Pazar Mayıs 19, 2024

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Demir Küçükaydın ve Ayhan Bilgen'e Bir Yanıt

(Genişletilmiş versiyon)

Demir, Bese Hozat'ın açıklaması üzerine başlayan tartışmada bir şey söylemek ya da yazmak yerine Ayhan Bilgen'in 12 Ocak tarihli “Nereye gidiyoruz, neyi tartışıyoruz? ” başlıklı yazısına göndermede bulundu ve “Facebook’ta bu konuda görüşümü yazmıştım ve konuyla ilgili Ayhan Bilgen’in görüşünü benimsediğimi yazmıştım” dedi. Oysa o kısa bir süre önce, İsmail Beşikçi'yi hedef tahtasına oturtmaktan ve onun çok daha önemsiz hataları üzerine kapsamlı yorumlar yapmaktan ve “tersinden Kemalist” olarak nitelendirdiği Beşikçi'yi eleştirirken, ezen ulus (Türk) milliyetçiliği ile ezilen ulus (Kürt) milliyetçiliğini aynı kefeye koymaktan geri kalmamıştı. Burada, Türk milliyetçiliği kokusu saçan çok çarpıcı bir çifte standartla karşı karşıya olduğumuzu söylemek zorundayım.

Ayhan Bilgen'in bu konuya ilişkin görüşlerini benimsediğini söylemiş olduğuna göre; Demir'i, bu arkadaşın yazısında belirttiği görüşler üzerinden eleştirmek bir haksızlık olmayacaktır.

Öncelikle ve altını çizerek şunu belirteyim: Bese Hozat'ın, Rıza Altun tarafından da  desteklenen ve A. Öcalan'ın ve diğer PKK/ KCK liderlerinin yaklaşımını yansıtan sözleri sadece Rum, Ermeni ve Yahudi halklarını hedef almıyor. (Bu arada Hozat ve Altun'a, Süryaniler'i neden bu denklemin dışında tuttuklarını da sorabiliriz.) Bunu  öncelikle ve altını çizerek belirtiyorum; çünkü Hozat'ın sözlerini haklı olarak eleştiren bir dizi demokrat yazar, konuya daha çok bu Müslüman-olmayan halkları savunma gibi son derece haklı, ama yetersiz bir açıdan yaklaştı. Yineliyorum: Bu sözler, içlerinde Kürt işçi ve emekçileri olmak üzere TÜM ANADOLU HALKLARINI hedef alıyor. Neden? Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamayacağı için. Öcalan ve diğer PKK/ KCK liderleri Kürt halkı ve ulusal hareketine, Türk gericiliğinin, en azından II. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki'den bu yana sürdürdüğü Hristiyan-karşıtı politikasını, yani ezen Türk ulusunun politikasını dayattığı için. (Bu konudaki görüşlerim hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler “Kürt ulusal hareketi ve geçmişle yüzleşmenin dayanılmaz ağırlığı” başlıklı yazıma şu linkten bakabilirler: http://www.hayastaninfo.net/diger-yazarlar/4024-garbis-altinoglu-kuert-ulusal-hareketi-ve-gecmisle-yuezlesmenin-dayanilmaz-agirligi.html?start=5) Demir'in bu çıplak gerçeği anlamamasını tuhaf buluyorum. Özellikle kendisinin, Osmanlı-Türk gericiliğinin Müslüman-olmayan halklara karşı uyguladığı gerici politikalara olan o övülesi duyarlılığı dikkate alındığında.

Ayhan Bilgen'in ileri sürdüğünün tersine olay asla, Bese Hozat'ın “bir cümlesine takılıp kilitlenmek” değildir. Öcalan yıllardır, gerici temelde ya da a la Alpaslan, Yavuz Sultan Selim, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal bir Türk-Kürt bağlaşmasını savundu ve hala da savunuyor. Eğer bir tersinden Kemalizm, hatta tersinden Alpaslanizm, Selimizm, Abdülhamitizm varsa o da işte bu stratejik yönelimde yatmaktadır. İki örnek vereyim.

Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da yakalanmasından sonra hazırladığı “Savunma” ve “Esasa İlişkin Savunma” adlı metinlerde ve diğer yazı ve açıklamalarında şimdi savunmakta olduğu görüşlere benzer görüşleri savunuyordu. O bu dönemde Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye'nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ve “Ortadoğu'da liderlik” konumuna yükseleceğini, “Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağını, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ğini ve “PKK'nin askerî savaş olanakları”nın “çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girece”ğini vb. ileri sürüyordu.

Öcalan 4 yıl sonra, yani günümüzden 10 yıl kadar önce yaptığı bir açıklamada ise şöyle demişti:

“Ben kendi modelime 'Büyük Demokratik Çözüm' diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz -egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum. Cem Uzan gibi Allah'sız demiyorum, Allah'ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsilcileri 'sorunun çözümünü ABD, Avrupa'ya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim' demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da buna çağırıyorum.” (Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003) Dahası o, özü Türk büyük burjuvazisi ve devleti ile Kürt büyük burjuvazisi ve toprak ağaları arasında kurulması öngörülen böylesi bir bağlaşmanın Türkiye'nin Ortadoğu bölgesinde güç ve nüfuzunu arttırmaya olanak vereceğini ileri sürüyor. (Bu arada, tam bir reel politiker olan Öcalan'ın yıllardır ve o tarihte güçlü olan askeri kliği muhatap aldığını, o zamanlar AKP için “yeşil faşizm”, “yeşil faşist Türk eliti” nitelemesi yaptığını (1), askeri kliğin güç yitirdiği günümüz koşullarında AKP gericiliğini muhatap aldığını, yarın öbür gün AKP'nin iktidarı yitirmesi halinde güç kazanabilecek olan bir CHP'ne ya da yeniden askeri kliğe kur yapacağını anımsatmak isterim.)

Peki, Kürt halkının ve Anadolu halklarının gerçek çıkarları böyle bir politikayı ve böyle bir Türk-Kürt bağlaşmasını desteklemekte mi yatıyor? Onların gerçek çıkarı halkları, Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden canlandırma hayalleri kuran Türk gericiliğinin savaş arabasına koşmakta ve emperyal hayaller uğruna onların kanlarını dökmekte mi yatıyor? Elbette hayır. Kürt halkı da içinde olmak üzere Anadolu halklarının gerçek çıkarları, kaçınılmaz sonucu “demokrasi ve barış” değil “diktatörlük ve emperyal savaş” getirecek olan böylesi politikalara destek vermekte yatmıyor. Tutarlı demokratizm ve ulusal kurtuluşçuluk, ezen ve ezilen ulustan burjuvaların ve toprak ağalarının bağlaşmasını değil, ezen ve ezilen ulustan işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin bağlaşmasını gerektirir. Gerçek barış ve demokrasinin yolu da işte buradan geçer.

Demir'in referans gösterdiği Ayhan Bilgen kaçamak ve belirsiz sözcüklerin arkasına saklanarak karşı karşıya bulunduğumuz bu temel sorunu görmezden geliyor. Dahası o, “Türkiye'de Ermeniler, Rumlar, Yahudiler büyük baskı ve zulme uğramışlardır” dedikten sonra şunu ekliyor:

“Buna karşı durmak, devletle kirli, karanlık ilişkiler içine girmiş çıkar örgütlenmelerini görmezlikten gelmeyi gerektirmez.”

Bilgen, ne “... devletle kirli, karanlık ilişkiler içine girmiş çıkar örgütlenmelerinin” kimler olduğunu göstermeye kalkışıyor, ne de Ermeniler, Rumlar, Yahudiler'in herhangi bir paralel devlet aygıtı oluşturduklarını göstermeye. Eğer Türk devletiyle ve onun Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçleriyle içiçe gerici Rum, Ermeni, Yahudi lobisi varsa göstersin ve bunu hep birlikte sergileyelim ve lanetleyelim. Bir kişiyi, partiyi ya da çevreyi vb. suçlamaya kalktığınızda, bunun kanıtlarını ortaya koymak zorundasınız. Bunun tersini yapmak en temel ahlak kurallarını ve entellektüel dürüstlüğü ayaklar altına almak anlamına gelir. Söylenenleri doğrudan alıntılamak ve onar üzerinden bir değerlendirme yapmak yerine, bu gerici savları belirsiz, köşesiz anlatımlarla perdelemeye ve daha kabul edilebilir hale getirmeye çalışan Ayhan Bilgen'e ve onun üzerinden Demir'e, Hozat'ın ne dediğini bir kez daha anımsatayım:

“İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir.”

Dahası bu söylenenler, kurtuluşu bir “Türk-Kürt-İslam Sentezi”nde gören Öcalan'ın daha önce, yani 23 Şubat 2013'de BDP heyetiyle yaptığı görüşmede şu söyledikleriyle tam bir uyum içindedir:

“Türkiye'de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı. Sıradan lobiler değil. ABD'de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3'ü de Anadolu çıkışlıdır. Sözde bir hükümet var, sözde bir parlamento var. CHP ve MHP paralel devletin izdüşümleridir, basit aletleridir; AKP'ye de, medya ve iş adamlarına da sızmışlar. Sadece MİT kalmış, hedeflenen bizim geliştirdiğimiz diyalogdur. MİT Müsteşarı düşürülmek isteniyor.” Öcalan aynı görüşmede şunları da söylemişti:

“Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar...

Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. “Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir.” (“İşte Öcalan ve BDP heyetinin görüşme tutanakları”, Sol Portal, 28 Şubat 2013)

Bir kafakarışıklığına yol açmamak için şunu da belirteyim: ABD ile stratejik bir bağlaşma içinde olan bir kaç devletten biri olan İsrail'in Türk burjuva devlet aygıtı üzerinde önemli bir etkisi, onun içinde önemli bağlantıları olduğu tahmin edilebilir. Elimde somut kanıtlar olmadığı için bu konuda ihtiyatlı bir biçimde konuşmayı ve “tahmin edilebilir” demeyi yeğliyorum. Ancak sık sık yapıldığı gibi, İsrail devletinin ve ABD ve Batı Avrupa ülkelerindeki Siyonist lobilerin gücü ve nüfuzundan yola çıkarak bir bütün olarak Yahudi halkını hedef tahtasına oturtan anti-Semitik söylem tutturulması kabul edilemez. Devam edelim,

Ayhan Bilgen şunu da söylüyor:

“Paralel devlet tartışması nasıl azınlık lobileri ile ile kıyaslanamaz ise, 'Ermeni lobisi' ifadesi de, 'Ermeni dölü' söylemi ile kıyaslanamaz.” Bu da tamamen yanlış. Herhalde Ermeni kavramıyla “Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleri” kavramını yanyana getirmek ve bu ikisini ilişkilendirmeye kalkışmak, Ermeni halkına ve aydınlarına “Ermeni dölü” diyerek hakaret etmekten çok daha ağır bir suçlamadır.

Ayhan Bilgen'in ve Demir'in; Hozat'ın, Altun'un ve Öcalan'ın bu söylediklerine, yani Türk devletinin içinde - Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçlerle içiçe olan -paralel Rum, Ermeni, Yahudi devletleri bulunduğuna gerçekten inanıp inanmadıklarını bilemiyorum. Onlar bu söylenenlere ya inanıyorlar ya da PKK/ KCK ile dostluk ilişkilerini bozmamak için herhangi bir eleştirel tavır almaktan kaçınıyor, Öcalan ve diğerlerinin her söylediklerinde bir keramet arıyor ve buluyorlar. Her iki seçeneğin de diğerinden beter olduğunu söyleyebilirim. Aslında, PKK/ KCK liderlerinin bu tümcelerde dile getirdikleri “düşünceler”i sergilemeye kalkışmak bile abes olmalıydı. Ama Türkiye'de son onyıllarda yaşanan ideolojik gerileme ve çürüme o boyuttadır ki, insan karşısındakilere bu söylenenlerin ancak Osmanlı-Türk gericilerinin ağzından çıkabilecek sözler olduğunu anımsatmak zorunda kalıyor. Bu durumda, biricik devrimci dünya görüşü olan Marksizm-Leninizmin ABC'sini yeniden ve yeniden dile getirmekten ve Allah'ın bu arkadaşlara akıl fikir ihsan eylemesini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Şunu da ekleyeyim: Bu yaşananlar, HDP/ HDK'nin neden etkisizleşmeye, çökmeye ve dağılmaya mahkum bir yapı olduğunu ve PKK/ KCK'nın bir uzantısı olmaktan başka bir seçeneği olmadığına göre, herhangi bir devrimci rol oynama kapasitesine asla sahip olmadığını bir kez daha göstermiş bulunuyor. Bu konudaki görüşlerimi 29-31 Ekim 2013 tarih ve “Tutsak PKK, Rehine HDP” başlıklı yazımda HDP/ HDK içindeki Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireyler için şöyle demiştim:

“1514'te, 1919-22'de, hatta 1915-16'da yaşanmış olan türden bir gerici Türk-Kürt bağlaşmasını bugüne taşımak isteyen PKK/ KCK, kendi içinde tutarlıdır. Ama, Kürt ulusal hareketiyle biraya gelerek Türkiye'yi, Kürdistan'ı ve Ortadoğu'yu demokratikleştirmeyi, bu bölgelerde barışı sağlamayı amaçladığını ileri süren Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireyler ne ölçüde tutarlı acaba? Yoksa onlar bir serapın mı peşindeler ve sadece kendilerini ve izleyicilerini mi aldatıyorlar?” Bu yazıma şu linkten erişilebilir: http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&;view=article&id=12951:-tutsak-pkk-rehine-hdp-&catid=226:garbis-altnolu&Itemid=70)

17 Aralık'tan bu yana, AKP iktidarının giderek daha gerici, daha anti-demokratik ve daha despotik hale geldiği, Kürt halkının hemen hemen hiçbir demokratik talebini karşılamadığı, Rojawa direnişini ezmek için Suriye'deki İslami-faşist çetelere yardım etmeye devam ettiği, ülkenin Batısında iktidarı tümüyle kendi elinde toplamaya ve belki de bir sıkıyönetime gitmeyi kurduğu koşullarda yaşıyoruz. Bu koşullarda HDP/ HDK içindeki Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireylerin, bir yandan HDP/ HDK'nin kamuoyuna açıklanmış olan hedeflerine erişmek için çaba göstermesi (2), bir yandan da Türk burjuva devletiyle uzlaşmayı hedefleyen PKK/ KCK ile uyumlu bir çizgi izlemesi olanaksızdır.

DİPNOTLAR

(1) Öcalan, “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı savunmasında cumhuriyet tarihi üzerine bazı değerlendirmeler yaparken şunları söylemişti:

“ABD Başkanı G. W. Bush döneminde BOP’un gündeme girmesi, Afganistan ve Irak işgalleri Türkiye’deki ılımlı İslam projesini yeni bir alternatif haline getirdi. Beyaz Türk faşizmi laikçi ve eskimiş yapısı nedeniyle kitlelerden tecrit olmuştu. Ayrıca içe kapanmacıydı. Küresel kapitalizme pek açık değildi. Karşısında ciddi bir sosyalist ve demokratik hareket olmadığı için, ABD ırkçı faşizme pek ihtiyaç duymuyordu. Daha da önemlisi, Kürdistan genelinde olduğu gibi Türk egemenliğindeki Kürdistan’da da büyük gelişme sağlamış olan Kürt Demokratik Özgürlük Hareketi gelişimini sürdürüyordu. Dolayısıyla beyaz ve ırkçı tonlardaki faşist ideolojilerin tecrit olmuş durumu göz önüne getirildiğinde, bir yeşil faşist Türk elitine ihtiyaç duyulduğu kendiliğinden anlaşılır.”

“Diğer iki kanat faşizminin ordu içinde ve CHP ile MHP başta olmak üzere siyasi partilerdeki temsilcileri içteki bu iktidar kaymasına şiddetle karşı çıktılar. 2001’den 2007’ye kadar dört darbe denemesine giriştiler. Fakat ABD ve AB desteğinden yoksun olmaları başarılı olmalarına imkân tanımadı. Ayrıca AKP’nin aşırı küresel finans sermaye yandaşlığı tek seçenek olmasını, hatta tek partili iktidar olarak kalmasını pekiştirdi. AKP’nin iktidara gelmesi, devlette yeni hegemonik dönemi ifade eder. Cumhuriyet’in seksen yıllık Beyaz Türk hegemonyası, yerini yavaş yavaş ve sancılı şekilde Cumhuriyet’in Ilımlı İslamcı geçinen Yeşil Türk faşizmine bıraktı. Şüphesiz bu durum devletin tümüyle fethedildiği anlamına gelmez, fakat o yola girilmiştir. Ankara merkezli Beyaz Türk faşizmi yerine, Konya-Kayseri merkezli Yeşil Türk faşizmi yavaş yavaş fakat emin adımlarla Cumhuriyet’in yeni hegemonik gücü olma yolundadır. Cumhuriyet’in 100. yılı olacak 2023 yılının bu hegemonya altında karşılanması daha şimdiden açıkça planlanmaktadır.”Öcalan, bu “yeşil faşist Türk eliti”nin Siyonizmle ilişkisi konusunda ise şunları belirtiyordu:“Yeni hegemonik gücün ılımlı İslamî yapısı ve benzer İslami güçler ve iktidarlarla ilişkisinin İsrail Siyonizm’iyle çelişkiye yol açması kaçınılmazdı. Fakat bu durum AKP’nin Yahudi sermayesi ve diğer ideolojik aygıtlarıyla bağının olmadığını göstermez. Tersine AKP, Yahudi sermayesinin Siyonist olmayan evrenselci-küreselci finans kanadıyla ve evrenselci Karaim Yahudi ideolojisiyle en sıkı bağlara sahiptir; daha doğrusu, Siyonist kanat yerine bu kanadın daha güçlü biçimde ikame edilmesidir. AKP herhangi bir beyaz ve ırkçı Türk partisinden çok daha fazla evrenselci Yahudi sermayesi ve ideolojik aygıtının Anadolu’daki, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki temsilcisi, acentesi konumundadır.” (“Öcalan: Konya-Kayseri Merkezli Yeşil Türkçü Faşist Hegemonya Dönemi.”, Lekolin, 30 Ocak 2013)

(2) HDK'nin 12-13 Mayıs 2012'de toplanan 1. Genel Kurulunun Sonuç Bildirgesinde örgütün hedefleri şöyle tanımlanmıştı:

“HDK 1. Genel Kurulu, cemaatler ve sermaye sahiplerinin bir koalisyonu olan AKP Hükümeti’nin, sosyal hakların budanmasından, özgürlüklerin ayaklar altına alınmasından; polis şiddetinden, cezaevlerindeki zulümden doğrudan doğruya sorumlu olduğunu saptayarak mızrağın sivri ucunu AKP iktidarına yöneltmenin bugünkü siyasetinin hakim yaklaşımını oluşturduğunu, tüm sömürü ve baskının, mevcut statükonun savunucusu ve sürdürücüsü güçlere karşı mücadeleyi bir kez daha vurguladı. Toplumsal muhalefet güçlerinin de, AKP’nin iç çelişkileriyle oyalanmadan, ancak bu iktidara karşı açık ve dolaysız siyasal ve toplumsal mücadele yürüterek güçlenebileceğine dikkat çekti.”

17 Ocak 2014

92352

Son Haberler

Sayfalar

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

‘ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR-SANAT’A YANITLAR[*]

 

“Kâğıda dokunan kalem,

kibritten daha çok yangın çıkarır.”[1]

 

Ümüş Eylül Kültür-Sanat/ Hasan Şahingöz (HS): Sizce yazarlık nedir? Yazarlığın ayırt edici özellikleri nelerdir? Kime, neden yazar denir?

Temel Demirer (TD): “11. Tez”ci eyleminin saflarında, “Yazmak eylemdir; yazarlık ise son saatin işçiliği,” diyenlerden ve elime her kalem alışımda Friedrich Engels’in, “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür,” uyarısını anımsayanlardanım.

 

Ben Ölüyorsam Sizde Ölün: Seçimleri (Kılıçdaroğlu'nu Boykot)

Proletaryalar faydacıdır; yararlanmasını bilene.

Seçimler ilginç bir şey.

Herkes seçimlerin neler değiştirip değiştirmeyeceğini tartışıyor.

Ama kime göre neye göre?

Devrimcilere göre mi proletaryalara göre mi?

Şayet tartıştığımız seçimlerin sisteme karşı devrimcilerin yaşamlarında neler değiştirip değiştirmeyeceği  ise...

İnanın dün olduğu gibi bu günde seçimlerin devrimcilere karşı sistemin davranışlarında herhangi bir şey değiştirmeyeceğini herkesbiliyor..

Sistem yine devrimcileri gördüğü her yerde katletmeye çalışacak.

Nisan Güneşi Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor

Nisan’ın 24’ü çeşitli milliyetlerden ve inançlardan işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen yığınların öncü müfrezesi proletarya partisinin kuruluş günüdür. Aynı zamanda Marks ve Engels tarafından 1848 yılında ilan edilen Komünist Manifesto’nun Türkiye ve Türkiye Kürdistanı topraklarında yeniden yaşam suyuna kavuştuğu tarihi ifade etmektedir.

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK

Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.[1]

Enkaz Yaratan Çürük Düzeninizi Yıkacağız; Seçim Kurtuluşunuz Olmayacak!

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce insan taammüden katledildi, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlarcası temel yaşam koşullarından mahrum bırakıldı. -Bir değil, iki değil, üç değil- on binlercemiz kendileri için bir mezar haline getirilen evlerinde öldürüldü. Sadece depremler nedeniyle değil enkaz altında kurtarılmayı beklerken yardım edilmediği için donarak öldürüldü. İnsanların yardım edin çığlıklarına, “Nerede bu devlet?” haykırışları eşlik etti.

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

“İstibdat”tan Kurtulmak İçin Kürdü Çağırmak!

14 Mayıs’ta yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, seçimlere ilişkin HDP ile bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantı çıkışı basın önünde bir açıklama yaptılar. CHP lideri K.Kılıçdaroğlu da HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar da TBMM’nin önemine, halk iradesinin temsiliyetine dikkat çektiler! Basın önünde verdikleri mesaj “Hiçbir sorun çözümsüz değil, TBMM çatısı altında Türkiye’nin her sorununu çözmek olası…” biçiminde özetlenebilir.

Vicdan ve ahlak mı dediniz? (Ertan İldan)

Aslında Türkiye'de 50 gün sonra yapılacak seçimler hakkında daha fazla konuşmak niyetinde değildim. Tüm sermayesini bu muharabe'nin sonuçlarına yatırmış ve temelde iki kutupa ayrılmış bir toplumsal psikolojide aykırı bir görüşün yankı bulmayacağını bilirim. Daha da önemlisi muhtemel bir yenilgide akli melekelerini yitirmiş ve umutlarını tüketmiş bir kesimin hışmına uğramak tehlikesi de yok değil. Oysa benim "gemileri yakmak" gibi bir mecburiyetim yok. Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen toplum kesimleri ile ilişkilerimi ve görüş alışverişimi sürdürmek isterim.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir.

Sayfalar