partici ve çizgici birisi, ne olursa olsun delegelik hakkını ve MK üyeliğin verdiği hakları yok saydırmaz. Ancak, bu arkadaşların o zaman Türkiye diye bir dertleri olmadığı için, “fazla diretmeyelim, nasıl olsa yurtdışında kalacağız, en azından üyeliğimizi koruruz” telaşı ve düşüncesi içindeydiler. Ve tamda böylesi bir ruhsal çöküntü içindeydiler. Partiyi de aynı ruh bozukluğun içine itmişlerdi.

Üstlendikleri fonksiyon ile yaptıkları arasında ciddi bir çelişme vardı. Niyetleri ne olursa olsun Türkiye’ye gitmemekti. Partinin ise Türkiye’de acilen üye ve kadrolara gereksinimi vardı. Bu gereksinimi de yakından bilenlerin başında geliyordu.

Şenci, bir çokları gibi, Konferansın güvenlik nedeniyle yurtdışında yapılmasını öneriyor.

3. Konferans için delege seçilen Şenci’ye, o dönemde aynı organda yer alan Oruçoğlu bir soru soruyor;

“... peki parti, mutlaka orada (yani Dersim, YK) katılacaksın derse, tavrın yine aynımı olur?” deyince, Şenci cevap veriyor: “o zaman giderim”2

Ancak, “giderim”e rağmen nedense Şenci gitmiyor, onun ve Hoca’nın yerine Zeki Uygun ve İbrahim Polat gidiyor. Hoca, açıktan gitmeyeceğini belirtiyor ve gitmiyor. Ama Şenci’nin “giderim”i birden gitmeze dönüşüyor ve yerine yedek delegeler gidiyor. Burasının bir açıklaması yok. MK üyesi ve aynı zamanda delege olan Şenci krişi kırıyor. (Aynı Ali Uçar olayında olduğu gibi.) Böylece Hoca3 ve Şenci’nin delegelikleri düşüyor. Ancak, 7 delege ve 2 savaşçının katliamının ardından (bir yıl sonra) konferansın daha güvenli bir yerde yapılması kararı alınınca Şenci’nin MK üyesi olduğu ve bundan kaynaklı dogal (seçme hakkı olmadan) delege olarak gitme hakkı aklına geliyor. Bunda kısmen diretip olumsuz yanıt alınca, diretmekten vazgeçiyor. Tabi, adam “aptal” değil, çizgici ve partici. Onca yaşanan kayıpların arkasından ortalık durulunca aklına MK üyesi olduğu neden gelmesin ki?

Şöyle diyor: “Ama benim, Hoca’dan farklı bir konumum daha vardı. Delegeliğin dışında hala MK üyesi olduğuum için, aynı zamanda doğal delegeydim de. MK 5. Toplantı kararlarında da belirtildiği gibi, konferansa hesap vermem için de olsa katılmam gerekiyordu.”4

Burada da görüldüğü gibi, PÜ haklarından hiç vazgeçmek istemiyor. Ama, PÜ görevlerinden kaçmasını iyi biliyor.

Sayın Şenci ne serden ne de yardan vazgeçiyor. Ne yazık ki PÜ görev ve sorumluluğu ikisini birden taşıyamıyor. Birinden birini seçmek durumundadır bir üye. Görevlerini yapmaya engel herhangi ciddi bir sağlık sorunu yoksa, partinin verdiği görevi yapmak zorundadır. O zaman partinin verdiği görev sırasında ölenlere, yaralananlara, cezaevine düşenlere ne diyeceğiz ya da onlar Partiyi nasıl sorgulayacak? Bunlar, sayın Şenci için önemli değil. Bir kere o, bütün yoldaşlarının yakalandığı ya da takipte olduğu bir dönemde kapağı daha sakin bir yere (yurtdışı) atmış, “burada kalıp mücadeleye devam edeyim” anlayışına sıkı sıkıya sarılmış. Bu sarılmasının yanlış olduğunu söyleyenleri ise “tasfiyecilik” ile suçlamaktanda geri kalmıyor. Ne yaman çelişki!

O dönemde bu vb. çok “değerli kadrolar”ın esas dertleri, 3. Konferas sonrası seçilen 3. MK’nin bunları yurtdışında YDB (Yurtdışı Bürosu) içinde görevlendirip, Türkiye’ye gönderilmemeleriydi. Esas meseleleri buydu. Farklı çizgileri vardı elbette. Ama, bir taraftan “tasfiye edildik” diyeceksin, öte yandan ise Partinin sana verdiği görevleri yerine getirmeyeceksin? O zaman, Parti Üyeliğini dürüstçe bırakacaksın.

“Değerli Kadro” Devrimciliği

Menşevik tarzı parti üyeliği olunca, “değerli kadro”culuğunda olmaması düşünülemez. Sayın Şenci ve onunla birlikte hareket edenlerin, “değer”den anladığı, iş yapmamaktır. İş yapmayan, partinin verdiği görevleri yerine getirmeyen ve bu anlamda devrimci bir üretimde bulunmayan birisinin “değeri” nasıl oluşuyor. Örneğin, Partinin, Türkiye’de verdiği görevi kabul etmediği için üyeliği düşürülen bir “değerli kadro” -Şenci’nin yazdığına göre- 3. MK’ne şunu söylemiş: “Ben, kendim de dahil ettiğim, partinin bazı kadrolarının korunması gerektiğini tekrarlıyorum. Bu konuda disiplin adına yapılacak dayatmalara taviz verecek değilim.”5

Bunu söyleyen kadro İKK’da sık sık “ 500 Dersim 500 Gerilla”6 diye ajitatif yazılar yazardı.

Aynı kadro, yani MK üyesi olduğu dönemde çoğu PÜ’ni yurtdışına topladığı gibi, bir çok sempatizan ve taraftarı da Yunanistan üzerinden Türkiye’ye geçirmişlerdi. Yunanlı yoldaşlar da; “ileri kadroların geçişine yardım ediyoruz” diye seviniyorlarmış. Oysa, çoğunluk sıradan insanlardı. Bir ikisi hariç hiç biri geri dönmedi. MK ve PÜ’leri geri dönmemiş, onlar nasıl dönsün ki?

Kadro ve üyelerin "değerli" ya da "değersizliği" yaptığı görevlerle ilgilidir. Parti üyesi partinin görevlerini yerine getiriyor ve bu konuda partiye hizmet ediyorsa o değerlidir. Ama, bir taraftan PÜ olup öbür yandan ise bunun gereklerini, yerine getirmiyorsa, o değersizdir ve PÜ sıfatıyla bağdaşmaz ve parti içinde de kalamaz. Parti Üyeliği, teori ve pratik bütünlüğü birlikte taşır.

Stalin yoldaş, Menşeviklerin Parti Üyeliği anlayışına karşı, 1905 yılında şunları yazar:

“Fakat bir parti üyesi için, partinin programını, taktiğini ve örgüt ilkesinin sadece kabul etmek yeterli midir? Böyle bir insana proleter ordusunun gerçek önderleri denebilr mi? Elbette ki denemez! Birincisi, dünyada bir parti programını, bir taktiği ve örgütsel görüşleri seve seve “kabul eden”, ama gevezelikten başka bir hünmeri olmayan az geveze bulunmadığını herkes bilir. Böyle bir gevezeyi parti üyesi olarak (yani proleter ordusunun önderi olarak) adlandırmak, partinin kutsal çatısı için bir ayıptır! Ayrıca Partimiz bir felsefi okul ya da dini bir mezhep de değildir! Partimiz bir savaşım partisi değil midir? Eğer bir savaşım partisi ise, o zaman programının, taktiğinin ve örgütsel görüşlerinin platonik olarak kabul edilmesinin partimiz için yeterli olmayacağı, üyesinden kabul edilen görüşlerin kuşkusuz gerçekleştirilmesini de isteyeceği kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? O halde partimizin üyesi olmak bir kimsenin, partimizin programatik, taktik ve örgütsel görüşlerini kabul etmekle yetinmeyerek, bu görüşleri gerçekleştirmeye, uygulamaya koymaya başlaması gerekmektedir.”

Ve stalin devam ediyor:

“ Fakat bir parti üyesi için partinin görüşlerini gerçekleştirmesi ne demektir? Bu görüşleri ne zaman gerçekleştirebilir? Ancak mücadele ettiği, parti ile birlikte proletarya ordusunun önünde yürüdüğü zaman. Tek olarak, ayrı olarak mücadele edilebilir mi? Hayır, edilemez...

“O halde, partinin üyesi olmak için partinin programını, taktiğini ve örgütsel görüşlerini gerçekleştirmek; partinin görüşlerini gerçekleştirmek için bu görüşler uğruna savaşmak; bu görüşler uğruna savaşmak için parti örgütünde çalışmak ve parti ile birlikte hareket etmek gerekiyor. Parti üyeliği için parti örgütlerinden birine girmenin zorunluluğu açıktır.” 7

Bilimsel sosyalizmin ustalarından bu konuda fazla aktarma yapmaya gerek yok. Aslında bunları o zaman Şenci’de biliyordu. Eğer, ona, “parti üyeliği ve görevleri ile ilgili bir yazı yaz” denseydi, kesinlikle, Lenin, Stalin ve Mao’dan buna benzer bir çok alıntı alıp bizleri aydınlatacaktı(!) Ancak, o, kendine menşevizmi bize ise Marksizmi dayatıyor. 3. MK ise, o zaman her kesin Marksizmi-Leninizmi-Maoizmi sahiplenmesi gerektiğinde diretmişti.

Sayın Şenci ve onun gibi düşünen arkadaşlarla partinin yaşadığı çelişme buydu. Düşünce boyutundaki çelişme, PÜ’liklerine son verme gerekçesi hiç bir zaman olmadı. Ama onlar kendilerini bulunmaz hint kumaşı sandıkları için, “tasfiye edildik” demekten başka çareleri yoktu. Ama bu iddialarında kesinlikle ve kesinlikle dürüst değilerdi. Başta da sayın Şenci!

Şenci, parti içi demokrasi sorunundan söz etmesine karşılık, onun anladığı “demokrasi”, tek taraflı demokrasi. Parti üyeliği kartını taşıyacaksın, ama parti üyeliği görevlerini yerine getirmeyeceksin. “Değerli kadro devrimciliği” böyle olsa gerek!

“Değerli kardolar” kendilerini yurt dışında korumaya alınmasını savunurken, örgütün Türkiye’de durumu neydi?

Örgütün nerdeyse, hemen hemen bütün üyeleri yurt dışındaydı. O dönem 20-22 PÜ yurt dışında yaşıyordu. Türkiye’de olan PÜ’lerinin bir kısmı cezaevlerinde, çok az sayıda da Gerilla bölgesinde vardı. Batı’da ise yeni seçilen 3. MK üyeleri dışında hiç bir parti üyesi yoktu. Hatta denebilir ki, 3. MK’ne seçmek için parti üyesi yoktu. Konferans’ta bazı aday üyelerin parti üyeliği onaylanarak MK yedek üyesi seçilebildi.

Yurt dışı ise üye “doluydu”. Ama, ülkede görev yapacak (bir kaç yoldaşın dışında) bir tane üye yoktu. Çünkü hepsi de kendilerini “değerli kadro” sıfatına yükseltmişlerdi. Böylesi bir durumda, Parti’nin tek yapacağı şey, bu “değerli kadroları”, parti üyeliklerini ellerinden alarak kendi değerleri ile baş başa bırkamak olacaktı. Parti’de bunu yaptı. Bunun yanlış olan, “tasfiye” olan yanı neresi? Eğer ortada bir tasfiye varsa, parti görevlerini yerine getirmeyen üyelerin kendi kendilerini tasfiye etmiş olması gerçeği vardır. Sayın Şenci’de kendi kendini tasfiye etmiştir. O kendini, aslında, Ali Uçar olayı zamanında tasfiye etmişti. Bunu bir tek kendisi biliyordu. Biliyordu, ama gerçeği partiden gizliyordu.

Kaygılı Şenci, kaygılarını şöyle açıklıyor:

“Kaygılarımda ne kadar haklı olduğum daha sonraki süreçte iyice açığa çıkmıştı. İçinde en az üç parti üyesinin bulunduğunu söylediği ve tüzük gereği işin kitabına uydurulduğu YDB organı nasıl oluşturulmuştu biliyor musunuz? İki SB üyesi, yanlarına aldığı bir parti üyesi ,ile üç kişiyi tamamlayıp gerisini de kendi ekibinden sempatizanları hemen aday üye yaparak.

“Peki, sizce burada bir art niyet ve grupçuluk yok mu?”8

Elbette burada bir niyet sorunu var. PÜ olupta partinin verdiği görevleri kabul etmeyenlere, onların yurtdışında kalma görevi verilmemiştir. Onların istediği görev, yurtdışında kalmaktı. Ama, Türkiye’ye gitmek isteyenlere görev verilmiştir. Ayrıca, YDB tam teşekküllü bir parti organıydı. MK’nin niyeti; PÜ görevlerini yerine getireceklere görev veriyordu. Ama, Türkiye’ye gitmek istemeyenlere ise görev vermiyordu ve parti tüzüğü hükümleri gereği olarak bunların üyelikleri sırasıyla düşürülmüş. Bundan daha demokratik işleyiş olamaz. Ayrıca o dönemde yurtdışındaki 22 üyeden çoğu parti ile hiç bir ilişki kurmadı. Ne Türkiye’de ne de yurt dışında görev almadılar. Bu tür “naylon” üyelerin varlığı savaşçı bir parti için tehlikelidir. Partiyi çürütmekten başka bir işe yaramazlar. Şenci’de bunlardan birisiydi. Sadece, o, kendini biraz pahalıya “satmak” istemiş. Yazdıklarından bu anlaşılıyor. Hepsi bu! Ayrıca, bu “değerli” üyelerin çoğu hakkında, Şenci’nin de içinde yer aldığı 2. MK’nin görüşü, olumsuzdu ve üyeliklerini yerine “getiremezler” şeklindeydi. MK üyelerinin bazıları Şenci içinde bu yönlü düşünceleri vardı.

Ama, Şenci;

“Gayet iyiyim ve partinin sayılı kadrolarından biriyim”9 diye değerlendirmeye devam ediyordu. Daha sonra, “iyi kadrolara” parti üyeliği görevleri hatırlatılınca, söz konusu “iyi kadrolar” menşevizmin kötü atlarına binip gittiler.

Şenci ve kendisi gibi düşünenler “iyi niyetli”, ama partinin bir an önce kendini toparlaması ve mücadeleyi yükseltmesi için üyelerine görev vermek istemesi “art niyetli” ve “grupçu” oluyor. Ancak, bu “iyi kadrolar” sonra hep birlikte gidip ayrı bir örgüt kurunca nedense “grupçu” olmuyorlar. Şenci'nin menşevik hayal dünyası, ancak bu kadarını kapsayabiliyor.

Şenci, devrimci siyasete batakçı tüccar mantığıyla baktığı için, devrimci normları revize etmeye yönelmiştir. Bu nedenle de, “anıları”nda da tüccar mantığının doğruluğunu ispatlamaya çalışmıştır.

Devamı: Mücadeleyi Bırakmak İçin Örgüt Kurmak

43242

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Son Haberler

Yusuf Köse

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar