Perşembe Mart 28, 2024

Garbis Ağparik ile Reportaj (2ci bölüm)

30 Ekim 2014 MGK kararı;"Taş üstünde taş,baş üstünde baş"kalmıyacak

*-Ermeni olmanın zor olduğu, linç kampanyasına dönüştüğü, hakaret olarak algılandığı iyi ve örnek olan bir davranış da var. “Süryani, Ezidi ve Ermenilerden özür diliyorum” diyen Ahmet Türk ile TBMM'de “Ermeni soykırımı için özür dilensin” önerisi sunan Sebahat Tuncel'in çıkışı ileri ve tarihi bir adım değil midir ?

*-Ahmet Türk, Sebahat Tuncel, Akın Birdal gibi isimlerin Anadolu'nun Hristiyan halklarına karşı işlenen ağır suçlardan ötürü özür dilemeleri, tarihi bir adım olarak nitelenmese de ilke olarak elbette olumludur. Türk, DTP Genel Başkanıyken, 30 Aralık 2008’de Midyat’ta Süryani Kültür Derneği’ni ziyaret etmiş ve bu ziyaret sırasında yaptığı konuşmada,

“Tabii ki sancılı süreci Ermeni kardeşlerimiz, Süryani kardeşlerimiz yaşadı. Kürt kardeşlerimiz de bugün aynı ızdırabı çekiyor. Geçmişte Kürtleri diğer kardeşlerimize karşı kullanan bir mantığın olduğunu da unutmadan tarihi çok iyi araştırmak ve o tarihten dersler çıkarmak önemlidir. Belki bu zenginliklerin katledilmesinde bizim de Kürtlerin de parmağımız var. Bugün bir Ermeni ve Süryani kardeşimizi gördüğümüzde onlara bakarken de utanç duyuyoruz” demişti. Ancak, genel olarak özür dileme konusuna yaklaşımda dikkate alınması gereken bazı noktalar var. Bazı burjuva demokrat ve liberal aydınların Aralık 2008’de “Ermenilerden Özür Dileme” kampanyası başlatması ve Ahmet Türk'ün 30 Aralık 2008 gibi görece erken bir tarihte bu sözleri söylemiş olması, bu kampanya metninin çok yetersiz olmasına, Anadolu'nun Hristiyan halklarına karşı uygulanan tehciri ve jenosidi lanetlememiş olmasına rağmen O GÜNÜN KOŞULLARINDA, küçük de olsa ileriye doğru atılmış bir adımdı. Bu kampanyanın başını çeken aydınların Türk Genelkurmayının, gerici burjuva partilerinin ve şoven Türk medyasının linç girişimine hedef olmaları da bunu doğruluyordu. Ancak herhâlde hiç kimse, içeriği artık çoktan aşılmış olduğu bugün, benzer bir metnin olumlu bir nitelik taşıyacağını söyleyemez.

Ahmet Türk ile arkadaşlarının yaptığı ve halklar arasındaki çitleri zayıflatmaya ve güvensizlik duygularını azaltmaya hizmet eden böylesi açıklamaların gerçekten de tutarlı ve daha da ilerletici olmaları için,

a) bireyler ya da ikincil konumdaki örgütler değil, belirleyici konumdaki örgütler adına ve

b) içtenlikli bir eleştiri, özeleştiri ve yüzleşme ruhuyla ve tutarlı bir stratejik bakış açısıyla yapılması gerekirdi. Bunun böyle olmadığını biliyoruz. Nitekim, Öcalan ve PKK, Ahmet Türk ile arkadaşlarının açıklamalarının arkasında durmadığı gibi, bilinen Osmanlı-Türk gericiliği yanlısı tutumunu sürdürdüler. Dahası, legal Kürt partileri de yaptıkları başka açıklamalar ve aldıkları tavırlarla zaman zaman Ahmet Türk'ün 30 Aralık 2008 tarihli açıklamasının da gerisine düştüler. Örneğin 2008-2012 yılları arasında Midyat çevresinde oturan az sayıda Süryani ve onların Mor Gabriel manastırı gibi dinsel tapınakları, arazi gaspları da içinde olmak üzere bir dizi saldırıya hedef oldular. Devletin örtülü desteğiyle yapılan bu saldırıları gerçekleştirenlerin çoğu korucu kökenli Kürt toprak ağalarıydı. Yüksel Genç şu tanıklığı aktarıyordu:

“Sitere Ana, eli kolu ile Midyat'ı anlatıyor. Biz, Süryanilerin buralarda güvenli yaşayıp yaşamadığını sordukça, o çevreyi anlatıyor. Israrlı sorularımız karşısında dayanamayarak, 'Buralarda aşiret var, onlarsa Süryanileri bir de yoksulları eziyor' diyor. Eli ile tarlaları işaret ederek 'Hepsi onların, bizler onların xulamlarıyız' diyor. Süryanilerde ağalığın hiç olmadığını söyleyen Sitere Ana, şimdiki aşiret reisi ağaların aynı zamanda korucu olduğunu anlatıyor. Felemeze Cuma, Felemeze Aslan, Süleyman Çelebi, Abdullah Taş isimli ağaların isimlerini bir solukta sıralıyor. “Ağalardan bahsederken ferman zamanından korktuğunu anlatıyor. Fermanın ise gayrımüslimlerin geçmişte yaşadığı mezalime denk geldiğini daha sonra anlıyoruz... ” (“Tarihten kalan kent: Midyat”, Günlük Gazete, 4 Kasım 2009) Zaten PKK-KCK açısından resmi ve bağlayıcı bir nitelik taşıyan 20 Mart 2005 tarihli “Koma Ciwaken Kurdıstan Sözleşmesi” adlı belgede ise ne bu konuya değinilmektedir; ne de Süryanilerden, Alevilerden, Ezidilerden, Keldanilerden, Ermenilerden vb. söz edilmektedir.

Selahattin Demirtaş'ın. 17-25 Aralık hırsızlık ve soygun olayını mazur göstermeye çalışması bu sakat yaklaşımı doğrulayan bir başka örnektir. Demirtaş, “paralel yapı” kavramının patentinin kendilerine ait olduğunu ileri sürüyordu. Mete Çubukçu'nun aktardığına göre, “paralel yapı” kavramını ilk olarak Mart 2012'de Öcalan'ın kullandığını söyleyerek övünen HDP'nin önceli

BDP'nin (=Barış ve Demokrasi Partisi) Eş Genel Başkanı Demirtaş, Türk devletinin elinde tutsak olan Öcalan'ın bu konuya ilişkin benzer yaklaşımını şöyle özetlemişti:

“17 Aralık bir darbe girişimidir. Geri çekilme sırasında süreçle ilgili ‘yasa’ çıkarılması gerektiğini söylemiştim. Bunu Başbakanı korumak için değil sürecin selameti açısından önermiştim.” (“Demirtaş: Ateşe benzin dökmeyeceğiz”, T24, 13 Ocak 2014) Devletin denetimi altındaki Öcalan'a ve kendisini onun dediklerine uymakla yükümlü sayan Demirtaş'a göre, 17 Aralık 2013'te ortaya çıkan rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk olaylarının üzerine gitmek ve bunların hesabını sormak, ateşe benzin dökmek, yani ülkedeki silâhlı çatışmanın sürdürülmesinden yana olmak demekti!

Az-çok tutarlı bir ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye sınırları içinde yaşayan ve 100 yıl önce Kürt aşiretlerinin başat rol oynadığı kıyımlara hedef olmuş ve şimdi bir avuç kalmış olan bu Hristiyan halkın bugün yaşamakta oldukları haksızlıklara karşı NET VE EYLEMLİ bir tutum alması gerekirdi. Tabii bir de yörenin Kürt halkını bu konuda aydınlatması ve onu, bu gerici politikalara alet olmaması için uyarması. Oysa Kürt ulusal hareketi ve onun çatısı altında yer alan örgütler ve onların yöneticileri bu konuda doğru dürüst bir açıklama bile yapmamışlardır. Bu bakımdan, sözü edilen özür dilemelerin içtenliği ve tutarlılığa konusunda ciddi şüphelerin olması son derece doğal. Zaten; Osmanlı ve Türk gericiliğinin kirli ve kanlı mirasına sahip çıkmak ile bu gericiliğin kurbanlarından biri olan Süryani halkına sahip çıkmayı kim, nasıl ve hangi yüzle bağdaştırmaya kalkabilir ki? Burada bir kez daha PKK'nın yapması gereken ve temel önem taşıyan seçimle karşı karşıya geliyoruz: KURBANDAN MI YANA OLUNACAK, YOKSA SALDIRGANDAN YANA MI TAVIR ALINACAK?

*-Erdoğan'ın başkan olabilmesi için 30 Ekim 2014 tarihinde tarihin en uzun 10,5 saat süren MGK toplantısında “taş üstünde taş, baş üstünde baş” kalmasın şeklinde konuşulan ve 2015 Temmuz ayından itibaren başlayan “çöktürme planı” uygulamaya konuldu. İller yıkıldı-yakıldı, tehcir edildi. Acaba Erdoğan'ın bu siyaseti görülmedi mi ?

*-Ben konuya Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrimi açısından bakıldığında PKK'nın “hendek siyaseti” denen taktiğe geçmesinin hatalı olduğunu ve Türk burjuva devletine Kuzey Kürdistan'da saldırıya geçme ve Kürt halkına karşı daha kapsamlı suçlar işleme olanağı verdiğini düşünüyorum. Evet, R. T. Erdoğan sürdürdüğü sözde barışçı çözüm görüşmelerinin kendi kitle desteğini arttırmak bir yana azalttığını gördüğü, büyük ölçüde hizaya getirilmiş olan askerlerle arayı düzeltmeyi hesapladığı ve Kürt halkının Rojava'da önemli mevziler elde etmesinden rahatsız olduğu koşullarda bir bahane bulup masayı devirecekti zaten. Ancak PKK'nın, bir süredir yürüttüğü “yumuşak saldırı” politikasını bir yana bırakıp, “hendek siyaseti”nin sembolize ettiği meydan okuma tutumuna geçişi, devletin işini kolaylaştırdı. Oysa Kürt ulusal hareketinin 1980'lerde ve 1990'larda yürüttüğü haklı silâhlı direniş sonucunda elde ettiği bir dizi önemli mevzi vardı. O, bu mevzilere dayanarak ve Türk yöneticilerini değil, Türk halkını ve devrimci ve demokratik güçlerini muhatap alarak sürdüreceği siyasal sergileme çalışması, kitle eylemleri ve diğer yöntemlerle AKP gericiliğini izole edecek ve Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda bulunacak bir strateji benimseyebilirdi. Ama, legal Kürt partilerinin bu doğrultudaki çabalarına ve kendisinin zaman zaman yaptığı tersi yöndeki açıklamalarına rağmen PKK, ne R. T. Erdoğan Temmuz 2015'de Dolmabahçe Mutabakatını reddedene kadar böyle bir taktiksel çizgi benimsedi ve ne de, devletin IŞİD ile ortaklaşa kıyımlara giriştiği Temmuz 2015 sonrası dönemde. Şimdi bunun olası nedenleri üzerinde duralım.

PKK liderlerinin devletin “hendek siyaseti” böyle bir tepki vereceğini beklemiş olmalılar. O hâlde onlar acaba neden böyle bir taktiksel adım attılar? Bunu şöyle yorumlayabiliriz. Daha önceleri, Kürt ulusal hareketi içinde iki ana eğilim olduğunu yazmış, örneğin, 2006'da kaleme aldığım bir yazıda Öcalan'ın daha 1999'da İmralı cezaevi yönetimi aracılığıyla gönderdiği bir yazıda Türk egemen sınıflarını şöyle uyardığını belirtmiştim:

“Yapabileceğim, gücüm oranında özellikle PKK’den kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük dış güce, kişiye çıkar aracı hâline gelen bu gidişe dur demektir... Devlet seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o kulvara doğru da yuvarlanıyor...

“Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin -illa beni veya PKK’yi resmen muhatap kabul etsin demiyorum- uygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi hâline gelmiş bu silâhlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu

anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor... Irak, Kuzey Irak her şeyden önce Türkiye’nin zayıf karın bölgesidir. Darbe er veya geç oradan vurulmaya çalışılacaktır... İşbirlikçi Kürt oluşumu ne kadar Türkiye’nin denetiminde de olsa bu haliyle er veya geç Türkiye’nin aleyhinde en önemli rolü oynayacaktır. Çünkü kullanılmaya çok müsaittir. Bu oluşumun bu biçimiyle doksanlar sonrasında oluşumu; dünya dengeleri içinde Sovyetlerin çözülüşünden sonra Türkiye’nin kaçınılmaz olarak yükselecek konumunu, bölgedeki etkinliğini frenlemek, hatta kendine bağlamak için çok yönlü geliştirildiğinden kuşku duymamak gerekir... Olan da şimdiden bu demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKK’yi de parselleme planlarını hazırlamışlardır...” (Özgür Politika, 7 Temmuz 1999) Daha sonra ise şu saptamayı yapmıştım:

“Bu bölünmeyi Abdullah Öcalan’ın 'Türkiyeci', yani Türk egemen sınıflarıyla uzlaşmadan ve onlara hizmetten yana çizgisi ile Güney Kürdistan’da mevzilenmiş olan PKK yönetiminin 'ABD-İsrail yanlısı', yani bölgedeki yeni durumdan ABD ve İsrail’i yaslanarak ve onların yönlendirmesi altında politika yapma çizgisi arasında bir ayrışma olarak nitelendirmek yanlış olmaz.” (“Bebek ve çocuk katilleri!/ 3 Mayıs saldırısı ve düşündürdükleri”, 10-13 Mayıs 2006)

1999 öncesinde de Öcalan; bazan AB ve ABD emperyalistlerine ve bazan da tam tersine, Türkiye'de iktidardaki siyasal partiye ve Genelkurmaya “Kürt sorununun” çözümü için çağrılar yapıyordu. Kökeni Öcalan'ın serbest olduğu döneme dayanan bu bölünmenin bugün de sürdüğünü düşünüyorum. Ancak bu söylediğimden, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış ve başını farklı kişilerin/ liderlerin çektiği iki fraksiyonun olduğu anlaşılmasın. Kastettiğim, son derece pragmatik olan PKK yönetiminin, Ortadoğu'daki siyasal ve askerî güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak, kâh -ABD, Britanya, Fransa, Rusya gibi emperyalist devletlerle, kâh Türkiye, İran, Irak gibi bölge güçleriyle uzlaşma ve birlikte davranma eğilimi içinde olması. (Öcalan tutsak konumda olduğu için “anti-emperyalist” bir tutum takınmakta ve sorunun Türk devleti ile PKK vb. arasındaki görüşmeler yoluyla çözümünü savunmaktadır.)

ABD'nin 2003 yılında Irak'a saldırmasından bu yana Ortadoğu'da güç dengelerinin önemli ölçüde değiştiğini ve bütün bu gelişmelerin PKK'nın konumunu güçlendirdiğini söylemiştim. Bu görece elverişli koşullarda Kandil'deki PKK liderlerinin Kuzey Kürdistan'daki Kürt halkının da özerklik-bağımsızlık doğrultusunda adımlar atma doğrultusunda cesaretlendirmesi nesnelerin doğası gereğidir. Her ulusal hareketin hedefi kendi ulusal devletini kurmak olduğuna göre kimse de bundan dolayı PKK'yı suçlayamaz ve suçlama hakkına da sahip olamaz.

Sonuçta, 2015 Temmuzunda başlayan ve aylar süren sokağa çıkma yasakları uygulayan, kentlere ve ilçelere top, tank ve uçaklarla saldıran Türk burjuva devletinin vahşetine bir kez daha tanık olmamıza yol açan bir savaş yaşadık. Çok sayıda Kürt sivilin, gencinin ve savaşçısının yanısıra gene çok sayıda Türk asker ve güvenlik görevlisinin ölümüne, yüzbinlerce insanın yıkılan ve yakılan evlerini ve mahallelerini terketmesine yol açan bu savaşın en önemli sonucu ise Kürt ve Türk halkları arasındaki güvensizliğin daha da artmış ve iki halk arasındaki mesafenin daha da açılmış olmasıdır. Bu bakımdan Türk gericiliği, “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmama” sloganı eşliğinde yürüttüğü bu operasyondan askerî bir zaferle çıkmadığı gibi, siyasal bir yenilgiyle de çıkmıştır. “Hendek siyaseti”ni onamasa ve sonuçlarından ötürü yakınsa da, bölgenin Kürt halkının, Türk devletinin yönetimi altında az-çok huzurlu bir yaşam süremeyeceği yolundaki kanısı daha da pekişmiştir. Öte yandan, ABD ve AB emperyalistlerinin ve özellikle de Siyonist İsrail'in, Kürt-Türk fay hattı da içinde olmak üzere Türkiye'nin fay hatlarının daha da gerilmesini ve bir kırılmaya doğru gitmesini ellerini uğuşturarak seyrediyor olmaları olasılığı yüksektir.

Söylemiş olduğum gibi PKK, -demokratik konfederalizm ve devletsizlik üzerine yapılan tüm anlamsız ve demagojik gevezeliklere rağmen- bir ulusal devlet kurma doğrultusunda yürümektedir ve onun bu çabası da ilkesel düzeyde tamamen meşrudur. Kurulacak bir Kürt devletinin işçi sınıfının ve diğer yoksul katmanların önderliğinde olmasından yana olan Marksist-Leninistler bu devletin emperyalist gericiliğin bir aleti olmamasını dilemekten ve özellikle bu ikinci tehlikeye dikkat çekmekten öte pek bir şey yapamazlar.

*-Hendek ve barikatları mana ederek, bütün güçleri ile sözde NATO'nun en güçlü ordusunu, Kürt gençleri, YPS üzerine süren, halkını uçaklarla bombalayan Erdoğan'ın bunda da askerî ve siyasî olarak yenilmesinden sonra, çıkış yolu olarak Çözüm sürecini tekrar başlatabilir mi ?

*-Siyasal ömrünün uzun olmadığını söyleyebileceğimiz Erdoğan kliğinin, olanca pragmatizmine ve ikiyüzlülüğüne rağmen, görünür gelecekte, yeni bir ikiyüzlü çözüm sürecine yanaşacağını tahmin etmiyorum. Tam tersine o, Türkiye'nin Kürt-Türk, laik-şeriatçı ve Alevi-Sünni diya tanımlayabileceğimiz temel fay hatlarını daha da fazla kaşıyacak ve koyu ve azgın Türk milliyetçiliğini ve Sünni mezhepçiliğini daha da çok kışkırtacak, hatta farklı toplumsal katmanlar arasında çatışmaları körükleyecektir. AKP'nin önümüzdeki aylarda/ yıllarda yapılacak seçimler ve referandumlarda, kendi oy kanamasının etkisini gidermek için, koyu Türk milliyetçisi söylemini sürdüreceğini ve böylelikle -zaten yöneticileri kendisine biat etmiş olan- MHP'nin oylarını kendi partisine akıtmaya ve Erdoğan'in edimsel başkanlık statüsüne resmi bir nitelik kazandırmaya çalışacağını düşünüyorum.

*-Daha doğrusu uluslararası sorun haline gelen, önderi rehin alınan bir halkı düşünün. Kürt meselesinin artık bu saatten sonra sizce çözüm yolu nedir? Nasıl çözülecek ?

*-Kürt sorununun, Kürt halkının yaşadığı bütün ülkeler için tek ve ortak, hatta benzer bir çözümü olmayabilir. Pek çok bölge-içi ve bölge-dışı faktörün etkilediği ve gücün karıştığı Kürt sorununun nasıl ve ne yönde gelişeceğini tahmin etmek çok zor. Kendimizi Kuzey Kürdistan'la sınırlayacak olursak, kabaca iki seçenekle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, Türkiye'de güçlü bir işçi-gençlik-emekçi dalgasının ortaya çıkması ve bir devrimci iktidarla sonuçlanmasa da siyasal gericiliği köşeye sıkıştırması ve Türk şovenizmini geriletmesi seçeneğidir. Bu olasılığın gerçekleşmesi durumda, nüfusunun önemli bir kısmı Batı'da yaşamakta olan Kürt halkının ulusal ve demokratik talepleri karşılanır ve değişik ulus, milliyet ve mezheplerden işçi sınıfının daha ileri atılımları için yol düzlenir. İkinci seçenek ise, Erdoğan kliğinin izlediği ve hâlihazırda kalın kafalı, miyop ve korkak Türk burjuvazisi ve bürokrasisinin kölece peşinden sürüklenmekte olduğu felaket senaryosudur. Sonucu, Türkiye'nin parçalanması ya da büyük ölçüde zayıflaması olacak olan bu seçenek, Kuzey Kürdistan'ın edimsel bir bağımsızlık ya da en azından özerklik kazanmasıyla sonuçlanacaktır. Yaşama geçmesi halinde bu seçeneğin, Kuzey Kürdistan'da devletin geniş kapsamlı askerî operasyonları, PKK'nın karşı saldırıları ve Batı'da yaşamakta olan Kürt halkını hedef alan ve binlerce/ onbinlerce insanın yaşamını yitireceği pogromlar ve kitlesel linç kampanyaları eşliğinde ilerleyeceği ve iki halk arasında aşılmaz duvarlar örülmesine yol açacağı söylenebilir.

*-Kürt ulusal Hareketinin dört parçada vermiş olduğu mücadeleden muazzam şekilde güçlenerek çıkması, Rojava'da azınlık halkların Süryani, Arap, Ezidi, Türkmen'lerin dahi koruyucusu durumunda olması, Türkiye'de yine ağır eksik olsa da bir HBDH'nin kurularak solcuların, aydınların, akademisyenlerin koruyucusu olarak İŞİD ve İslam faşizmine karşı mücadelesini nasıl görüyorsunuz ? Aksi hâlde İŞİD Türkiye'de at oynatır durumda olmayacak mıydı ? Rojava'da PYD önderliğinde verilen mücadelenin haklı ve demokratik bir muhtevası var. Fakat PYD'nin ABD ve Rusya gibi devletlerle ilişkilerini nasıl görüyorsunuz ?

*-Türkiyeli devrimci örgütlerin PKK ile taktiksel bir bağlaşma kurmasına kimse itiraz edemez. Sorun burada değil. Sorun, Marksizmi rehber aldıklarını ileri süren Türkiyeli devrimci örgütlerin, PKK'nın burjuva-milliyetçi bir hareket olduğunu unutmaları ve onunla STRATEJİK BİR BAĞLAŞMA kurabileceklerini sanmaları. Komünist ya da tutarlı devrimci örgütler, kendi siyasal ve örgütsel bağımsızlıklarını korumaya özen göstermek kaydıyla, pekala PKK gibi bir burjuva-milliyetçi bir hareketle belli bir süre birlikte yürüyebilirler. Bir başka anlatımla onlar, Marksizm-Leninizmin ulusal soruna ilişkin yaklaşımını savunmak, ezilen ulus milliyetçiliğine karşı da ideolojik ve siyasal bir savaşım yürütmek ve -tabii güçleri yetiyorsa- Kürdistan proletaryasını ulusal hareketten bağımsız olarak örgütlemekle yükümlüdürler. Bunu yapmadıkları takdirde bu devrimci örgütler, özellikle de şimdi olduğu gibi PKK ile kendileri arasındaki büyük güç dengesizliğinin de etkisiyle, ezilen ulusun burjuva-milliyetçi bir hareketinin etki alanına girebilir, hatta onun kuyruğu haline gelebilirler. Ne yazık ki bugün, kendisini Kaypakkaya'nın öğrencileri olarak gören devrimci örgütler de içinde olmak üzere pek çok devrimci örgüt Kaypakkaya'nın ulusal soruna ilişkin şu saptamasını yellere savurmuştur:

“Her şeyden önce şunu belirtelim ki, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası burjuva milliyetçiliğinin bayrağı altında yer almayacaktır. Stalin yoldaşın ifadesiyle, ‘Bilinçli proletaryanın denenmiş olan kendi bayrağı vardır ve onun burjuvazinin bayrağı altında safa girmesinin gereği

olamaz.’

“İkinci olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası işçi ve köylü yığınlarını kendi bayrağı altında toplamaya çalışacak, bütün emekçi sınıfların sınıf mücadelesine önderlik edecektir. Türkiye devletini kendisine temel alarak, Türkiye içindeki bütün uluslardan işçileri ve emekçileri ortak sınıf örgütleri içinde birleştirecektir.

”Üçüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası Kürt milli hareketinin Türk hakim sınıflarının zulmüne, zorbalığına ve imtiyazlarına yönelen, her türlü milli baskının kalkmasını ve milletlerin eşitliğini hedef alan genel demokratik muhtevasını kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir. Diğer ezilen milliyetlerin aynı yöndeki hareketlerini kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir.

“Dördüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 226-27) Peki bugün, kendisini Marksist-Leninist ya da Maoist olarak nitelendiren devrimci örgütlerden hangisi PKK'yı bu bakış açısıyla eleştirebilmektedir? Bilebildiğim kadarıyla hiçbiri.

Diğer çok önemli bir nokta ise şu: Kuruluşu 12 Mart 2016'da açıklanan HBDH (=Halkların Birleşik Devrim Hareketi) içinde yer alan devrimci gruplar, Türkiye'de bir devrim yapmayı, büyük burjuvazinin iktidarını yıkmayı ve bir işçi-emekçi iktidarı kurmayı amaçladıklarını söylüyorlar. Evet, PKK liderleri de güncel açıklamalarında AKP faşizmine karşı olduklarını yer yer belirtiyorlar; ancak onlar bambaşka bir stratejik yaklaşıma sahipler. Yukarda en yetkili ağızlardan aktardım, ama bir kez daha anımsatayım: Bu stratejinin özü asla devleti yıkmak değildir; o, sadaka kabilinden birkaç reform karşılığında PKK ile Türk gericiliği arasında bir bağlaşma kurmak, ”PKK'nin askerî savaş olanakları”nı ”çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine” (A. Öcalan) sokmak ve bu yolla ikincisinin yayılmacı ve yeni Osmanlıcı hayal ve ihtiraslarının gerçekleşmesine yardımcı olmaktır. PKK ve HDP liderlerinin zaman zaman kendilerini “cumhuriyetin kurucu unsurları” olarak tanımlamaları da işte bu zihniyetin bir yansıması ve anlatımıdır.

Peki, HBDH içinde yer alan devrimci gruplar PKK'nın da desteklediği Türk yayılmacılığından yana bir tutum alacaklar mı? Ya da onun Yavuz Sultan, Mustafa Kemal gibi gerici siyasal figürlere düzdüğü övgüleri kabul onayacaklar mı? Çok büyük olasılıkla hayır. Bu neredeyse taban tabana karşıt iki farklı stratejik yaklaşımın bağdaştırılması olanaksızdır. Bu durumda, HBDH adını taşıyan girişimin, taktiksel düzeyde ortak işler yapma dışında hiçbir geleceği olamaz. Türkiyeli devrimci gruplarla PKK arasında daha alçakgönüllü ve daha dar kapsamlı birliktelikler olabilir elbet ve mutlaka olmalıdır da. Yineliyorum: Bu eleştirel saptamalarım, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da ilerici hareketin ana gövdesini oluşturan Kürt ulusal hareketinin varlığı ve gücünün taktiksel düzeyde büyük bir önem ve değer taşıdığı gerçeğiyle çelişmez. Ama bunun ötesine geçmeyi hayal etmek ve olmadık beklentilerle sarhoş olmak, yukarda değindiğim güç dengesizliğinin de etkisiyle ancak derin bir hayal kırıklığına ve tasfiyeci bir ruh halinin egemen olmasına yol açabilir.

*-15 Temmuz darbe girişimi başarıya ulaşmadı. Bu darbe girişimini nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye'de son gelişmeler salt iç sorunlara mı tekabül ediyor? Yoksa dış gelişmelerin de rolü var mı ?

Ortadoğu'da ABD tarafından TC'ye yüklenen “ılımlı İslam politikası” yakın zamanda genelde uygulanıyordu. Ancak emperyalistler tarafından Ortadoğu'nun yeniden dizayn girişimi giderek Rojava ve Kürt sorununu kapsamına alması, TC Devleti'ni rahatsız mı etti? Bir başka deyişle TC, 1923'de çizilen “Kırmızı Çizgi”nin bozulma olasılığı sendromuna mı kapıldı?

*-Darbe girişiminin hemen ardından yazdığım 17 Temmuz tarih ve “15-16 Temmuz darbe girişimi

ve devrimci tutum” başlıklı makalede HDP'nin AKP, CHP ve MHP ile ortak deklarasyon yayınlamasını ve devrimci grupların, “Her ikisi de kahrolsun! ” biçiminde özetlenecek bir tavır almalarını yanlış bulduğumu belirtmiş ve şöyle demiştim:

“... Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ'ın HDP adına 'HDP, her koşulda ve ilkesel olarak her tür darbeye karşıdır' biçiminde bir açıklama yapmakla yetinmesi ve İslami-faşist AKP, faşist MHP ve Kemalist gerici CHP ile birlikte darbe girişimini kınayan ortak deklarasyona imza atması doğru olmamıştır...

“HDP'nin 15-16 Temmuz darbe girişimin kınaması anlaşılabilir. Ancak HDP açısından doğru olan; Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının düşmanları ve katilleriyle ortak bir deklarasyona imza atmak yerine, kendi imzasıyla bir açıklama yapması ve burada, 15-16 Temmuz darbe girişiminin yanısıra Türkiye Kürdistanı, Türkiye, Suriye, Irak, Yemen, Libya gibi ülkelerde Türk gericilerinin de aktif katkısıyla işlenen cinayetleri ve kıyımları da kınamasıydı.

“Devrimci grupların açıklamalarına dönecek olursak şunu söyleyebilirim: Aslında bu ve benzer sözleri söylemek, hiçbir şey söylememek ve dahası hiçbir şey söylemediğini gözlerden saklamak anlamına geliyor. Bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların çıkarlarını savunan Marksistler ve tutarlı devrimciler, hangi yolla işbaşına gelmiş olursa olsun burjuva iktidarının bütün biçimlerine (anayasal monarşi, askerî ya da faşist diktatörlük, burjuva demokrasisi vb.) karşıdır. Onlar, büyük çoğunluğu gerici nitelik taşıyan askerî darbelere de karşıdırlar... Bu kadarını her devrimci sempatizan zaten bilmektedir...

“Ordu, yargı ve devlet aygıtı içinde Fethullah Gülen yanlılarının varlığı bir gerçek; ancak onların etki ve gücünün -bilinen nedenlerle- AKP gericiliği tarafından ölçüsüzce abartıldığı ve Erdoğan'a tam olarak biat etmeyen herkesin; 'vatan haini', 'terörist' vb. olarak nitelenmesinin yanısıra 'Gülenci' vb. olarak damgalandığı da bir gerçek. 15-16 Temmuz darbe girişiminin Erdoğan kliğinin, TSK içinde yapmaya hazırlandığı geniş-ölçekli tasfiye operasyonuna karşı bir çıkış olduğu anlaşılıyor...

“Peki, karşı tarafta kim var? Nedense herkesin unuttuğu bu gerçeği bir kez daha anımsatmak zorundayım: Karşı tarafta;

a) Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde en büyük yolsuzluk, yağma, hırsızlık ve rüşvet olaylarının mimarı,

b) Devlet aygıtının hemen hemen tümünü eline geçirmiş ve varolan anayasayı ve burjuva hukukunu açıkça ve pervasızca ayaklar altına almış,

c) TBMM'ni içi boş bir kabuğa dönüştürmüş ve burjuva muhalefet partilerine bile katlanamadığını söylemi ve eylemiyle kanıtlamış,

d) Türkiye'yi, evlere hapsedilen kadınlarına ve işçilerine karşı işlenen cinayetlerde rekorlar kıran bir ülke haline getirmiş,

e) Alevileri, Kürtleri ve bağnaz Sünni olmayan herkesi açık ya da potansiyel düşman ilan eden, dinsel gericilik ve bağnazlığı toplumsal yaşamın bütün alanlarına yaymak için sistemli bir çaba harcayan ve ve harcamakta,

f) En masum ve sıradan bir eleştiri ya da protestoyu bile terör eylemi olarak gösteren ve polis zoruyla bastırmayı sıradan bir davranış haline getirmiş ve dolayısıyla ülkede adı konmamış bir İslami-faşist rejim kurmuş,

g) Türkiye'nin doğal çevresini ve tarihsel dokusunu kendisinin ve yakınlarının bitmek tükenmek bilmez kar hırsının kurbanı haline getirmiş ve en önemli kuruluşlarını özelleştirerek yabancı şirketlere satmış,

h) Son aylarda Türkiye Kürdistanında yaptığı kıyım operasyonlarında binlerce, onbinlerce Kürt emekçisini ve gencini acımasızca katletmiş ve onların yaşadığı köy, mahalle ve ilçeleri birer yıkıntıya çevirmiş,

i) Beslediği, eğittiği, donattığı cihatçı çeteleri ve Suriye ve Irak'a gönderen ve yüzbinlerce Arap, Kürt, Ezidi, Hristiyan vb. insanın ölümünden ve bu ülkelerin doğal kaynaklarının vb. yağmalanmasından doğrudan sorumlu,

j) Türkiye ve Kürdistan'ı, Suriye, Irak vb. ülkelerden kaçan ve çoğu, bu ülkelerden gelen/ kaçan mülteciler arasında yuvalanan onbinlerce teröristin ve onların çeşitli düzeylerdeki yöneticilerinin karargahı haline getirmiş,

k) Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Ukrayna'da en gerici ve en şoven parti ve gruplarla ilişki kurarak savaş kışkırtıcılığı yapmış ve yapmakta vb. olan azgın gerici bir klik var.

“Bu durumda Erdoğan kliğinin, en azından son birkaç yıldır Türkiye ve Kürdistan halklarının BAŞ DÜŞMANI olduğu açıktır. O hâlde bu kliğin devrilmesi ve iktidardan uzaklaştırılması; Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının zararına değil, yararınadır. Erdoğan kliğinin devrilmesi ve iktidardan uzaklaştırılması; en azından ABD emperyalistlerinin onu destekleyen ve neo-con olarak bilinen neo-faşist fraksiyonuna, Britanya ve Fransa emperyalistlerine, Siyonist İsrail'e ve onların da teşvik ve desteğiyle Suriye ve Irak'ı yangın yerine çeviren ve Rojava halkı da içinde olmak üzere bu ülkeler halklarına karşı savaşan İslami terör çetelerine ağır bir şamar vurulması sonucunu verebilir. Ne yazık ki, kendisini solda gören pek çok insan karşımızda; Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki bir dizi devletin sınırlarının değiştirilmesini ve bu bölgelerdeki devletlerin birbirleriyle çatışması ve zayıflatılmasını öngören Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olduğunu bir çok kez açıkça söylemiş olan bir kişi ve tümüyle onun güdümüne girmiş bir Türk burjuva devletinin olduğunu unutmuş gibi.

“Daha da beteri; 15-16 Temmuz darbe girişimini lanetleyenler ya da bu darbecilerle AKP gericiliğini AYNI ÖLÇÜDE tehlikeli görenler asıl darbenin ŞİMDİ başladığının farkında değil gibiler. 17 Temmuz itibariyle iki Anayasa Mahkemesi üyesi, 140 Yargıtay, 48 Danıştay üyesi ve 40'ı general olmak üzere 2800'den fazla asker gözaltına alınırken 2745 HSYK üyesi yargıç ve savcı da açığa alındı. Önümüzdeki günlerde bu tutuklama dalgasının genişleyerek süreceğini, başta HDP milletvekilleri olmak üzere tüm muhalif milletvekillerini kucaklayacağın, muhalif TV istasyonları ve gazetelerin susturulacağını ve giderek her tür muhalefetin ortadan kaldırılacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Tabii tabandan gelen bir anti-faşist direniş olmazsa.”

O günden bu yana yaşanan gelişmelerin bu saptamalarımı doğruladığı ve bu darbe girişiminin OHAL adı verilen sıkıyönetimi sürekli kılmanın gerekçesini oluşturduğunu ve Türkiye'de İslami-faşist bir dikta rejiminin kurulması sürecini tamamladığı ortadadır.

Bu darbe girişimi elbette Ortadoğu'da yaşanan gelişmelerle ve Türk gericiliğinin bu süreçte oynadığı rolle çok yakından ilişkilidir. Özellikle Türkiye gibi bu bölgede yaşanan çatışmalara doğrudan ya da dolaylı olarak karışan ve sadece burnunu değil, neredeyse tüm gövdesini sokan bir ülke sözkonusu olduğunda iç ve dış faktörleri ayrıştırmak son derece zordur. Türkiye; sadece Suriye ve Irak'ın değil, Libya, Yemen, Mısır gibi ülkelerin iç işlerine de karışmış, Suriye'de ve diğer Ortadoğu ülkeleri üzerinde yeni Osmanlıcı bir hegemonya kurma düşleri görmüş, kendi topraklarını Müslüman Kardeşler'in ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi İslami terör örgütlerinin barınağı ve üssü haline getirmiş, bu örgütlerin ülkenin her yanında açık-gizli hücrelerinin kurulmasına ve hatta yüzlerce insanın yaşamına mal olan terör eylemleri yapmalarına izin vermiş, Suriye'yle olan sınırını tümüyle açarak dünyanın her yanından gelen İslami terör gruplarının Suriye ve Suriye Kürdistanı'na saldırmasını sağlamış, Rojava'da oluşan Kürt egemenlik alanını ve Kuzey Kürdistan halkını kendisi için bir tehdit olarak görmüş, Suudi Arabistan ve Katar gibi ABD emperyalizmine tümüyle bağımlı koyu gerici rejimlerle sarmaş dolaş olmuş, Ortadoğu'da Sünniliğin bağnaz bir yorumuna dayanan mezhepçi bir politika izlemiştir. Bütün bunlar olmasaydı böyle bir darbe girişimi olmaz ve olamazdı.

*-9 Haziran Özgür Politika gazetesinde Nurettin Demirtaş'ın kaleme aldığı talihsiz köşe yazısında Ermeniler için “Ermenistan cezaevinden çıkanların yanında Ermeni dostluğundan bahsetmeye korkuyor insan”, “Gerek PKK gerillası kılığına girerek, gerekse bizzat Türk komandoları adıyla yüzlerce cinayet işlendiği kanıtlıdır”, “Hakkari tarafında en küçük çocukları dahil birçok Kürt aileyi imha ettik daha da öldürmeye devam edeceğiz. Ağrı, Van ve diğer yöreleri elinizden alacağız” dedikleri, neden böyle bir yazı yazılmış olabilir? Ve verilmek istenen mesaj nedir ?

Bu konuyu ve Demirtaş'ın fantastik öyküsünü, 18-19 Haziran tarih ve “PKK/ KCK'nın açmazı ve Nurettin Demirtaş'ın yaveleri” başlıklı yazımda ele almıştım. Demirtaş'ın, bu “Ermeni mezalimi”

öyküsü üzerinden vermek istediği mesaj, Öcalan'ın ve diğer PKK liderlerinin vermek istediği mesajın ta kendisidir. Bu kişinin, çok büyük bir olasılıkla PKK liderlerinin direktifiyle kaleme aldığı bu yazısında, “KCK Eşbaşkanı Bese Hozat”ın “çok isabetli şekilde, milliyetçi-komplocu lobi faaliyetlerinin tehlikesine dikkat çektiğin”e işaret etmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Yazımda onun, Türk gericilerinin yayılmacı ve yeni Osmanlıcı hayal ve ihtiraslarıyla örtüşen bu mesajını şöyle değerlendirmiştim:

“N. Demirtaş'ın bu çıkışını bireysel bir tutum olarak değerlendirmek de yanıltıcı olacaktır. Kürt ulusal hareketi içinde, OLUMSUZ temelde, yani hem Anadolu'nun Hristiyan halklarına, hem Ortadoğu halklarına ve hem de Kürt halkının gerçek çıkarlarına karşıtlık temelinde bir Türk-Kürt birliği/ bağlaşması zihniyeti öteden beri vardı ve var olmaya da devam ediyor...

“Özetle Kürt ulusal hareketi Öcalan'ın ağzından bölge halklarına şunu söylemiş oluyor:

“ 'Ey, Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları! Biz Kürtler Türklerle stratejik bir birlik/ bağlaşma oluşturacak ve Türkiye'yi Ortadoğu'nun en güçlü ve lider ülkesi yapacağız. Ve biz sizin üzerinizde Osmanlı'nın kurduğuna benzer bir egemenlik kuracağız. Ama küçük bir farkla; biz sizi feodal bir tarzda değil, demokratik bir tarzda fethedeceğiz.' Öcalan'ın ve diğerlerinin, geçmişte Alparslan'ın ve Yavuz Sultan Selim'in kazandığı tarihsel çarpışmalara göndermede bulunması tam da bu fetih/ işgal eğilimini anlatıyor... Ama, demokrasi ile -başka türlü olamayacak ve ancak silâh zoruyla gerçekleştirilebilecek olan- fetih'in birbirini dıştaladığı açıktır.”

Bu fetih/ işgal projesinin ancak ve ancak bir dizi silâhlı çatışma ve savaş yoluyla gerçekleştirilebileceği dikkate alındığında PKK'nın barışa ve barıştan yana olduğuna ilişkin sonugelmez savları inandırıcılığını yitirmekte ya da en iyimser anlatımla Ortadoğu'nun fethi amacıyla kurulacak bir gerici birliktelik/ ittifak, bir Pax Ottomanica (=Osmanlı barışı) anlamına gelmektedir. (Devam edecek)

45851

Sınırlı bir yaşamı sınırsız bir davaya adayanlara bin selam!

 

“ YÜKSEKLER ASLA FETHEDİLEMEZ ETEKLERİNDE MEZARLAR YOK İSE”  

Mille salutations a ceux

 

QUI ONT PRÉCONISÉS UNE VIE LIMITÉE POUR LA LUTTE !

"Rien ne s’obtient sans effort et sacrifice"

La lutte des classes continue sans cesse à travers le globe.

 

Yarım Fokoculuktan Tam Fokoculuğa Geçişin Teorisi

MKP 3. Kongresini yaptı ve Kongre belgelerini yayınladı. Kongrelerini başarıyla sonuçlandırdıkları için devrimci mücadelelerinde başarılar diliyor ve kutluyorum.

 

Kendini Kaf dagında zanneden bir çeyrek "aydın"Haydar Karataş

Bazen zorunluluklarla, bazen tesadüflerle, bazen daha iyi bilen birisinin yönlendirmesiyle bazı kişiler bilgilenme anlamında yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyinden kendilerini daha ileriye taşırlar, gerek bilgiyi fethetmenin verdiği haz(“mutluluk fethetmektir.” Engels) gerekse de öğrendikçe doğa ve toplum karşısında özgürlük duygusunun güçlenmesi,  bu bazı kişilerde,  bilgilenmeyi bilinçli bir eyleme dönüştürür.( “insan bilmediklerinin esiridir, öğrendikçe özgürleşir” spinoza)  ve düşün dünyasının büyümesiyle, olgulara, olaylara, nesneye diğerlerinden farklı olarak daha geniş açılardan ba

Roboski: Taammüden devlet katliami!

SORU(N)LAR “RAİSON D’ETAT”SINDAN VAZGEÇMEYEN TUTUM YALANLAR, YALANCILAR “GERÇEK” ROBOSKÎ HÂLİ AKP: “CİNAYET VAR (DA), CANİ YOK(MUŞ)”?! (S)ÂKÎL -BEYAZ- KÜRTLER MUHATAPLAR YORUM(LAR) HUKUK(SUZLUK) ADALET DEĞİLDİR! “NE OLACAK” MI? ROBOSKÎ: TAAMMÜDEN DEVLET KATLİAMI![*]

“Herkesin bir gideni vardır, İçinden bir türlü uğurlayamadığı…”[1]

Veysi Altay’ın yönettiği ‘Faîlî Dewlet’ adlı belgesel, Cizre’de 90’lı yıllarda devlet eliyle işlenmiş cinayetleri anlatır ki, Roboskî de bu “realite”den bağışık değildir…

Deli dumrul'un "kentsel dônüm"ü yada yolsuzluk rantin ikizkardesidir

“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”[1]

Şaşırmadınız, değil mi?

Şaşırmış gibi yapmanıza da gerek yok.

Ne de olsa, AKP medyasının her şeyden çok anlayan, her şeyi en iyi bilen gülücüksüz prenslerinden, her şeyi çok uzaklardan seyreden, dalgın bakışlı, nazlı prenseslerinden değilsiniz…

Yani şaşırmış gibi yapmadığınızda dolar bazında her ay banka hesabınıza geçen maaşınız tehlikeye girmez.

Yasli tarih diyor ki:"Halk iktidari ele almadikça.."

Dikkatinizi mutlaka çekmiştir; meclisteki partilerden, "Halk örgütlenip iktidar olsun, kendi kendisini yönetsin," diyen yoktur. Ne böyle bir hedefleri var, ne de felsefeleri… İstedikleri şey, halkın merdiven olması, kendilerinin de tepede oturmalarıdır.

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Demir Küçükaydın ve Ayhan Bilgen'e Bir Yanıt

(Genişletilmiş versiyon)

Ocak ayında Parti ve Devrim şehitleri üzerine

İnsanlık tarihine alın teriyle emekle, yürekle, bilinç ve çizilen ideolojik güzergâhla yazılırlar. Ve bir daha yüreklerde silinmezcesine kalıcılaşırlar. Orda söz biter eylem başlar, iş başlar, insanlığa adanan, insanın özgürleşme kavgası başlatılır. Bunu kelimelerle ifade etmenin mümkünatı yoktur,

Rober Koptaş yazdı: Öcalan’ın mektubundan beklenen

Rober Koptaş, Agos’taki köşesinde KCK’nin ‘lobi’ açıklamasını yazdı: Kürt illerinde gördüğüm, Hrant Dink’in hatırasına hürmeten Ermenileri el üstünde tutan, iç savaşın etkisiyle de Ermenilerin yaşadığı acılara karşı empati duygusu geliştirmiş bir tavır oldu. Bu ileri duruşa karşın, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin Ermeni meselesinde daha ikircikli bir tutum aldığı söylenebilir.

Hrant belleğimizde yasıyor...Nazaret Vartanyan

 

Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant… Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..

Sayfalar