Cuma Nisan 19, 2024

Her Sınıf kendi ölüsüne ağlar

Akdeniz’de son bir ay içinde batan (batırılan) göçmen gemi ve teknelerinde 1500’e yakın insan öldürüldü. Yoksulların çığlıkları yine yıldızlara ulaştı, ama AB emperyalist burjuvazisine ulaşamadı.

Akdeniz’deki kitlesel yoksul göçmen katliamlarının acısı yine yoksullar üzerinde ağıt bırakırken, emperyalist Batı burjuvazisi kendi sınıfına yakışır bir şekilde; daha fazla “askeri önlemler”in alınmasından söz etti. Bu katliamların birinci derecede sorumlusunun kendisi değilmiş gibi, yine suçu Akdeniz’in sularında boğulanlarda buldular.

Boğulanlara göz yaşı dökenler yine yoksullardı. Zenginler ise, yoksullar gözyaşı dökmedi. Çünkü, orada boğulan sermaye değildi. Şu anda sermayenin gereksinim duymadığı işgücü ihtiyacı fazlası “Yeryüzü Lanetlileri”ydi.[1]24 Mart 2015’de Fransız Alplerinde düşen bir Alman uçağında ölen 150 kişiye karşı verilen tepki ile Akdeniz sularında boğulan binlerce yoksulla gösterilen tepki aynı değildir. Çünkü Alman ve Avrupa burjuvazisi uçakta ölen 150 kişi için değil, Lutfansa Havayolları tekelinin borsada değerinin düşmesine üzülmüştü. Yakılan ağıtlar sermayenin değer kaybınaydı. Burjuva gazeteleri, haberi : “Lutfansa’nın kara günü” diye verdi. Bu da her sınıfın kendi ölüsüne ağladığının bir gereçeğidir. Burjuvazinin insanlığı “sermaye”dir. İşçi ve emekçilerin, yani yoksulların insanlığı ise insanın kendisidir. Her iki sınıfın arasındaki fark bu denli niteliklidir.

Alman emperyalist burjuvazisinin Nazi rejimi, istemediklerini, kendinden olmayanları toplama kamplarında ve fırınlarda yakarak öldürdü. Günümüzün emperyalist AB burjuvazisi ise istemedikleri göçmenleri Akdeniz’de boğarak öldürüyor. Aynı sınıf, kendi karşıtı sınıflara karşı değişik zamanlarda aynı davaranışta bulunuyorlar.

İnsanlığın doğduğu kara Afrika’nın zengin ve bereketli topraklarından dünyaya yayılan insanlık, kendine yabancılaşmış olarak doğduğu toprakları, sonradan geri dönüp yağmaladı. Doğduğu topraklarda kalan atalarını kölleştirerek kendini zenginleştirdikçe Afrika’yı çölleştirdi. Afrika’nın topraklarının çölleşmesi Afrika insanın çölleşmesiyle koşut gitti. Başka türlü olması da beklenemezdi.

Afrika, dünyayı insanlaştırmanın bedelinin köleleşmek olduğunu bilemezdi o zaman. Afrika köleleri Amerika ve Avrupa’yı yarattı. Bugün Amerika ve Avrupa zenginlik üzerine oturuyorsa, bu Afrikalı kölelerin emeğidir. Afrikalı kölelerin, yani Akdeniz sularında batırılarak öldürülen yoksul göçmenlerin atalarının yarattığı değerlerdir. Göçmenlerde, yağma ve savaşlarla kurutulan, çölleştirilen ve kendilerine yaşam alanı bırakılmadığı için ölüm pahasına Avrupa kapılarına dayandılar. Çünkü kendilerine başka bir alternatif bırakılmamıştı. Ya orada açlık ve savaştan öleceklerdi ya da bir ihtimal, bir kısmının Avrupa kapılarından içeriye girme ihtimali olursa ötelenme pahasına ayakta kalma şansları olacaktı. İşte onları emperyalist Avrupa burjuvazisinin ırkçı ve yabancı düşmanı sistemleri altında kerhen yaşamaya “razı olmaya” iten nedenler esasları bunlardır.

acıları değil istatistikleri paylaşılan ölüler

Burjuvazi acıları paylaşmaz. İstatistiklere vurur insanlığı. Özellikle de yoksulların acıları onların sermayesini ilgilendirdiği oranda etki yaratır. Eğer sermayenin büyümesine hizmet ediyorsa, daha fazla yoksulun ölmesi için elinden gelen çabayı harcarlar. Yok, işgücü kaybı olacaksa, biraz dikkat ederler, çünkü sermayenin sömürmesi için işgücüne gereksiniğmi vardır. Bunu da her yıl ihtiyaçları oranda alıyorlar. Bazen övünerek söylüyorlar. “şu kadar göçmen aldık” diye. Oysa, Nüfusu her geçen gün yaşlanan Avrupa burjuvazisine, artı-değer yaratacak genç ve dinamik işgücü gereklidir.

Bir gerçek var ki; Avrupa burjuvazisine göçmen işgücü lazım. Çünkü kendi nüfusu yetmiyor. Hem yaşlanıyor, hem de yedek işgücü sayısı azalıyor. Bunu dengelemesi gerekli. Örneğin, Almanya’nın her yıl yaklaşık 500 bin göçmene[2] ihtiyacı var. Alman sermayesi bu olmadan kendini yenileyemez, diğer emperyalist sermaye kesimlerina karşı egemenlik mücadelesi veremez. Bir taraftan anti-göçmen yasaları çıkarılıp yabanacı düşmanlığı körüklensede, bir yandanda göçmen işçi almadan Alman sermayesinin büyümesi ve palazlanması söz konusu olamıyor. Bu salt Alman sermayesi için değil, İngiltere, Fransa ve diğer irili ufaklı emperyalist Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir. 

Almanya’ya  AB ülkelerinden yılda ortalama 70 bin göçmen işçi geliyor. Ancak bu sayı Alman sermayesinin ihtiyacını karşılamıyor. Alman burjuvazisi “kalifiye göçmen” istemesine karşın, bunu bulması olasılık dahilinde değil. Bu nedenle, belli sayıda ilticacı ve göçmenin Almanya’ya girmesine izin veriyor. En son olarak Suriyeli göçmenleri (Türkiye, Ürdün ve Lübnan’da bulunan göçmen kamplarından) alması, onun iyi niyetinden öte, sermayenin ihtiyacına göre hareket etmesinden kaynaklandı. Ayrıca Suriyeli göçmenler ise seçmeli olarak, yani, kalifiye (özellikle “nitelikli” meslek sahibi) olanlar seçilip getirildi. 

AB burjuvazisi, Akdeniz’i göçmen mezarlığı haline getirmesi, gelenlerin kontrolsüz gelmesi ve sınır gevşetildiği anda daha fazlasının akın edeceğini bildiği içindir. Bu nedenle de, göçmen tekneleri genelde Avrupa kıyılarına belli bir mesafede batı(rılı)yor. Avrupa kıyılarına yaklaşmasına izin verilmiyor. Elbette göçmen teknelerinin batmalarının çeşitli “nedenleri” bulunuyor. Göçmen ölülerinin üzerine basarak sermayesini ve gücünü artıran AB burjuvazisi kendini temize çıkarıyor. Ayrıca, ne kadar insanın deniz dibine gönderildiği ise gerçekte belirsiz kalıyor ya da saklanıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün verdiği bilgiye göre,  2011-2015 arası Akdeniz’de 5.979 göçmen boğuldu. Sadece 2014 yılında 3500 (üçbinbeşyüz) göçmen boğuldu. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty) verdiği bir tahmine göre bu yıl göç yollarında 30 bin göçmenin ölmesi bekleniyormuş.

Göçmen olmaktan kurtulmanın yolu

AB burjuvazisinin ileri gelenleri, göçmen akınını kesmek için daha fazla askeri önlem istiyor. Bunu, göçmenlerin ölmelerine üzüldüklerinden değil, kendi ülke halklarının burjuvazinin gerçek yüzünü görmelerinden korktukları içindir. Daha fazla teşhir olmamak içindir. Onlar, artı-değer yaratmayanların yaşamasını değil, “telef” olmasını yürekten istiyorlar. 

İnsan kendi doğduğu toprakları kolay kolay terk etmez. Orada yaşam koşulları kalmamışsa terk eder, daha yaşanır bir yere doğru yola çıkar. Afrikalı ve Asyalı göçmenlere de yaşam koşulları bırakılmadığı için Avrupa’ya akın ediyor. 

Emperyalist burjuvazi, elini Afrika’dan çektiğinde ya da çektirildiğinde, Afrikalılar Avrupa’ya gelmekten vazgeçeceklerdir. Çünkü o zaman emperyalist uşağı efendileri rahatlıkla alt edip özgürce yaşayacakları bir sistemi kurabilirler. Kendi yaşamlarına kendileri karar verebilirler. Ne var ki, emperyalistler, baskıyla, katliamlarla, savaşlarla, böl-yönet politikalarıyla halkları birbirine yabancılaştırdığı gibi düşünemez hale getirdi. İnsanları bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

Afrika insanın bu denli yıkımlarla karşı karşıya olmasının esas nedeni elbette emperyalist politikalar ve bunlar arasındaki egemenlik dalaşmasıdır. Afrika’nın bitmeyen tarihsel zenginlikleri bütün emperyalistlerin iştahını kabartmıştır. Afrika insanın vahice katledilmeside bundandır. Ne yazık ki, Afrika üzerindeki yıkım her geçen gün dahada artmaktadır.

Sorun bütünüyle sınıfsaldır. Afrikalı ve asyalı göçmenlerin Akdenizde boğdulmaları, AB içinde sadece Almanya’nın 2050 yılına kadar yılda 500 bin göçmene ihtiyaç duyduğu ve ondan sonra ise bunun 600 bine çıkacağı, Afrika’nın yoksulluğu ve savaşlarla imha edilmesi, yine Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinin yılda yaklaşık 1,5 tirilyon[3] dolar  tüketim (konsum) maddesi ihtiyacı olduğu vs. vs. bütünüyle politik ve emperyalist burjuvazinin soruna, insani duygular açısından değil, kendi sınıf çıkarları açısından yaklaştığı bir gerçektir. 

Burjuvazi, yoksul Afrikalıların Avrupa akınlarından korkuyor. Belkide Roma’yı yıkan kavimler göçünün tekrarlanmasından korkuyorlardır. Avrupa burjuvazisini elbette bu ülkelerde yaşayan işçi sınıfı yenecektir. Ancak, emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki ülkelerde devrimler gerçekleştiğinde ise emperyalizmin hareket alanı iyice kısıtlanarak, hızla yıkılmasının koşulları hazırlanmış olacaktır. Bu kez burjuvazi için kavimler göçü işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi olacaktır. Kitleler, kendilerinden çalınanları mutlaka bir gün geri alacaktır.

Yüzyıl önce Ermeni soykırımı gerçekleşmişti. O günden bu güne burjuvazinin ve gericiliğin sınıf tavrında değişen bir şey yok. Soykırımlar hala devam ediyor. Yüzyıl önce Anadolu ve Mezepotamya topraklarında yapılan soykırım, bu kez Avrupa burjuvazisinin eliyle Afrikalılara uygulanıyor. Bu ise sınıfsal bir soykırımıdır.

Sınıflar arası mücadelede duyuga yer verilmez. Özellikle burjuvazide insani “duygu”, “vijdan” vb. aramanın hiç bir anlamı yoktur. Onun vijdanı sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışır ve sermaye ne emredese burjuva vijdanı da ona göre çalışır. Sermaye ise insani bir duygu taşımadığından, artı-değer için işçi sınıfına ve ezilen halklara ölümlerden ölüm beğendirir. Bu nedenle de, emperyalist burjuvazinin “demokrasi” heveslisi kesilmesi, sermayenin büyümesi içindir. İşçi sınıfı için demokratik hakların yüksek olduğu yerlerde ise sermayenin karı düşer. Baskı ve yasaklamaların yoğun olduğu alanlarda ise sermayenin karı artar. İşçi ve emekçilere yasakların yoğun olduğu yerlerde ise ne ekonomik ne de insani gelişme olabailir. Ya da çok sınırlı bir gelişme olabilir. Bütün emperyalist burjuvazi ve uşaklarının yasaklamalara bu denli düşkün olmalarının bir nedeni de budur. İnsanın kültürel ve entellektüel gelişmesi yanında örgütsel gelişmeside ksıtlı olur. Ayrıca bunlar birbirini koşullar ve biri olmadan diğerinin nitelikli bir gelişme göstermesi olası değildir. 

Elbette, emperyalizm var oldukça, işçi ve emekçilerin ölmesi, yakılması, katledilmesi, kurşunlanması, işten atılıp işsiz kalması ve yoksulluk ve açlık eksik olmayacaktır. Bu durum, kapitalizmin nedeni değil onun doğal bir sonucudur. 

Kapitalizm varolmaya devam ettikçe, savaşlar sürecek, yıkımlar olacak, Afrika ve diğer yoksul kıtalar yoksullaşmaya devam edecek, işçilerin yarttıkları değerler bir avuç emperyalist burjuvazinin egemenlik aracı olan sermayeye dönüşecektir. Kapitalizm yıkılmadıkça, bu yıkımlar artarak devam edecektir. Ancak, işçi sınıfı ve tüm yoksullar üzerindeki yıkımın önlenmesi sosyalizmle durdurulabilecektir. Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kitleler bunu kavradıklarında, sınıf bilincini aldıklarında ve örgütlenip burjuva sınıfına karşı mücadele ederek kendi düzenlerini kurduklarında, o güzelim Akdeniz göçmenler mezarlığı olmaktan kurtulabilecektir.24.04.2015

 


[1]Frantz Fanon’un, Antil ve Afrikalı siyahları anlattığı “Yeryüzü Lanetlileri” adlı kitabı. F.F bu kitabında: “Avrupa kelimenin tam anlamıyla Üçüncü Dünya’nın yarattığı bir şeydir” der.

[2]Bkz. Die Welt, 27.03. 2015

[3] Focusmoney Online, 23.04.2015

 

51253

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Son Haberler

Yusuf Köse

AB Emperyalist bir birliktir dağıtılmalıdır

24 Haziran’da ingiltere de yapılan AB referandumu sonucu, AB emperyalist burjuvazisi içinde paniğe yol açtı. Brexit’in domino etkisi yaparak ABexit’e dönüşmesinden korkmaya başladılar.

Avrupa Birliği, “... başta ABD ve Japon emperyalist tekellerine rakip olarak ortaya çıkmışsa da, işçi sınıfı, ezilen halklar ve ezilen ulusların karşısında yer alan bir bloktur. Başta da Avrupa işçi sınıfı ve halklarına karşı oluşturulmuş emperyalist bir birliktir.”1

Demek gidiyorsun küçük kırlangıç…

Bir can almakla insan biter mi heval,

Kahpe kurşun kalemini kırar mı heval..

Şu Dicle'nin suyu senden geçermiş heval,

Analar oğul diye içermiş heval...

Bir rüzgar gibi hala esermişsin heval...

Şu Cudi'nin dağlarında gezermişsin heval,

Şu Munzur'un dağlarında gezermişsin heval...

Hitler,Mussolini ve Erdoğangillerin yaratılmasında liberallerin payı!

Son zamanlarda, bir çok liberal ve demokrat köşe yazarı, AKP iktidarını ve Erdoğan’ın “tek kişi(!)” diktatörlüğünü eleştirirken, Sovyetler Birliği’ni ve Stalin’i anmadan geçemiyorlar. Stalin’i Erdoğan ile eşleştiriyorlar ve Erdoğan’ın uygulamalarını Stalin önderliğinde SSCB olan uygulamalara benzetiyorlar. 

Hepimiz ATİK 'liyiz,tutuklanmakla bitmeyiz !

Çok önemli tarihi bir süreçten geçiyoruz.

10 ATİK (Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu) aktivistinin bir yıldır tutuklu bulunduğu,Almanya'da yargılanmalarına sayılı günler kaldı.Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) üyelerinin yargılandığı davadan sonra,Almanya'da görülen son 30 yılın en büyük siyasi davası olarak gürülmektedir.

Alman devleti'nin Türk istihbarat örgütü ile anlaşması sonucu Avrupa'nın değişik ülkelerinde gerçekleştirilen operasyonlarda 10 devrimci,haksız yere tutuklandı.

Kerkük’ü Kaça Satalım? – Dursun Ali Küçük

Kürdistan’da doğup büyüyüp Kürdistan’ı satanlar az değil.
Garip ama gerçek...
Kürdistan’da bazı Kürtler kendi ülke ve şehirlerini bir yok pahasına evet kendisi için satıyorlar.
Hem de bedeva.
Kimi karın tokluğuna, kimi gerçekten bedevaya, kimi egemen sömürgecilerden bir etiket ucuz yaşam kapma pahasına bunu yapıyor.
Kimisi de kafası ve ruhu işgal altında olduğu için bunu yapıyor.

İbrahim Kaypakkaya ve Kürt sorunu[1]

“Söyle ateşin söylemeye çekindiğini.”[2]

İşkencede parçalanmış bedeni 20 Mayıs 1973 günü Diyarbakır’da babasına teslim edileli tam 43 yıl olmuş… “İntihar etti,” demişler, utanmadan![3]

44 Yıl sonra onlar yani sonsuzlar[*]

“Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm Kahramanlıklar okudum tarihte Çağımıza yakışan vakur, sade Davranışınız geliyor aklıma.”[1]

“Üç Fidan”ın 6 Mayıs’ından veya THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) savaşçılarından, 44. yıldaki sonsuzluklarından söz etmek zor olsa da; “olmazsa olmaz”…

Madımak’tan Mercan’a, Koray’dan Dursun’a‏

Biri henüz 11 yaşında, Pir Sultan Abdal’ın elinde dünyanın en güçlü direnç, bilinç ve isyan silahına dönüşmüş Bağlamaya, Semaha ve Türkülere sevdalı, 2 Temmuz 1993’te Madımaktaki 33lerin en küçüğü Koray Kaya… Diğeri yüzyıllardır özgürlük meşalelerinin yandığı, sefer edilip zafer elde edilemeyen Jaru Diyara, Kaypakkaya’nın destanlaştığı Munzurlara, Zel dağına, özgürlüğün diyarına giden, 17 Haziran 2005 Mercan Dağlarında kimyasal silahlarla katledilen 17lerin en küçüğü Dursun Turgut..

'Osmanlıcılık' Egemenlerin Krizlerine Çok Boyutlu Çare Arayışıdır / Haluk Gerger

Uluslararası ilişkiler ve özellikle Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen ve yazar Haluk Gerger Siyaset Gazetesi ile dünya güç dengeleri, Ortadoğu ve Türkiye üzerine bir röportaj gerçekleştirdi

CHP, stabil bir parti mi?‏ /İsmail Cem Özkan

Yaşadığımız ülkenin ve devletin kurucu gücü olarak tanıtılan CHP aslında homojen bir parti hiçbir zaman olamadı, sürekli olarak çağın ve zamanın ruhuna uygun olarak tavır değiştirtirken kadrosu da değişen bir siyasi partidir ve o yüzden stabil değil dinamiktir.

CHP kurucu üyeleri son Osmanlı Meclisi üyeleri ve 1. Ankara’da kurulan meclistir. Osmanlı devletinden almış olduğu mirası kesintisiz olarak ileriye taşıyan parti özelliğini de korumasına rağmen, bugün kuruluş çizgisinden çok uzakta hatta hiçbir bağlantısı kalmamış konumdadır.

Koşullara Boyun Eğmek Değil, Değiştirmek Devrimciliktir!

"Bak Bill, İşte Kocakafa!”

İslamcı faşist devletin en büyük korkusu, kitlelerin direnme gücünü bütünüyle kıramamış olmasıdır. Onlar, kendi saltanatlarını rahat sürdürebilmek için, öncelikle kitleleri bütünüyle teslim alamk isterler. Teslim almanın ötesinde, bütünüyle sindirmek ve ezmek isterler. Kısa ve uzun vadeli taktikleri budur.

AKP faşist hükümeti, 14 yıldır, kitleleri teslim almanın mücadelesini veriyor ve son 6 yıldır ise, yoğun bir şekilde saldırıyor. Buna rağmen, kitleleri bütünüyle teslim alabilmiş değildir.

Sayfalar