Cumartesi Nisan 20, 2024

Her Sınıf kendi ölüsüne ağlar

Akdeniz’de son bir ay içinde batan (batırılan) göçmen gemi ve teknelerinde 1500’e yakın insan öldürüldü. Yoksulların çığlıkları yine yıldızlara ulaştı, ama AB emperyalist burjuvazisine ulaşamadı.

Akdeniz’deki kitlesel yoksul göçmen katliamlarının acısı yine yoksullar üzerinde ağıt bırakırken, emperyalist Batı burjuvazisi kendi sınıfına yakışır bir şekilde; daha fazla “askeri önlemler”in alınmasından söz etti. Bu katliamların birinci derecede sorumlusunun kendisi değilmiş gibi, yine suçu Akdeniz’in sularında boğulanlarda buldular.

Boğulanlara göz yaşı dökenler yine yoksullardı. Zenginler ise, yoksullar gözyaşı dökmedi. Çünkü, orada boğulan sermaye değildi. Şu anda sermayenin gereksinim duymadığı işgücü ihtiyacı fazlası “Yeryüzü Lanetlileri”ydi.[1]24 Mart 2015’de Fransız Alplerinde düşen bir Alman uçağında ölen 150 kişiye karşı verilen tepki ile Akdeniz sularında boğulan binlerce yoksulla gösterilen tepki aynı değildir. Çünkü Alman ve Avrupa burjuvazisi uçakta ölen 150 kişi için değil, Lutfansa Havayolları tekelinin borsada değerinin düşmesine üzülmüştü. Yakılan ağıtlar sermayenin değer kaybınaydı. Burjuva gazeteleri, haberi : “Lutfansa’nın kara günü” diye verdi. Bu da her sınıfın kendi ölüsüne ağladığının bir gereçeğidir. Burjuvazinin insanlığı “sermaye”dir. İşçi ve emekçilerin, yani yoksulların insanlığı ise insanın kendisidir. Her iki sınıfın arasındaki fark bu denli niteliklidir.

Alman emperyalist burjuvazisinin Nazi rejimi, istemediklerini, kendinden olmayanları toplama kamplarında ve fırınlarda yakarak öldürdü. Günümüzün emperyalist AB burjuvazisi ise istemedikleri göçmenleri Akdeniz’de boğarak öldürüyor. Aynı sınıf, kendi karşıtı sınıflara karşı değişik zamanlarda aynı davaranışta bulunuyorlar.

İnsanlığın doğduğu kara Afrika’nın zengin ve bereketli topraklarından dünyaya yayılan insanlık, kendine yabancılaşmış olarak doğduğu toprakları, sonradan geri dönüp yağmaladı. Doğduğu topraklarda kalan atalarını kölleştirerek kendini zenginleştirdikçe Afrika’yı çölleştirdi. Afrika’nın topraklarının çölleşmesi Afrika insanın çölleşmesiyle koşut gitti. Başka türlü olması da beklenemezdi.

Afrika, dünyayı insanlaştırmanın bedelinin köleleşmek olduğunu bilemezdi o zaman. Afrika köleleri Amerika ve Avrupa’yı yarattı. Bugün Amerika ve Avrupa zenginlik üzerine oturuyorsa, bu Afrikalı kölelerin emeğidir. Afrikalı kölelerin, yani Akdeniz sularında batırılarak öldürülen yoksul göçmenlerin atalarının yarattığı değerlerdir. Göçmenlerde, yağma ve savaşlarla kurutulan, çölleştirilen ve kendilerine yaşam alanı bırakılmadığı için ölüm pahasına Avrupa kapılarına dayandılar. Çünkü kendilerine başka bir alternatif bırakılmamıştı. Ya orada açlık ve savaştan öleceklerdi ya da bir ihtimal, bir kısmının Avrupa kapılarından içeriye girme ihtimali olursa ötelenme pahasına ayakta kalma şansları olacaktı. İşte onları emperyalist Avrupa burjuvazisinin ırkçı ve yabancı düşmanı sistemleri altında kerhen yaşamaya “razı olmaya” iten nedenler esasları bunlardır.

acıları değil istatistikleri paylaşılan ölüler

Burjuvazi acıları paylaşmaz. İstatistiklere vurur insanlığı. Özellikle de yoksulların acıları onların sermayesini ilgilendirdiği oranda etki yaratır. Eğer sermayenin büyümesine hizmet ediyorsa, daha fazla yoksulun ölmesi için elinden gelen çabayı harcarlar. Yok, işgücü kaybı olacaksa, biraz dikkat ederler, çünkü sermayenin sömürmesi için işgücüne gereksiniğmi vardır. Bunu da her yıl ihtiyaçları oranda alıyorlar. Bazen övünerek söylüyorlar. “şu kadar göçmen aldık” diye. Oysa, Nüfusu her geçen gün yaşlanan Avrupa burjuvazisine, artı-değer yaratacak genç ve dinamik işgücü gereklidir.

Bir gerçek var ki; Avrupa burjuvazisine göçmen işgücü lazım. Çünkü kendi nüfusu yetmiyor. Hem yaşlanıyor, hem de yedek işgücü sayısı azalıyor. Bunu dengelemesi gerekli. Örneğin, Almanya’nın her yıl yaklaşık 500 bin göçmene[2] ihtiyacı var. Alman sermayesi bu olmadan kendini yenileyemez, diğer emperyalist sermaye kesimlerina karşı egemenlik mücadelesi veremez. Bir taraftan anti-göçmen yasaları çıkarılıp yabanacı düşmanlığı körüklensede, bir yandanda göçmen işçi almadan Alman sermayesinin büyümesi ve palazlanması söz konusu olamıyor. Bu salt Alman sermayesi için değil, İngiltere, Fransa ve diğer irili ufaklı emperyalist Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir. 

Almanya’ya  AB ülkelerinden yılda ortalama 70 bin göçmen işçi geliyor. Ancak bu sayı Alman sermayesinin ihtiyacını karşılamıyor. Alman burjuvazisi “kalifiye göçmen” istemesine karşın, bunu bulması olasılık dahilinde değil. Bu nedenle, belli sayıda ilticacı ve göçmenin Almanya’ya girmesine izin veriyor. En son olarak Suriyeli göçmenleri (Türkiye, Ürdün ve Lübnan’da bulunan göçmen kamplarından) alması, onun iyi niyetinden öte, sermayenin ihtiyacına göre hareket etmesinden kaynaklandı. Ayrıca Suriyeli göçmenler ise seçmeli olarak, yani, kalifiye (özellikle “nitelikli” meslek sahibi) olanlar seçilip getirildi. 

AB burjuvazisi, Akdeniz’i göçmen mezarlığı haline getirmesi, gelenlerin kontrolsüz gelmesi ve sınır gevşetildiği anda daha fazlasının akın edeceğini bildiği içindir. Bu nedenle de, göçmen tekneleri genelde Avrupa kıyılarına belli bir mesafede batı(rılı)yor. Avrupa kıyılarına yaklaşmasına izin verilmiyor. Elbette göçmen teknelerinin batmalarının çeşitli “nedenleri” bulunuyor. Göçmen ölülerinin üzerine basarak sermayesini ve gücünü artıran AB burjuvazisi kendini temize çıkarıyor. Ayrıca, ne kadar insanın deniz dibine gönderildiği ise gerçekte belirsiz kalıyor ya da saklanıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün verdiği bilgiye göre,  2011-2015 arası Akdeniz’de 5.979 göçmen boğuldu. Sadece 2014 yılında 3500 (üçbinbeşyüz) göçmen boğuldu. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty) verdiği bir tahmine göre bu yıl göç yollarında 30 bin göçmenin ölmesi bekleniyormuş.

Göçmen olmaktan kurtulmanın yolu

AB burjuvazisinin ileri gelenleri, göçmen akınını kesmek için daha fazla askeri önlem istiyor. Bunu, göçmenlerin ölmelerine üzüldüklerinden değil, kendi ülke halklarının burjuvazinin gerçek yüzünü görmelerinden korktukları içindir. Daha fazla teşhir olmamak içindir. Onlar, artı-değer yaratmayanların yaşamasını değil, “telef” olmasını yürekten istiyorlar. 

İnsan kendi doğduğu toprakları kolay kolay terk etmez. Orada yaşam koşulları kalmamışsa terk eder, daha yaşanır bir yere doğru yola çıkar. Afrikalı ve Asyalı göçmenlere de yaşam koşulları bırakılmadığı için Avrupa’ya akın ediyor. 

Emperyalist burjuvazi, elini Afrika’dan çektiğinde ya da çektirildiğinde, Afrikalılar Avrupa’ya gelmekten vazgeçeceklerdir. Çünkü o zaman emperyalist uşağı efendileri rahatlıkla alt edip özgürce yaşayacakları bir sistemi kurabilirler. Kendi yaşamlarına kendileri karar verebilirler. Ne var ki, emperyalistler, baskıyla, katliamlarla, savaşlarla, böl-yönet politikalarıyla halkları birbirine yabancılaştırdığı gibi düşünemez hale getirdi. İnsanları bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

Afrika insanın bu denli yıkımlarla karşı karşıya olmasının esas nedeni elbette emperyalist politikalar ve bunlar arasındaki egemenlik dalaşmasıdır. Afrika’nın bitmeyen tarihsel zenginlikleri bütün emperyalistlerin iştahını kabartmıştır. Afrika insanın vahice katledilmeside bundandır. Ne yazık ki, Afrika üzerindeki yıkım her geçen gün dahada artmaktadır.

Sorun bütünüyle sınıfsaldır. Afrikalı ve asyalı göçmenlerin Akdenizde boğdulmaları, AB içinde sadece Almanya’nın 2050 yılına kadar yılda 500 bin göçmene ihtiyaç duyduğu ve ondan sonra ise bunun 600 bine çıkacağı, Afrika’nın yoksulluğu ve savaşlarla imha edilmesi, yine Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinin yılda yaklaşık 1,5 tirilyon[3] dolar  tüketim (konsum) maddesi ihtiyacı olduğu vs. vs. bütünüyle politik ve emperyalist burjuvazinin soruna, insani duygular açısından değil, kendi sınıf çıkarları açısından yaklaştığı bir gerçektir. 

Burjuvazi, yoksul Afrikalıların Avrupa akınlarından korkuyor. Belkide Roma’yı yıkan kavimler göçünün tekrarlanmasından korkuyorlardır. Avrupa burjuvazisini elbette bu ülkelerde yaşayan işçi sınıfı yenecektir. Ancak, emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki ülkelerde devrimler gerçekleştiğinde ise emperyalizmin hareket alanı iyice kısıtlanarak, hızla yıkılmasının koşulları hazırlanmış olacaktır. Bu kez burjuvazi için kavimler göçü işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi olacaktır. Kitleler, kendilerinden çalınanları mutlaka bir gün geri alacaktır.

Yüzyıl önce Ermeni soykırımı gerçekleşmişti. O günden bu güne burjuvazinin ve gericiliğin sınıf tavrında değişen bir şey yok. Soykırımlar hala devam ediyor. Yüzyıl önce Anadolu ve Mezepotamya topraklarında yapılan soykırım, bu kez Avrupa burjuvazisinin eliyle Afrikalılara uygulanıyor. Bu ise sınıfsal bir soykırımıdır.

Sınıflar arası mücadelede duyuga yer verilmez. Özellikle burjuvazide insani “duygu”, “vijdan” vb. aramanın hiç bir anlamı yoktur. Onun vijdanı sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışır ve sermaye ne emredese burjuva vijdanı da ona göre çalışır. Sermaye ise insani bir duygu taşımadığından, artı-değer için işçi sınıfına ve ezilen halklara ölümlerden ölüm beğendirir. Bu nedenle de, emperyalist burjuvazinin “demokrasi” heveslisi kesilmesi, sermayenin büyümesi içindir. İşçi sınıfı için demokratik hakların yüksek olduğu yerlerde ise sermayenin karı düşer. Baskı ve yasaklamaların yoğun olduğu alanlarda ise sermayenin karı artar. İşçi ve emekçilere yasakların yoğun olduğu yerlerde ise ne ekonomik ne de insani gelişme olabailir. Ya da çok sınırlı bir gelişme olabilir. Bütün emperyalist burjuvazi ve uşaklarının yasaklamalara bu denli düşkün olmalarının bir nedeni de budur. İnsanın kültürel ve entellektüel gelişmesi yanında örgütsel gelişmeside ksıtlı olur. Ayrıca bunlar birbirini koşullar ve biri olmadan diğerinin nitelikli bir gelişme göstermesi olası değildir. 

Elbette, emperyalizm var oldukça, işçi ve emekçilerin ölmesi, yakılması, katledilmesi, kurşunlanması, işten atılıp işsiz kalması ve yoksulluk ve açlık eksik olmayacaktır. Bu durum, kapitalizmin nedeni değil onun doğal bir sonucudur. 

Kapitalizm varolmaya devam ettikçe, savaşlar sürecek, yıkımlar olacak, Afrika ve diğer yoksul kıtalar yoksullaşmaya devam edecek, işçilerin yarttıkları değerler bir avuç emperyalist burjuvazinin egemenlik aracı olan sermayeye dönüşecektir. Kapitalizm yıkılmadıkça, bu yıkımlar artarak devam edecektir. Ancak, işçi sınıfı ve tüm yoksullar üzerindeki yıkımın önlenmesi sosyalizmle durdurulabilecektir. Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kitleler bunu kavradıklarında, sınıf bilincini aldıklarında ve örgütlenip burjuva sınıfına karşı mücadele ederek kendi düzenlerini kurduklarında, o güzelim Akdeniz göçmenler mezarlığı olmaktan kurtulabilecektir.24.04.2015

 


[1]Frantz Fanon’un, Antil ve Afrikalı siyahları anlattığı “Yeryüzü Lanetlileri” adlı kitabı. F.F bu kitabında: “Avrupa kelimenin tam anlamıyla Üçüncü Dünya’nın yarattığı bir şeydir” der.

[2]Bkz. Die Welt, 27.03. 2015

[3] Focusmoney Online, 23.04.2015

 

51254

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Rojava, Filistin, Karabağ: İşgal, Yıkım ve Direniş (Yorum)

Ortadoğu tarihi boyunca yer küremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Bölgenin stratejik konumu, uygarlığın gelişim düzeyi, baskıya, sömürüye dayalı dış müdahaleler için güçlü zeminler sunmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişkiler ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinde toplumsal çürümeler, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür.

Sayfalar