Cuma Mart 29, 2024

Osmanlıyı "ihya"etmek:AKP'nin törenleri (*)

“Yaprak ağaçtan sıkılmıştı. Sonbahar bahaneydi!”[1] Bir haberle başlayalım:

“İstanbul’un fethinin yıl dönümü kutlamaları Balat-Haliç’te 29 Mayıs Perşembe günü saat 21.00’de başlayacak ve yaklaşık 1 saat sürecek.

Kutlamalar çerçevesinde deniz üzerine iki adet 18 metrelik ayak arasına 1072 metrekarelik su perdesi kurulacak ve perdede ‘Watch Out’ tekniği kullanılarak, 3D teknolojisiyle üretilen ‘Fetih’ filmi yansıtılacak. Kutlamalar için deniz üzerine, dans eden fıskiye sistemleri de kurulacak. Lazer ve fıskiyeler ile gerçekleştirilecek ışık ve su şovu ‘Fetih’ filminin öncesinde izlenebilecek.

Dünyaca ünlü müzisyen Fahir Atakoğlu, İstanbul’un fethinin yıl dönümünde Haliç üzerine kurulacak bir platformda Genelkurmay Başkanlığı Askeri Müze ve Kültür Sitesi Mehteran Bölüğü ile bir konser verecek. Atakoğlu piyanosu ile mehter bölüğünün kösü, davulu, zurnası eşliğinde vereceği konserde, fetih için düzenlediği eserleri ilk kez seslendirecek. Konserin bitimiyle deniz üzerinden başlayacak havai fişek, lazer ve ışık gösterileriyle kutlamalar tamamlanacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi kutlamalar için müzikal şov sistemleri, lazer, video projeksiyon, ses sistemleri, gökyüzü tarayıcıları, alev efektleri için çeşitli cihazlar ve havai fişek sistemleri kullanacak.

İstanbul Valiliğince organize edilen İstanbul’un fethinin 555. yıl dönümü programı çerçevesinde Fatih Sultan Mehmet’in Fatih Camisi’ndeki türbesi ziyaret edilecek. Saraçhane’deki Fatih Anıtı’ndaki törenin ardından, Belgrat Kapı’da tören düzenlenecek. Buradaki törenlerde, İstanbul’un fethi canlandırılacak. İstanbul Müftülüğünce de Fatih Camisi’nde 555 hatim okutulacak. Camilere bayraklar asılacak, cami minareleri ışıklandırılacak. Çeşitli camilerde Fatih Sultan Mehmet, fetih şehitleri ve gaziler için mevlit okutulacak. İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğünce Sultanahmet, Eyüp Sultan, Eminönü Yeni ve Üsküdar Cedid Valide camilerine mahyalar asılacak.”[2]

Gerçi aşılandık… Artık hemen hiçbir şeyi yadırgamıyoruz. Ama yine de kabul etmeli, laser show’lu, “whatch out” teknikli, hatimli, mevlitli, Fahir Atakoğlu’lu, mehteran bölüklü, gökyüzü tarayıcılı, alev efektli, mahyalı bu gösteride insanı irkilten, sınırsız ve bulanık bir absürdite iklimine sürükleyen bir şeyler var. İslâmcı yazar Dücane Cundioğlu’na dahi, “İstanbul’un Fethi’ni ‘kutlama’ ve/ veya ‘etkinlik’ adı altında bir festival ‘tantana’sına, bir lunapark ‘gürültü’süne, bir lümpen ‘vâveylâ’sına dönüştüren politik dilin seviyesini gözden geçirmenin zamanı gelmedi mi hâlâ?”[3] sorusunu sorduran bir kitsch’lik deryası…

Ama ötesi de var…

I. Tören ve Siyasal İktidar

Siyasal iktidar(lar) ile tören arasındaki ilişki(ler), sosyal bilimlerin nicedir irdelediği bir konu. Antropoloji, sosyoloji ve siyaset bilimciler, bu ilişki(ler)in mahiyetini kavrayabilmek için öncelikle (dinsellikle tanımlı) “ayin” ile (seküler yüklü) “tören” arasındaki ayrımları inceltmeye çabaladılar. Kanımca bu konuda Victor Turner’ın katkısı kritiktir:

“Sivil ayinler (törenler), mevcut toplumsal değer ve kurumların ve tabii mevcut siyasal düzenin kozmik düzen tarafından sağlandığı ya da onunla uyumlu olduğunu göstererek, rutin biçimde yetkeli olduğunu vurgularlar. Böylelikle tören dönüştürücü değil, doğrulayıcıdır; bu ayinin rolü, en azından onun temel rolüdür. (abç)” (akt. Alexander 1997: 143)

Burada ayin ile tören arasındaki farklılıkların kavramsal inceliklerine girmek değil niyetim. Ne konumuz ne de yerimiz buna elveriyor.[4] Burada vurgulamak istediğim şey, tören-siyasal iktidar ilişkisi ve törenin iktidarın kurulması/ kurumsallaşması ve sürdürümünde üstlendiği kritik, meşrulaştırıcı (ya da hegemonya-oluşturucu) rol.

Turner’a (ve onu izleyen pek çok sosyal bilimciye göre) göre (seküler) törenler (dinsel) ayinler üzerine modellenir; ve/ fakat katılımcıları üzerinde kalıcı bir dönüştürücü etkisi olan (bir çocuğu bir yetişkine dönüştürmek, ilahı insanlar nezdinde müdahale etmeye ikna etmek, toprağın, sürülerin bereketini sağlamak vb.) ayinden farklı olarak, serimledikleri toplumsal düzeni ve iktidar ilişkilerini onaylar ve katılımcılarını bu

ilişkileri (ya da dilerseniz toplumsal yapıyı) özümseyerek kabullenecek tarzda sosyalleştirir. Bir başka deyişle törenler “iktidar meşrulaştırıcısı” aygıtlardır.[5]

Törenler bunu farklı biçimlerde yapabilir: Özünde Durkheim’a dayanan (sosyal tesanütçü) görüşlerin öne sürdükleri üzere “kolektif bilinç”i ifade edip sahnelemek suretiyle toplumsal dayanışmayı sağlayarak, ya da çatışmacı görüşlerin ifade ettiği üzere, toplumsal çelişki ve çatışkıları açığa çıkartıp sönümlendirerek (öz. bkz. Gluckman 1954)…

Tabii bu, lafın gelişi. Kolektif performanslar olarak törenler herhangi bir şeyi “yapamaz”. Törenlerin bir şey(ler) yapmasını sağlayanlar, ya da en azından böyle bir kastı olanlar, onları kurgulayanlardır; “modern” toplumlarda, bu, (çoğunlukla siyasal) elitlere denk düşer. Gerek Etzioni (2000: 53-54), gerek ondan önce Sovyet törenlerini inceleyen Lane (1981) törenlerin nasıl bir “toplum mühendisliği” konusu olduğunu ikircimsiz bir tarzda dile getirmektedirler. Törenler, siyasal elitler, ya da onların organik ilişki içinde bulunduğu egemen sınıflar tarafından toplum ya da çeşitli toplum kesimleri üzerinde hegemonya tesisi araçları arasında hatırı sayılır bir yer tutmaktadır - zaman zaman, yer yer toplumsal hoşnutsuzlukların, itirazların dile getirilmesine ve muhalif seslerin duyulabilir kılınmasında araçsal olsalar da…

İşin ilginç yanı, bu hükümden toplum bilimlerinde “kültüralist” bir konumun temsilcisi olan Clifford Geertz’in de kaçamamasıdır: Geertz,

“Bali ‘tiyatro devleti’ analizi Negara’da (1980) siyaset kuramını bir yönetişim ve ‘devletlik’ (statecraft) aracı olarak devlet üzerine fazlasıyla odaklanmış olup, bir “devletimsilik (stateliness) ya da ‘görkem, gösteriş, saygınlık, mevcudiyet anlamında şaşaa’ olarak devleti görmezden gelmekle eleştirir. Devlet oluşumunu bir kültürel süreç olarak incelerken Geertz, devlet kuramındaki ‘kültürel dönemeç’i haber vermektedir. Devletlerin ve devletlerle uyruk/ yurttaşlar arasındaki ilişkilerin incelenmesinde kamusal gösterinin merkezîliğine işaret eder. Geertz ve daha yakın zaman önce Mbembe’nin de gösterdiği gibi, kamusal gösteriler devlet aygıtı daha güçsüz olduğunda ve toprağın denetimi ve yurttaş haklarını güvence altına almada daha yetisiz olduğu durumlarda daha önemli olmaktadır.” (Stepputat, 2004: 245)

Tüm kültüralist yüklemlerine karşın Geertz’in son saptaması önemlidir: “kamusal gösteriler devlet aygıtı daha güçsüz olduğunda ve toprağın denetimi ve yurttaş haklarını güvence altına almada daha yetisiz olduğu durumlarda daha önemli olmaktadır”, bir başka deyişle debdebe, şaşaa, gösteriş, hamaset, merkezi yetkenin teritorya ve halkları denetim altına almadaki yetersizliği oranında önem kazanır... Yani, hegemonya kurma araçlarıdırlar - özellikle de iktisadî-siyasal vektörlerin zaaflı olduğu durumlarda... Bu saptamayı Etzioni (2000: 216) de şu sözlerle tamamlar:

“Gösteri yüksek düzeyli bir teatrallikle karakterize olmaktadır. Aktüel tözünden çok şaşaa, debdebe ve gösterişiyle etkir. Cezalandırıcı bir strateji olarak korku kullanımı (kamuya açık işkence, idamlar vb.) ya da kutlayıcı bir strateji olarak şaşırtmaya başvurabilir (Zafer ve başarıların ilanı.) Bu törenin kasıtlı kullanımı, gösterişin bilinçli inşası, kutlama fırsat ve koşullarının yaratılması ve görsel efektler aracılığıyla elde edilir

Şu hâlde sonuç, ideolojik niyetin gündelik yaşamın özel alanını zordan çok hegemonik araçların kullanımı aracılığıyla istila edebilir; gösteriyi denetleyen elit toplumsal yaşam ve popüler bilinç üzerinde güçlü bir etki yaratabilir.”

Törenler, özellikle heterojen ve karmaşık çağdaş toplumlarda, iktidarların elinde hegemonya inşa araçlarına dönüşürler; bu “ulus-devlet” kurgusu için büsbütün böyledir. 18. yüzyıl Batı Avrupa mamulâtı olarak seküler yönelimli ulus-devletler onları, ikame ettikleri “Tanrı-krallıkları”nda ilahiyat tarafından desteklenen yetkeyi, seküler terimlerle yeniden yorumlayarak temellük edecek tarzda kullanmazlık edemezlerdi. Kurucu-mitosları, marşları, bayrakları, bando-mızıkaları, geçitleri, bedensel temrinleri ile “ulusal” törenler, hem etnik-dilsel, hem sınıfsal, hem de olasıdır ki dinsel açıdan heterojen halkları türdeş “ulus” kalıbına dökmede araçsal olmuştur. Kong ve Yeoh (1997: 230), Singapur’daki ulusal bayram geçitleri üzerinden ulusal kimlik inşasını irdelediği makalelerinde, “Ulusal Gün geçitlerinin yıllık ayin ve gösteri olarak yerel/ ulusal duygusunu nasıl yarattıkları ve özdeşleşmenin tek kerelik bir işlem olmadığının” altını çizerler. Törenlerin tekerrür örüntüsü, ulusal özdeşleşim ve bütünleşme duygusunu pekiştirecektir. Ancak bununla da kalmaz; “ulusal” törenler bir yandan “bütünleşme”sinin (“kaderde, kıvançta, tasada ortak” bir ulus yaratma), ama bir yandan da “ulus”u oluşturan heterojen ve eşitsiz kesimlerin, iç hiyerarşileri özümseyip meşru saymasının zeminini de hazırlar. Onlara göre, “Devlet tarafından örgütlenip yürütülen bir ayini incelerken, devlet iktidarının milliyetçiliğe çağrı çıkartmakla nasıl meşrulaştırıldığı, iktidar sahibi başat grubun geçitler tarzındaki ritüel ve gösteriyi ideolojilerini sürdürmede nasıl kullandığı”nı (Kong ve Yeoh 1997: 230) gözlemlemek mümkün ve önemlidir.

Ancak şu da vurgulanmalı; (kamusal/ resmî) törenler yalnızca toplu içerindeki iktidar ilişkilerinin serimlendiği ve meşrulaştırıldığı alanlar değildir, yani elitlerin “ulus”a dair projelerini tecessüm ettirmekle kalmazlar, aynı zamanda, biraz ileride değineceğim üzere, jeostratejik niyet ve özlemlerinin de ifade araçlarıdır.[6]

II. Türk Törenciliği ve AKP

Öte yandan törenler, elitlerin yalnızca ulus-biçimlendirme ya da hegemonya sağlama girişimlerinin araçlarından ibaret de değildirler; onlar aynı zamanda “ulus” dahilindeki iç çelişki ve gerilimlerin de açığa çıktığı, dışa vurduğu, serimlendiği alanlardır. Madun konumdaki sınıflar (1 Mayıs, işçi sınıfı mücadelesinin tarihine ilişkin çeşitli anma törenleri); etnik gruplar (Newroz), dinsel kimlikler (Madımak anmaları, Hacı Bektaş-ı Veli şenlikleri, Evvel Temmuz festivali), toplumsal cinsiyet kimlikleri (8 Mart, LBGTI Onur yürüyüşleri) sisteme itirazlarını alternatif gösteriler aracılığıyla dile getirebildikleri, kendi güçlerini tartıp sergilemeye ve ittifaklarını oluşturmaya yöneldikleri gibi, “resmî” törenler, iktidar elitleri arasındaki çelişki ve çatışkıların dışavurum sahneleri; iktidara soyunan elit fraksiyonlarının toplumsal tahayyüllerini yarıştırdıkları/ çatıştırdıkları alanlar olma işlevini yüklenebilirler.

Kanımca Türkiye hem egemenlerle madunlar, hem de egemen blok içi bu mücadelelerin törenler üzerinden dolayımsız bir biçimde izlenmesine fazlasıyla olanak veren, bu bakımdan tören araştırıcılarının şanslı olduğu sahnelerden biridir. Şöyle ifade edeyim; bu ülkede salt “kamusal ve/ veya resmî törenleri” izleyen bir gözlemci, eğer törenlerin içerdiği şifreleri çözebilecek bir arkaplan bilgisi, hatta sağduyusuna sahipse, ülke siyasetinin gidişatı hakkında dolayımsız ve birebir fikir sahibi olabilecektir… Bir örnek vermek gerekirse, 1970’li yıllarda iktidarda Erbakan’ın “millî görüş”ünün ortak olduğu “Milliyetçi cephe” hükümetlerinin mi, CHP azınlık hükümetinin mi olduğunu, 19 Mayıs törenlerine katılan kız öğrencilerin eteklerinin boyuna bakarak söylemek, mümkündü.

Dahası, Türkiye’de törenler yüksek bir değişkenlik/ istikrarsızlık sergilerler. Durkheim’cı bir bakışla toplumsal-siyasal sahneyi, yani toplumsal sınıflar/ kesimler arasındaki ilişkiler ve hiyerarşiyi istikrara kavuşturup sabitleme işleviyle yüklü (olması gereken) törenlerin kendilerinin bu denli istikrarsız ve değişken olmaları, açıklanmaya muhtaç bir durumdur ve öyle sanıyorum ki, Türkiye kapitalizminin iktisadî-siyasal kırılganlıklarıyla doğrudan ilgilidir.

Açımlayayım: Bir yandan dış dinamiklere bağlı olarak gelişmiş olmak, bir yandan iktisadî yaşamın siyasal iktidar(lar)ın müdahalelerine fazlasıyla açık olması, bir yandan da emek güçlerinin üzerlerindeki süregen ve zecrî müdahaleler sonucu kronik(leşmiş) zaafı, Türkiye kapitalizmini istikrarsızlaştıran etkenlerdir. Bu istikrarsızlık, sisteme, yeni fraksiyonların periyodik olarak yükselip egemen bloğa dahil olabilmesi olanağını sağlayan bir dinamizm katmaktadır. Başka terimlerle ifade edecek olursam, Türkiye kapitalizmi, devlet destekli kliklerin, bu destekle iç kaynakları yağmalayarak ardışık biçimde yükselmesinin sahnesi olagelmiştir; yükselen kesimler, kendi değerlerini kamusal sahneye eklemleme konusunda “eski” elitlerle kıyasıya bir rekabet ve çatışma içindedir.

Türkiye aktüalitesinde bu rekabet ve çatışma, onlarca yıldır “Batıcı” iktisadî ve siyasal elitler tarafından “ötelenmiş”, aşağılanmış (yükselen) taşra burjuvazisinin, Cumhuriyete damgasını vuran “Batıcı” zihniyetin değer ve simgeleriyle hesaplaşması görünümünü almaktadır.

Hem Yusuf Akçura (“Üç Tarz-ı Siyaset”te) hem de çok sonraları Niyazi Berkes (Türkiye’de Çağdaşlaşma’da) Osmanlı’nın çöküş, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına damgasını vuran politikaları “Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük” olarak teşhis ederler. O yılların siyasal mücadelelerinde kazanan, “Batıcılık” ile yoğrulmuş “Türkçülük” olmuştur; ancak bu, rakip İslâmcılık ve Osmanlıcılık ideolojilerinin tasfiye edilemediği, yalnızca kurucu elite rakip yeni fraksiyonların taban desteklerini payandalamak üzere başvuracakları bir dağarcık olarak yerin hemen altına indikleri bir “zafer”dir. CHP’nin temsil ettiği asker-sivil bürokratik elitin “Batıcı-Türkçü” değerler haritası karşısında, DP-AP hattının temsilcisi olduğu ticaret ve sanayi burjuvazisinin, kurucu iradenin tesis ettiği “vesayet rejimi”ne karşı tabanın hoşnutsuzluğunu manipüle etmek üzere başvuracakları bir dağarcık…

Aslına bakılırsa, 1980’li yıllara, bir başka deyişle, neo-liberal siyasaların küresel ölçekte uygulamaya girişine dek, Türkiye kapitalizminin egemen sınıfına dahil olan yeni fraksiyonlar, rejimin “Batıcı-Türkçü/ Milliyetçi” yönelişiyle köklü bir hesaplaşma içine girmiş değillerdir. “İslâmcılık-Osmanlıcılık” onların elinde, Kemalist “Batıcılığı” “terbiye” edecek “milliyetçi-maneviyatçı sos”un bileşenlerinden ibarettir. “Aydınlanmacı” Kemalizm’in Anadolu’nun her köşesine taşımayı arzu ettiği “opera”ya karşı “Türk sanat musikisi” icrasını teşvikle, Osmanlı tarihine ortaöğretimde daha fazla yer ayrılmasında ısrarla, ya da Devlet Tiyatrolarında Necip Fazıl’ın oyunlarının DA sahnelenmesini istemekle; veya 19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin şort giymesine karşı çıkmakla sınırlı bir “maneviyatçılık”… 12 Eylül sonrasının, Nakşi dergahından yetişme liberal Başbakanı Turgut Özal’ın 10 Kasım’ı “yas günü” olmaktan çıkarma ya da resmî

törenleri İbrahim Tatlıses, Ajda Pekkan konserlerine açarak “tahfif etme” girişimleri dahi bu sınırların ihlâli anlamına gelmez - örneğin AKP’ye gelene dek hiçbir hükümet, resmi bayramları, yakın tarihlere denk düşen İslâmi ya da Osmanlı tarihiyle alakalı günlerle (23 Nisan’ın “Kutlu Doğum Haftası”nca ikinci plana itilmesi ya da 19 Mayıs’ın “İstanbul’un Fethi” kutlamalarının gölgesinde bırakılması) ikamesine ya da 19 Mayıs’ların stadyumlarda kutlanmasını engellemeye kalkışmış değildir.

AKP’nin cumhuriyetin resmî törenlerine müdahalesi, 12 Eylül cuntasının yayınladığı (14/ 8/ 1981 tarih, 8/ 3456 sayılı) “Ulusal ve Resmi Bayramlarda Yapılacak Törenler Yönetmeliği” ile, AKP hükümetinin onu ilga eden (16/ 4/ 2012 tarih, 2012/ 3073 sayılı) “Ulusal Ve Resmi Bayramlar İle Mahalli Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihi Günlerde Yapılacak Tören Ve Kutlamalar Yönetmeliği”nin “Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı” (19 Mayıs)nı ele alış tarzlarının karşılaştırılmasıyla örneklendirilebilir:

19 Mayıs törenlerinin işleyişi, 1981 tarihli yönetmelikte, herhangi bir “kaçağa” yer vermeyecek bir ayrıntılılık ve titizlikle çizilmektedir:

3. ATATÜRK’Ü ANMA VE GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI

Bayram, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 da SAMSUN’da karaya çıktığı saat olan 07.00’de başlar ve 19 Mayıs günü saat 24.00’de son bulur. 19 Mayıs günü saat 07.00 de yalnız ANKARA ve SAMSUN’da 21 pare top atışı yapılır.

A. Başkent’te:

a. Anıt Kabire çelenk koyma töreni ve İstiklal Marşı ile bayrağın göndere çekilmesi,

b. (Değişik: 13/ 4/ 1995-95/ 6791 K.) Bayramın açış konuşması, İstiklal Marşı ile bayrağın göndere çekilmesini müteakip Milli Eğitim Bakanı tarafından tören alanında yapılır.

c. Gençlik adına konuşma yapılması ve şiir okunması,

Gençlik adına, bir öğrenci tarafından konuşma yapılır ve bir öğrenci tarafından da şiir okunur.

ç. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin okunması,

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi okunur ve Gençlik Atatürk’e cevap verir.

Günün anlam ve önemine uygun olarak, halk oyunları, konferanslar, sergiler, yarışmalar, tiyatro, bale, d. Samsun’dan getirilen bayrağın kabul töreni,

Samsun’dan getirilen bayrağın Devlet Başkanına sunulmasından sonra şeref çağrısı yapılarak Gençlik Marşı söylenir.

e. Tören geçişi,

Tören geçişi alt komitece tesbit edilen sıraya göre yapılır.

f. Gösteriler,

Gösteriler alt komitece önceden tespit edilen şekilde yapılır.

g. Programda yer alan diğer faaliyetler uygulanır.

konser gibi çeşitli faaliyetlere yer verilir. (…)”[7]

AKP iktidarının yayınladığı yönetmelik ise bu “hamaset gösterisi”ni bir hayli muhtasarlaştırıp muğlaklaştırmakta, tören içeriğine müdahalelerle onu sıradan bir “devlet protokolü” gösterisine dönüştürmektedir:

“Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı törenleri

MADDE 6 - (1) Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı 19 Mayıs günü, Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’da karaya çıktığı saat olan 07.00’de başlar ve saat 24.00’te son bulur.

(2) Gençlik ve Spor Bakanı, günün anlam ve önemini belirten mesajını medya aracılığıyla bildirir.

(3) Gençlik ve Spor Bakanı bir il törenine katılır.

(4) Atatürk anıt veya büstüne gençlik hizmetleri ve spor müdürlüğü, bulunmaması hâlinde mülki amirin görevlendireceği bir müdürlük tarafından çelenk konulur. Çelenk konulduktan sonra İstiklal Marşı ile birlikte bayrak göndere çekilir.

(5) Kutlama komitelerince hazırlanan programda yer alan diğer faaliyetler uygulanır. Programda tören geçişi ve tebrikata yer verilmez.”[8]

12 Eylül cunta yönetimi ile AKP iktidarının resmî bayramlara yüklediği anlam ve işlev arasındaki dramatik farklar, iki”yönetmelik” arasındaki farkta çarpıcı bir biçimde açığa çıkar: Özgül örneğimizde 19 Mayıs, 12 Eylülcülerin elinde (Cumhuriyet’in kurucu iradesiyle uyumlu olarak) başta gençlik (özellikle öğrenci gençlik) olmak üzere halkı “terbiye” etmeye yönelik bir sosyalizasyon/ endoktrinizasyon aracıdır: top atışları, şiirler, marşlar, Gençliğe Hitabe, Samsun’dan bayrak getirme, konferans, sergi, halk oyunları, tiyatro, bale vb. “forme edici” etkinlikler, tören geçişi, vs…

Buna karşılık AKP’nin yönetmeliğinde bunların hiçbirine yer verilmez. 19 Mayıs bu “resmî takvim”de devlet ricalinin Atatürk anıtına çelenk bırakıp göndere bayrak çekilen sıradan bir protokol faaliyete dönüştürülmüştür. Geçitler, kaldırılmıştır. Dahası, Milli Eğitim Bakanlığı 2012 yılında bir genelge yayınlayarak Ankara dışındaki stadyum gösterilerini de (havanın soğukluğunu gerekçe göstererek) kaldırmıştır. Siyasal irade 19 Mayıs törenlerinin (ve diğer ulusal/ resmî törenlerin) başlıca işlevini oluşturan “ulusal birliği kurma/ sürdürme; halkı rejimin temel nitelikleri doğrultusunda endoktrine etme ve bu yolla da hegemonya oluşturma” yolundaki rolünden vazgeçmektedir.

Ancak bu, AKP’nin “bir terbiye aracı olarak törenler”den vazgeçtiği anlamına gelmez (endoktrine edici, iktidar kurumsallaştırıcı törenlerden vazgeçip, madunların temsil ve protestolarına alan açan bir “şenlikli toplum” tahayyülü, elbette çok hayırlı bir gelişme olurdu… Oysa durum böyle değildir.) AKP iktidarı, seküler/ Batıcı “Cumhuriyet” tahayyülünü, dinsel/ İslâmî, Osmanlıcı ve de piyasacı yönleri ağır basan yeni bir “imaj”la ikame etmeye yönelik yeni bir “törencilik anlayışı” geliştirmeye yönelmiştir.

III. AKP’nin Törenleri: Fetih Şenlikleri, Kutlu Doğum

Bu saptamayı, iki örnek üzerinden ete kemiğe büründürmeye çalışayım: Fetih Şenlikleri ve Kutlu Doğum etkinlikleri…

Aslında içerdikleri tüm “kadîmlik” iddialarına karşın, her ikisi de Hobsbawm’ın (1983) “icat edilmiş gelenekler” nitelendirmesi kapsamında yer alan, “nevzuhur” performanslar. İstanbul’un fethi üzerinden 561 yıl geçmiş olmasına karşın “kutlamalar” (DP döneminde birkaç atıl girişimin ardından), Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, 1994 yılında gündeme geldi. AKP iktidarında ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, (AKP elindeki) ilçe belediyeleri, İstanbul Valiliği, iktidar partisi (özellikle İstanbul il örgütü), AKP ile ilişkili vakıf ve dernekler ve iktidara yakın duran tanıtım şirketleri eliyle örgütlenen, bir örneğini girizgâhta sunduğum, şaşaalı gösterilere dönüştü.

“Fetih Şenlikleri”, AKP iktidarının resmî/ ulusal bayramları sıkıştırdığı muhtasarlık ve muğlaklığın tersine, ilgili birimler tarafından alabildiğine yaygın,[9] ayrıntılı, etkileyici ve “pedagojik” açıdan yüklü olarak planlanmaktadır. “Fetih şenlikleri” kapsamında gerçekleştirilen etkinliklerin içeriği, bir laik/ Batıcı Cumhuriyet kurgusunu yapıbozumuna uğratan, deyim yerindeyse “tersine işleyen” bir “toplum mühendisliği” projesini açığa çıkartmaktadır. Şenliklerin dinsel içeriğini zayıf, biçimini ise “zerafetten yoksun” bulan “içeriden bir ses”, İslâmcı yazar Dücane Cündioğlu (2009), bu “mühendisliğin” hedeflerini şöyle özetliyor:

“Manevî değerlerle aramızı açmak isteyen kötücül güçlere mesaj vermek amacıyla, ele güne nisbet, dinimize, bu dinin bu millete bahşettiği cihad ve fetih ruhuna bağlılığımızı haykırdığımızı mı düşünüyoruz?

Halkımızın ve bilhassa gençlerimizin, üzerinde yaşadıkları topraklara aidiyet ve mensubiyet duygularının böylesi etkinlikler aracılığıyla güçlendirilmesi gerektiğine, zira en küçük bir gaflet hâlinde, ecdadımızdan tevarüs ettiğimiz bu mirasın ayaklarımızın altından kayıp gideceğine mi inanıyoruz?

Eğer hakikaten böyle isteniyor, düşünülüyor ve inanılıyorsa, ki en ciddi yorumlar bu düzeyden yukarıya çıkmıyor, bu istek, düşünce ve inanç en kısa zamanda tashih edilmeli, bu fıkaralık bu vesileyle ciddi ciddi gözden geçirilmelidir. (…)”

Bu “içeriden” bilgi, yeni elitin törenler alanına, laik/ Batıcı rejimin “yozlaştırdığı” (başta gençler olmak üzere) Türkiye insanlarını, “cihat ve fetih ruhuna bağlılığı” pekiştirecek, üzerinde yaşadıkları topraklara aidiyet ve mensubiyet duygularını güçlendirecek tarzda yeniden biçimlendirmek üzere müdahale etmekte olduğunu gösterir. Bir başka deyişle, Cumhuriyetin kurucu elitleri ve onların izleyicileri tarafından Türkçü-Batıcı referanslarla biçimlenen milliyetçiliğin içeriğinin, “İslâmcı-Osmanlıcı” bir münderecatla ikame edilmesi hedeflenmektedir. Türk tarihinin törensel (yeniden) yorumlanışında, yerelde de, “(düşman işgalinden) kurtuluş” günlerinin yerini “fetih günleri”nin (Bursa’nın, Bilecik’in, Osmangazi’nin vb. fethi…) almış olması bir rastlantı değil, bir “toplum mühendisliği” projesinin alametleridir.

AKP iktidarının dört elle sarıldığı [ya da en azından “yakın zaman öncesine dek dört elle sarıldığı” diyelim… Çünkü yeni “egemen blok”u oluşturan AKP ile Gülen cemaatinin arası açılalı beri, cemaatle “tehlikeli” bir yakınlık içinde olan Kutlu Doğum”a biraz soğuk bakar oldu!] bir başka “bi’dat” da “Kutlu Doğum” etkinlikleri. İzi en azından DP iktidarı dönemine dek sürülebilen “Fetih Şenlikleri”nden çok daha yeni bir “icat” bu. İlk kez 1989’da devreye girmiş. Dönemin (ANAP’ın MHP’den transfer ettiği) kültür bakanı Namık Kemal Zeybek’in isteği üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı’nın istişareleri sonucu Muhammed Peygamber’in ay takviminde Rebiülevvel ayının 12’si olarak kabul edilen doğum günü miladî takvimde 20 Nisan olarak saptanmış. Böylelikle, Türkiye, Muhammed Peygamberin doğum gününü, kamerî hicrî takvime göre Mevlit kandili, miladî güneş takvimine göre ise 20 Nisan’da “kutlama” garabetini sergileyen ilk “İslâm ülkesi” olma sanını da elde etmiş.

AKP iktidarının yaptığı ise, o güne dek “gayrıresmî” bir şekilde, genellikle anaakım medyaya pek yansımayan tarzda çeşitli etkinliklerle mevzi olarak kutlanan bu etkinlikleri resmîleştirmek oldu. Resmi Gazete’nin 13 Şubat 2010 tarihli sayısında yayımlanan bir genelgede Kutlu Doğum Haftası’nın kutlanmasına ilişkin usul ve esaslar sıralanacak, ertesi yıl Milli Eğitim Bakanlığı bir genelgeyle okullarda Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri düzenlenmesini sağlayacaktı.

Böylelikle, çocuklara ilahîlerin söyletildiği, hadislerin dinletildiği, Veda hutbesi videolarının izletildiği, Peygamberin hayatı konusunda bilgi yarışmalarının düzenlendiği, İl Eğitim müdürlerinin talimatıyla öğrencilerin camilere taşındığı “yoğunlaştırılmış irşad” faaliyeti yurt çapında yaygınlaştırılacaktı.

Türkiye’nin İslâmcıları esnek ve pragmatiktir. 2007’deki Genelkurmay “muhtıramsı”sı, “icadından” sonraki yıllarda (23 Nisan’ı da içerecek tarzda) 20-26 Nisan tarihleri arasında kutlanan Kutlu Doğum Haftasının, 2008 yılında 14-20 Nisan tarihleri arasına çekilmesine yol açacaktı. Ne ki, anlaşıldığı kadarıyla bu “çekilme”nin tek nedeni Kemalist reflekse verilen taviz değildi. O günlerde iktidarın göz bebeği, en güçlü “velayet-i fakih” adayı olan Fethullah Gülen’in doğum gününün de 27 Nisan’a denk düşüyor olmasının İslâmî kesimde nurcular/ Fethullahçılar dışındaki çevrelerin tepkisini çekmiş olması bu takvim değişikliğinin etkenlerinden biri olmalı.

İktidar bu “sıkıntı”yı, haftayı tüm bir Nisan boyunca bir aya yayarak bypass etmeyi başaracaktı. Böylelikle, çocuklar, yaşlılar, engelliler, kimsesizler, kadınlar, hastalar… yani devletin en kolay erişebildiği kesimler, isteyip istemedikleri sorulmaksızın, Nisan ayı boyunca AKP iktidarının “gönüllü maneviyat ordusu”nca: İHL’li öğrenciler, imamlar, cemaat mensupları, parti il-ilçe yöneticileri, Diyanet görevlileri, mülkî amirler… tarafından “irşad ediliyor”, şiirlere, müsamerelere, ilahî dinletilerine maruz kalıyor, halkın üzerine panzerlerden gülsuyu sıkılıyor…

AKP iktidarınca yoğunlaştırılmış biçimiyle devreye sokulan bu iki “icat”, “Fetih Şenlikleri” ile “Kutlu Doğum Etkinlikleri” böylelikle Türkiye’de İslâmcı-Osmanlıcı (Cumhuriyet tarihi, Batıcı-Türkçü Kemalist rejim tarafından alt edilen bu iki “tarz-ı siyaset”i kaynaştırmış görünmektedir) “Rönesans”ı ve bu ideolojinin taşıyıcısı olan siyasal mahfillerin kadîm “muhafazakâr, maneviyatçı, dindar bir nesil yetiştirme” iddiasına denk düşmektedir. Bu anlamda, törenlerin “toplumsal çelişkilerin üzerini örten, dayanışmayı güçlendiren, toplumu bir değerler sistemi çevresinde bütünleştiren, yönetilenler/ madunlar üzerinde ideolojik hegemonya sağlayan veçhelerin her birini gözlemlemek, mümkündür…

IV. Neo-Osmanlıcılık: Jeostratejik Alt-Emperyalizm, İktisadi Neo-liberalizm, Kültürel Muhafazakârlık

Ancak, irdelemeyi bu kadarla bırakmak, törenlerin içerdiği çok-boyutluluğu ya da çoğul anlamları iletebilme yetisini küçümsemek, analizi tekil bir veçheyle, törenlerin pedagojik, meşrulaştırıcı işleviyle sınırlandırmak olur.

Oysa törenler, bize bundan ötesini anlatırlar: gerisindeki siyasal elit(ler)in hırs ve tahayyülleri konusunda fikirler de verirler. Örneğin ulusal törenlerdeki askerî gövde gösterileri (jetlerin uçuşu, son model askerî gereçlerin sergilenmesi, toplu-tüfekli-tanklı geçitler, komando gösterileri vb.) rejimin “militer” ve olasılıkla da “saldırgan” yönünü “dosta-düşmana” göstererek gerçek ve potansiyel “düşmanlar”a bir gözdağı oluşturur. “Folklorik” giysili geçitler ulusun “halkçı” kökenlerine bağlılığına (ve olasılıkla ulusal çeşitliliği tekil bir potada eritme emeline), gençlerin atletik gösterileri, izci oymakları vb. asker-ulus tahayyülüne, opera-bale-senfonik müzik-heykel-resim vb. sergilemeleri Batılı çağdaşlaşma idealine yatkınlığa, bayrak-millî marş vb. ulusal simgelerin aşırı vurgulanması “homojen bir ulus” tahayyülüne, etnik simgelerin sergilenmesinin teşviki, “çokkültürcülük”e yatkınlığa vb. delalet eder. Bir başka deyişle, törenlerde kullanılan gösterenler, tören-kurucuların toplum tahayyülleri ve jeostratejik iddialarına gönderme yapmktadır.

Bu açıdan bakıldığında laser show’lu, “whatch out” teknikli, hatimli, mevlitli, Fahir Atakoğlu’lu, mehteran bölüklü, gökyüzü tarayıcılı, alev efektli, mahyalı, Ulubatlı Hasan’lı, pilavlı, Fatih ve Ak Şemsettin’in at üzerinde yıkılmış surlardan Konstantinopolis’e girişi temsilli “Fetih şenlikleri” de AKP’nin toplumsal ve jeostratejik tasavvurlarına değgin şifreler sunmaktadır bize. Jeostratejik açıdan Neo-osmanlıcı, iktisaden neo-liberal, kültürel olarak da dindar-muhafazakâr bir tasavvur. Mesajın, oldukça “kör parmağım gözüne” olduğunu teslim etmek gerek: “Biz şanlı fetihçi geçmişimize (fethin temsili), geleneklerimize (mehteran bölükleri) ve dinimize (hatim indirmeler, mevlitler) bağlı, kökleri tarihin derinliklerine uzanan bir milletiz; geçmişimize bağlıyız, ama modern teknolojiye (laser show, whatch-out, gökyüzü tarayıcıları, alev efekti) bigâne değiliz, onu da kullanmasını biliriz. Geleneksel kültürümüzden taviz vermeyen bir modernleşmeden yanayız (Fahir Atakoğlu), Batı uygarlığı karşısında”özdeğerlerimize” yitirmemeye kararlıyız. Tesanütçüyüz, yoksulun-muhtacın yanındayız (şenlikler boyunca halka pilav dağıtma, açları doyurma). Türk milliyetçileriyiz (bayraklar) ama İstanbul’u aldıktan sonra Hıristiyan cemaat üzerinde baskı uygulamayan “hoşgörü”nün de mirasçılarıyız…”

Ve bu kadar “kör parmağım gözüne” olmayan iki alt-metin:

1. Tüm bunları bunca debdebe, şaşaa, böylesine grotesk bir teatrallik içinde ilan edişimizin iki veçhesi bulunuyor: “Yurtta sulh, cihanda sulh”u kadükleştiren “(alt-) emperyal” arzu ve niyetlerimiz mevcut, ama aynı zamanda ne iç yapı ne de dış konjonktür üzerindeki denetim yetimize güvenemiyoruz: bu nedenle kendimizi olduğumuzdan güçlü (donanımlı, özgüvenli vb.) olarak göstermeye ihtiyacımız var (Geertz’in Bali devlet törenleri için söylediklerini hatırlayın);

2. Bütün “tarihîlik” hamasetimiz, bütün “yerellik” güzellemelerimiz, bütün “İslâmîlik” adanmışlığımıza karşın, küresel piyasa ekonomisinin, ona “kendi renkleriyle” katılmayı arzulayan kopmaz bir parçasıyız: biz İstanbul’u (ve genelinde ülkeyi) yalnız tarihin değil, aynı zamanda geleceğin, küresel “buisness” ve finansın da merkezi hâline getirmek istiyoruz. Katarlılar, Abu Dabililer, Kuveytliler, Suudiler bunu becerebiliyorsa, biz neden beceremeyelim?

Tüm bu arzu, hırs ve yönelimler, “neo-Osmanlıcılık” başlığı altında ifadesini bulmaktadır: jeostratejik açıdan “(alt-emperyalist” olarak tanımlanması mümkün olan) bölgesel nüfuz alanları oluşturma iddiaları,[10] iktisaden iç sermaye dinamikleri, özellikle de Anadolu sermayesinin neo-liberal politikalar aracılığıyla desteklenerek küresel piyasayla entegrasyonunun teşviki, kültürel açıdan ise neo-muhafazakâr Osmanlıcı-İslâmcı bir restorasyon girişiminin terkibi olarak neo-Osmanlıcılık. Bizatihî teorisyeni Ahmet Davutoğlu’nun (“Stratejik Derinlik” başlıklı yapıtında), “Türk siyasi kültürünün Batı siyasi kültüründen farklı olduğunu, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu belirleyen temel unsurların coğrafya ile Yeni-Osmanlıcılığa yön gösteren tarih faktörü olduğunu, tarihin stratejik amaçlar için yeniden yorumlanabileceğini, Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerde güçlü bir aktör olabilmesi için yeni bir medeniyet inşa etmesinin şart olduğunu, bunun ise Türk toplumunun dolayısı ile de Türkiye’nin yeni bir kimlik inşa etmesi ile mümkün olabileceği” iddiasıyla çerçevelendirdiği; “toplumsal aidiyetin tarihe (Yeni Osmanlıcılık) ve sosyokültürel değerlere (İslâmcılık) dayandır”ılması gerektiğini öne sürdüğü ve “Türkiye’nin kimliğini değiştirerek ve Türkiye’yi yeni Osmanlıcı-İslâmcı kimliğe dönüştürerek uluslar arası alanda etkin bir aktör yapmayı hedeflediği”[11] yeni bir kimlik (ve uluslar arası rol) inşası girişimi…

* * *

Görüldüğü gibi, törenler, çok şey anlatır, çok şey “yapar”. Bağrında geliştikleri karmaşık ve hiyerarşik toplumlardaki yöneten-yönetilen ilişkilerini betimler; egemen elitlerin yönettikleri topluma ilişkin tahayyüllerini resmeder; güç ilişkilerine ideolojik payanda sağlayarak hegemonya oluşturucu bir işlev üstlenir; bununla da yetinmez, ellerinde biçimlendikleri elitlerin stratejik arzu ve tahayyüllerine dair ipuçları sunar bizlere.

Yeter ki anlattıklarını “okumasını” bilelim…

3 Ağustos 2014 10:25:31, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Marka Takva Tuğra: AKP Döneminde Kültür ve Politika, Hazırlayan: Kemal İnal-Nuray Sancar-Ulaş Başar Gezgin, Evrensel Kültür Kitaplığı, 2015… içinde yayınlandı.

[1] Behruz Dijurian. [2] “Haliç’te Lazer ve Su Perdeli Fetih Kutlaması”, Yeni Şafak, 24 Mayıs 2008, http://yenisafak.com.tr/Aktuel/?i= 118926

[3] Cündioğlu (2009).

[4] Kaldı ki başka bir çalışmada böylesi bir girişimde bulunmuştum. Bkz Özbudun (2011).

[5] Özellikle bkz. Kertzer (1988). Ayrıca Özbudun (1997).

[6] Bu konuda özellikle bkz. Lane (1981). [7] Kaynak: http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CBoQFjAA&url =http%3A%2F%2Fwww.mersin.gov.tr%2FFileHandler.ashx%3Fid%3D54ff2558-b472-4271-a0d9-355439e586ff&ei=9uXcU4SDO4Pd4QTQpoCgCQ&usg=AFQjCNER0t3YyeqrjDyU59AmkJ8wmZKnOQ&bvm=bv.72197243,d.bGQ.

[8] Kaynak: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/05/20120505-7.htm

[9] Örneğin, fethin 555. Yılında Fatih Belediyesi tarafından düzenlenen törenler bir haftaya yayılmıştı ve mevlitten olimpiyata, halka pilav dağıtılmasından halk oyunlarına, havai fişek gösterisinden mehterana çok çeşitli etkinlikleri kapsıyordu. (http://www.fatih.bel.tr/icerik/545/fatih-fetih-etkinlikleri-ile-senlenecek/)

[10] Recep Tayyip Erdoğan, 25 Şubat 2005’te televizyonda bir “Ulusa Sesleniş” konuşması yaptı. Bu konuşmada “Türkiye’nin Yeni Dış Politika Konsepti” başbakanın ağzından kamuoyuna açıklanıyordu. Konsepte göre Afroavrasya’nın merkezinde yer alan Türkiye, bölgeyle olan tarihsel bağlarını etkin bir diplomasi ve çok boyutlu ilişkiler ağıyla birleştirebildiği takdirde küresel bir güç olabilme imkânına sahipti. Başbakan Erdoğan, “Ulusa Sesleniş” konuşmasında bu dış politika anlayışını açık bir şekilde ortaya koyuyordu:

“Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu, iki temel tespite dayanıyor. Türkiye; AB, Orta Doğu ya da Orta Asya’nın çevre ülkesi değildir, bu coğrafyanın periferisinde yer alamaz, üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı etkileme gücüne sahip bir merkez ülkedir. Türkiye bu birikimine, bu tarihi misyona sahip çıkmak, bu zengin arka plana uygun bir rol üstlenmek borcundadır. Dış politika vizyonumuzu oluştururken temel aldığımız bir başka gerçek Türkiye’nin artık sadece bölgesel güç olarak tanımlanamayacağıdır.

Türkiye, bu tarihi dönemeçte, küresel bir güç olma yolunda ilerlemelidir... Türkiye geleneksel dış politikasında rota değişikliği ihtiyacında değil. Ama mevcut rotamızı, küresel bir vizyonla yeni dünya gerçeklerini göz önüne alarak bilinçli biçimde geliştirmek zorundayız.” [Aktaran: Yasin Atlıoğlu (2009)]

[11] Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (2010), “Cumhuriyet Hükümetinin Yeni Osmanlıcılık Hedefi” başlıklı rapor, Haziran 2010. (http://www.turksae.com/sql_file/365.pdf)

Yararlanılan Kaynaklar:

Alexander, Bobby C. (1997) “Ritual and Current Studies of Ritual: Overview” in Anthropology of Religion, Stephen D. Glazier (ed) (139-160). Greenwood Press, 1997. Atlıoğlu, Yasin. (2009), “Davos Krizi Sonrası AKP’nin Yeni Osmanlıcılık Politikası”, 2 Şubat 2009, http:/ / www.bilgesam.org/ incele/ 1335/ -davos-krizi-sonrasi-akp%E2%80%99nin-yeni-osmanlicilik-politikasi/ #.U8EtwCbehdg Cündioğlu, Dücane (2009). “Fetihten sonra hicret edecek değilim ya!”, Yeni Şafak, 31 Mayıs 2009, http:/ / yenisafak.com.tr/ yazarlar / DucaneCundioglu/ fetihten-sonra-hicret-edecek-degilim-ya/ 17037

Etzioni, Amitai (2000). “Toward a Theory of Political Ritual”, Sociological Theory, 18:1, 44-59.,

Gluckman, Max (1954). Rituals of Rebellion in South-East Africa. Manchester University Press.

Hobsbawm, Eric ve T. Ranger (1983). The Invention of Tradition. Cambridge University Press.

Kertzer, D. I. (1988). Ritual, Politics and Power, New Haven & Londra: Yale University Press.

Kong, Lily ve Brenda S. A. Yeoh (1997). “The construction of ntional identity through production of ritual and spectacle. An analysis of National Day parades in Singapore”. Political Geography, vol. 16, no. 3, 213-239.

Lane, Christel (1981). The Rites of Rulers. Ritual in Industrial Society - The Soviet Case.

Cambridge University Press.

Özbudun, Sibel (1997). Ayinden Törene. İstanbul: Anahtar Kitaplar

* (2011). “Bir Kavramsal Ayırt Etme Girişimi: Ayin Ve Tören”, Felsefe Yazın, 17: 45-50.

Stepputat, Finn (2004). “Marching for Progress: Rituals of Citizenship, State and Belonging in a High Andes District”, Bulletin of Latin American Research, vol. 23, no. 2: 244-259.

Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (2010), “Cumhuriyet Hükümetinin Yeni Osmanlıcılık Hedefi” başlıklı rapor, Haziran 2010. (http:/ / www.turksae.com/ sql_file/ 365.pdf)

68109

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar