Çarşamba Mayıs 22, 2024

Örgüt; ilkeleri, hukuku ve kolektif işleyişiyle vardır (1-2- bölüm)

Bazen aynı şeyleri, onlarca-binlerce kez tartışmak zorundayız. Bizim bunlardan ne bıkmak ne de kaçmak gibi bir lüksümüz var. Devrim bir ihtiyaç ve zorunluluk olduğu sürece, gerçekleştirilmesi için bir örgütlenme de bu örgütlenmeyi sürekli geliştirmek de bir ihtiyaç ve daha ötesi zorunluluk olmaya devam edecek. Örgüt demek, bir amaç için bir araya gelmiş insanlar demek. Ve hepimiz biliriz ki insan demek aynı zamanda sorun demektir. Üstelik çözümü de kendi içinde barındıran bu sorunlar, gelişmenin-ilerlemenin de esas dinamiklerinden birini oluşturur. Bu sorundan bıkmanın-kaçmamanın mümkün olmamasının diğer bir yanını da, her gün saflarımıza katılan özellikle genç devrimcilerin varlığı oluşturur.

Genç-yeni devrimcilerin örgüt bilinciyle, örgütün işleyişiyle eğitilmesi, bu bilinci pratiğe geçirebilmesi devrim yapacak bir örgüt olmanın da örgütün sürekli geliştirilerek devamlılığının sağlanmasının da koşullarından biridir. Ve en sonu, bu sorundan bıkmanın-kaçmanın mümkünü yok, çünkü örgütü oluşturan (yeni ya da eski) hiçbir bireyin değişimden kaçması mümkün değildir. Yani kimsenin “ben ideolojik-politik-teorik gelişimimi tamamladım, bu sorunlardan muafım” deme hakkı-lüksü yok. Böyle söyleyen kişi, en başta o tamamladığım dediği gelişimin temellerinden biri olan diyalektiğe sırtını dönmeye çalışmaktadır. Üstelik o “hakim olduğu” diyalektiği “yenilere” anlata anlata bunu yapmaktadır. Ancak bizim sırtımızı dönmeye çalışmamız zavallı bir körlükten başka bir anlama gelmez. Çünkü diyalektik öyle bir şeydir ki, siz onu ne kadar dikkate almamaya çalışırsanız çalışın, peşinizi  bırakmaz, arkamda bıraktım dediğiniz an, tam karşınıza dikilir ve en acı tokatlarından birini atıverir size. Bu tokat karşısında sizin tepkiniz ve duruşunuz gelecekteki yerinizi de belirler. Bu bir tercihtir artık: Tokatın nereden geldiğine takılıp ona göre bir tercihte de bulunabilirsiniz, “hiç acımadı ki” deyip yolunuza devam etmeye de çalışabilirsiniz, ve hatta diyalektikle kavgaya da tutuşabilirsiniz... Bunların hepsi bir tercihtir ve unutulmamalı ki, her tercih aynı zamanda bir vazgeçiştir. “Ne”den vazgeçeceğimizin kararı ve ortaya çıkarttığı sorumluluk tamamen bize aittir. Kısacası, kimsenin (ama hiç kimsenin) öğrenmekten, ideolojik eğitimden-tartışmalardan muaf olmak, kaçmak gibi bir lüksü olmadığını ifade edelim.

Dolayısıyla, “devrimci saflara birçok zaafımızla geliriz, bunlarla mücadele etmeliyiz, bu da zaman alır” gibi önermeleri doğru, fakat eksik olarak değerlendirebiliriz. Evet, devrimci saflara, burjuva toplumun tüm pislikleriyle geliriz ve bunlardan kurtulmamız gerekir ancak bu örgütün de (tüm üye, kadro ve militanlarıyla) hala bu toplum içinde bulunduğunu, dolayısıyla devrime kadar (ve devrimden sonra da farklı şekillerde de olsa) bu mücadelenin sürdüğünü/sürmesi gerektiğini yadsıyamayız. Bu girişten sonra, işe en başından başlayabiliriz.

Devrim kitlelerin eseri olacaktır ve fakat bu kitlelere önderlik edecek, onların o dağınık öfkesini doğru yere kanalize ederek onları örgütlü bir güç haline getirecek olan da örgüttür. Yani örgüt olmaksızın bir devrim olabileceğini hayal dahi etmek mümkün değildir. Bu noktada amaç-araç ilişkisini karıştırmamak önemli. Örgüt amaçlaştığı oranda, gerçek amaç olan devrim fikri-pratiği vs. ortadan kalkar, en hafif haliyle lafzı edilen ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya halini alır. Diğer yandan böyle bir ele alış, örgütü fetişleştirir, ona dokunulmaz, eleştirilemez, değiştirilemez, hata yapmaz vs. vs. özellikler yüklenir. Yani örgüt, soldan bir bakış açısıyla tasfiye edilir.Oysa örgüt, hatalar yapan, bu hataları eleştirilebilen, bunları düzeltme iradesine sahip, değişime açık, hatta “zamanı gelince” kendisini de ortadan kaldırarak yeni bir aşamaya sıçratacak olan canlı bir organizmadır.Örgüt ilkeleriyle vardır!

Bir amaç için bir araya gelmiş, ortak hedef doğrultusunda organize olan, kolektif bir işleyişe sahip olan örgütün, herkesi bağlayan ilkeleri olmaksızın bir örgüt vasfı kazanamayacağı, adına örgüt dense bile ortak amacı-hedefi gerçekleştiremeyeceği bizler için artık açık olmalı.

İlkelerin, kararların ve parti hukukunun herkes için bağlayıcılığı oranında eşit şekilde uygulanması kritik önemdedir. [Mutlak bir eşitlikten bahsetmediğimiz açıktır.] Geniş halk kitlelerinden, Parti tabanına, Partinin sempatizan ve militanlarından, üyelerine ve kadrolarına (en nihayetinde Parti önderliği de denebilir) bu bağlayıcılık artmakta, kaba bir tanımla “haklar-özgürlükler azalırken, görev-sorumluluklar çoğalmaktadır”. Bunun tersinin yaşandığı bir parti, elbette bir parti olabilir ama “komünist” vasfını bir kenara bırakarak. Çünkü en başta “adalet” denilen olgu yara alır ki, bu da tüm ezilenler için adaleti yerine getirecek bir partinin direkt niteliğine dair yaradır. İlkelerin, herkes tarafından istendiği gibi yorumlanabildiği, bazen “özgün koşullar” denilerek çiğnendiği, “yeter ki işler yürüsün” denilerek göz ardı edildiği, “bir hata yapılmasının önüne geçmek” adı altında ortadan kaldırıldığı bir yapının komünistliğinin tartışmalı hale gelmesi kaçınılmaz olur? Herkes kendi bulunduğu noktadan bir değerlendirme yaparsa, tablonun tamamını görmediğini kabul etmezse, yani kısacası sübjektivizmle sakatlanmış bir bakış açısıyla, ilkeleri de “gerekirse” (bu açıktır ki “ben gerekli görürsem” diye okunmalıdır) hiçe saymaya yetkili sayarsa orada açıktan örgütün tasfiyesi söz konusu olur.

Hem de gözümüz gibi korumak adına yola çıktığımız örgütü... Bu noktada “bir kereden bir şey olmaz”, “ama ben yoldaş...”, “bu konuda sorumluluğu ben alıyorum” , “ben şuyum-buyum” vs. vs. söylemler, durumu kurtarmaz, aksine tasfiyeci duruşun derinliğine işaret eder.İlkeler yoksa, parti de yok! Bunun anlamı, ilkeler değişmez, bir kere konulmuşlarsa ölene kadar arkasındayız vs. vs.den bahsetmiyoruz elbette. İlkeler de (çoğunlukla) parti gibi canlı, tarihsel, yerine ve zamanına göre değişecek, kaldırılabilecek, insan yapımı olgulardır.

Tabu değildir kısacası. Ama bir bireyin (evet kim olursa olsun) bu ilkeleri hiçe saymaya, görmezden gelmeye, değiştirmeye, ortadan kaldırmaya gücü yetmez. Bunun için kolektifin, bütünü gören iradesi gereklidir.

*********

Bir önceki sayımızda üzerinde durduğumuz örgüt ve ilkeler konusunda aslında dönüp dolaştığımız yerlerden biri de “ben-merkezci” yaklaşımlardı. Kendini örgütün üzerinde gören, herkesten fazlasını ve iyisini bilme iddiasına sahip bu subjektif bakış açısı, bir kere “kazanıldı” mı, kişinin tüm örgütlü yaşamına, yoldaşlarına bakışına, görevlerini yapış şekline ve oradan da politik süreci yorumlama biçimine ve görevleri belirleme yöntemine dek belirleyici hale gelir.

Günlük yaşam ilişkilerimizde “dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanma” şeklinde ifade ettiğimiz bu bakış açısının biz sadece birkaç noktadaki yaklaşımlarına değinelim.

Binlerce gözün ve aklın ortak iradesidir parti

“İki tane gözün varsa senin,

binlerce gözü var partinin.

Her yoldaşın bildiği kendi kenti,

Beş kıtanın beşini de biliyor parti”

Parti, tam da Brecht’in bu şiirinde ifade ettiği gibi, tek tek “biz”lerden ve “biz”lerin aklının, gözünün, iradesinin, pratiğinin, deneyiminin vs. vs. daha üst bir nitelikte birleşmesiyle oluşmuştur. Tıpkı Lego parçalarının oluşturduğu bir şeklin, o parçaların tek tek niteliğinden üstün olması gibi Parti de, bireylerin tek tek niteliğinin üstünde bir niteliğe sahiptir.

Kendini binlerce gözü, kulağı, aklı olan bir partinin üzerinde gören, herkesten iyi bildiğini düşünen kişinin ideolojik olarak durduğu yer nettir, ama gideceği yer ise çoğunlukla örgütün yaklaşımına bağlıdır.

Bu hastalığın teşhisi kadar (ve hatta ondan daha önemlisi) hastalığın kaynağıdır. Ben-merkezci yaklaşım, (diğer birçokları gibi) esasta Partinin örgütsel ve politik olarak zayıfladığı dönemlerde bulur bu kaynağı. Ülkemizin yarı-feodal toplumsal yapısının da fazlasıyla zemin hazırladığı bu şekillenmeye, örgütü ilkeleriyle ve kolektif yapısıyla geliştirmek yerine giderek örgütün üzerinde her şeye müdahale edebilen, her şeyi tüm diğer yoldaşlardan daha fazla bilen-gören bu yoldaşlara rastlanabilir.

Örneğin bir alanda, iş yapan, gözü kara, politik olarak diğer yoldaşlara göre bir adım önde olan bir yoldaş, ilkeler ve kolektif mekanizmalar yaşama geçirilmediği durumda, o alanda “merkez” konumuna ulaşır. Tüm pratikler ve politikalar bu merkezden şekillenmeye başlar. Bu “merkez” çökünceye kadar, bir türlü o alanda 2 kişi olunmaz, olunsa da bu “merkez”in gölgesi konumunun çok da ötesine geçmez. Bir toplantıya katılmak gerekiyorsa, o katılır; bir iş yapılacaksa önce ona sorulur; var olduğu ve iş yaptığı sürece tüm diğer zaaflar ve gedikler üzerinde pek durulmaz... Bu durum çoğu yoldaşın da “iş”ine gelir; zira sorumluluk-inisiyatif almak, sorulara yanıt bulmak, kitle karşısında konuşmak vs. bu toplumsal yapı içinde öyle çok istenen, özenilen durumlar değildir.

Kolektif mekanizmaları kurmak elbette kolay değildir; ancak ben-merkezci bir konumda olan bir yoldaşın varlığı bu durumu neredeyse imkansız hale getirir. Çünkü ben-merkezcilik demek aynı zamanda yoldaşlara derin bir güvensizlik demektir. Onların her şeyi kendisi kadar bilmediği, kendisi kadar iyi yapamayacağı, kendisi kadar politik olmadığı vs. vs. tezler üzerinden şekillenen bu güvensizlik, yoldaşların gelişiminin önünde bir set halini alır. Gerçekte ise o set, yoldaşların kendilerine güvensizlikleri-inisiyatifsizlikleri-deneyimsizlikleri değil, onları geliştirmeyen yapının kendisidir.

Sürekli aynı noktada kalıp da, etrafında kimseyi örgütleyemeyen, inisiyatiflerini-kendilerine güvenlerini geliştiremeyen, kendisinin yerine bir işi yapabilecek tek bir kişi bulamayan bir yapı-kişi ne kadar önderlik edebilir. Çevremizdeki yoldaşlar hata yapabilirler, bizi tam istediğimiz gibi temsil edemeyebilirler, yanlış kararlar alabilirler. Çok muhtemeldir ki, yoldaşlarına güvenmeyenler de zamanında bu hataları yapmışlardır (hala da yapıyor olabilirler). Oysa her hata-deneyimsizlik bizler için aynı zamanda bir eğitim çalışmasıdır. Nasıl ki, ben olmadığımda yerim belki biraz daha deneyimsiz, politik olarak biraz daha az yetkin ama her halükarda dolduruluyorsa, var olduğum süreçte de doldurulabilir demektir. Ama sorun sadece basit bir  “yer doldurma” da değildir; kolektif mekanizmanın oluşturularak, yoldaşların o kolektif mekanizma içinde görev-sorumluluk vs. alarak yetkinleşmesidir.

Ben-merkezci kişilik, aynı zamanda mevcut toplumsal yapıya oldukça uyumludur. Yukarıda belli oranda bahsettiğimiz yarı-feodal yapının yarattığı kişiliklerin kendine güvensiz, sorumluluk almaktan kaçan, inisiyatifsiz hali, bu “merkez”lerin elini güçlendiren bir pozisyon da yaratır. Son yıllarda, kadın örgütlülüğümüz tarafından çalışmalarında daha çok “kadınlara özgü” bir noktada ortaya konulan bu özellikler, gerçekte kadını erkeğiyle tüm toplumsal yapımız için geçerlidir. [Erkeklerin, son tahlilde kadınlar ve kendilerinden daha güçsüz erkekler üzerinden kendilerini gerçekleştirebilmelerinin zemininin olmasını göz ardı etmek elbette mümkün değildir.] Nitekim, ben-merkezci kişiliklerin, etraflarında kendilerine koşulsuz biat eden bir kitle yaratabilmelerinin toplumsal zemini fazlasıyla mevcuttur.

Yoldaşlarına güvensiz olan bu “merkezler” elbette ki yoldaşlarının aldığı kararlara, gerçekleştirdikleri pratiklere, yerine getirdikleri temsiliyetlere vs. vs. güvensiz yaklaşırlar. Oysa ilkeler çok açıktır; kim olursa olsun bu ilkeler herkes için geçerlidir demiştik. Tüm bu çarpıklıklar olması gerektiği gibi kolektif mekanizmalara yerini bırakmalıdır ki, herkes nefes alabilsin, politikleşebilsin, görevlerini daha iyi yerine getirebilsin. (Bitti)

48928

Pusula

Pusula

Son Haberler

Pusula

Seçim Tavrı(Mız): Oyumuz Devrime![*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Vekil inançların

raf ömrü kısadır.”[1]

 

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

‘ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR-SANAT’A YANITLAR[*]

 

“Kâğıda dokunan kalem,

kibritten daha çok yangın çıkarır.”[1]

 

Ümüş Eylül Kültür-Sanat/ Hasan Şahingöz (HS): Sizce yazarlık nedir? Yazarlığın ayırt edici özellikleri nelerdir? Kime, neden yazar denir?

Temel Demirer (TD): “11. Tez”ci eyleminin saflarında, “Yazmak eylemdir; yazarlık ise son saatin işçiliği,” diyenlerden ve elime her kalem alışımda Friedrich Engels’in, “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür,” uyarısını anımsayanlardanım.

 

Ben Ölüyorsam Sizde Ölün: Seçimleri (Kılıçdaroğlu'nu Boykot)

Proletaryalar faydacıdır; yararlanmasını bilene.

Seçimler ilginç bir şey.

Herkes seçimlerin neler değiştirip değiştirmeyeceğini tartışıyor.

Ama kime göre neye göre?

Devrimcilere göre mi proletaryalara göre mi?

Şayet tartıştığımız seçimlerin sisteme karşı devrimcilerin yaşamlarında neler değiştirip değiştirmeyeceği  ise...

İnanın dün olduğu gibi bu günde seçimlerin devrimcilere karşı sistemin davranışlarında herhangi bir şey değiştirmeyeceğini herkesbiliyor..

Sistem yine devrimcileri gördüğü her yerde katletmeye çalışacak.

Nisan Güneşi Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor

Nisan’ın 24’ü çeşitli milliyetlerden ve inançlardan işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen yığınların öncü müfrezesi proletarya partisinin kuruluş günüdür. Aynı zamanda Marks ve Engels tarafından 1848 yılında ilan edilen Komünist Manifesto’nun Türkiye ve Türkiye Kürdistanı topraklarında yeniden yaşam suyuna kavuştuğu tarihi ifade etmektedir.

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK

Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.[1]

Enkaz Yaratan Çürük Düzeninizi Yıkacağız; Seçim Kurtuluşunuz Olmayacak!

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce insan taammüden katledildi, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlarcası temel yaşam koşullarından mahrum bırakıldı. -Bir değil, iki değil, üç değil- on binlercemiz kendileri için bir mezar haline getirilen evlerinde öldürüldü. Sadece depremler nedeniyle değil enkaz altında kurtarılmayı beklerken yardım edilmediği için donarak öldürüldü. İnsanların yardım edin çığlıklarına, “Nerede bu devlet?” haykırışları eşlik etti.

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

“İstibdat”tan Kurtulmak İçin Kürdü Çağırmak!

14 Mayıs’ta yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, seçimlere ilişkin HDP ile bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantı çıkışı basın önünde bir açıklama yaptılar. CHP lideri K.Kılıçdaroğlu da HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar da TBMM’nin önemine, halk iradesinin temsiliyetine dikkat çektiler! Basın önünde verdikleri mesaj “Hiçbir sorun çözümsüz değil, TBMM çatısı altında Türkiye’nin her sorununu çözmek olası…” biçiminde özetlenebilir.

Vicdan ve ahlak mı dediniz? (Ertan İldan)

Aslında Türkiye'de 50 gün sonra yapılacak seçimler hakkında daha fazla konuşmak niyetinde değildim. Tüm sermayesini bu muharabe'nin sonuçlarına yatırmış ve temelde iki kutupa ayrılmış bir toplumsal psikolojide aykırı bir görüşün yankı bulmayacağını bilirim. Daha da önemlisi muhtemel bir yenilgide akli melekelerini yitirmiş ve umutlarını tüketmiş bir kesimin hışmına uğramak tehlikesi de yok değil. Oysa benim "gemileri yakmak" gibi bir mecburiyetim yok. Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen toplum kesimleri ile ilişkilerimi ve görüş alışverişimi sürdürmek isterim.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

Sayfalar