Perşembe Nisan 25, 2024

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Ve kendi sorusunu yanıtlıyor: “Bir gerçek var ki o da Türkiye muhafazakârlaşmıyor, aksine Türkiye, batılılaşıyor. Muhafazakârlık sadece görünürde artıyor.”[6]

Yazarın “fuhuş, uyuşturucu-alkol kullanımı, kadına yönelik şiddet, boşanma” gibi “negatifler”i “Batılılaşma”nın göstergeleri olarak sunması, Millî Gazete camiasının geleneksel akıl haritası ile uyumlu, kuşkusuz. Gazetenin sözcülüğünü üstlendiği İslâmcı kesimler, yani MNP-MSP-Fazilet Partisi-Saadet Partisi tabanı, her türlü “melânet”i Batı’dan (ya da Siyonizm’den ya da ikisinden birden) bilen bir geleneğin sürdürücüsü, ne de olsa.

Ama benim burada tartışmak istediğim sorun, bu değil. Dahası, bu saptama, yazarın sorusunun isabetliliğine (en azından görünüşteki isabetliliğine) gölge düşürmüyor.

Gerçekten de, son on yılda Türkiye’de yapılan bütün anket çalışmaları, yalnızca siyaset alanında değil, toplumsal değerler sisteminde de belirgin bir muhafazakârlaşmaya işaret etmekte. Din, hiç kuşkusuz ki bu eğilimin bir veçhesi, ama muhafazakârlaşma eğilimi, salt dindarlığın artmasında açığa çıkmıyor. [Hatta, ilginçtir ki, bazı araştırmalarda dindarlık son yıllarda mevzi kaybetmiş gibi duruyor. Örneğin, BBDO reklam ajansının, 2012 yılında “Türk kültürünü ve kültürün belirlediği davranışları incelediği araştırma dizisinin”  ”Muhafazakârlık” başlıklı bölümünde, 2003’ten 2007’ye, yüzde 31.6 olan düzenli namaz kılma oranı  yüzde 29.3’e; düzenli oruç tutma oranı ise yüzde 65’ten  yüzde 50’ye gerilemiş gözüküyor. ‘Ipsos KMG’ tarafından iki yılda bir gerçekleştirilen ‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu’ araştırmasının 2012 sonuçları da, benzer şekilde Türkiye’de dini inancının hayatına yön verdiğini söyleyenlerin oranının 2007 ile 2011 arasında yüzde 72’den yüzde 66’ya gerilediğini ortaya koymakta.[7] Oysa söylem çok farklı: Katılımcılar, yükselen oranlarda (2003’te yüzde 21.5; 2007’de yüzde 24.8) muhafazakâr olduklarını söylüyorlar, örneğin…]

Türk muhafazakârlığının vurgusunun, kamusal alanda milliyetçilik/ “öteki-düşmanlığı”, özel alanda ise aileye yöneldiği, bilinen bir durumdur. Bu muhafazakârlık en fazla, öteden beri bir çeşit “has bahçesi” sayageldiği, kadınların yaşamları ve bedenleri üzerinde tecelli eder. Hemen tüm anketlerde “kadının esas görevi ailesine yöneliktir” mealinde yanıt verenlerin ezici çoğunlukta olması, evlenirken müstakbel eşinin bakire olmasını beklediğini söyleyen erkeklerin (popüler kültür araçlarındaki tüm aksi yöndeki gösterimlere karşın) oranının yüksek bir düzeyde sabitlenmesi, “hafifmeşrep” davranan, öyle giyinen kadınların taciz/tecavüzü hak ettiğine ilişkin yaygın kanı vb. vb.nde gözlemlendiği üzere…

O zaman, eşzamanlı olarak fuhşun artmasını, aile içi şiddetin zirve yapmasını, çocuklara yönelik cinsel istismarın ortalığa saçılmasını, alkol/uyuşturucu kullanımının yaygınlaşarak kullanıcı profilinin gençleşmesini… nasıl izah edeceğiz? Bir toplum hem bu denli “maneviyatçı”, hem de bu denli “düşkün” olabilir mi?

Aslına bakarsanız, hem maneviyatçılığı/muhafazakârlığı, hem de düşkünlük belirtilerini üreten zemin üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu durumun hiç de şaşılası olmadığını görürüz.

Evet, Türkiye, sosyal bilincinden ve hızlı politizasyonundan tank paletleri altında feragat etmek zorunda kaldığı 1980’lerden, ama daha yoğun olarak 1990’lı yıllardan bu yana, kıran kırana bir vahşi kapitalizm trend’ine girdi. 1960’lı yıllardan itibaren uygulana gelen ve yükselen emek mücadelesinin konsolide ettiği “sosyal devlet” uygulamaları ve anlayışı hızla terk edilirken, paternalist modernleşme modeli de tüm getirileriyle birlikte lağvedildi. IMF ve DB duayenliği altında “Kafayı kullan, köşeyi dön” retoriğine teslim edilen toplum kredi kartlandırılarak tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye zorlandı. Kiwilerden, Çikita muzlardan, Nescafe’lerden, Amerikan sigaralarından, 3-G cep telefonlarına, en son bilgisayar oyunlarına mesafe, kısaydı; çok değil, 30-35 yıl önce en büyük eğlencesi, TRT radyosundan “Yurttan Sesler”i dinlemek olan, “edepli” bir toplumdan, on-onbeş yılda, “Yetenek sizsiniz” toplumuna dönüştük. 

Kemalettin Tuğcu romanlarının, Kibritçi Kız masallarının, “fakir ama onurlu” esas oğlanların, “zengin, şımarık genç kızları” yola getirdiği temiz aşkların hiçbir hükmünün kalmadığı bu değerler depreminde, alım gücünün üzerinde, üstelik de göstere göstere tüketmek, tek yaşam amacına hâline gelecekti…

Ve bu tüketim çılgınlığına, gelir dağılımındaki eşi görülmemiş bir bozulma eşlik ediyordu. Rantiye-spekülatif sermaye inanılmaz ölçüde değerlenirken, emek, başdöndürücü bir hızla değer yitimine uğruyor, geniş toplum kesimleri hızla yoksullaşıyordu.

Tüm bunlara, 1990’lı yılların kirli savaşın topraklarından kopartarak metropollere sürüklediği dev Kürt göçünün etkisini ekleyin…

Böyle bir toplumun akıl sağlığını muhafaza edebilmesi, mümkün olabilir mi?

*   *   *

Örgütsüzleşen, konumunu hızla yitiren, yaşamlarının denetimini ellerinden kaçıran kitleler, bir çeşit regresyonla, tutunacak dalı “maneviyatçılık”ta, “şanlı tarih”lerinde, dinde, ailevî değerlerde vb. aramaya yönelirler. Şişirilmiş milliyetçilik ile şişirilmiş erillik iki yakayı bir araya getirememenin, televizyonda her gördüklerini isteyen çoluk-çocuğa söz geçirememenin, kirayı yatıramamanın, iş bulamamanın, her an evden atılmayı beklemenin duygusal telafisidir; maneviyatçılık ise, bir yandan (hâl-i hazırda) iktidarın lütuflarına mazhar olabilme umudunun bir çıktısı, bir yandan da “ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da hissiyatı”na (Marx) sığınmaktır…

Üstelik, günümüzün neo-liberal dünyasında, toplumun bu “içe doğru büzüşmesi”, emekçilerin talepkârlık düzeyini düşürdüğü ve onların sistem karşıtı yönelişlerini engellediği ölçüde, son derece “hayırlı” bir vak’a addedilmektedir, iktidarlar tarafından.

Öte yandan, mallara boğulmuş bir dünyada alım güçleri gittikçe azalan, kışkırtılan arzularıyla gün geçtikçe daralan olanakları arasında sıkışmış insan(cık)lar, şiddete, uyuşturucuya, alkole, bedenini pazarlamaya, suça belenirler. (ABD’li antropolog Oscar Lewis’in “Yoksulluk kültürü” kavramıyla anlatmak istediği tam da budur. İşte Hayat’ında betimlediği Porto Riko’lu yoksullar, uyuşturucu-fuhuş-kadına yönelik şiddet-çocuk suistimali ve de “muhafazakârlık”ta, İstanbul varoşlarını hiç de aratmazlar!)

Bir başka deyişle, egemen sınıflar, sermayelerin ve metaların sınır tanımazca yerküreyi kat ettiği, sınırsızca serbestleştirmekten muazzam parsalar devşirdikleri ticaret rejiminde, halkların değer sistemlerini ve dayanışma örüntülerini parçalayıp, onları iflah olmaz bir tüketimciliğin hedonizmine doğru iteklerken, bir yandan da “kadınların namusu, din, ahlâk, millet, kutsal değerler” retoriğini dikmektedirler insanların önüne…

Yani “muhafazakârlık” ile “düşkünlüğü” bir madalyonun iki yüzü kılan, bizatihî neo-liberal kapitalizm ve onun dümenindekilerdir…

“Dümendekiler”in laik, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da Budist olmaları ise, hiçbir şeyi değiştirmemektedir…

 

28 Eylül 2012 11:39:04, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Kültür Sanat Dergisi ÜMÜŞ EYLÜL, Ocak-Şubat-Mart 2013, No:6… Tekirdağ Cezaevinde tutsaklar tarafından elle yazılıp mektupla dağıtılan 3 aylık dergi…

[1] Sallust.

[2] “Türkiye’de fuhuş artarken fuhuş yaşı da giderek düşüyor. Prof. Dr. Esin Küntay ve Prof. Dr. Güliz Erginsoy’un birlikte hazırladıkları çalışan durumun vehametini gözler önüne seriyor. Bununla birlikte çocuklara yönelik cinsel istismarda artmış durumda. Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği (YENİDEN) ile merkezi Avusturya’da bulunan ‘Çocuk Fuhuşu Pornografisi ve Cinsel Amaçlı Ticaretine Son Girişimi’ (ECTAP) tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye’de çocuklara yönelik cinsel istismar suçlarında artış var.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[3] “Türkiye de son yıllarda alkol kullanım yaşı ilkokula düşmüş durumda. 15 yaş üzeri kişi başı saf alkol tüketimi 1-1.29 litre, ilköğretim öğrencileri arasında alkol kullananların oranı ise yüzde 15.4. Ortaöğretimde en az bir kez alkol kullananların oranı yüzde 45-50, son bir ayda en az bir defa alkollü içki içme oranı yüzde 16.5,  bu oran erkeklerde yüzde 31.5 kızlardaysa yüzde 10.6. Üniversite öğrencilerinde alkol kullanım yaygınlığı ise yüzde 43.0-53.9 ve hâlen içenlerin oranı yüzde 22.9.”  (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[4] “2011 Boşanma istatistiklerine göre, 2010 yılının 2. döneminde 33 bin 139 çift boşanırken, 2011 yılının 2. döneminde 33 bin 702 çift boşandı. Geçen yılın aynı dönemine göre boşanma sayısı yüzde 1.7 arttı. Boşanma sayısında en fazla artış yüzde 8.3 ile Doğu Marmara Bölgesinde gözlendi. Bu arada 2011 yılı ikinci döneminde meydana gelen boşanmaların yüzde 40.1’i evliliğin ilk 5 yıl içinde, yüzde 24,3’ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşti.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’…”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[5] “Kadına şiddet ise son yıllarda artan bir diğer ahlâki erezyon. Yapılan araştırmalara göre çalışan kadınların yüzde 40.7’si, ev kadınlarının ise yüzde 46.9’u eşinden fiziksel şiddete maruz kalıyor. Her 100 kadından 40’ı ‘Dünyaya yeniden gelsem, kadın olarak gelmek istemem’ diyor. Kadınların yüzde 67.4’ü eşi tarafından sözlü şiddet görüyor. Kadınlarda evlenme yaşı düştükçe eşinden şiddet görenlerin oranı yükseliyor. 18 yaşından küçük evlenmiş kadınların yüzde 60’ı fiziksel şiddet görmüş. Diplomasız kadınların yüzde 51.2’si ‘Eşimden şiddet gördüm’ derken, bu oran üniversite mezunu kadınlarda yüzde 16.2’ye düşüyor.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[6] Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012.

[7] http://www.sondevir.com/raporarastirma/81576/turkiyede-muhafazakar-olmak-ne-anlama-geliyor.html

104411

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sayfalar

Sibel Özbudun

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Sayfalar