Perşembe Nisan 25, 2024

İbrahim Kaypakkaya Okuldan Dağa

Yedi yıllık yakın yoldaşlık ilişkisinin bende bıraktığı izlenimler karmaşıktır. Siyasete, edebiyata ve sanata derin ilgisi olan, çok yönlü bir kişilikti İbo. Tabi her şeyden önce devşirdiği bilgilerini ve hayallerini, minyatür inceliği ile yeni düşüncelere dönüştürmeyi seven aykırı bir kişilikti.

Teoriye ve pratiğe yönelik, ikiz bir ilgiye sahipti. Varlığının ya da bilgi dağarcığının yerinde sürekli bir bilgi boşluğunu duyumsuyormuşçasına okuyordu. Devlet tarafından "oku" diye dayatılan ders kitaplarının dışında tüm kitaplara ilgi duyuyordu. Okuduğu bir şiiri, bir makaleyi veya kitabı çevresiyle tartışmayı seviyordu. Selam vermeyi, hal hatır sormayı ve uzatılan eli pehlivanlar gibi sıkmayı da seviyordu. Tartışmalarda inatçıydı, ama dikkatle dinliyordu. Hiçbir iş yapmayan, dedikodu üreten, ilginç yalanlar ve küfürlerle sohbeti renklendiren insanlara vakit ayırmazdı pek. 

"Gelecek vaat eden insanlar varken, senin onlarla haşır neşir olmanı, zaman öldürmeni anlayamıyorum," diye eleştirirdi beni bazen. Ama anlattığım Terekeme fıkralarını dinlemeye de bol zaman ayırır, katıla katıla güler ve beni zaman öldürme alanlarına yöneltirdi farkında olmadan.

Ateşli, güleç bir ruha sahipti. Davranış inceliği gösteren, içtenlikle dinleyen, tartışan, gülümseyen güzel kadınlara ilgi duyar ve onlardan söz etmeyi severdi. Çapa'da bir hayli güzel kadın vardı. Hovarda değildi ama kadınlara duygularını açma konusunda hiçbir çekincesi de yoktu. Bu konuda beni Tİ'ye alırdı. Ben kadınlara aşk teklifinde bulunma cesaretini gösteren bir insan değildim. Birinin nasıl olsa bir gün bana aşk teklifinde bulunacağını düşünür, kendime çeki düzen verir, müstakbel sevgiliyi dikkatli bir gözlem duygusuyla bekler dururdum. Bu efendice bekleme taktiğimi anımsamasından mıdır, nedendir bilemiyorum, İbo beni her gördüğünde, "garp cephesinde yeni bir durum var mı?" diye gülümserdi. "Bana kalırsa sen uzun yıllar bekleyeceksin," derdi. "Ve bir gün, isabetsiz birisi sana aşk teklif edecek; uzun yıllar beklemenin verdiği aşağılık psikozuyla sen bu teklifi kabul edeceksin; hayat bu birlikteliği garipsediği için de mutlu olamayacaksın." Düşündüm. İhtimalleri ve olanakları yokladım. Hâkim olduğum zaman dilimi sislendi; ardışıklık, zamanı yuttu; ebedilik, sürekliliği yuttu; eşzamanlılık, mekânı yuttu; bekleyişim beni yuttu, hayat taşlaşmış gibi oldu birden. 

İbo'nun bunu söylediği yıl içinde, kendime çeki düzen verip, Ankara'dan gelen güzel kıza aşk teklif ettim. Ret cevabı alınca terledim, İbo'ya kızdım ve eski teorime iyice sarıldım. Aynı yıl Çapa'nın güzel kızlarından birinin bana yaklaşıp, munis ve içli bir sesle, "Çok açım, param yok, bana yemek ısmarlar mısın?" demesi, iklimimi değiştirdi. Hiç gereği yokken hemen ayakkabılarımı boyadım, giymeye kıyamadığım mavi mintanımı giydim, yastıktan paralarımı çıkardım, söğüt ağacının altında beklemeye başladım. Arzumun geçmişinde biriken, bastırılan sorunlar kuş cıvıltılarına dönüşmüş, güneş büyümüş, İbo'nun teorisi ise çökmüştü. Az sonra müstakbel sevgili, bir arkadaşıyla beraber yatakhaneden çıkıp geldi. Bunları alıp, Nuri Sesigüzel'in sürekli uğradığı, Laleli'deki Urfalı Bozan'ın lokantasına götürdüm. Kızlar, şaşırtıcı bir özveriyle ezo gelin çorbasından şiş kebap ve baklavaya uzanan süreci tamamladılar. Dişlerini kürdanlayıp teşekkür ettiler. Durum belirsizleşmişti.

Birkaç gün yatağa sırtüstü uzanıp, sağ ayağımın baş parmağını ilginç hayaller eşliğinde izledikten sonra hikâyemi tüm ayrıntılarıyla İbo'ya anlattım. Gülümseyişini güçlükle gizledi. "Kızın içinde bulunduğu ruh halini, ilişkilerini, dünyasını, kızı kuşatan, meşgul eden şartları anlamadan çözümlemeden boşuna hayale kapılıyorsun," dedi. "Kızın yemek ısmarlanmasına dair teklifini de köyünüzün müezzini gibi yorumluyorsun. Lokantaya ne ödedin?" Masrafı söyleyince avucunu alnına bastırdı. "Yazık," dedi. "0 parayla en az sekiz dergi alırdık. Bir ekmek ve birer ömür yoğurdu ile doyurabilirdin onları pekala."

Akıl ve irade gerilimi, yani okul hayatı uzun sürmedi. 1967'de Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu kolunu kurduğumuz ve bir bildiri yayınladığımız için okuldan atıldık. Öğrenci hareketleri, toprak ve fabrika işgalleri derken, 12 Mart Askeri Darbesi gelip çattı. Darbeyi izleyen günler içinde Kürdistan'a geçtik. Silahlı mücadelenin şartları açısından en elverişli bölgeydi bizim için Kürdistan. İyi güzel de Kürdistan zincirinin zayıf halkası neresiydi? Doğru çıkarıma veya karara zorlanan akıl, üç bölgeyi işaret ediyordu: Malatya, Dersim ve Urfa. Düşüncenin uyuklayan dehası, bölgeleri, işlikleri, kenar mahalleleri, köyleri gezmeye başlayınca uyandı; dikkatini kıpırdayan şeylere, kanayan yaralara, acılara, şikâyetlere yöneltti, bütünsellik ve kurtuluş duygusuyla planlar yapmaya başladı. Bölgede iki yakıcı sorun, iki ağır baskı vardı: toprak sorunu ve ulusal sorun, feodal baskı ve milli baskı. Ağır bir milli baskıya rağmen, milli bilinç Kürdistan'da oldukça zayıftı. Ağalık ve toprak sorunu, baş sorun gibi görünüyordu. İbo'yla birlikte, meseleye toprak sorunundan başlayıp, yoksul köylülerin desteğini almak, geniş cephe politikasıyla milli baskıya karşı yönelmek, giderek tüm Kürdistan'ın desteğini kazanmak anlayışını uygulamaya karar verdik. Ben ağalığın ve eşkiyalığın capcanlı olduğu Siverek'e, İbo ise Kürecik'e yerleşti. 

Siverek'e, yoksul köylülerle ilişkiye geçme kararlılığıyla girdim ama ağır feodal baskıdan ve takipten dolayı köylere giremedim. Babası Şeyh Sait İsyanı'nda asılmış iki köy sahibi bir hanım ağanın, "benim köyümde kalabilir," dediğini öğrenince, kendisiyle buluştum. Bana, "bak oğlum, ben sosyalist değilim," dedi. "ama ben de senin gibi devlet baskısı altındayım. Bu bakımdan seni duyunca, boynunda yaftasıyla urgan altında bekleyen babamı anımsadım ve anlamaya çalıştım seni."

Hanım ağanın köyünde bir ay kaldım, yoksul marabaların durumunu içim parçalanarak yakından inceledim ve bir tahlil yazısı kaleme alıp, o zaman illegal çıkan Şafak dergisine gönderdim. Yazı yayınlandı. Daha sonra yazıyı, tüm Siverek'i kapsayacak şekilde genişlettim. İbo Siverek'e geldiğinde verdim, yazıyı okudu. Kürdistan'da milli baskının hangi sınıf ve kategorilere yöneldiğini ve Kürt isyanlarını konuştuk. Geniş cephe politikası izlersek, küçük toprak ağalarının desteğini alabileceğimizi söyledim. İbo, karşı çıkmadı; milli baskının sadece Kürt halkına değil, Kürt burjuva ve toprak ağalarına da yöneldiğini, hatta milli baskının esas muhataplarının onlar olduğunu ileri sürdü. 

Siverek’te bir yıl içinde, Mehmet Uzun'un da dahil olduğu yirmi kişilik bir kadro ve sempatizan hareketi haline geldik. Pratik faaliyetlerimizi yakından izleyen 

Amed sıkıyönetim komutanlığı, ani bir kararla Siverek'i asker ve polisle işgal edip tutuklamalara girişince güçlerimizi büyük ölçüde kaybettik. Sıkıyönetim beni her yerde harıl harıl aradığı için Dersim'e geldim. İbo ile artık aynı bölgede, Dersim'de birlikte çalışacaktık. Kazalara, köylere ilişkin bilgi topluyor, yoğun bir şekilde okuyor, notlar alıyordu. Dersim zincirinin zayıf halkası neresiydi? Nereden başlamalıydık? İbo, bölgenin yakın tarihinde ciddi bir kırımın ve derin bir asimilasyonun gerçekleştiğini, toprak ağalığının bulunmadığını ve bundan dolayı baş çelişkinin devletle Dersim halkı arasında olduğunu söylüyordu. Dersim'in tarihine dair hiçbir yazılı belge bulamamıştı. "Köylerde çalışırken yapmamız gereken en önemli işlerden birisinin de çeşitli mıntıkalarda yaşlıların dinlenilmesi, notlar alınması ve Dersim'in yakın tarihine dair bir raporun hazırlanması olmalıdır," diyordu. İzlenecek siyasetin, yürünecek yolun bilinmesini, halkın mevcut durumunun ve tarihinin bilinmesine bağlıyordu.

Cebimiz delikti ve silahsızdık. Beş altı liselinin dışında hiçbir kitle desteğimiz yoktu. Dağ mahallesinde, toprak damlı, tek odalı bir eve sığınmıştık. Gece gündüz yağan kar, her tarafı kapatmıştı. Yazdan kalma domates kasalarını ve liselilerin cami avlusundan çalıp getirdikleri odunları idareli bir şekilde yakarak ısınıyorduk. Bölgeye ilişkin akıl yürütmelerin, tartışmaların, okumaların sonu gelmiyordu. Moralimiz yüksekti. Sevinçliydik. Karlar erimeye başladığında, köylere açılacak, yeni simalarla tanışacak ve onlarla birlikte yüce dağlara çıkıp oralara yuvalanacaktık.

Muzaffer Oruçoğlu

Mayıs-2014

 

14

 

94363

Muzaffer Oruçoğlu

Muzaffer Oruçoğlu, 20 şubat 1948’de, Kars’ın Göle kazasına bağlı Büyük Zavot köyünde doğdu. Köyünde ilkokul olmadığı için İlkokulun ilk üç yılını komşu köyün (Küçük Zavot) okulunda, bir yılını kendi köyünde, son yılını da Kars’ta okudu. Kars Orta Okulu’nu bitirdikten sonra, Öğretmen okulu sınavlarını kazanarak Rize Öğretmen okuluna, iki yıl sonra da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık Lisesine gitti. Bir yılsonra, Fen Fakültesi Matematik Astronomi bölümüne girdi. 67’de içlerinde İbrahim Kaypakkaya’nın da olduğu 9 arkadaşıyla birlikte, Amerikan 6. Filosuna karşı yayınladıkları bildiri gerekçesiyle Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’dan atıldı. 68 öğrenci hareketlerine katıldı. 1969’da Değirmen Köyündeki toprak işgaline katıldı ve tutuklanıp Silivri cezaevine konuldu. 1972’de TKP(M-L) kurucuları arasında yer aldı. 1973’de İstanbul’da yakalandı ve ömürboyu hapse mahkum edildi. Tutsaklık yıllarını şiir ve roman yazarak geçirdi. 13 yıl tutsaklıktan sonra askere alındı. Askerden 40 gün sonra, mayıs 1986’da firar edip Yunanistan’a geçti. Fransa’da iltica etti. Yeniden roman yazmaya ve resim yapmaya başladı. Siyaset ve edebiyat dergilerinde makaleleri yayınlandı. 1988’ de evlenerek Avustralya’ya yerleşti. Bu kıtada ilkin iki yıllık resim ve heykel kolejini (Greensborough TAFE COLLEGE - NMIT) bitirdi. Daha sonra Royal Melbourne Teknoloji Enstitüsüne (RMIT) bağlı, PUBLİC ART bölümünde üç yıl Resim ve Heykel eğitimi yaptı. Şimdiye kadar toplam 6 ülkede altmışa yakın kişisel resim sergisi açtı. 13’ü roman, 7’si şiir, 2’si masal olmak üzere 30 kitabı yayınlandı. 2011’de Abdullah Baştürk işçi edebiyat ödülü ,Grizu romanına verildi. Halen Avusturalya'da yaşamaktadır.

Muzaffer Oruçoğlu

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

Sayfalar