Cuma Mart 29, 2024

M.Oruçoğlu’nda boy veren anarşizan ve revizyonist karakterli kimi görüşler üzerine kısa bir değerlendirme ; Halil Gündoğan

Bilenler bilir Sayın Oruçoğlu Halkın Günlüğü gazetesinde “Antagonizma” ismiyle tanımlamayı tercih ettiği köşesinde çeşitli konular/meselelere dair görüş ve düşünsel eğilimlerini paylaşır okuruyla.

Sanırım tıpkı benim gibi ilgi ve de dikkatle takip edenleri de bir hayli fazladır. Gerek anlatım tarzı, dili ve gerekse ele alıp paylaştığı konular itibariyle bu ilgiyi hak ettiğini de düşünenlerdenim. Yani kanaatimce, insanlarımızın Sayın Oruçoğlu’na ilgi ve sevgisi sadece TKP/ML’nin kurucu önderlerinden birisi olması ve hâlâ da davaya hizmet etme sevdasını sürdürüyor olmasından ötürü değildir.

Keza yine bilenler bilir ki, ideolojik duruşu itibariyle Sayın Oruçoğlu, özellikle de son çeyrek asırda, Marksizm -Leninizm’in kimi temel ilkesel sorunlarında ciddi boyutlara uzanan kırılmalar sergileye gelmiştir.

Nitekim Oruçoğlu’nda ki bu savruluşlar kimilerince “Yeni tarz revizyonizm”1 ve keza kimilerince de anarşizan eğilimler olarak karşılanıp yorumlanmaktadır.

Elbette kendisine ilişkin bu tarz değerlendirmeler yapıldığını biliyor da. Yazılarında yer yer açıktan, çoğu kez de satır aralarında değinir de bu tür eleştirilere.

Galiba bu türden satır arası ‘savunuların artık yeterli gelmediğine hükmetmiş olmalı ki, ideolojik duruşunun tam olarak neye tekabül ettiğini daha etraflıca ve daha doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş.

Adı da geçen gazetenin 16-31 Aralık 2015 tarihli 113. Sayısındaki Antagonizmanın konu başlığı aynen şöyle : “Beni Anarşistlerden ve yirminci yüz yıl devrimlerinden ayıran bazı noktalar.” !

Oruçoğlu bu yazısında her ne kadar da

1-) “Kapitalist egemenlik aygıtlarının Paris Komününde ve onu izleyen 20. Yüzyıl işçi devrimlerinde olduğu gibi dipten tepeye doğru, devrimci kitle hareketleriyle parçalanması ve komününün, sadece Paris Komününde olduğu gibi dipten tepeye doğru inşası. (…)” yani “(…) tabanda, taban tarafında konulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir Komün Cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arası bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir” diyerek açılmadığı ve;“ Yeni bir şey savunmadığımı söylemeliyim. “ vurgusuyla, kendisinin yapmaya çalıştığının sadece ve sadece; “ (…) Marks, Engels ve Lenin’ in, Paris Komünü tecrübesinden doğan, ama teorilerinde hakim hale gelmeyen bir görüşün, hakim hale getirilmesinden ibaret “ olduğunu dile getiriyorsa da; ve

2-) Her ne kadarda “bir çok insan benim Anarşizme kaydığımı sanıyor” olmasını da tamamen yukarıdaki görüşlerin aksi görüşlerini teoriye hakim kılan “Yirminci Yüz Yıl Devrimleri” olarak ta andığı “eski komünist” görüşlere karşı çıkması üzerinden izah ediliyorsa da;

[ki, aynen şöyle dile getirmekte, “Eski komünist görüş, aygıtı, tepeden tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti olarak kuruyor (…) ]; aslında besbelli ki sorun hiçte bu kadar basit ve yüzeysel değildir.

Çünkü her şeyden önce Oruçoğlu’nun buradaki duruşu ve takınmayı yeğlediği tutumu Marksizm-Leninizm teorisi karşısında sakat ve zorlama bir öznel’ci bir özellik arz etmektedir. Amiyane tabiriyle Oruçoğlu burada alenen ‘yamuk yapmaktadır.

Çünkü “20 yy. devrimleri” dediği ( ki bunlar bildiğimiz Rusya, Çin, Doğu Avrupa, Balkanlar, Vietnam ve Küba devrimleridir.),

Zorunlu tarihi koşulların ürünleri oldukları yadsınamaz olan devrimin gerçekleşmesi korunması ve sosyalist inşanın yürütülebilmesinin verili somut süreçteki politikaları anlamındaki devrim teorisinin Marks, Engels ve Lenin’in Paris Komünü deneyiminden de yararlanarak sentezlenmiş olan Oruçoğlu’nun da yukarıda öne çıkardığı Marksizm teorisinin öngörmüş olduğu perspektif yerine geçildiğini/ikame edildiğini ve bu anlamıyla da Marksizm’in özünden sapılmış olduğunu ileri sürmüş oluyor ki; bu başlı başına yanlış ve esasen de Troçkizan referanslı bir sorgulayış ve savruluş olur.

Neden böyledir peki? Çünkü akıl-izan ve de vicdan sahibi her sorgulayıcı beyin rahatlıkla teslim eder ki ‘ 20. Yy devrimleri teorisi’ hiç ama hiçbir şekilde Sayın Oruçoğlu’nun iddia ettiği gibi “komünist görüş” olarak Marks, Engels ve Lenin tarafından oluşturulmuş olan devrim ve devlet/proletarya diktatörlüğü teorisinin yerine “aygıtı tepeden, tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti”/bir ‘proletarya diktatörlüğü tarzı bir sisteminin gerçekleşmesi gerektiğini öngörmemiştir.

Yapılanın tamamı, sadece ve sadece, teoride öngörülen sistem modelinin, devrimin gerçekleştiği ülkenin verili koşullarında hemen ve doğrudan yaşama geçirilmesinin mümkün olmamasından hareketle, devrimi sürdürmeyi ve sosyalist inşayı görece daha alt evreli özgün geçiş modelleri ve geçici araç, aygıt ve ‘hal çareleri’ üzerinden sürdürme politikası izlemeleri ihanettir. Yani bu tıpkı nesnel koşulların doğrudan sosyalist devrime ve sosyalist cumhuriyete imkân sunmadığı durumlarda örneğin devrimci işçi- köylü veya halk veya yeni demokratik devrim ve iktidar biçimlerinin yaşanmasının öngörülüyor olmasında olduğu gibi; strateji ve ana yönelimin sadece ve sadece verili şart koşullarına uyarlanmış olmasından ibarettir. Ve bu aleni gerçekliğe rağmen Sayın Oruçoğlu’nun bunun üzerinden böyle kolaylıkla atlayıvermesi ve ötesine de geçip, gerçekçi olmayan zorlama ve kolaycı ithamlarda bulunması, gayet tabii ki birileri tarafından sorgulanacak ve karşılık verilecektir.

Doğrudan demokrasinin, yani iktidarın taban örgütlülüğü ve inisiyatifi üzerinden kurgulanmasının bir ifadesi ve özgün modellerinin biri olan Sovyetler iktidarını öngören ve “bütün iktidar Sovyetlere!” karakteristik temel şiarı ile ekim devrimi startını veren, aleni ve net bir teorik berraklıkla proletarya diktatörlüğü devlet modelinin “devletsiz devlet “ tarzında alacağı, düzenli ordu ve geniş bürokratik yönetim aygıtlarının olmayacağı, en üst devlet görevlilerinin maaşlarının standart işçi maaşını geçmeyeceği, devlet görevlilerinin seçimle belirleneceğini ve yine seçilenlerin iradesiyle azledilebilecekleri keza komünist partisinin rolünün sınıfa önderlik etmekten öteye geçmeyeceği vs. vs.yi öngörüyorken; örneğin ne veya neler olmuştu da ve hangi “öngörülemeyen koşullar ”la karşı karşıya kalınmıştı da, teoride öngörülen perspektifin yerine daha farklı ve de sıkı bir sınırlayıcılık ve kontrolle denetim altında tutulamadığı taktirde sistemi içten bozguna uğratacak özelliklere sahip daha farklı tarz ve modellere başvurmak zorunda kalınmıştı! Hakikaten devrim önderliği bir zorunlulukla mı karşı karşıya kalmıştı, yoksa işin kolayına kaçmayı mı yeğlemişti? Ya da zor olanı yapmada sebat göstermeyip, kolay yoldan teoriye sırtını dönüp, revizyona mı başvurmuştu?

Keza sorun örneğin ‘NEP’ gibi geçici hal çareleri olarak öngörülen ‘güçlü-merkezi düzenli ordu’, ‘katı merkeziyetçi yönetim modeli’, ‘Fordist çalışma sistemi ’ve ‘teşvik primleri’, ‘Komünist Partisini rolü ’nün ve inisiyatifinin ‘iktidar organı olan Sovyetlerin önüne geçirilmesi’ vb. gibi daha pek çok ‘kitap dışı’ politikalar nasıl olmuştu da ‘geçici hal çareleri’ olmaktan çıkıp basbayağısından ‘olağanlaşarak’, kalıcı tarzlar olarak yerleşmişlerdi?

Bütün bu’ sonuçlarda dönemin önderi KP’nin ve KP’nin önder kadrolarının yaklaşım-tutum ve savunularının rol ve etkisinin ne olduğunu sorgulanarak sonuçlar çıkarmak ayrı bir şeydir; Sayın Oruçoğlu’nun malum ithamlı tutumuyla sergilemiş olduğu yaklaşım ve duruş, her haldeki bambaşka bir şeydir. Sanırım bu noktanın altını kalınca çizmekte de fayda var.

Oruçoğlu’nun sorun somutundaki, meseleyi ele alış ve sorgulayış tarzı her şeyden önce diyalektik ve öznel olarak da tarihsel materyalist perspektifle ciddi şekilde problemlidir. Bariz öznelci bir tutumdur öne çıkan. Bunun ardında, geçmiş dönemde soyunduğu ‘Maoizm teorisi’ icat etme gayretinin sürüklemiş olduğu güçlü bir Stalin alerjisinin yaratmış olduğu dinamik bir bilinçaltı marifetinin rol oynadığını da, illaki kayda geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum.

Ancak Sayın Oruçoğlu’nu belli yönleriyle ve kimi konularda ciddi şekilde revizyonizmle buluşturan esas belirleyici unsur, hiç kuşku yok ki, “Leninist sınıf mücadelesi”yle ( bilerek veya bilmeyerek)arasına koyduğu mesafedir! Altı önemle ve kalınca çizilmesi gereken bir diğer nokta da budur.

Oruçoğlu gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi sürecinde ama esasen de devrim sonrası, komünizm ereğiyle sosyalist inşa sürecinin başarıyla örgütlenip tamamlanabilmesi sürecinde sorunu Marksist Sınıf mücadelesi teorisi ekseninde ele almayarak, zaten Marksizm-Leninizm sürecinden esasen kopmuş oluyor.

Ve kendisini belli yönleriyle anarşizme ve anılan konu başlıklarında ciddi şekilde de revizyonizme vardıran belirleyici esas unsurun bu olduğunun bir kez daha önemle altını çizmekte fayda var.

Fakat galiba kendisi bunun pek de farkında değil gibi! Saf saf kalkmış anarşizmle arasındaki temel ayrım noktasının şu olduğunu dile getiriyor: Güya onlar “daha bugünden, örgütün, hiyerarşinin ve biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden söz ediyorlarmış. Kendisiyle “(…) lağvedilen devletin yerine neyin konulacağı konusunda

Anarşizmle aynı görüşte değilmiş.” “Ben” diyor; “bir komün cumhuriyetinden söz ediyorum. Merkezi ordusu ve bürokrasisi olmayan, komünlerin ortak sorunlarını tartışan ve komünlerin arasında koordineyi sağlayan, dengesizliği kaldırmaya hizmet eden komün cumhuriyeti parlamentosundan, devletsiz bir geçiş devletinden söz ediyorum” diyor.

Anarşistler ile kendisi arasındaki temel farkın, onların ‘daha bugünden ’her türlü örgüt ve örgütlü mücadele ve inşayı yadsıyor oluşuyla izah eden Oruçoğlu, aslında bununla fena halde bir yanılsama oluşturuyor. Çünkü gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerekse sosyalist inşa sürecinin tamamlanarak komünizme uzanılması evresine ilişkin öngörüleriyle, anarşistler ile arasında var olduğunu ifade ettiği o ‘temel farkın aslında hiç de öyle esasa ilişkin belirleyici bir fark olmadığını bizzat kendisi ortaya koymuş oluyor. Aralarındaki fark olsa olsa, kendisinin; “Anarşizmin envaı çeşit biçimleri, türleri var” dediği türden, bir başka anarşizan perspektif farkı olabilir, anacak ki;

Çünkü Sayın Oruçoğlu devrim öncesi ve sonrası süreçlere ilişkin olarak sorunu Marksist perspektifin olmazsa olmazı olan sınıflar ve sınıf mücadelesi yasaları gereğince ele almıyor, ortaya koyduğu yaklaşım bütünlüğü içinde devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşanın başarı ile tamamlanarak komünizme varılmasına, örgütleri üzerinden/onlar aracılığı ile önderlik etmesi ve motor güç rolü oynaması gereken proletaryanın esamesi dahi okunmuyor!

Öte yandan Oruçoğlu’nun yaklaşım bütünlüğünde toplum, devrim öncesinde, iktidarda bulunan bir avuç egemen sınıf ile çıkar çelişkileri olmayan yekpare bir zümre olan halktan/ezilenlerden ibaretken; devrim sonrasında ise, sınıf ve sınıfsal farklılıkları bulunmayan ve kendiliğinde bir yönelişle (âdete içgüdüsel olarak) ‘komünal yaşam’a odaklanmış ve yine ortak bir ‘ülkü’ olarak ‘devletsiz devlet’ bir özellik taşıyan ‘geçici devletli evreyi de tamamlayarak ‘devletsiz sisteme, yani klasik anarşizmin öngörmüş olduğu tarzda her türden örgütlü-hiyerarşik yapılanma aygıtlarını da tasfiye eden “örgütsüz toplum ”evresine varmayı hedeflemiş, çıkar çelişkilerinden azade, sınıfsız-zümresiz bir halk söz konusu olsa gerek ki; devrim öncesi sürece ilişkin: “(…) devrim sürecinde, şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve şiddet biçimlerini( gerilla şiddeti, kitle ve komün şiddeti vb.) reddetmiyorum.(…)”şeklinde dile getirmiş olduğu bu yaklaşımında da rahatlıkla görülebileceği gibi, devrime sınıfın ( proletaryanın elbette) önderliğini şart koşmayan ve buna bağlı olarak da doğallığıyla sınıfın örgütlü önderliğinin/KP örgütlülüğü ve önderliğinin iradi olarak oluşturulması ve konumlandırılmasını, sınıf mücadelesinin başarıyla gelişip hedefine varabilmesini zorunlu bir gereği olarak ortaya koymayan (ki bu nokta Marksizm ile revizyonizm arasındaki en ince sınırlardan birisidir ); ama ‘şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek’ olası direniş ve diğer her türlü mücadele organizasyonlarını da reddetmediğini ama devrim sonrasında, “ Komün cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilmesini savunuyorum.” (abç) diyor/diyebiliyor.

Rahatlıkla görülüp teslim edileceği üzere, Sayın Oruçoğlu, gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerek korunup, komünizm hedefine doğru kararlıca ve kesintisizce, emin adımlarla ilerletilebilmesini de içeren tüm bu zorlu sınıf mücadelesi sürecini, örgütlü sınıfların iradi (kıran kırana) mücadele sahası olarak ele almıyor. Böyle tanımlamıyor.

Farklı toplumsal kesim ve sınıflar arasındaki politik, iktisadi, askeri ve kültürel daha mücadelelerinin her birinin aslında kendi egemenliklerini sağlama, çıkar ve avantajlarını koruma ve geliştirme, karşısındaki güçlerin egemenlik sahalarını daraltma ve mümkünse tümden saha dışına atıp tahakküm altına alma/yıkıma uğratma üzerinden şekillenen örtük ve aleni biçimlerde seyreden bir iktidar mücadelesi olduğunu elbette Sayın Oruçoğlu da biliyordur.

Ve sınıflar arası bu kanlı /kansız iktidar mücadelesinde tarafların sürecin ta en başından itibaren güçlerini politik, ekonomik, merkezi ve sıkı disiplinli örgütsel mekanizmalarla yer alacağı olgusu, tarafların öznel keyfiyetlerinin bir tercihi durumu olmayıp; sınıf mücadelesi doğasının buyurduğu, kaçınılmaz zorunlu bir gereklilik durumudur.

Fakat gelin görün ki Sayın Oruçoğlu’nun bu karakteristik soruna yaklaşımı hiç de M-L perspektiften değildir. Sınıflar arası mücadelenin her iki evresinde de ( yada başka ifadeyle söylemek gerekirse; Proletarya-burjuvazi çelişmesini çözümünün her iki evresinde de) sınıfları ve diğer toplumsal kesimleri örgütlü güçleriyle ( ki örgütlenme olgusu aynı zamanda farklı düşüncelerin kendisini özgürce ve etkinli ifade etmesinin bir biçimi ve aracıdır da. Böyle iken Oruçoğlu’nun ‘taban demokrasisi’ temeli üzerine inşa edileceği öngörülen ‘Komün Cumhuriyeti’nde demokrasinin bu olmazsa olmazı düşünce özgürlüğü, komünler dışındaki, ‘tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilecek olmasıyla’ esasen söz konusu olmayacak demektir. İlginç bir ikilem doğrusu! ) konumlandırmıyor: Devrimin örgütlenmesi süreci zaten tamamen kendiliğindenci bir kaynayış olarak kurgulanıyorken; devrimi gerçekleştirileceği evrede de, yine iradi olarak öngörülüp uygulamaya sokulacak bir örgütlü mücadele söz konusu olmuyor!

Ama bütün bunlara rağmen Oruçoğlu hala da kendisine toz kondurmuyor: ‘Bende anarşizm arayanlar fena halde yanılıyorlar’ havalarında. Muhtemelen kendisini buna fena halde ikna etmiş gibi. Büyük bir özgüvenle; gerek devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde şartların zorlamasıyla kendiliğinden ortaya çıkacak olan kitle inisiyatifli kendiliğinden örgütsel oluşumlara (örneğin tıpkı Gezi sürecinde ortaya çıkan taban ve tepe/çatı koordinasyonlarını sağlayan oluşumlar gibi) itiraz etmiyor oluşunu ve gerekse ‘lağvedilen devletin yerine’ ‘komün cumhuriyeti’ ve ‘devletsiz devlet’ özelliği taşıyan ‘geçiş devleti’ni öngörüyor olmasının kendisini anarşizan perspektifin uzağında tutacağını/tuttuğunu savunabiliyor.

En ilkel ya da ‘natürel’ ortamlı hayvanlar âleminde dahi, sürüler ve koloniler tarzında yaşayan hayvan topluluklarının da ‘sosyal yaşamı’ illaki kendi doğrularına özgü bir ‘iç nizam’, bir arada yaşayabilmelerini mümkün kılan, ‘uyumu’ organize eden bir ‘örgütsel mekanizma’ ve yine illaki beli bir ‘hiyerarşik ilişkiler sistemine’ sahiplerdir.

Böyleyken anarşistlerin genel devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi gerekse devrim sonrası toplumsal yaşamın yeniden inşa sürecini, organize edecek hiçbir özgün örgütsel ve hiyerarşik mekanizmalar ve ilişkiler ağı sistemine başvurmadan öngörüyor olduklarını ( belki ‘Bireyci Anarşizm’ akımını bu genelleme dışında tutmak isabetli olabilir.) ileri sürmek, herhalde ‘şehir efsanesi’ kabilinden bir rivayeti referans almakla mümkün olabilir.

Anarşist referansın genel yaklaşımında örneğin toplumun bir devlet ya da hükümet örgütü tarafından yönetilmesine, keza ‘Marksist öncü parti’ ve “bir geçiş dönemi idaresi” ne karşı olduklarını ileri sürmek aynı şeydir; onların, toplumsal yaşamın organizasyonunun sağlanabilmesi içi ‘zorunlu gereklilikler olarak var olması şart olan her türden organizasyon mekanizmalarına ve ilişkiler ağı sistemine de karşı olduğunu söylemek, apayrı bir şey olsa gerek.

Yani özetle; Sayın Oruçoğlu’nun anarşist perspektiflerle temel farklılıklarını böylesine ‘ince ayarlı ’küçük nüans’ farklılıkları üzerinden izah etmeye kalkışması, galiba kendisi açısından biraz ‘şanssızlık’ olmuş gibi.

Bilinir ki Anarşistleri ( ana akım anarşistleri baz alarak yapıyorum bu genellemeyi) Marksist–Leninistlerden ayıran en temel kriterlerin başında hiç kuşkusuz ki devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşa sürecinde proletaryanın sınıf mücadelesini sıkı disiplinli-merkezi öncü örgütsel mekanizmalar ve de geçiş sürecini proletarya diktatörlüğü devlet sistemi üzerinden ele almayı reddetmek tutumları yer alır.

Hal böyle olunca da, yukarıda ele aldığımız pasajlardaki yaklaşımlarını baz alarak söylemek gerekirse; rahatlıkla görülecektir ki Sayın Oruçoğlu ile anarşizan perspektif arasında pek te öyle ilkesel boyutlu herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Keza bu pasajlarda sergilemiş olduğu yaklaşımlarını baz alarak Sayın Oruçoğlu’nun ’20.yy.devrimleri’ dediği devrimler deneyiminde ortaya çıkan; “tepeden tabana doğru” gelişerek toplum yaşamının sosyalist dinamiğini felç eden, devrimin ilerleyişini kötürümleştirip yolundan saptıran, sosyalist inşayı komünizm hedefine doğru ilerletme potansiyelini yıkıma uğratan, onu bu kabiliyetinden mahrum bırakan keza devrimin ‘kalesi’ ve ‘kurmay heyeti’ olması gereken en başta komünist parti mekanizmasını ve Sovyetleri/komünleri yeni tipte burjuvazinin yeşerip boy verdiği ‘fidelikler’ haline gelmesine yol açan, doğrudan demokrasi sistemini ortadan kaldıran, toplumun imkanlarının önemlice bir miktarını emen “merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti” modeline haklı olarak karşı çıkma adına; ve de “tabanda, taban tarafından kurulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir komün cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir.(…)” şeklinde özetlenebilecek proletarya diktatörlüğü sistemine ilişkin Marksist-Leninist perspektifi savunacağım adına, Marksist-Leninist sınıf mücadelesinin/Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinin vazgeçilmezi sayılan ‘sınıf’, ‘sınıf önderliği’, ideolojik önderlik ’ve bu bağlamda da sınıfsal örgüt ve örgütsel yönetim mekanizmalarının zorunlu gerekliliğini alenen yadsıma durumuna düşülürse; herhalde ki bunun adı sadece anarşizan perspektife kaymak olmaz; bundan daha çok basbayağısında revizyonizme dümen kırmak olur.

Çünkü bu tarz bir yaklaşım her şeyden önce (aktardığım pasajlarda da alenen görüldüğü üzere) gerek devrimin gerçekleştirilmesi ve gerekse geçiş evresi olarak sosyalist inşa sürecinde sınıflar ve sınıf mücadelesi olgusunu yadsıyor! Proletarya-burjuvazi çelişmesinin ikinci evresi itibariyle de çözülmeden sınıf mücadelesinin kıran kırana süreceği gerçekliğini yadsıyor! Proletarya önderliğinin kayışız koşulsuz bir şart olduğu kriterini yadsıyor! Proletarya dışındaki toplumsal kesimlerin (ve ana tabakaların) de sınıf ve sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılması, bu farklılıkları her an yeniden yeniden üreterek var eden üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesi ve sonuçta da komünizme varılması amaç ve sevdalarının olabileceğini savlıyor! vs. vs. Ve besbelli ki bu her iki tutum da Marksist değil, âlâsından revizyonist perspektiftir.

Sorunun bu boyutu Sayın Oruçoğlu’nun ‘zayıf karnı’ özelliğindendir: “Komün” diyor, “Komün Cumhuriyeti” diyor, “devlet olmayan devletsiz devlet” e doğru evriliş diyor, “tüm mülkiyetin” diyor “ komün mülkiyeti haline getirilmesi” ni savunuyorum diyor. ( Gerçi “ tüm mülkiyetin” derken anlaşılan hâliyle tüm mülkiyeti kastetmiyor Oruçoğlu. Nedense sadece ve de özel bir öne çıkarmayla “kırsal bölgelerde” ki “tüm mülkiyetin” komün mülkiyetine dönüştürülmesini öngörüyor.) Ve keza çok haklı ve de isabetli bir öne çıkarıp görünür kılmayla: “ tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değerleri ve tarzı gibi bin bir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen ve tüm haşmetiyle yaşanan görünmez sivil devlet” ile esaslı bir şekilde savaşa tutuşmak diyor, vs. vs.

Ancak bütün bunların her birinin farklı çıkarlarla birbirinden ayrılan ve dolayısıyla da güne ve geleceğe farklı pencerelerden bakan, güne geleceğe ilişkin beklentileri farklı farlı olan toplumsal kesimlerin her birince farklı farklı algılanıp karşılanacağı, eşyanın tabiatı gereğinceyken; dolayısıyla da örneğin küçük ve orta ölçekli üreticiler ve küçük mülkiyet sahipleri ile, işgücünden başka hiçbir ‘ üretim aracı’, ‘özel mülkiyeti’ olmayan işçi sınıfı arasında nasıl olacak da ‘ortak gelecek’ projesi söz konusu olabilecektir acaba? Örneğin küçük mülkiyet dâhil, ‘ tüm mülkiyetin’ komün mülkiyetine dönüştürülmesi gücünü ‘komün devrimi’ne kim nasıl kazandıracaktır acaba? Keza, örneğin Oruçoğlu’nun ’sivil devlet’ olarak ifade etmeyi tercih ettiği eski toplumsal sistemlerden devralınan tüm o değer yargıları besbelli ki farklı toplumsal kesimlerce farklı farklı karşılanacak, göreceli şeylerken; bunlara karşı Komünist yaşam tarzının koşullandığı karakterde bir karşı cephe oluşturma ortak amacında buluşup birleşmeyi hangi ‘otorite’ sağlayabilecek acaba? vs. vs.

Öyle ya, ‘komün’ var ‘komün’ var! Ben farklı içeriklendiririm, sen farklı içeriklendirirsin, örneğin Sayın Oruçoğlu’nun gönlünde yatan ‘komün’ güzellemesi tasarısı ile A. Öcalan’ın ‘yeni yaşam’ adı altında, sınıfsal konumlarına/mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, tüm ‘yurtsever’ toplumsal kesimleri bünyesine alma hevesiyle ve tüm işlevi ve amacı da dayanışmacı bir toplumsal yeniden üretim ve dengeli, görece ‘eşit’ bir paylaşımdan zerre kadar öteye geçmeyeceği/geçemeyeceği besbelli olan ve keza çok açık ve net olarak kapitalist üretim ilişkileri zemininde kalacağı tartışma götürmez bir gerçeklik olan ‘komün’ü arasında ne türden bir özsel fark olacaktır acaba? Özden bir fark olacaksa, bu fark, bu farkı egemen kılacak irade nasıl oluşacak acaba? Kendiliğinden oluşmayacaksa, bu iradeyi kim ( veya kimler) ve nasıl oluşturacaktır? vs. vs.

İşte tüm bu ve benzeri yönleriyle de Sayın Oruçoğlu’nun perspektifi, önem ve ciddiyetle yanıt vermesini gerektiren bir yığın hayati değerde sorularla doludur.

Yıllar önce kaleme aldığım bir makalenin başlığı aynen şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı silahsızlandırmaya devam ediyor!”

Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.

Umarım bu eleştiri ve değerlendirmeler Sayın Oruçoğlu’na vesile olurda, muhasebesini yaptığı anarşistler ve “yirminci yüz yıl devrimleri” ile arasındaki görüş farklılıklarını daha bir köklü bir şekilde ele alır da, Marksizm-Leninizm ile arasında açtığı açıyı kapatır.

15-01-2016

Halil 

44853

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

TC’nin Kuruluş İdeolojisi Kemalist Faşizm ve Günümüzdeki Varyantı

Ülkemizde sorun ve çelişkiler çözülmediği gibi mevcut durum giderek daha çetrefilli bir döneme girmiş durumdadır. Bunun sonucu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüsü had safhaya varmıştır. Yoksullaşma en üst düzeye çıkmıştır. Ülkenin girdiği sarmal durumun bedeli tamamen emekçi sınıflara yüklenmiştir. Elbette ki yoksulluk ve işsizlik her zaman var olmuştur. Sınıf çelişkileri, sömürü, baskı ve diktatörlük dönemleri her zaman yaşanmıştır. Bundan sonra da sınıf çelişkileri var olduğu müddetçe baskı mekanizması varlığını devam ettirecektir. Lakin günümüzdeki mertebeye çıkmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda İzmir İktisat Kongresi, ya da Emperyalizme Bağımlılığın Belgesi

Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir. İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir.

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

Giriş:

İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem olmuştur.

 

Devrimci Demokratik Kamuoyuna ve Halkımıza!

KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA’YI ORTAK BÖLGESEL GECELERLE ANACAĞIZ!

Çakma komünistler! (Deniz Aras)

Her genç Kaypakkayacının biraz da alaycı bir alaycı mutlaka karşılaştığı bir cümledir “Köylü devrimcisi”! Kastedilen elbette İbrahim Kaypakkaya ve onun görüşlerini savunanlardır. Bu tanımı yapanlar için zaman mefhumu sanki bir avantaj olarak kullanılır. Zaman geçtikçe Kaypakkaya’nın görüşlerinin eskidiği sanılır ya da umulur. Kaypakkaya artık eskide kalmıştır ve şimdi “yeni şeyler” söyleme zamanıdır!

Siyasi Tutsakların Tecridi Kırma Mücadelesinin Neresindeyiz? (Yorum)

Emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele eden devrimcilere, komünistlere karşı hemen her ülkede gözaltı ve tutuklama sistematik bir şekilde devam ediyor.

Bu sistematik durum, bu faşist devletler nezdinde tutuklananların her gün daha da derinleşen br şekilde tecrit altında bırakılması anlamına da geliyor.

Egemenler dünyanın dört bir yanındaki devrimci ve komünistlere dönük saldırılarını, katletmekle bitiremediğinde esir alma, tutsaklar üzerinden muhalif güçleri, toplumu sindirme, hapishaneleri bu sindirmenin en önemli aracı haline getirmek hedefiyle yürülüğe sokmaktadır.

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Garod – “Hasret” (Nubar Ozanyan)

Halkların coğrafyaları suç ve cinayet örgütü gibi çalışan devletler tarafından zorla boşaltılıyor. Soykırım, işgal, tehcir zulmüyle toprakları cehenneme dönüşen halklar; belirsizliğe, bilinmezliğe, karanlığa doğru zorla sürülüyor. Boyunlarında geleceksizlik zinciriyle birlikte adına yaşamak denilen zulme mahkum ediliyor.

Gerilla, haktır ve halktır (Nubar Ozanyan)

Sınırları ateşten ordularla kuşatılmış her dört parça toprakta, yaşam ve var olma hakkı ellerinden zorla gasp edilmiş Kürt halkının, direnme ve isyan etmekten başka çıkış yolu var mıdır? Kürtlere, ezilenlere kıyamet yaşatılırken her bir karış toprağına ölüm yağdırılırken, en dezavantajlı koşullar altında gerilla, çıplak elleri ve cesur yürekleriyle özgürlükleri uğruna savaşmaya devam ediyor.

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Sayfalar