Cuma Mart 29, 2024

Garabed Demircioğlu: Diyarbekir 5 nolu zindanında bir Ermeni güvercin

Öncelikle çocukluğunuzun geçtiği atmosferi anlatmanızı istiyorum. nerede doğdunuz, kaç kardeşsiniz, anneniz babanız kimdir, aile içi ilişkileriniz nasıldı, 1915'te yaşananlardan aile olarak "nasibinizi" nasıl aldınız, ekonomik durumunuz imkanlarınız nasıldı, hangi okullarda okudunuz. Karakterinizi belirleyen çocukluk ve gençlik anılarınızdan aklınızda neler kaldı?

Diyarbakır (Kürtler Amed der, Haylar Dikranagerd der) da doğdum. iki kız ve dört erkek kardeşiz. iki kız kardeşlerim benden büyüktür. Erkek kardeşlerin en büyüğü ise benim. Emeğin, çalışmanın değerini bilen ve bunu yaşamı boyunca bilmeye devam eden bir aile içinde büyüdüm. Yokluk, yarını düşünme, idare etmeyi bilen bunu yaşamı boyunca duyumsayan bir aile içinde büyüdüm. Ne babam ne de annem okur yazar değildir. Ancak çocuklarını okutmak için her türlü fedakarlığı yapan çabalayan çalışan insanlardı. Okuma yazma bilmeyen ancak çocukları okusun diye eve gazete alan bir babam vardı. Çocukken bizleri Yılmaz Güneyin filmlerine götürürdü. Bunları bilinçli olarak yaptıklarını söyleyemem. Ermenilere ait toplumsal bir içgüdüyle çocuklarını okutmaya, eğitimli olmalarına çalıştıklarını düşünüyorum. Okumayan okutan, yemeyen çocuklarını aç bırakmamaya çalışan bir ailem vardı.
Çocukluk anılarım, her ermeni çocuğun sahip olduğu anılardan farklı değildir. Aile büyüklerimizin hepsi birer “Kılıç artığı” idi. Annemin annesi (büyük annem- yani yayam) Diyarbakır'da gözleri önünde kardeşinin ve aile büyüklerinin nasıl öldürüldüğünü anlatırdı. Kardeşiyle birlikte o büyük felaketten nasıl kurtulup, Suriye’ ye Kamışlı'ya, Halep'e kaçtıklarını anlatırdı. Bundandır ki her ermeni ailesinin parçalı-bölünmüş-sürgünlü halini bizler de yaşadık. Teyzelerim Suriye de (Kamışlı-Halep), deydi. Onlarla tel örgülerin arkasında görüşme yapardık. Tıpkı bugün her iki tarafta yaşayan Kürtlerin tel örgüler arkasında yaptığı görüşme gibi. Dayım Fransa da yaşardı. Ailemizin her bir ferdi mutlaka sürgün yemiştir. Sürgün-göçmen yaşamı kılıç artığı Ermenilerin ortak yaşamı ve ruhi şekillenişi içinde önemli bir yerde durmaktadır.
Çocukluk anılarım halkımızın katliam, kıyım, sürgün, açlık ve yokluk acılarıyla doludur. İnanıyorum ki her ermeni genci ve çocuğunun anılarında ortak ve benzer yanlar fazlasıyla vardır. Tıpkı Dersim katliamını, Kürt katliamlarını yaşayan Kürt halkının anılarının ortaklığı gibi. Anılar, yaşanmışlıklar, çekilen çileler o kadar ortak ki sanki hepsi aynı yazar tarafından kaleme alınmıştır. Her Malatyalı-Sivaslı-Diyarbakırlı-Silopili-Şırnaklı-Bitlisli-Adıyamanlı ermeni çocuğun anıları ve duyguları benzer ve kaderleri ortaktır. Keza bir Dersimli emekçinin anılarını kendi anılarıma benzetirim. Onları dinleyince sanki büyük annemi, annemi dinliyorum gibi oluyorum. Sanırım katliam yaşamış halkların duyguları ve iç dünyaları ortak oluyor. Uçurumlardan kendini suların derinliğine bırakan kadınları-genç kızların anıları... Fırat’ın, Munzur’un derinliğine gömülen genç gelinlerin çığlıkları, uçurumlardan yüksek kayalardan bedenlerini sonsuzluğa bırakan, parçalanan her genç Ermeni ve Kürt kızın feryatları ve bedenlerindeki acılar hep aynıdır. Aynı izleri taşır. Yürek ve duygu dünyaları derin izlerle doludur. Acıları, türküleri, melodileri hep aynıdır. Benzerdir. Bu yüzden büyük felaketler yaşayan, çile çeken halklar birbirine benzer. Anılar, türküler, ağıtlar, melodilerin notaları hep aynıdır. Bundandır ki “SARI GELİN” (DAĞ KIZI-GELİNİ) ezgisi duygu yüklü yürek sahibi her insanı alır geçmişe katliam ve kıyımlara, kendi yaşanmışlıklarına götürür. Ya da bir Kürtçe ağıt beni alır atalarımın yaşanmışlıklarına götürür.
Anılar ve yaşanmışlıklar kişiliğin temel doku taşlarını oluşturur. Çocukken kilise’ye gittiğimizde açık-gizli, sözlü-fiziki mutlaka bir biçimde tehdit baskı hakaret ve aşağılamaya saldırıya maruz kalırdık. Kiliseye gidinceye kadar annelerimiz ellerimizi sımsıkı tutardı. Ya da yol boyunca birbirimize göz kulak olurduk. Surp Giragos Kilisesinin kapısı tahtadan olduğu için mahalledeki çocuklar tarafından atılan taşlar sonucu kırılmıştı. Daha sonra demir kapı takmak zorunda kalındı. Kapısı en çok taşlanan kiliselerdir. Bu yüzden kiliseler Ermenilerin yaşamında sadece ibadet yeri olmamıştır. Aynı zamanda bir sığınma korunma yaşama yeri olmuştur.
Ermeni-Süryani-Keldanilerin kiliseleri bir tarih, kültür, dillerin korunduğu ocaklar olmuştur. Sokakta, otobüste ne ismimizi söylerdik ne ismimizin bilinmesini, duyulmasını isterdik. Ne de Ermenice konuşurduk. Korkar, çekinir ve ürkerdik. Diğer çocuklardan farklı olduğumu kiliseye ve Süleyman Nazif ilk okuluna giderken çok açık bir şekilde hissettim. “Diğer çocuklardan, öğrencilerden farklıyım” bunu bana yaşam ve ortam mahallemde ki çocuklar hissettirdi ve yaşattı.

Okula giderken diğer mahalle ve sokak çocukları mutlaka tenha bir yerde beni ve diğer Ermeni çocuklarını sıkıştırırlardı. İki elin işaret parmağını birleştirerek, yukarıya kaldırır ”Müslüman mısın?” ya da iki elin işaret parmaklarıyla haç yaparlardı “yoksa Hıristiyan-gavur-fılle misin?” derlerdi. Ve her defasında o tehdit dolu bakışlar hakaretler ve aşağılamalara, zorla Müslümanlaştırma saldırısına maruz kalırdık. Müslüman olmadığımız için mutlaka ya yüzümüze tükürürlerdi. Ya da tekme tokat bizlere girişirlerdi. Ya da çantamızı yere atıp tekmelerdi. Diyarbakır’da çocukluğumda en çok duyduğum “7 fılle öldürürsem cennete giderim” sözleri oldu. Cennete gitmek, mutluluk katına çıkmak için her gün yedi fılleden biri olma potansiyelini taşıyarak yaşadım. Gericiliğin, köleliğin en ağır saldırılarına uğradık. Kaç kavgada bu tehdidi yaşadığımı bilirim. Benim gibi diğer Ermeni çocukları ve gençleri mutlaka bu açık ve gizli tehdidi ve korkuyu yaşadı.

Çocuk dünyamız ve yıllarımız ilk baskıyı ilk hakareti, ilk aşağılanmayı ağır ve tamiri kolay olmayan yaraları alarak, yaşadı. Yüreğimiz duygularımız örselenerek, yaralanarak, içimizde kin ve öfkeyi büyüterek geçti. Hiç unutmam her gün çok sayıda çocukla birlikte beni döven bir çocuğu bir gün tek başına sokakta yakalayınca onu dövdüm ve hemen evimize kaçıp saklandım. Dayak yiyen çocuğun bütün ailesi ve etrafındaki komşular kalabalık bir grup oluşturup evimizin etrafını sardılar. Yaşlı ninem onları ikna edip evlerine yollayınca kadar korkudan dışarı bile bakamadım. Mahallemizde sokağımızda her Ermeni çocuğu ve genci mutlaka taşlı-sopalı- bıçaklı saldırıya maruz kalırdı. Sokağımızda yaşayan Ermeni çocuk ve gençlerinin her birisinin başına bu türden bela ve saldırılar mutlaka gelmiştir. Hatta sokakta bulunan çeşmeden su almak için sıraya giren Hay kızları-kadınları da benzer hakaret ve saldırılara maruz kalırdı.

 Çocukluğumda Diyarbakır’da ilk okula giden bütün ermeni çocuklar benim gibi bir biçimde “öteki” baskısına maruz kaldı. İsmini, kimliğini söylemekten çekinen, korkan, sokakta, mahallede rahat yürüyemeyen, kendi dilini konuşamayan, dolaşırken tereddütlü, ürkek bir güvercin gibiydik. Hran’tın ”ürkek bir güvercin” belirlemesi o kadar gerçek ve devrimci ki sanki bu belirleme bizler için özel yapılmıştır. İçinde yaşadığımız yaşamı ve taşıdığımız duyguların dolaysız anlatımıdır. Manevi dünyamızı tanımlayan başka bir cümle bu kadar güçlü bir şekilde bizleri tanımlayamaz. Hrant kardeşimin yazdıklarının ne anlama geldiğini neleri tanımladığını en iyi bizler biliriz. Bunu en iyi bir Ermeni çocuğu, bir Ermeni aydını, devrimcisi bilebilir, anlayabilir. Bu yüzden Hrant’ın, Armenak’ın, Nubar’ın, Manüel’in, Hayrabet’in yaşamını kendi yaşamıma benzetirim. Ve bizler gibi yaşayan aydın, ilerici, devrimcilerin yaşamı o kadar benzerlik taşır ki. Birini dinlediğinizde mutlaka bir diğerinin yaşamını anlatıyor zannedersiniz. Bu yüzden kendi yaşamımı Armenak’ın, Hrant’ın, Manuel’in, Nubar ve Hayrabet’in yaşamına benzetirim. Duygular, anılar, acılar hep aynı renkte ve dokudadır. Onların arkadan yediği her kurşun acısını en çok ben sırtımda hissettim, yedikleri bıçak darbesinden en çok benim yüreğim acıdı. İşkence altında öldürülüşlerinde en çok ben acı çektim. Ve bu yüzden bizler bir birimize çok benzeriz . Misak Manuşyan’ın yaşamını okudum. Her anlatımda kendimi buldum. ARMENAK’ı, HRANT’ı, MANUEL’i buldum. Bu kadar çok yaşam, duygu benzerliği olabilir mi? Bu yüzden yaşadıklarımızın ortak ve benzer oluşu bizleri duygu olarak da birleştirdi. Aynı benzer duyguları katliama uğramış, acı çekmiş, zulüm görmüş, işkencelere tanık olmuş Kürt-Alevi-Türk gençleriyle de yaşarım.

İlk okul üçüncü sınıfa kadar Diyarbakır da Süleyman Nazif ilk okulunda okudum. Yanımda oturan bir alevi kökenli çocuk vardı. Tesadüf bu kadar olur. İkimizde korkuyorduk. İkimiz de kimliğimizi gizlemek saklamak için özel çaba harcıyorduk. Çünkü kaderimiz, korkumuz aynıydı. Sonra sokağımızda mahallemizde semtimizde İstanbul’a okula gönderilen Ermeni çocukları ve gençleri gibi ben de gönderildim. Annem gitmeme hiç razı olmadı. Hasrete dayanamayacağını söylerdi. Ve bugün başıma ne tür kötülükler ve acılar geldiyse İstanbul’a gidişimle başladığını söyler.
İlk okulu üçüncü sınıftan sonrasını Halıcı oğlunda bulunan Nersesyan Ermeni ilk okulunda (yol yapımını bahane ederek yıktılar) okudum. Her tatilde Diyarbakırlı Ermeni çocuklar, trene biner bir kompartımanı doldurur, memlekete kadar birlikte yolculuk yapardık. Bazen Şırnaklı, Ermeni arkadaşlar da bizimle Diyarbakır'a gelir ve ondan sonra Kurtalan ekspresiyle yollarına devam ederlerdi. O zaman kömürlü trenler vardı. kömürle çalışırdı. Eve varınca yüzümüz gözümüz kara dumandan dolayı is pas içinde kalırdı.
Diyarbakır tren garını hiç unutmam. Diyarbakır garıyla ilgili iki unutulmaz anım var. Birincisi çocukluğumda yaşadığımdır. İstanbul’a okula giden Ermeni çocukların anneleri, babaları, kardeşleriyle birlikte gelirlerdi. Güzel ermeni yiyecekleri, dolma, içli köfte yapıp getirirlerdi. Yolculama anı çok buruk ve hüzün dolu geçerdi. Herkesin bir birine sahip çıkması tembih edilirdi. En büyük olana küçük çocuklar teslim edilirdi. Gözü yaşlı anneler mendil sallayarak bizleri yolcular, sonra da gözyaşlarını kuruturlardı. Sürgün ve hasret treni derdim, yolculuk yaptığımız trenlere. İkinci anım ise cezaevinden “tahliye” edildikten sonra ellerim kelepçeli ayaklarım zincirli silahlı iki asker tarafından askere götürülmemdi. Tren garında Kürt analar askerlere müdahale etti. Neden beni ayaklarımdan zincirlediklerini? suçumun ne olduğunu? Hemen zincirlerimi çözmelerini istediler. Bu yüzden askerlere bağırıp çağırdılar. O günü anı hiç unutmam. Kürt analarının bana sahip çıkışını, ekmek ve yiyecek verişlerini asla unutamam.

İLK DEVRİMCİ DÜŞÜNCELERLE TANIŞMAM.
2-Sol düşünce ile nasıl ve nerede tanıştınız?


Türkiye de devrimci ve sosyalist düşüncelerden gençliğin büyük bölümünün etkilenmesi gibi ben de etkilendim. Yokluk içinde büyüyen, bir çift kundura ayakkabıyı ceket ve pantolonu orta okula giderken giyen bir çocuğun yoksul dünyası sol ve devrimci düşüncelere açıktır. Üstüne üstlük istemediğiniz kadar ulusal-inançsal baskıya maruz kalmış, acıların tüm renklerini yaşamış, kılıç ve kıyım anılarıyla ve anlatımlarıyla büyümüş bir gencin sol ve devrimci düşüncelere hazır olması kadar doğal ne olabilir ki?
En yakınınızdan, en çok sevdiklerinizden katliam ve kıyımın anılarını dinlemişseniz, devrimci düşüncelere hazır bir ortam yeterince var demektir. Orta ve liseyi İstanbul’da Surp haç Ermeni lisesinde okudum. Yatılı okulumuzun kütüphanesi zengin ve çok çeşitliydi. Gerek Ermenice gerekse Türkçe kitaplar açısından zengin ve çok çeşitliydi. Özellikle roman-öykü-şiir türünden kitaplar, Rus-İngiliz-Amerikan-Türk-Ermeni edebiyatına ait klasikleri bulmak mümkündü. Hem zaman hem de olanaklar açısından okuma konusunda şanslı sayılırdık. O süreçte gençliğin okumaya, araştırmaya bilgilenmeye olan ilgisi ileri düzeydeydi. Dünya da devrimci, sosyalist düşüncelere olan ilgi duyarlılık ve merak büyüktü. Bu yüzden öğrencilerin büyük bir bölümü okumaya ilgi duyardı. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Fakir Baykurt burada sıralayamayacağım bir çok yazar ve şaire ait kitaplar okunurdu. Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif gibi şairlerin şiirleri ezbere bilinirdi. Onurlu her gencin devrimci düşüncelere sempati duyduğu gibi ben de sempati duymaya başladım.

3- İlk devrimcilik yıllarınızda neler yaşadınız o günlere dair duygusal ve düşünsel değerlendirmeleriniz neler?

Okumak tutkumdu. Edebiyat ve şiire ilgim büyüktü. Ne yazık ki o dönem yeterince Ermeni şair ve yazarların kitaplarını okuyamadık. Örneğin çok sonraları YEĞİŞE ÇARENTS adında Kars doğumlu ünlü bir şairin varlığından haberim oldu. Yeğişe Çarents devrimci-sosyalist bir şairdir. Nazım Hikmek Türk edebiyatı ve şiiri için neyse Yeğişe Çarents Ermeni edebiyatı ve şiiri için o kadar değerlidir. Ermeni dili ve edebiyatının gelişkin ve ileri olduğunu daha sonra okul yıllarından çok sonra öğrenebildim. Keza Ermeni tarihi, edebiyatı, tiyatro ve kültürü hakkında bilgim ve bilgimiz çok sınırlı ve yetersizdi. Oysa bu güzel dilin akıcılığı, gücü ve zenginliğini öğrenince geçen yıllarıma acıdım. Henüz yeterli olduğumu düşünmüyorum. Çok fazla bilgiye ihtiyacımın olduğunu düşünüyorum. Henüz ne kadar değerli bir hazineye sahip olduğumuzun farkında değiliz.

Türkiyeli devrimcilerin, solcu ve aydınların yeterli ve güçlü bir donanıma sahip olmadığını düşünüyorum. Çoğunun Türk tarihi ve Türkiye merkezli olaylara sorunlara, geçmişe baktıklarını düşünüyorum. Bu durumu sadece tek başına onların, bizlerin eksikliği olarak görmüyorum. O süreçte bugünkü gibi yayınkaynak-bilgi zenginliği yoktu. Bilgi ve birikim eksikliği fazlasıyla vardı. Dolayısıyla Kürt sorunu Kürt edebiyatı-tarihi-mücadelesi hakkında daha fazla bilgiye sahiptik. Keza Türk edebiyatı-tarihi hakkında da daha fazla bilgiye ve birikime sahiptik.
Acı ve üzüntü verici bir durumdur ki bizler kendimize ait olandan uzak yabancı ve cahildik. Ülkemizin tarihsel zenginlik damarlarından en canlı ve zengin olan birini keserek, kopartarak, yok sayarak yaşanmaya çalışılıyor. Tarihi hafızası eksik ve yarım olanın özgürlüğü ve geleceği tutsak olur. Bundan dolayıdır ki ülkemizin Edebiyatı-sanat ve kültürü de yarımdır. Tarih-edebiyat-sanat-kültür ve gerçeklere, yaşanmışlıklara inkar ve şovenizm üzerinden, penceresinden bakan herkesin önemli bir bölümü yarım ve eksiktir. Türk aydınlarının hatırı sayılı bir bölümü şoven ve milliyetçidir. Bu durum son yıllarda kırılmaya başlandı. Ancak henüz kat edecekleri çok yol var.

Ülkemizde ki toplumsal gelişim ve ilerleme dinamikleri-damarları kesilerek, kopartılarak, yok sayılarak, yaşanmamış kabul edilerek, yürünmeye çalışılıyor. Tarihle gerçeklikle yüzleşmek onurlu insanların görevi ve işidir. Yok saymak inkar etmek kabul etmemek korkakların işidir. Bu yüzden tarihsel toplumsal gerçeklik ve hafıza her defasında ağır acı ve yakıcı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Ermeni-Süryani-Keldani-Rum-Ezidi gerçekliği öte yandan ağır ve kocaman bir Kürt gerçekliği keza Alevi gerçekliği orta yerde durmaktadır. Gözler kapatılarak gerçekler ortadan kaybolmuyor ki. Bugün yapılan ve yapılmaya çalışılan gözlerin kapatılmasıdır. Yaşadığımız her toprakta kadim halklara ait izler, tanıklar, anılar o kadar çok ve zengin ki inkara gelinmeyecek, silinemeyecek, yok edilemeyecek kadar derin, köklü ve sağlamdır. Bu süreçte böylesi bir ortamda devrimci düşüncelerle tanıştım. Tıpkı Misak Manuşyan , Armenak Bakır, Manuel Demir, Nubar Yalım, Hrant Dink, Hayrabet Honca gibi. Saç tellerinden, sinir uçlarına, parmak uçlarımızdan iliklerimize kadar baskı ve zulmün her rengini her türlüsünü yaşadık, gördük ve tanıklık ettik.

İlk devrimci sosyalist kitapları Armenak bizlere getirdi. Okuduk. Roman-şiir-bilimsel eserler okuduk. Okuma öğrenme bilgilenme açlığı fazlasıyla vardı. Bu okuma anlama kavrama süreci aynı zamanda devrimci şekillenme süreci oldu. ve İbrahim Kaypakkaya’ nın devrimci düşüncelerine sempati duymaya başladım. Kaypakkaya’ nın Ermeni sorunu ve katliamı hakkındaki yaklaşımını bilimsel ve gerçekçi buldum. Düşünün yaklaşık kırk yıla yakın bir zaman dilimi öncesi Ermeni katliamına ilişkin kısa özlü, tarafsız ve bilimsel bir bakış açısı sunuyor. Tıpkı Kürt sorununda olduğu gibi. Kimsenin konuşmadığı yazmadığı kısaca düşünmediği bir süreçte genç bir devrimci aydın düşünüyor ve konuşuyor. Bütün ezberleri bozuyor. Bu beni oldukça etkilemişti. O sürece ilişkin kaynak ve belgelerin zayıflığı ve yetersizliği düşününce bir Türk kökenli devrimcinin attığı adımın önemi daha iyi anlaşılır.

4-Diyarbakır Cezaevine nasıl girdiniz? Size isnat edilen suç neydi?

12 eylül 1980 öncesi Komünizm propagandası yapma suçundan dolayı göz altına alındım. O dönemin koşullarına göre ağır bir işkenceye maruz kaldım. Kaba ilkel bir işkenceye uğradım. Bir yıla yakın bir süre cezaevinde yatıp çıktıktan sonra 12 eylül den hemen sonra yine yasadışı sol bir örgüt üyesi olmak-komünizm propagandası yapma suçlarından dolayı Siverek’te göz altında alındım. En kaba en ilkel işkence yöntemlerini ilk orada bana uyguladılar. Mehmet Beyhan adında bir devrimci arkadaşı orada öldürdüler. İfade vermeyi ret ettiğim, isnat edilen suçlamaları kabul etmediğim için Urfa merkez komutanlığına götürüldüm. Çevre ilçelerden Siverek-Halfeti-Suruç-Bilecik-Hilvan-Viranşehir-Ceylanpınar da toplanan tutsakları Urfa merkez komutanlığına getiriyorlardı. Her yaştan her kesimden keza farklı her sol örgütlerden insanları toplayıp getiriyorlardı. Ağırlıklı olarak da yoksul suçsuz günahsız köylüleri toplayıp getiriyorlardı. Yüzlerce binlerce insanı topladılar. Çevre ilçelerde özellikle Viranşehir-Siverek te ağır işkenceler yapıyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi Urfa merkez de devam ediliyordu. Urfa da ayak bileklerinden kalın sicimlerle bağlanarak askıya alınan adı Davut Utkun olan PKK li arkadaşın durumu çok ciddiydi. Ayak bileklerinden uzun süre asılı kaldığı için ayak bileklerinde ki etler dökülmüş kemikleri görünüyordu. Çok vahşi bir şekilde işkence görmüştü. Durumu en ağır olan oydu. Ayaklarına battaniye ya da kalın bez parçası sarılmadan kalın sicimlerle bağlanarak uzun süre askıda kaldığı için ayak bileklerinin durumu içler acısıydı. Güler yüzlü bu güzel insanın ne kadar acı çektiğini çok iyi anlıyorum.
Siverek-Urfa-Diyarbakır olmak üzere bir mevsim boyu işkencede kaldım. İşkencenin her türlüsünü yaşadım ve yaşattılar. Filistin askısı başta olmak üzere ayak bileklerimden ters askı-falaka-elektrik-uykusuz ve aç bırakma- tek ayak üzerinde bekletme- su içinde çıplak cereyan verme gibi bir dizi yöntemleri üzerimde denediler. Bilgi alma dahil sadece zevk için “bir Ermeni’yi askıda görme zevki” için işkencelere maruz kaldım.
Gözlerim bağlı olduğu için yüzünü göremediğim bir işkence görevlisi tarafından sadece sigara içip dumanını yüzüme üflemek için beni Filistin askısına aldırıyor, işkence yapıyordu. Onlara ifade vermeyi kabul etmediğim için daha çok azgınlaşıyorlardı. O kadar uzun süre Urfa merkez komutanlığında kaldım ki izine gidip dönen askerler beni tekrar orada gördüklerinde hayretlerini gizleyemiyorlardı. Her işkence seansında eğitilmiş bir köpek havlamaya başlıyordu. Keza köpek her ezan sesini duyar duymaz yine havlamaya başlıyordu. Şartlandırılmış eğitilmiş bir köpekti. Keza Orhan Gencebay'ın “bir teselli ver” parçasını sürekli çalıyorlardı. Orhan Gencebay bilseydi bu müzik parçasının işkence de “teselli” parçası olarak dinletileceğini yine bestelerdi mi bilemem ancak üzüleceğini söyleyebilirim.
Bir defasında haberim ve bilgim olmadan Abdullah Öcalan’ın erkek kardeşi Mehmet Öcalan’ı gözaltına alıp getirmişlerdi. Ve tesadüfen mi bilerek mi bilmiyorum yerde başımız duvara yaslı bir şekilde oturmuş bir vaziyette dururken yanımda olduğunu sonradan öğrendim. Bir işkence görevlisi sırtıma tekmeyi vurunca irkildim adımı sordu. Adımı söyleyince kıyameti kopardı. Sonra yanımda yerde oturan Mehmet arkadaşa adını sordu, yanıtlayınca daha çok bağırıp çağırmaya küfretmeye başladı. Hem Mehmet arkadaş hem de ben sırtımıza yediğimiz tekmelerden dolayı fazlasıyla hırpalandık. Tekmelerin haddi hesabı yoktu. Bir işkence görevlisi “kim bu iki Ermeniyi yan yana koymuş!” diye askerlere bağırıyordu. O mu benim yüzümden ben mi onun yüzünden bilemiyorum ancak ağır bir işkence faslına maruz kaldık. Böylece gözleri kapalı bir şekilde Mehmet Öcalan'ın işkencede olduğunu öğrenmiş oldum. Suçsuz günahsız bir insanın ağabeyinden dolayı bu kadar ağır işkenceye uğraması insanlık mıdır? O dönemi anlamak kavramak açısından bu örneği verdim. Beni merak edip görmek isteyen bir çok üst düzey askeri görevli geliyordu. Sanki bir canavar yakalamışlar sanki insana benzer hiçbir yanım yokmuş gibi hayretle alayla bana bakıp küfürler ediyorlardı.

İşkence de en çok Kürtler vardı. Kürt devrimcileri, aydınları, köylüleri vardı. Hemen her örgütten taraftarlar vardı. En çok da PKK li arkadaşlar vardı. Yaşlı genç suçsuz günahsız yüzlerce insanla karşılaştım. Artık neredeyse o dönem orada bulunan herkes bir Ermeni’nin varlığından haberdar oluyordu. Failleri ortaya çıkmayan, çıkarılmayan yüzlerce olay ve bunlarla ilgili dosyalar vardı. Bir görevli “mutlaka sana bir suç dosyasını yıkacağız, seni boş göndermek yok, istediğini seç hangi öldürme olayını seçersen seç. ” diyordu. Kabul etmeyince direnince çıldırıyordu. İlk kez orada duyduğum, haberimin, bilgimin olmadığı bir suçu kabul etmek ne kadar adaletli olur? 12 eylülün mantığı hukuku adalet ve yargı anlayışı budur. Suçu olmayanlara suç yüklemek, boş gelenleri dolu göndermek! Traji komedi bir durum. Aziz Nesin yaşananları dinleseydi. Yazılanlardan dolayı Nobel ödülü alırdı.
Bir mevsim boyunca öldürülen, kolu yerinden çıkan sakat kalan, işkence yaralarıyla dolu sayısız insanla karşılaştım ve sayısız insan gördüm. Herkes de beni gördü. Duydu. Tanıdı. Koca işkencehanede bir tek Ermeni olmak, büyük bir şans olsa gerekir(!) Bugün bile hatırlayıp unutamadığım her defasında ismimi bağırarak çağıran görevlinin sesi kulaklarımda çınlıyor. İçimden “yine işkence faslı başlıyor” diyordum. Ve büyük bir direnişe başlamak için kendimi hazırlıyordum. İsmimi duymak, işkencenin yeniden başlama ritmi oluyordu. Bu yüzden ismimden, onu duymaktan ürker olmuştum. İsminden bu kadar ürken endişe duyan kaç insan var bilemiyorum, ancak ben çok endişe duydum. Bu isim her halde işkencecileri de ürkütüyordu.
Günlerce yerde soğuk, kanlı ve pislik içinde beton üzerinde çökmüş, aç, yorgun, bitkin, elleri ve kolları işkenceden dolayı tutmaz olmuş. Kir ve pas içinde saçı sakalı birbirine karışmış adeta mağara insanına dönmüştük. Kollarımda ki işkence yaraları artık kabuk bağlamış bir vaziyetteydi. İşkencecilerin sesleri, konuşma biçimleri yöntemleri o kadar çok birbirine benziyordu ki. Hemen hemen hepsinin sesinin aynı tonda olduğunu söyleyebilirim Suratlarını göremedim ancak suratlarının da benzer olduğuna inanıyorum. Kim bilir çocuklarını, eşlerini yakınlarını, akrabalarını görünce ne kadar tatlı sevecen ve güler yüzlü bir şekilde “seni seviyorum” diyebiliyorlar.
 Dudaklarından dökülen “seni seviyorum” sözcüğünün ne kadar sahte ve onursuzca olduğunu düşünüyorum. İşkencecinin sevgisi, sevgiye ait duyguları olabilir mi? Hep bunları düşündüm. Öldürüleceğimi düşündüm. İşkencehaneden sağ çıkamayacağımı düşündüm. Beni tanıma şansı olan onlarca arkadaş, tanıdık dostlar orayı terk edince gittikleri her yerde “Bir ermeni devrimciden-ağır işkenceler sonucu mutlaka öldürüleceğinden” bahsetmişler. Artık yaşıyor olabilmemin mucize olacağını düşünmüşler. Bir mevsim boyunca işkence gördüm. Yüzüme tüküren, küfreden, sırtıma zorla bindirilen, üzerime işeyen, birkaç kişi vardı. Farklı ortamlarda karşılaşınca yaptıklarından dolayı benden özür dilediler. Ne kadar çok nefret ve kinle işkence gördümse o kadar çok tutsakların sempatisini kazandım. Hatta bizlere işkence yapan bazı askerler bile bana saygı duymaya başladı. Gizlice helva ekmek getirip veren, kulağıma ”diren” diye alçak sesle mırıldanan askerler vardı.

Haftada bazen iki bazen bir defa Diyarbakır’a tutuklular götürülürdü. Urfa'dan Diyarbakır’a götürülenler işkencenin artık bittiğini, rahat ve işkencesiz bir soluk alacaklarını düşünerek yolculuk yapardı. Ancak herkes yanıldı. İşkence bitmedi. Daha ağır ve sistemli olanı başlıyordu.

 İŞKENCE MERKEZİ, 5 nolu zindan
5- Diyarbakır Cezaevi insanlık tarihinin en korkunç işkencelerinin uygulandığı yer olarak biliniyor. Bu cezaevinde bulunan pek çok devrimcinin ortak hafızasında size uygulanan işkenceler var. Esat Oktay Yıldıran'ın size özel uygulattığı işkencelerden ve isminizi değiştirdiğinden bahsediliyor. Orada Ermeni olarak var olmanın ne anlama geldiğini, yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?

Tanrı yukarıdan zulüm yağdırmış olsa her halde bu kadar güçlü yağabileceğini ve bu kadar azgın olabileceğini düşünemezdi. Cezaevi demek yanlıştır. Orası tam teşekküllü bir işkence merkeziydi. Fiziki ve psikolojik olarak sosyal bir topluluğa işkence yapma yönetmelerinde gelişkin ve gelişmiş işkence araçlarını kullanmada her yönüyle eğitilmiş, işinin uzmanı olan işkenceciler bizlere işkence yapıyordu. Dolayısıyla 5 nolu bir işkence merkeziydi. Zulüm merkeziydi. Her yılı her günü her anı işkence solunan, korku merkeziydi. İlk adımın atıldığı andan itibaren insana geçmişe ait her şeyin zorla zorbalıkla gasp edildiği, zorla sökülüp koparılıp alındığı, yok edildiği bir yerdi. Bir işkence laboratuarıydı. Her türlü yöntem ve aracın çok yönlü çok çeşitli denendiği bir işkence eğitim merkeziydi.
Nasıl ki katliamcılar kendilerinden önceki katliamlardan ders ve tecrübe çıkarıyorsa, 5 nolu işkence merkezi sonra oluşturulacak, kurulacak işkence merkezleri için muazzam deneylerle doludur. Bu merkezde yaşamının kısa orta uzun bir bölümünü geçiren her arkadaşın anlatımları dinlense de yine eksik yetersiz ve yarım kalacağına inanıyorum. Anlatacaklarım yaşadıklarımın hissettiklerimin sadece bir saat içinde olanları yansıtabilir. Daha fazlasını yansıtamaz. Yüzlerce binlerce anlatıcı arkadaşın anlattıklarının gerçek olduğunu söyleyeyim. Anlatımlarının sınırlı eksik olduğuna inanıyorum. Anlatacaklarım da öyle olacaktır. Değinmediğim, unuttuğum(herkes gibi ciddi bir hafıza sorunu yaşıyorum) çok şeyler olduğunu bilerek, anlatacağım.

İLK adım.
Siverek yatılı bölge okulunda, Urfa merkez komutanlıklarında bir mevsim yaşadığım işkencelerin daha sistemli, planlı, hedefli olanı 5 nolu da yaşadım. Sıraya dizilip, kimlik tespiti yapılınca, zorla soyundurulup çıplak vaziyete getirilince payıma en çok düşeni aldım. İlkler unutulmaz olur. Bir kez daha işkenceciler tarafından Ermeni olduğum keşfedildi. Bu merak ve yakın ilgi 5 nolu yaşantım boyunca üzerimden hiç eksik olmadı. Artarak çoğalarak devam etti. Her askerin, her subayın kısaca her işkencecinin yakın ilgisine maruz kaldım. Esat Oktay daha ilk günden itibaren beni sünnet edip, Müslüman yapacağını söyledi. Bunu o kadar rahat güler yüzle yapıyordu ki sanki normal doğal ve yapılması gereken bir iş yerine getirilmesi gereken bir görevi yerine getirmek ister gibi yapıyordu.

Adımın bundan böyle “Ahmet”, dinimin Müslüman olacağını bundan böyle Türk olacağımı söyledi. Bu ilk karşılaşma ve sonrası tanışmalar hep eklenerek, fazlalaşarak devam etti. Sanki bir canavar sanki normal olmayan bir yaratık vardı karşılarında. Ve öyle davranıyorlardı. Zindan da kaldığım yıllar boyunca bu tehdidi, baskı ve zulmü hep yaşadım. Oradan bir gün sağ çıkabileceğimi hiç düşünmedim. Ölüm her an baş ucumda bana yakın, benim içimdeydi. Bu kadar işkence görmek yerine bir kurşun darbesiyle ölmeyi herkes gibi ben de çok isterdim. Bu kadar zulüm ve onursuzca bir yaşama kimse dayanamaz ve hiç kimse kabul edemezdi. Siverek ve Urfa işkencehanelerinde bilgi-enformasyon-suç kabulü gibi uygulamalara ek olarak bu kez fazladan sünnet olma namaz kıldırma uygulamaları başladı. Bütün tutsaklara uygulanan işkence uygulamaları bana da yapıldı. Zorla Türkleştirme, kimliksizleştirmeye ek olarak din değiştirme yani Müslüman olma uygulamalarına maruz kaldım. Gözaltı süresince zaten çok ağır ve acı dolu işkencelere maruz kalmıştım.

Filistin askısından dolayı artık kollarım tutmuyordu. (şimdiye kadar aynı benzer acıları çekiyorum) Kollarımı hareket ettiremiyordum. İşkence izleri yaralara dönüşmüştü. Kabuk bağlamaya başlamıştı. Bitkin yorgun, sürekli acı çekiyordum. Bu durum yetmiyormuş gibi yeni koşullarda daha ağır bir yaşam yeni bir işkenceli süreç başlıyordu. İlk işkence faslında, çıkınında-torbasında sabun, san yağı, diş macunu, kağıt çıkan herkese zorla çıkınından çıkanları temizlemesi yani zorla onları yemeleri söylendi. Direnen, yemeyenler toplu asker dayağına maruz kaldı. Ellerim kollarım tutmadığı için ne çıkınım ne sabun ve diş macunum vardı. Ancak yine dayak yemekten kurtulamadım. çünkü 5 nolu zindan da dayak yemek için her zaman bir neden ve gerekçe vardır, bunun için önemli bir gerekçe aranmaz. Her şey bir gerekçedir. Varlık nedenimizin işkence nedeni olduğu bir yerde dayak yemek için başka bir gerekçe-neden aranır mı?

Bu dayak faslında komik diyebileceğimiz anlar da oluyordu. Cizreli bir at hırsızı fazla sayıda atları çalıp başka ilçelere götürüp sattığını öğrenen kurnaz bazı köylüler bu at hırsızını “Kürtçü-solcu” diye ihbar ediyorlar. Ve bu zavallı yaratık bizimle birlikte işkence faslına maruz kaldı. Ancak fiziki yapısı oldukça atletik ve yeterince çevikti, hızlı da koşuyordu. Çok sayıda askerin elleri arasından kurtulmayı başardığı gibi koridorun bir ucundan diğer ucuna bir düzine askeri peşine takmayı becerebiliyordu.
Daracık koridorda askerler koşuyor Cizreli kaçıyordu. Askerlerin Cizreli yi yakalaması kolay olmadı. En az birkaç tur askerlere attırdı. Bu durumu izleyen diğer tutsaklar bıyık altında gülüyordu. Ben de güldüm. Böylesi gülünç ve acı olaylar oluyordu. Dayak yemediğimiz günü bir yana bırakalım, dayak yemediğimiz saatler arası farkın ne kadar olduğunu söylemek bile çok güç olur. Her türlü işkence araçlarını ve her türlü yöntemi üzerimizde denediler. Duvarların tavanın her yanı Türk bayrakları şeklinde boyanmıştı. Kırmızı renkten, ışıktan, haki renkten nefret eder duruma gelmiştim. Sabahın köründen uyuyuncaya kadar hatta bazen uykudan uyandırılarak, tutukluların birbirine dayak atmaları yüzlerine tükürmeleri, birbirinin üzerine işemeleri söyleniyordu. Ne gündüz ne gece rahat yüzü yoktu. Her an her hangi bir zaman diliminde her hangi bir nedenden dolayı işkence görüyorduk. Bu yetmezmiş gibi işkence sesleri, dayak yiyen insanların bağırış ve çığlıklarını sürekli duymak, işitmek insan dünyasında nasıl derin izler bırakır. İşkence görmeye razıydım. Acılar bir süre sonra unutuluyor, geçiyordu. Ancak işkence sesleri çığlıkları şimdiye kadar kulağımdan gitmiyor.

İşkenceler her gün hızından bir şey kaybetmeden artıyordu. O kadar ileri gittiler ki bir gün bir arkadaşı koğuşun dışına zorla çıkardılar. Zorla cop kullandılar. O arkadaşın bağırtıları halen kulağımdadır. Sonra copu koğuştakilere verip temizlenmesini istediler. Böylesi onursuzca olaylar tekil olmaktan çıkıp sistemli bir işkenceye dönüşmüştü. Mahkemeye her gidiş dönüşte, karanlık-havasız, ayaktan zincirli arkadan kelepçeli ring arabasının içinde işkencenin dozu artardı. Konuşmak, savunma yapmak büyük bir bedel ödemeyi göze almaktı.
Mahkemede savunma yaptığım için ring arabasında başlamak üzere özel olarak, beş-on tabir edilen kalaslarla dövüldüm. Tesadüfen kalasın kırılması sonucu çırılçıplak edildim, daha ağır bir işkence faslına maruz kaldım. Keza o dönem Asala militanlarının eylemleri gündemdeydi. Bundan dolayı özel olarak işkence görürdüm. Gazete-kitap yoktu. Bazı özel günlerde bazı örgütlerden toplu ve önemli gözaltılar olduğunda gazete veriyorlardı. Moral bozmak, direnç kırmak için her türlü yöntem ve aracı kullanıyorlardı. Bir gün benim gibi üç arkadaşı zindan dan alıp yeniden Diyarbakır kolorduya işkence merkezine götürdüler. İşkenceci polisler günde üç fasıl dayak atıyorlardı. her fasılda on adet cop ellerimize vuruyorlardı. Yeni yakalanmalar olmuştu. İstediklerini alamayınca “ulan sizi boş yere mi buraya kadar getirdik” dediler. Bizleri tekrar 5 noluya göndereceklerini söyleyince orada biraz daha fazla kalmak istedik. İşkenceciler hayret içinde “ ulan buradakiler bir an önce cezaevine gitmek istiyorlar, sizler de burada kalmak istiyorsunuz” dediler. Düşünün 5 nolunun durumunu polis işkencehanesinden daha beter halini. İkinci kez polis işkencehanesinde iken çok ilginç insanları alıp getirmişlerdi.
Adının “Mahmut El yakut” olduğunu söyleyen Diyarbakır çocuğunun tavrı çok ilginçti. polis her yemek dağıtımından sonra ellerimize copla vuruyordu. Ona kadar sayıp, dayak faslını bitiriyor ve her dayak attığı tutukluya ana avrat küfrediyordu. Sıra Mahmut a gelince polisin ”annen var mı? “ sorusunda yanıt vermedi. ”dilini mi yuttun lan! Söylesene, annen var mı?” Mahmut annem var derse küfür işitecek, yok derse yalan atmış olacak, bir iki saniye bekleyip sessiz kalınca, polis bu kez yine aynı benzer soruyu” Annen var mı lan!” bu kez Mahmut polisten önce davranıp önce o polisin anasına avradına küfretti. “ he ulan ananı …. hem anam var hem de bacım var” deyip ilk küfürü o basınca küfürü işiten polis deliye döndü. Var gücüyle Mahmut'u dövmeye başladı. Her defasında ilk küfreden Mahmut olunca polis artık Mahmut'a “annen var mı?“ diye sormaktan vazgeçti.

Tarihini tam hatırlayamayacağım ancak içinde benim de olduğum Mehdi Zana, Mazlum Doğan ve şu anda ismini hatırlayamayacağım arkadaşlarla ilgili yurt dışında hakkımızda “öldü” iddialarını araştırmak için bir heyet bizleri görmeye gelmişti. “ Amnesty International” af örgütü gibi benzeri kurumlara sağ olmadığımıza, öldüğümüze dair, iddiayla müracaatlar olmuştu. Ölmediğimizi yaşadığımızı ispatlamak için bizleri heyetin karşısında çıkardılar. Bizleri heyet temsilcilerine gösterdiler. Özellikle vücudumuzda görünen hiçbir yara ve işkence izinin kalmaması için çok çaba harcadılar. Ancak gelen heyete “bizlere işkence yapıyorlar” diyemedik. Ne yabancı dil (o zaman) biliyorduk, ne de kendimiz ifade edecek bir yol bulabildik. Avukatların durumu da bizlerin durumundan farklı değildi. Onları da bir heyet karşısında çıkardılar. Onlar da “işkence var, bizlere ağır işkenceler yapılıyor” diyemedi. “Niçin demediler” in yanıtı 5 nolu korku ve zulüm merkeziydi.

İşkenceyle ilgili herhangi bir ifadede bulunmak demek, ölümlerden ölüm beğenmek demekti. Bu cesareti göstermek o dönem o koşullarda çok zordu. Tutuklu avukat arkadaşlar vardı. Şerafettin Kaya, Hüseyin Yıldırım vb eski milletvekilleri vardı. Ahmet Türk, Nurettin Yılmaz, Celal Paydaş gibi bu arkadaşlar da bizler gibi hatta bazen daha ağır bir şekilde hakarete işkenceye maruz kalıyorlardı. Yaşları (o zaman bizlere göre) ilerde olmalarına rağmen acımasız bir şekilde işkenceye uğradılar. Çocukları yaşında ki askerler tarafından işkence gördüler.

Yabancı heyetlerin beni gelip görmeleri sonucu özel uygulamada bir azalma oldu. Ancak herkes gibi payıma düşeni her zaman almaya devam ettim. Tutuklular arasında ihbarcılık, itiraf yapanlar oldu, oluyordu. Bunlar çok çirkin bazen çok aşağılık duruma düşüyorlardı. Birlikte aynı tabakta yemek yedikleri arkadaşlarını korku sonucu olsa ihbar ediyordu. Kaldı ki ihbar edilecek hiçbir şey olmamasına rağmen bunu yapıyorlardı. Kötü örnekler gibi güzel, onurlu örnekler vardı. Koğuşumuzda Hüseyin Yeşildağ adında bir arkadaş vardı. Bu güzel, onurlu insan her zaman bizler için benim için fedakarlık yapıyordu. Onu hiç unutamam. Şerafettin Kaya ağabeyi hiç unutamam. Bu güzel onurlu insan tutsakları mahkemelerde savunduğu için işkencelere maruz kaldı.

Kendini feda eden Mazlum Doğan arkadaş, kendini ateşin ortasına atan dörtler [Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önen, Mahmut Zengin] unutulmaz. Ölüm orucunda yaşamlarını kaybeden Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek, arkadaşlar saygı ve sevgiye en fazla layık olanlardır. Saygıyla minnet duygusuyla onları hep andım. Onlar ilk direniş kıvılcımını bedenleriyle tutuşturdular. Ancak işkence durmadı. Zulüm çok büyüktü. Zalimler çok fazla kan istiyordu. 1983 yılında zindan da toplu direniş başladı. O gün en mutlu günümüzdü. Köleliğe, işkencelere onursuzluğa meydan okumaydı. İnsan olma, özgürleşme günüydü. Yaşamımda en güzel günlerden birini yaşadım. İşkenceye boyun eğmemek, başkaldırmak, insan olduğumuzu haykırmak, istediğimiz gibi konuşmak, özlem duyduğumuz her şeyi elde etmek, anlatılmaz güzellikte bir duygu. 5 nolu zindan da askeri (işkence) kuralları kabul ederek, köleleştik.

Direnerek özgürleştik. Önce özgürlüğümüzü ve insanlığımız kaybettik sonra çok büyük bedeller ödeyerek insanlığımızı kazandık. Özgürlüğümüzü tekrar kazandık. Bu yüzden kölelik ve özgürlüğün, teslimiyet ve direnişin ne anlama geldiğini en iyi 5 nolu zindan da yaşayan tutsaklar bilir. 1984 yılında ikinci toplu direniş başladı. Bu direnişte ölüm orucunun ilk ekibinde yer aldım. Yirmi kişiyle başladığımız 49 gün süren ölüm orucunun sonunda iki arkadaş yaşamını yitirdi. Onları yanı başımızda kaybettik. Ağır işkence ve tehdit koşuları altında ölüm orucuna başladık. İçecek su bile zor buluyorduk. Sadece su ile “beslendik” onur ve inançlarımızla beslendik. Midesiyle beslenenler bizi terk etti. Ancak beyniyle beslenenler direnişin sonuna kadar bizimle kaldı. Orhan Keskin ve Cemal Arat arkadaş yaşamını yitirdi.

Ayrıca bir çok arkadaşın vücudunda ciddi fiziki tahribatlar kaldı. Recep Maraşlı, Cemal Miran, Mustafa Karasu, Müslüm Elma vb arkadaşlar denge bozukluğu göz kayması, yürüyememe gibi ağır hasarlarla yaşamlarını devam ettiler. Yıllar geçmesine rağmen bir çoğu halen normal yaşama dönemedi. Ölüm orucuna girdiğim ilk günlerde “diğerlerini anladık, bir Ermeni olarak ölüm orucunda senin ne işin var” diyen subaylarla karşılaştım. Oysa en çok direnmeye, bu rezil ve onursuz yaşamı kabul etmemeye en çok benim ihtiyacım vardı. Herkesten daha fazla nedenlerle benim direnme hakkım vardı. Çünkü geçmişte Ermeni halkına yapılanların bir benzerini bana yaptılar. Kaderim halkımın kaderinden başka olamazdı.

Ölüm orucunda olanları caydırmak, vazgeçirmek için Cami hocası getirmişlerdi. “Allah kendi kuluna verdiği canı ancak kendisi alır, siz kendi canınıza kıyamazsınız. Bu can Allaha aittir. ” Türünden bir konuşma yapıyordu. Bişar Akbaş adında onurlu direngen bir arkadaşta ölüm orucunda bizimle birlikteydi. Cami hocasına dönerek ” bizimle birlikte bir Ermeni arkadaş var. sizi istemiyoruz, gidin bir kilise papazı getirin” dedi. Cami hocası “ ben onun için de buradayım. ” Deyince Bişar Akbaş ”bizden farklı işkence görünce sen onun yanında yoktun şimdi onun için de nasıl olabilirsin?” diyince cami hocası ancak mırıldanarak bir şeyler söylemeye çalıştı. Ancak kimse inanmadı.

Ölüm orucunda yerde beton üzerinde serili kirli kanlı döşekler üzerinde yatıyorduk. Soğuk buz gibi bir büyük koğuşta kalıyorduk. Ölüm orucuna girince tehdit, işkenceye uğradık. Ölme hakkımız bile elimizden alınmak isteniyordu. İşkencehanelerde, zindanda onurlarıyla direnen çok sayıda arkadaş vardı bunlardan Cafer Cangöz, Müslüm Elma, Hasan Hayri, Mustafa Karasu, Recep Maraşlı, Cemal Miran arkadaşları anmadan edemeyeceğim. Burada adlarını sayamayacağım isimsiz kahramanları, arkadaşları sevgi ve saygıyla andığımı, hatırlamaya çalıştığımı belirtmek isterim.

Bu güzel onurlu ve yiğit insanlar, direndiler. Recep Maraşlı arkadaşın annesi onu ölüm orucunda görmeye geliyor. Annesi ”oğlum ölürsen ben ne yaparım, ben de ölürüm“ diyor. Recep Maraşlı” iyi ya ölsek bile beraberiz” diyor. Bizler ölen arkadaşlarımızla beraber olduk. Onları hiç yalnız bırakmadık. Ölüm ve yaşam arasında ki o ince çizgide duran en önemli değer ONURDUR. YAŞAYARAK HER GÜN ÖLMEKTENSE ONURUMLA BİR KEZ ÖLMEYİ HEP TERCİH ETTİM. Ve gerekirse yine çekinmeden tercih ederim. 5 nolu zindan gerçekliği bana ve benim gibi binlerce insana bu yaşam ilkesini çok acı bir şekilde öğretti.

6- Bulunduğunuz hareket içerisinde ve cezaevinde sizin dışınızda Ermeni var mıydı?
İçinde yer aldığım devrimci hareket içinde ermeni arkadaşlar vardı. Ancak 5 nolu zindan da benden başka Ermeni arkadaş yoktu. Ancak 5 nolu zindan da ismimi duyup “anne annesinin Ermeni olduğunu” söyleyen arkadaşlarla karşılaştım. Sempatiden dolayı kendisinin Ermeni olduğunu söyleyen arkadaşlar vardı.
 7- O dönemde ve bugün Türkiye Sol Hareketinin 1915'te yaşananlara ve soykırıma ilişkin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
O dönemde hareketiniz içerisinde 'ermeni meselesine' ilişkin tutum nasıldı? Ermenilerin yaşadıkları konusunda bir bilinç ya da farkındalık var mıydı? Türkiye devrimci hareketin 1915 te yaşananlar la ilgili dersini iyi çalışmadığı bir gerçektir. Bu konuda yeterli ve başarılı bir sınavı veremediği de bir gerçektir. İbrahim Kaypakkaya yoldaşı bu tespitimin dışında tutuyorum.

Son yıllarda Türkiye devrimci ve sosyalist harekette belli düzeyde bir duyarlılığın, olgunluğun ve sorumluluğunun oluştuğuna inanıyorum. Ancak yeterli değildir. Daha fazla adım atmaları gerekir. Ancak kendisine “sol” diyen bazı hareketler var ki bunların külliyatı şöven-ırkçıdır. Bunların isimlerinin sol olmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor tam aksine daha tehlikeli ve zarar vericidirler. Bunun yegane temsilcileri, İP-TKP ve benzerleridir.

Ülkemizde sayılı bazı onurlu aydınların, gazeteci ve sanatçıların (Bunlardan bazıları: Haluk Gerger - Ragıp Zarakolu - Temel Demirer - İsmail Beşikçi - Faik Bulut - Sırrı Sürreya Önder - Yıldırım Türker - Pınar Sağ - Kürt aydınları - isimlerini burada sayamadığım güzel ve onurlu sanatçılar, avukatlar, aydınlar, insanlar da var) vb dışında büyük bir bölümü ırkçı-milliyetçi ve sosyal şovendir. Özellikle TV ekranlarında sık sık boy gösteren dolar ve avroyla beyinleri ve vicdanları beslenen bazıları var ki bunların görevleri sadece zehir saçmaktır.

8- Diyarbakır cezaevinden ne zaman çıktınız ve çıktığınız tarihten sonra neler yaşadınız? (Bu konuda sizin doksanlı yıllarda tekrar bir cezaevine girdiğiniz yönünde bazı anlatılar var fakat sağlıklı bir bilgiye ulaşamadım. Diyarbakır'dan sonraki süreci anlatabilir misiniz?)

5 nolu zindanından 1987 yılında bırakıldım. Yaşamımı devam ettirmek için kitapçılarda çalıştım. 1990 1 mayısına katıldım. Harbiye de partizan korteji arkasında yürüdüm. Ve tutuklandım. 1990 1 mayısında yanı başımızda Gülay Beceren adında genç bir üniversite öğrencisi, devrimci arkadaş sırtından yaralandı ve sakat kaldı. Onu yaralayıp sakat bırakan faillerin bulunup yargılanması için uzun süreli açlık grevine gittik. Mahkemede suç duyurusunda bulunduk. Ancak bilinen adalet ve yargı sistemi sonucu failler bulunamadı. Herkes iki üç ayda tahliye olurken ben bir yıl sonra tahliye olabildim. Tek suçum polise ifade vermemek ve 1 mayısa katılmak oldu. 1 mayısın meşru olduğunu söylemek ve 1 mayıs katılmak suçtu. Ve ben bu suçun bedelini herkesten çok ödedim. 1 mayısa katılmamın bedelini herkes iki üç ay cezaevinde kalarak öderken ben bir yıl ceza evinde kalarak ödedim. Ayrıcalıklı oluşumu ve bana duyulan özel ilgiyi anlayın. Sağmalcılar özel tip cezaevinde tutuklulara yönelik havalandırma da yapılan bir askeri operasyonda ağır bir şekilde yaralandım. Ağır bir işkenceye maruz kaldım.

O dönem avukatım olan Ercan Kanar sırtımdaki cop ve kalas izlerini görünce bana bakmakta zorlandı. Ve hemen gidip suç duyurusunda bulundu. Bir haftadan fazla konuşamaz durumda kaldım, sesim soluğum kaybolmuştu. Askerlerin başlarında bir subay vardı. Subay askerlere düdükle talimat veriyordu. Onlarda düdük sesini duyunca bizlere saldırıyorlardı. Yine düdük sesiyle ara veriyorlardı. Koğuşta bulunan 1 mayıs tutukluları işkenceye maruz kaldı. Payıma düşeni fazlasıyla aldım. İşkence gördüğümden dolayı hastahaneye yolandım. Bir haftalık işkence raporu aldım.

9-Türkiye'de geçtiğimiz haftalarda Diyarbakır Cezaevinde uygulanan işkencelere ilişkin bir dizi soruşturma başlatıldı. 78'liler vakfı tarafından çeşitli suç duyuruları savcılıklara verildi. Tüm bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

5 nolu zindanla ilgili 78 liler vakfının attığı adımı olumlu ve onurlu bir çalışma olarak değerlendiriyorum. Suç duyurusunda bulunanların içinde olmayı çok isterdim. Suç duyurusunda bulunamayanların davacı olmadıkları anlamı çıkmaz. Yurt dışında olmalarından kaynaklı böyle bir talihsizlik yaşıyorlar. Bizlere işkence yapanlar yargılanmalıdır. Ancak unutmamak gerekir ki işkence bir devlet politikasıydı. Devletin resmi politikası olduğundan dolayı sadece fiziki anlamda işkence yapanlar değil, aynı zamanda bu uygulamayı resmi devlet politikası olarak gören kabul eden, uygulayanlarda hesap vermeli ve yargılanmalıdır. Sadece birkaç görevlinin yargılanmasıyla 5 nolu da açılan yaralar kapanmaz. 5 nolu bir müze olmalıdır. 5 nolu zindan betonlarında herkesin kanı olduğu gibi benim de kan damlalarım ve duvarlarında işkence izlerim var. 78 liler vakfının attığı adımlar onurlu ve olumludur. Onları kutluyorum.

10- Bugün geçmişte size yaşatılanlar yüzünden ne tür sıkıntılar yaşıyorsunuz?

Ruh ve beden sağlığınız nasıl? Hayatınızı nasıl geçiriyorsunuz? 5 nolu zindan da yaşamının kısa orta ve uzun bir bölümünü geçiren herkes gibi ben de ciddi şekilde yaralandım. Manevi dünyam yaralıdır. Kollarımın ve vücudumun bir çok yerinde görünen yara dolu işkence izleri bugün yok, ancak acılarım devam ediyor. Manevi ve duygu dünyam sürekli kanayan bir yaradır. Bugün halen kollarımda, koltuk altlarımda Filistin askılarından dolayı acılar var. Geçmeyen bitmeyen acılar. Halen acı çekiyorum. Ciddi bir denge ve görme sorunu yaşıyorum. Ciddi hafıza sorunu yaşıyorum. Her 5 nolu zindan konusu olduğunda ya da onunla ilgili anılar, haberler, isimler geçtiğinde farkında olmadan istemeyerek gözlerim doluyor. Ve hakim olamadığım göz yaşlarım yanaklarımdan aşağı dökülüyor. Bunun adı ağır depresyondur. Bunun adı iç depremdir. Bunun adı iç tsunamidir. 5 nolu zindanların da benim gibi işkence görmüş zulme uğramış yüzlerce binlerce arkadaşın da aynı benzer duygular ve acılar yaşadığına inanıyorum. Çünkü herkesin yüreği ve duyguları yaralıdır. Yangın yeridir. Tedavi oluyorum. Yurt dışında ilaç tedavisi oluyorum. Bütün bunlara bir de göçmen hastalığını ekleyin. Yani uzak olmak ağır hasret duyguları yaşamak.

11- Tüm bu yaşadıklarınıza olana bitene ilişkin son olarak söylemek istediğiniz?

İşkencecilerin sevgisi yoktur. Dünyanın en onursuz ve korkak insanları işkencecilerdir. En onurlu ve namuslu insanlar ise zulme karşı direnenlerdir. Bu röportaj vesilesiyle başta 5 nolu zindanlarında acı çekmiş arkadaşları saygıyla sevgiyle selamlıyorum.

Yaşamlarını özgürlük ve onur için vermekten çekinmeyenleri, her zaman başımın üzerinde tutuyorum ve yüreğimin en güzel yerinde saklıyorum. Onuru ve inancı için kardeşlik ve insanlık düşünceleri için katledilen Hrant Dink arkadaşı saygıyla anıyorum. Onun katledilmesinde duyduğum acı işkence gördüğümde çektiğim acılardan daha fazla oldu. Katledilmesi beni yaraladı. Kabullenemedim. Bir ermeni aydının, gazetecinin varlığına bile tahammül edemediler.

Uzun yıllar sonra Türkiyeli Ermenilerin yaşam ve var olma tarihlerinde ortaya çıkan cesur bir aydını, onurlu bir gazeteciyi, dünyanın en korkak ve kalleş insanları vurdu. O vurulduğunda sanki ben vuruldum. Kürt-Türk-Ermeni ve diğer milliyetlerden emekçilerin, ezilenlerin, aydınların arasında çözülmeyecek hiçbir sorun yoktur. Egemenler efendiler, zalimler kirli ellerini emekçilerin yakalarından bilinç ve vicdanlarından çekerse ülkemiz kardeş yeri olacaktır. Bunun geleceğine inanıyorum. Adalet hastalanabilir ancak asla ölmez.

Kaynak;http://mamasyria.blogspot.fr/2015/12/garabed-demircioglu-diyarbekir-5-nolu.html#!/2015/12/garabed-demircioglu-diyarbekir-5-nolu.html

47783

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

MLPD Merkez Komitesi'nin basın açıklaması:

Alman Federal Yüksek Mahkeme'sinin (BGH),  'Münih Komünist Davası'nda temyiz başvurusunu reddetmesi üzerine, MLPD Merkez Komitesi kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" (Tamer Dursun)

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Bize Cesur İnsanlar Lazım

"Kurtuluş belki de senin gökyüzünü çizdiğin resimlerdir."

Ah cancağızım... vay cancağızım...

Antalya'ya gider sınırı gümrüksüz geçen metalarla fontiye durursun.

Dersim'e gidince de sınırı gümrüksüz geçen metaların nohut üretimini bitirdiğini öne sürerek içki şişelerini...

Fontiye duranların kafasında patlatırsın.

Sıra, korku politik bir davranış olduğundan üretince... öpülmekten... korkar hale getirilen dudakların tüm yaşadıklarını sosyo - ekonomik yapı içerisinde adlandırmasına gelince de....

Ah cancağızım... vay cancağızım...

İnan...

Sayfalar