Çarşamba Nisan 24, 2024

“Postmodern zamanlar"da din (ve islam)

“de omnibus dubitandum est.”[2]

 

“Din: Teorisi/ Pratiği, Dünü, Bugünü” Sempozyumu’nun Ankara ayağındaki “Dini- Eleştirel Olarak Anlayabilmek” oturumunda öncelikle bir saptamamı sizinle paylaşmama izin verin.

Sempozyumun pratik örgütlenmesi sürecinde, kendini sosyalist/ komünist olarak niteleyen kimi çevrelerin, “dinin tartışılması”na bir hayli soğuk ve mesafeli yaklaştıklarına şahit oldum.

Sosyalist/ komünist olma iddiasının tarihsel ve diyalektik materyalist olmayı kaçınılmaz kıldığı/ kılacağı herklesin malumu olduğuna göre, “dinin tartışılması”na soğuk ve mesafeli tavır alınmasının ardında, dinde “halkın değerleri” adına olmayan “hikmetler”in aranması ve dinin “devrimcileştirilebileceği” gibi postmodern hezeyanlarla karşılaştım.[3]

Giderek “etkinleş(tiril)en yanılgının altını özenle çizerek Edward Gibbon’un, “Romalıların dünyasında hüküm süren çeşitli tapınma biçimlerinin hepsi de halk tarafından aynı ölçüde gerçek, filozoflar tarafından aynı ölçüde sahte, devleti yönetenler tarafından da aynı ölçüde yararlı sayılıyordu,” saptamasına Yasin Ceylan’ın, “Hıristiyanlık ve İslâm, dünya görüşlerini oluşturan mutlak, doğrulukları sorgulanmayan dogmalarla yola çıktı,” sözlerini eklemeliyim.

O hâlde belirteyim: Din, postmodern zamanlarda da, öncesindeki üzere egemen(lik)lerin doğmasıdır!

 

I. AYIRIM: DİN NEDİR?

 

İlah ya da tanrı/ça(lar) kavramı üzerine yaslanan dinsel inançlar, tarım devrimi ile birlikte ortaya çıktı; yani işbölümüyle…

Sırf bu nedenle dinin, bir iktidar sorunsalı olduğu, ayan beyan ortadadır.

Sorgulamanın, eleştirmenin mümkün olmadığı bir dogma (inak, nas, aklî olmayıp naklî) olan din(ler), düzenleyici bir kurallar manzumesidir. Bu çerçevede din, kime hizmet ederse etsin, bir dogmalar bütünüdür.

Bilgiden çok inanışlara ilişkin bir alan olarak din, günlük yaşamı egemenlik altında bulunduran dış etmenlerin, bir başka deyişle dünyasal güçlerin insan zihninde doğaüstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadır; ancak bundan ibaret değildir. Başlangıçta yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşsel kişilikler zamanla toplumsal nitelik kazanmış, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelmiş ve egemen(lik)lere mal olarak gelişmişlerdir; kaçınılmaz olarak da siyasal ve ideolojiktirler…

Bu bağlamda, teorik ve soyut olarak, “Dinlerin amaçları nedir?” türünde soru(n)larla iştigal etmek yerine; dini, hizmetinde olduğu egemen(lik)in pratik ve uygulamalarıyla düşünmek/ betimlemek/ irdelemek gerekmektedir.

“Kapsadığı alanlar nedeniyle din pek çok açıdan bilimle çatışma içinde”yken;[4] monoteist dinlerde tanrının her şeye kadir, her şeyi bilen, tek egemen, her yerde hazır, nazır ve evrensel sınırsız gücü olduğu kabul edilir. Bu sonsuz, sınırsız, kısıtlamasız güç hâline “omnipotans/ mutlak kudret” denilir.

Örneğin Müslümanlara göre, İslâmın temel kaynağı olan Kur’an’ın tek sözcüğü, tek noktası, tek virgülü bile değiştirilemez. İnanç sahipleri Kur’an’da yazılan her şeyi tartışmasız kabul etmekle, Kur’an’da bildirilen her şeye inanmakla, Kur’an’da verilen buyruklara sorgulamaksızın itaat etmekle yükümlüdürler.

Dinde “pazarlık” yoktur. Örneğin Kur’an’da yazılanların gerçekliğinden kuşku duymak, İslâmı reforme etmeye (dönüştürmeye) kalkışmak büyük bir günahtır. Salt, ‘Elhamdüllah Müslümanım’ demenin Allah katında geçerliliği yoktur; kişinin Müslüman olup olmadığını İslâma olan mutlak inancı ve bu inancı doğrultusundaki davranışları belirler.

Özetle “Dinsel inanç bir bütündür, mutlaktır, dolayısıyla ‘yarım inançlılık’, ‘çeyrek inançlılık’, ‘kendince inançlılık’ diye bir şey yoktur, olamaz. Din, buna izin vermez!”[5]

Doğası gereği tek tanrılı dinler, “kutsal kitap”ların yazdıklarını, “mutlak gerçek” kabul eden dogmatizmin tümdengeliminden malûldür. Bu nedenle “Din ile bilimin kavgası tümdengelimle tümevarımın kavgasıdır,”[6] biçiminde özetlenebilir.

Prof. Dr. Nurullah Aydın’ın, “Akıldan, bilimden, sanattan yoksun din, din değildir, hurafedir,” sözleri gerçekle ilintisi olmayan/ olamayan bir temenninin ötesine geç(e)mez!

Raoul Vaneigem çaresizlik karşısında, sığınma gereksiniminden doğan; çözümün kendine benzemeyenden, kendinden olmayandan aranması hâli olarak, ekonominin insanı yaşamdan koparmasından doğan güçsüzlüğün, onu “ilahi kudrete” yönelttiğini altını çizer.

Vaneigem’e göre, “Paranın her şey olduğu yerde insan bir hiçe dönüşür; din de tam da bu anda, kiliselerin harabeleri üzerinde ışıldadığında son derece ‘saflıkla’ özüne kavuşur.”[7]

Liberalizmin “sefaleti çözeceğini” iddia eden “bırakın yapsınlar” buyruğu, her geçen gün dinsel anlayışı besleyip büyütüyor. Böylelikle, her ne kadar reddediyor gibi görünse de din, maddi çıkarların önemli bir yöneticisi hâline geliyor. Tüm söylemler; “yoksulluk ve merhamet”, “ölüm ve öte dünya”, “günah” ve günahın satın alınması, bir pazar konumuna gelerek “dine kârlı bir alışveriş sağlar”ken;[8] bu alan “inanç”, “bağlanma”, “teslim olma”, “huzuru arama” tanımlamalarıyla insanın iç dünyasının tecrübesini canlı hâle getirir.”

Evet din bir bağlanma hâldir! Bu hâl de, doğal olarak iktidarın kontrolüne kapı açar…

Özellikle altı çizilmelidir ki, “Sosyal kontrol mekanizması olarak dinler, insanların toplumsal yaşamlarını düzenleyen birtakım kurallara ve emirlere sahiptir… Bu emrin gerisinde bir otorite vardır.”[9]

Söz konusu kapsamda insanların hareketlerini günah-sevap prensibine göre değerlendiren din(ler)de “Yargıç yalnız Allah’tır. Kullarına peygamberler vasıtasıyla emirlerini bildirir. Bu emirleri kabul ve onlara itaat edenler sevap kazanır. Karşılık olarak mükâfat görürler. Dinde yargıcın yerini dünyada vaiz alır. Vaiz ne emreder ve ne de Allah namına yargı yetkisine sahiptir.”[10]

Yani din(ler), özü itibarıyla tanrı fikrine ve onun insanlar üzerindeki otoritesine dayanır. egemen(lik)lerin sosyal kontrol mekanizması olarak dinler, insan(lar)ın toplumsal yaşamlarını iktidar(lar) için ihya ederler.

“İbrahimi monoteist dinlerde, bunların kökeni olan Yahudilikte Tanrı Yahwe’nin insanlar üzerindeki otoritesi gerekçesiz, salt güç olmaktan kaynaklanan totaliter bir otorite tarzıdır... Tanrı’nın otoritesi, sadece onun her şeye kadir, mutlak güç oluşundan değil, aynı zamanda bu gücünü çerçeveleyen ahlâkıyla[11] (‘adalet’, ‘hikmet’, ‘merhamet’) de tahkim edilir.”[12]

Zor ve ikna ile egemen(lik)lerin elinde bir kırbaca dön(üştürül)en “Dinin, en olumlu anında ‘müsekkin’ işlevi gören, genelde ise sömürü ve sınıf çelişkilerini ‘takdir-i ilahi’ olarak gösterip sorgulanmadan kabul edilmesini sağlayan bir ideolojik boyutu vardır. Ama hayatı olumlayan, ‘müsekkin’ olmanın ötesinde, ‘uyarıcı’ olan, aktif hâle getiren dinamik bir boyutu da vardır.”[13]

Dinin bu iki boyutluğunu asla unutmadan; “Dini hayatın kaynağı olarak” açıklayan teolojik tanımların karşısına; “Hayatı dinin kaynağı olarak” tanımlayan antropolojik tanım dikilirken; din toplumsal bir kurum olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Evet dini toplum yaratmıştır, toplumu din değil. Tabii ki dinin toplum üzerinde müthiş bir etkisi var. Toplumu derinden etkiliyor ve değiştiriyor… Ancak dinler, “ilahi bir kaynaktan geldikleri”ne inanıldığı için kolay kolay değişmezler; toplumlar devamlı bir değişim içindedir.

İş bu nedenle de din ile toplumsal değişim daima ve kaçınılmaz olarak çatışma hâlindedir… (Açların dini, açların isyanı, açların ideolojileri başlar. Açların, yoksulların dini hiçbir zaman yalnız din değildir. Çoğu zaman bir sığınma ama bir yerden sonra başkaldırıdır.)

 

DİN HAKKINDA

William Hawells

“Dine sahip olmayan hiçbir ilkel topluluk bulunamamıştır.”

Thomas Hobbes

“Görünmeyen şeylere duyulan korku, herkesin kendi içinde din diye bellediğinin doğal tohumudur.”

John Tyndall

“Batıl inanç, insan yapımı dindir.”

David Hume

“Din hakkında düşünceler doğada tasarlanarak değil, yaşamdaki olaylar sonucunda ortaya çıkan endişeden, insan aklındaki sürekli ümitten ve korkudan doğdu.”

Seneca

“Ölüm korkusu, herkesi dua etmeye yöneltir.”

Mevlana

“Dinin aslını anlamaya imkân yoktur, ona ancak hayran olunur.”

Sigmund Freud

“Din bir yanılgıdır ve gücünü bizim içgüdüsel dürtülerimizin hemen uyum göstermesinden alır.”

Eugenio Montale

“Tek tanrının tüm dinleri birdir; yalnızca aşçılar ve yemek tarifleri değişir.”

Soren Kierkegaard

“Dua tanrıyı değiştirmez, ama dua edeni değiştirir.”

Hippokrates

“Dua etmeye bir diyeceğim yok, ama insan tanrıları yardıma çağırırken kendi de el atmalı işe.”

Michel de Montaigne

“Yüce tanrı’ya ettiği duaları yayımlamayı göze alabilecek pek az insan vardır.”

John Selden

“Vaizler, yaptığımı yapın demezler, dediğimi yapın derler.”

Thomas Browne

“İnsanlar akıllarını hiçbir şeyde dinde olduğu kadar yitirmediler, taşları ve çivileri bile aziz yapıyorlar.”

Thomas Fuller

“Her geniş kenarlı şapkanın altında muhterem bir baş bulunmaz.”

Voltaire

“Din ve din adamlarına, akıl ve sağduyudan daha karşı bir şey olamaz.”

George Bernard Shaw

“Gözlerinde açlık okunan birine dinden söz edemem.”

Robert Burton

“Her din bir başkası kadar doğrudur.”

Oscar Wilde

“Dinin bana bir yararı yok. İsteyen görünmeyene insansın, ben dokunabildiğime, görebildiğime inanırım.”

E. W. Howe

“Din zekâ testi değildir, sadece inançtır.”

William James

“Din insan egoizminin tarihi içerisinde anıtsal bir bölüm oluşturur.”

J. Lancaster Spalding

“Din yararlı olduğu için değil, insanın ve eşyanın tabiatında var olduğu için gereklidir.”

Heraklitus

“Din bir hastalıktır, fakat asil bir hastalıktır.”

Swami Vivekananda

“Bütün dinlerin amacı aynı, fakat öğretmenleri farklıdır.”

Hazret-i Muhammed

“Din nasihattir.”

W. Goethe

“Kilise, kendisine hizmet için yola çıkanı kutsar.”[14]

Jorge Luis Borges

“Din uğruna ölmek, onu sonuna kadar yaşamaktan kolaydır.”

Bertrand Russell

“Bir kez daha bir din savaşları çağı yaşıyoruz, ama dine artık “ideoloji” deniyor.”

Colton

“İnsanlar din hakkında yazarlar, savaşırlar, ölürler de, din için yaşamasını bilmezler.”

Arthur Schopenhauer

“Dünya, 15 yaşından küçük çocuklara din dersi vermeyecek kadar dürüst olursa, belki o zaman ona umut besleyebiliriz.”

Steven Weinberg

“Din insanın ciddiyetine ve saygınlığına bir hakarettir. Onunla veya onsuz, iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar kötü işler yapabilirler. Ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir.”

Jonathan Swift

“Birbirimizden nefret etmeye yetecek kadar dinimiz var, ama birbirimizi sevmeye yetecek kadar değil.”[15]

 

“İnsan için dinin ne olduğu, hangi gereksinmeye karşılık geldiği” sorusunun yanıtı ise Karl Marx’ın, ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde yer alan şu satırlarındadır:

“Din, gerçekte kendisini henüz bulamamış ya da kazanıp kaybetmiş insanın özsaygısı ve özbilincidir. Ama ‘insan’, dünyanın dışında sürüklenip duran soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum tersine dönmüş bir dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Din bu dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik özeti, popüler mantığı, manevi onuru, heyecanı, ahlâki yaptırımdır.

“Din bu dünyanın genel kuramı, geniş kapsamlı özeti, yaygın mantığı, manevi yüceliği, coşkusu, ahlâkça onaylanması, görkemli bütünlüğü, avuntu sağlamaya ve haklı kılmaya yarayan evrensel temelidir. İnsanın özünün hayali olarak gerçekleşmesidir, çünkü insanın sahici bir gerçekliği yoktur. Bu nedenle dine karşı savaşım, manevi kokusu din olan bu dünyaya karşı da dolaylı olarak savaşımdır.

Din baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, taş yürekli bir dünyanın duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur. Bu nedenlerle de, halkın hayali mutluluğu olarak dinin kaldırılmasını istemek, halkın gerçek mutluluğunu istemektir. Halkı içinde bulunduğu koşullarla ilgili aldatmacalardan vazgeçmeye çağırmak, aldatmayı gerektiren koşulları terk etmeye çağırmaktır. Dinin eleştirisi, bu nedenle dinin hâlelediği gözyaşları vadisinin eleştirisidir.”[16]

Belirtmeden geçmeyelim: Karl Marx, dinin bir “yanlış bilinçlilik hâli” olduğunu söylemekle birlikte, bundan dolayı inananı küçümsemeye asla kalkışmaz!

 

I.1) TANRI İLE İNANÇ, BİLİM VE FELSEFE

 

Bilindiği üzere evrenin (âlemlerin) yaratıcısı, zıddı ve benzeri olmayan, her şeyi yapmaya muktedir (kadir-i mutlak) anlamıyla “Tanrı” ve “Allah” sözcükleri eşanlamlı olarak kullanılır.

Konuyla ilgili çeşitli kaynaklar (örneğin İ. Z. Eyüboğlu’nun “Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü ya da wikipedia’nın ilgili maddesi) “Allah”ın İbranice “eloah/el-ilah”tan türetildiğini söylüyor...

Eyüboğlu, Mezopotamya dillerinde “tanrı” anlamına gelen sözcüklerin “il”, “ul” ile başladığını belirtiyor...

Örneğin Akadca “il”, Babil dilinde “il” ve “el” Tanrı anlamına gelen sözcüklermiş.

Tevrat’ta sözü edilen, daha sonra Arapça söylenişleriyle İslâm uluslarınca benimsenen dört kutsal varlığın, “Azra-il”, “Cebra-il”, “İsraf-il” ve “Mika-il” adlarının sonundaki “il” sözcüğü de tanrı demekmiş...

Yine Eyüboğlu, sözlüğünde, Tanrı sözünün Sümerce “gök tanrı, gök” anlamındaki “dıngır”dan geldiğini ileri sürüyor...

Bu sözcük, “tıngır, tıngri, tengri, tengere, tangara, tangrı”dan geçerek günümüzdeki “tanrı”ya ulaşmış...

Wikipedia’nın ilgili bölümünde sözün Türkçe olduğu savunularak Orhun Yazıtları’nda geçmesi kanıt olarak gösteriliyor...

Şöyle ya da böyle, “Tanrı” sözcüğü de tıpkı “Allah” gibi değişik söyleyiş biçimlerinden geçerek günümüzdeki biçimini almış...

Her iki sözcükten türetilen deyimler, ifadeler, günlük dilin dokusuna işlemiş...

Hangi biçimi ve sunusu ile olursa olsun; Ali Şimşek, “Tanrı bir talebin nesnesidir,” vurgusunun altını özenle çizerken; Ludwig Feuerbach’a göre ise “Tanrı, menşei ve öz itibariyle bir akıl nesnesi değildir; onu bu hâle, daha sonraki kuşakların akılsızlığı ya da aklı getirmiştir, o, spekülasyonun, felsefenin nesnesi ya da ürünü değildir, çünkü ortada henüz filozoflar yokken tanrılar vardı, ve evrenin nedenler, ateşten ya da sudan ya da hatta hiçlikten meydana gelişi konusunda saçmalamak kimsenin aklına gelmediği zaman da onlar vardı. Tanrı, aslında bir talebin, dileğin nesnesidir; o, talep edildiği, içten arzu edildiği, istendiği için tasarlanmış, düşünülmüş, inanılmış bir varlıktır. Gözün özüne denk düşen bir varlık olarak sadece göz için gerekli bir nesne olması gibi, tanrı da sadece genel olarak bir talebin nesnesidir, çünkü tanrıların doğası insani dileklerin doğasına denk düşer.”[17]

 

TANRI KONUSUNDA

Ksenophanes

“Etiyopyalılar tanrılarının kalkık burunlu ve siyah olduğunu söylerler; Traklar ise, açık mavi gözlü ve kızıl saçlı olduğunu.”

Petronius

“Tanrıları dünyaya ilk getiren, korkudur.”

Albert Einstein

“Ödüllendiren ve cezalandıran bir tanrı fikrini kavramak, insanın eylemleri dışsal ve içsel zorunluluklar tarafından belirlendiği için çok zordur. Çünkü bu durumda, tanrının gözünde, cansız bir nesne hareketlerinden ne kadar sorumluysa, insan da başına gelenlerden ancak o kadar sorumlu olabilir.”

Okakura Kakuzo

“Allah büyüktür ve para onun peygamberidir.”

P. Augustus Genestet

“Yaradılış hiçbir yerde, acıyan, merhamet eden bir tanrıdan bahsetmiyor.”

Alexandre Dumas

“Eğer tanrı, insana yaşamaya zorladığı hayatı kendisi yaşamak zorunda kalsaydı, kendini öldürürdü.”

Arthur Schopenhauer

“Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: “bunca mutsuzluğu ve bu üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?”

Mahatma Gandhi

“Bu dünyada öylesi aç yaşayan insanlar var ki, tanrı onlara ancak bir somun ekmek suretinde görünebilir.”

F. Wilhelm Nietzsche

“Tanrı öldü; ama insanların yaradılışı öyle ki, tanrının gölgesinin görüleceği mağaralar belki daha binlerce yıl var olacak.”

“Ben ancak dans etmeyi bilen bir tanrıya inanırım.”

Nacer Kemir

“Dünyadaki ruhlar kadar, tanrıya giden yol vardır…”[18]

Carl Gustav Jung

“Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.”

Sigmund Freud

“Tanrı, aslında, yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.”

Al Capone

“Çocukluğumda tanrıya her gece bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Baktım böyle olmuyor, ben de tuttum bir bisiklet çaldım ve geceleri tanrıya beni affetmesi için dua etmeye başladım.”

Thomas Jefferson

“Tanrının varlığını bile hiç çekinmeden sorgula; çünkü, bir tanrı varsa, akla saygıyı körcesine korkudan daha doğru bulacaktır.”

“Tanrının adil olduğunu düşündüğümde, inanın, ülkem adına tir tir titriyorum.”

W. Goethe

“Tanrı tövbekâr günahkârlardan zevk alır.”

Thomas Szasz

“Siz tanrıyla konuşuyorsanız, dua ediyorsunuz demektir; ama tanrı sizinle konuşuyorsa, şizofrensiniz demektir.”

Walt Whitman

“Kendinizden daha yüce olan bir tanrı yoktur.”

Aisopos

“Tanrılar kendi kendine yardım edenin yanındadır.”

Aziz Augustinus

“Tanrının ne olmadığını biliriz, ama ne olduğunu bilemeyiz.”

Joseph Roux

“Filozoflar tanrıya, ‘Yüce bilinmeyen’ derler: Oysa, ‘Yüce yanlış bilinen,’ demek daha doğru olsa gerek!”

George Bernard Shaw

“Tanrısı gökyüzünde olan insandan korkun.”

Mihail A. Bakunin

“Tanrı gerçekten var olsaydı, onu yok etmek gerekecekti.”

Pablo Picasso

“Tanrı da bir sanatçı aslında. Zürafayı yarattı, fili yarattı, kediyi yarattı. Belirli bir üslubu yok. Farklı şeyler denemeyi sürdürüyor.”

Jean Anouilh

“Her insan tanrının kendi yanında olduğunu sanır. Zenginler ve güçlüler ise tanrının kendi yanlarında olduğunu bilir.”

Ivan Illich

“Dua eden bir insan ile tanrı arasındaki uzaklıktan daha büyük bir uzaklık yoktur.”

Woody Allen

“Tanrı şöyle açık seçik bir belli etse kendini! Bir İsviçre bankasında benim adıma yüklü bir hesap açarak meselâ!”

“Tanrının olmaması bir şey değil, hafta sonları bir tesisatçı bulun da görelim.”

“Tanrıyı güldürmek istiyorsanız, geleceğe ilişkin planlarınızı anlatın ona.”

Stephen Hawkins

“Tanrı yalnızca zar atmakla kalmaz, aynı zamanda zarları kimsenin göremeyeceği bir yere atar.”

Ingersoll

“Namuslu bir tanrı, insanların en soylu eseridir.”

Euripides

“Tanrı düşüncesini yaratan kişi akıllı bir adammış doğrusu.”

Samuel Butler

“Tanrı ve şeytan işbölümünde uzmanlaşmanın mükemmel bir örneğini sergiliyorlar.”

Protagoras

“Tanrılarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Ne var olup olmadıklarını biliyorum, ne de neye benzediklerini. Bilmemin önünde çok engel var: konunun belirsizliği, insan yaşamının kısalığı.”

Empedokles

“Tanrı, merkezi her yerde olan, çevresi hiçbir yerde olmayan bir dairedir.”

 

Burada durup, Epiküros’un şu sözlerini anımsatmak gerek:

“Tanrılar kötülükleri yeryüzünden kaldırabilir mi veya kaldıracak mı veya istese de kaldırabilir mi; yoksa bunu yapamaz mı, yoksa yapmayacak mı, veya nihayette tanrılar hem yapabilir ve hem de yapmak istiyorlar mı? Eğer tanrılar yeryüzünden kötülükleri kaldırmak istiyorlar da kaldıramıyorlarsa o zaman onlar her şeye gücü yeter değillerdir. Eğer yapabilirler de, yapmak istemiyorlarsa o zaman onlar iyiliksever değillerdir. Eğer onların kötülüğü kaldırmaya ne güçleri ne de istekleri varsa o zaman onlar ne her şeye gücü yeten, ne de iyilikseverlerdir. Ve son olarak eğer tanrılar kötülüğü kaldırma gücüne sahipseler ve kaldırmayı istiyorlarsa o zaman kötülük nasıl ortaya çıkmıştır?”

Sonra da David Hume’nin eklediklerini:

“Epikuros’un sorduğu sorular hâlâ cevaplanmamıştır: Tanrılık kötülüğü ortadan kaldırmayı istiyor mu, yoksa buna gücü mü yok? Gücü var da niyeti mi yok? O zaman kötü niyetli (bedhah) midir? Tanrı kötülüğü kaldırmak için hem güce sahiptir ve hem de istekli midir? O zaman kötülük niye vardır?”

Ancak “Tanrı” dediniz mi; din, bu tür soru(n)lara cevaz vermez. Mesela Kur’an bu soru(n)ları ve yanıtı men eder. Çünkü din, bir inançtır; hem de bireysel değil, çoğunlukla kolektif, zorlama mekanizmalarına sahip bir inanç…

Uluğ Nutku, ‘İnanmanın Felsefesi’ başlıklı yapıtının önsözünde şöyle bir belirleme yapar: “Din felsefesi başlıklı kitapların çokluğuna karşın inanmanın felsefesi başlıklı kitaplar yoktur. Bu durum Türkçe dışındaki diller için de geçerlilik taşır. Acaba neden felsefe açısından din ele alınmakta, din felsefesi yapılmaktadır da inanmanın felsefesi yapılmamaktadır?”

Nutku’ya göre, “Din ile felsefe, tamlaması yapılamayacak, yan yana getirilemeyecek iki kavramdır; çünkü birincisi inanmanın gerçekliği aşan yönüne, ikincisi ise bu aşkınlığın çözümlenmesine aittir.”

Dinin kendini kavramlarla çözümleyemeyeceği için, bir din felsefesinden de söz etmenin olanaksız olduğuna dikkati çeken Nutku’ya göre, “İnanmanın felsefesinin şimdiye kadar yapılamayışının bir nedeni de inanca bilginin olumsuzlaması olarak bakılmasıdır.” Bu nedenle inanma olgusunun geniş bir zemin üzerinde incelenmesi gerekir.

İnanmayı insana özgü bir olgu alanı olarak kavramaya yönelen Nutku, bilme ve inanma arasında karşılaştırmalar da yaparak inanmanın insan için bir “varoluş koşulu” olduğunu ifade eder:

“İnanma insana özgü temel varoluş koşullarından birisidir ve bilmeyle karşılaştırıldığında bir fazlalık taşır: Bilme, varolanın özelliklerini olduğu gibi, inanma ise hem olduğu gibi hem de olmadığı gibi edinmeye yönelmedir.”

Nutku, inanmanın bilmeye fazlalığını şöyle ifade eder: “Fazlalık, inanmanın bilinmeyeni de içermesi”dir. [19]

Bilineni olduğu kadar bilinmeyeni de içeren inanç, bir bağlanma/ bağıtlanma olarak da kullanılır.

Rahipler ve benzeri inanç aracıları bu durumu çeşitli yollardan manipüle edegelmişlerdir. Örneğin, kendilerine de çıkar sağlayan egemenlerin sömürü düzenini sürdürmelerine destek olmuşlar, işlerine gelmeyenlere de karşı çıkmışlardır.

Örneğin Mısır ve Babil’de rahipler ve krallar birçok dönemde birlikte hükümran olmuşlar, çıkarları çatıştığında genellikle rahipler krallara üstün gelmişlerdir. Mısır’da rahiplerin, “Tanrısız Firavun” olarak anılan Akenathon’u yendikleri bilinen bir gerçektir.

Yine tarihi belgelere göre, Augustus Roma’da “Pontifex Maximus (En büyük baş rahip)”, taşra yörelerinde ise “Tanrısal Güç” olarak tanıtılıyor, egemenliğini inanç desteğiyle sağlıyordu. Ortaçağda, Papalığın güçlü dönemlerinde imparatorlar “Papa”nın elinden taç giyiyor ve “Rex Gratia Dei” (Tanrı’nın inayetiyle kral) diye kutsanarak hükümran oluyorlardı…

Kenya’nın özgürlük savaşçısı Jomo Kenyatta’nın, “Beyaz adam geldiğinde, bizim topraklarımız, onların ellerinde İncil vardı. İncil’i verip bizi uyuttular; gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı” sözleri, sömürüye inanç desteğini bütün açıklığıyla yansıtmaktadır.

 

İNANÇ ÜSTÜNE

Emil Michel Cioran

“Sadece, hiçbir şeyi derinlemesine düşünmemiş olan bir inanç sahibidir.”

Gilbert Keith Chesterton

“Bir insanın tanrıya inanmaktan vazgeçmesi, artık hiçbir şeye inanmadığı değil, artık her şeye inanabileceği anlamına gelir.”

Bertolt Brecht

“İnsanlara kırmızı bir kuyruklu yıldız göster, onları belirsiz bir kaygı ile korkut ve göreceksin ki, insanlar evlerinden koşarak çıkarken bacaklarını kıracaklardır. Fakat onlara mantıklı bir cümle söyleyip bunu yedi sebep ile kanıtlarsan, sana sadece güleceklerdir.”

La Rochefoucauld

“Kesên ku şaşîyê xwe qet napejirînin, ew zêdetir di nav şaşîyê de ne/ Yanıldığını asla kabul etmeyenler, en çok yanılanlardır.”

Platon

“Bilmediğimiz bir şeyi hiçbir zaman bulgulamayacağımız için araştırmanın hiçbir anlamı olmadığına inanmak yerine, bilmediğimiz şeyi aramanın doğru olduğuna inanırsak daha iyi, daha cesur ve daha aktif insanlar olacağız.”[20]

Lev Tolstoy

“Herkes korkar ölümden. Bilmediğimiz şeyden korkarız çünkü; mesele bu. Öldükten sonra ruhumuz öbür dünyaya gidiyormuş, falan... hepsi boş lakırdı. Biliyoruz ki, gökyüzünün ötesinde havadan, boşluktan başka bir şey yok.”

Richard Feynman

“Bilinmeyenden korkmam. Aksine bilinmeyeni severim. Evrende bilmediğimiz çok şey var. Bazıları bilmemekten korkarlar. Bilmedikleri kısımları varsayımlarla doldururlar. Bunu anlayabiliyorum ama ben öyle değilim. Aksine bana çalışma azmi ve isteği veren şey bilememektir.”

Bertrand Russell

“İnsan kolay inanan bir canlıdır. Bir şeylere inanmak zorundadır. İnanmak için iyi bir sebep bulamadığında, elindeki kötü sebeplerle yetinir.”

“Bir görüşün yaygın bir biçimde savunulması, onun bütünüyle saçma olmadığını göstermez; doğrusunu isterseniz, insanların çoğunluğunun aptal olduğu göz önüne alındığında, yaygın bir inancın mantıklı olmaktan çok aptalca olması daha akla yakındır.”

Sabahattin Ali

“İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.”

Bernard Shaw

“İnançlı birinin kuşkucu birinden daha mutlu olması, sarhoşun ayıktan daha mutlu olmasına benzer. İnancın getirdiği mutluluk ucuz ve tehlikelidir.”

Konfüçyus

“Henüz bu dünyayı çözememişken, öbür dünyadan söz etmeyiz.”

Richard Downey

“Agnostisizm, insan aklının bilgiye ulaşma gücünü reddeder... Agnostisizm din teorisi ile ilgili değil, bilgi teorisi ile ilgilidir.”

Salman Rushdie

“İnanmamayı seçmek, dogmaya karşı aklı seçmektir, bütün o ilâhlar yerine insanlığımıza güvenmektir.”

Alain

“İnanç kendisinden başka hiçbir şeye saygı göstermiyor.”

Friedrich Nietzsche

“İnanç sahibiyseniz, hakikâtten vazgeçebilirsiniz.”

Sophokles

“İnsanın inandığı, gerçeğe baskın çıkar.”

Blaise Pascal

“Kendi rızanla, kendi aklının sadık sesiyle inanmalısın, başkalarının değil.”

Denis Diderot

“Geceleyin, zayıf bir mum ışığında önümü görmeye çalışarak koca bir ormanda yürüyorum. Karşıma bir yabancı çıkıyor ve diyor ki: ‘Dostum, önünü daha iyi görebilmen için elindeki mumu söndürmelisin.’ Bu, yabancı bir din âlimidir.”

Mark Twain

“İnanç, öyle olmadığını bildiğine inanmaktır.”

Eric Hoffer

“Ancak anlamadığımız şeyler konusunda kesinlikle emin olabiliriz.”

Tertullianus

“Anlamadığım için inanmıyorum.”

 

Özetle inancın olduğu yerde bilim de, felsefe de olmaz, olamaz!

Çünkü “Felsefi bir soru(n), tanımı gereği, herkesin, her kuşağın bir gün mutlaka karşılaşacağı bir soru(n)dur. Bu tür sorular sorarak, başka birçok konuda yanıt bulabiliriz. Soru sorarak yaşadığımızı ancak duyumsayabiliriz. (…) ‘Yaşamın anlamı’ felsefenin temel konusu sayılan sorulardan, sorunlardan biridir (…) Soru sormak ille onları yanıtlamak anlamına da gelmez”ken;[21] bilimin temel özelliklerinden birisi otoriteyi, diğeri de dogmaları reddetmesidir. Yani bilim bir fikri belirli bir kişi öyle söylüyor diye (ki buna “tanrı” da denilebilir!) kabul edilmesi gereken bir fikir olarak göremez.

Ayrıca bilinmelidir ki, bilimin gelişmesi, onun dinin, dogmaların etki alanından “tamamıyla” çıkarılmasıyla mümkündür.

Dogma veya “dinsel hikmet” geçerlilik kazanmaya başladığında, bilim geçersiz hâle gelir. Bilginin verdiği özgürlükle dogmanın verdiği huzur yer değiştirir.

 

I.2) “HAKİKÂT REJİMİ” VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Buraya değin ifade ettiklerim kapsamında din dogmasının, kaçınılmaz olarak ifade özgürlüğünü inkâr eden tekçi bir  hakikât rejiminde somutlanması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Nasıl sunulursa sunulsun din, nihai kertede bir “hakikât rejimi”dir ve şiddet içerir.

“Hakikât rejimi”nin kutsalı ile şiddet arasında daima doğrudan bir bağlantı söz konusuyken; tektanrılı dinlerin “hakikât rejiminde” tüm insanlar Tanrı’nın kuludur.

Ama Tanrı kullarıyla doğrudan ilişki kurmaz, onlara yapmaları gerekenleri doğrudan söylemez. Bu “iletişim boşluğu”, bir seçkinler tabakası tarafından doldurulur. Kendilerini bu “kulları” yönetmekle yükümlü, seçilmiş insanlar olarak gören seçkinler açısından, halk, siyasi gücün kaynağı değil hedef nesnesidir; kullar sürüsüdür.

Bu “rejimde” asla mücadele hedefi olmayacak olan “şey” Tanrı’dır, diğer bir deyişle egemen sınıfın iktidarının meşruiyetinin zemini... Bu rejimlerde yönetenlere karşı çıkmak, “Tanrı’ya karşı ayaklanma” olacaktır; “ayakların baş olmaya kalkması kıyametin ta kendisidir”. Bu “hakikât rejimine” ait bir akımın, siyasi yelpazenin demokrasi tarafında yer alması, nasıl söz konusu olabilir?[22]

Elbette olamaz…

Tam da bunun için dinden söz edenler, ifade özgürlüğünü telaffuz edemezler!

Düşünceyi ifade özgürlüğü, eleştirme ve soru sormanın hiçbir gerekçe ile sınırlandırılmamasıdır.

Ne var ki “hakikât rejimleri”nde dinsel kalıplar, her türlü sorunu “yanıtı” ve eleştirinin de inkârına denk düşer.

Dinsel hakikât(ler) için soru sormak tehlike, eleştiri ve itiraz ise zındıklıktır.

Çünkü din, soru(n)lara yanıt arama peşinde değildir. Din, her şeyin kutsal kitaplarda yanıtlandığı bir alandır. Amprik araştırmaların dinde yeri yoktur. Din, hem nasıl olduğumuzu, hem de neden olduğumuzu “mutlak kesinliği”yle açıklar!

Örneğin İslâm hukuku, düşüncenin özgürleşmesine bugüne değin izin vermedi. “Mutezile”, Tanrı’yı ve Kur’an’ı tartıştığı için yasaklandı; hâlâ da yasak… İslâm öğretisi, salt, düşüncenin özgürleşmesini değil, insanın anlıksal (anlama gücü, müdrike) ve duyumsal etkinlik biçimlenmesini de sınırlamıştır.

Bu nedenle özgür düşüncenin dini tartışmalarda yeri yoktur, olamaz da.

Çünkü, din (vahye dayalı bilgi olarak), bilim (gözleme dayalı bilgi olarak), felsefe ise (spekülasyona dayalı bilgi olarak) üç farklı alanı işaret eder. Bu alanlarda sorulan sorular da farklıdır, bu soruları yanıtlayış biçimi ve verilen yanıtların içeriği de farklıdır.

Bu konuda sonsuz örnek sıralamak mümkündür!

Biz, Abdulbari Atwan’ın, “İslâm’a ve diğer dinlere hakaret eden kişileri suçlu sayan yasalar çıkarılmalı artık. Zira ifade özgürlüğüyle hakaret özgürlüğü arasında büyük fark var,”[23] abartısı eşliğinde iki örnek aktarmakla yetinelim…

i) Arap ülkeleri, “rejimlerini, hükümetlerini, liderlerini eleştiren yahut da dini veya ulusal sembollerine saldırı niteliği taşıyan” televizyon yayınlarına sansür uygulamasında anlaştı. 22 üyeli Arap Birliği’nin enformasyon bakanlarının Mısır ve Suudi Arabistan’ın çağrısıyla Kahire’de düzenledikleri toplantıdan çıkan karara göre, Arap âleminde yayın yapan uydu kanalları Arap liderleri ve İslâm dini yahut milli sembollere saldırı niteliği taşıyan yayın yapmaları hâlinde cezalandırılacak. Karar, Arap ülkelerindeki yetkililere, bu tür yayınlar yapan kanalların lisanslarını ellerinden almasına da imkân veriyor.

Mısır Enformasyon Bakanı Anas El Fıkı “düzenlemeleri” şu sözlerle savundu: “Bazı uydu kanalları doğru yoldan sapmıştı. Cahil veya gerici fikirleri yayanlara ve hükümetlerin ve ülkelerin altını oyarak puan kazanmaya çalışanlara karşı koymanın zamanı gelmişti…”[24]

ii) “Başbakan’ın İmam-Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’nin kutlama törenindeki konuşmada, ‘Allah’ın izniyle, Hazret-i Peygamber’in ve şehitlerimizin şefaatiyle, aziz milletimizin ve sizlerin gayretleriyle inşallah bu topraklar üzerinde Kur’an-ı Kerim ebediyen okunacak, peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi hiç sönmeyecek, Ezan-ı Muhammedi hiç susmayacaktır’ demişti. Temennisinin nasıl gerçekleşeceği konusunda Erzurum’da dikkat çekici bir gelişme yaşandı.

Atatürk Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü olan Nazan Aydın, 2012’nin Şubat ayında Erzurum Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunmuş. Oturduğu eve yakın Hacı Selim Efendi Camii’nden ezan okunurken yapılan ölçümlerde ezan sesinin 104 desibele çıktığını, Çevre Kanunu’nda 65 desibeli aşan ses düzeyinin insan sağlığı için ‘zararlı’ kabul edildiğini müracaatında belirtmiş. Bu ses seviyesi, Dünya Sağlık Örgütü ve Avrupa Birliği değerlerine göre ‘tehlikeli’ olarak tanımlanıyor.

Konuyu hemen çarpıtmak isteyenler olacağı için, bir kere daha hatırlatalım. Sorun ezan okunmasıyla ilgili değil, ‘Bu topraklar üzerinde hiç susmayacak olan Ezan-ı Muhammedi’nin’ hangi ses seviyesinde okunacağıyla ilgili…”[25]

Burada “eleştiri sınırı” adı altında “öteki”nin haklarını dinsel gerekçelerle yok sayma, inkâr ve bastırmayla yüz yüzeyiz ki, konuya ilişkin olarak Jonathan Turley, “İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde İslâm’a hakaret ettiği gerekçesiyle ceza alan vatandaşların hikâyelerini korkuyla dinleyen Batı dünyası aynı tuzağa düşüyor. Britanya veya Fransa gibi ülkeler, çoğulcu bir toplum adına ifade özgürlüğünün budanmasına göz yumuyor…

Dinsel bağnazlık ifade özgürlüğüyle her zaman sürtüşmüştür. Ancak Batılı idealler, ifade özgürlüğünün kendi korumasını içerdiği önermesine dayanır: İyi ifade eninde sonunda kötü olana galebe çalar. Özgür uluslar arasında dine hakaret falan yoktur, sadece bağnazlık ve ona karşı koymaya çalışanlar vardır… Aksi takdirde Batı’da ifade özgürlüğünün ruhuna fatiha okuyabiliriz,”[26] derken Johann Hari de “Dini Eleştirme Hakkımızı Geri Verin” vurgusuyla ekliyor:

“BM insan hakları raportörünün görev tanımının, ‘dini’ kabul edilen ihlâllere ‘saygı göstermesi’ni gerektirecek biçimde değiştirilmesini akıl almıyor. BM artık recm gibi cezalara karşı çıkmayacak. Günümüzde hangi inanç eleştirilse, inananları hemen ‘önyargı’ kurbanı olduklarını iddia ediyor…

Dini eleştirme hakkı asitte yavaş yavaş eriyor. Tüm dünyada laiklik sayesinde aşama aşama kaydedilen, bizlere şüphe ve sorgulama ortamı sağlayarak zihnimizi geliştirmemize yol açan kazanımlar dine ‘saygı göstermemiz’ yönündeki saldırgan taleplerle geriletiliyor. Bu konuda ne kadar geri götürüldüğümüzü gösteren tarihi bir dönemeç daha yeni geride bırakıldı. İfade özgürlüğünün küresel muhafızı olması gereken BM raportörü, kendisini dinci sansürcülerce aynı kefede bulacak biçimde görev tanımının yeniden yazıldığını gördü.”[27]

Bu süreç böyle devam ederse, yukarıda alıntıladığımız, dinle/inanca yönelik tüm eleştirel aforizmaların “suç” kapsamına alınması, işten değildir.

Bu noktada düşünce özgürlüğünü “nefret suçuna” indirgeme de, ince hesaplar da kesinlikle reddedilirken; “Hem dinci, hem de liberal olunamaz!” vurgusuyla ekleyen Türker Alkan’ın şu uyarısı da asla “es” geçilmemelidir:

“Yasaklara karşı olmak! Liberalle dinciyi birbirinden ayıran turnusol kâğıdı gibidir. Son yıllarda çeşitli ülkelerde dinciler tarafından getirilen yasakları şöyle bir anımsayın lütfen: Kadınların tek başına evden dışarı çıkması yasak, yüzünü ve topuğunu göstermesi yasak, şarkı söylemesi yasak, gülmesi yasak, okula gitmesi ve okuma yazma öğrenmesi yasak, erkeklerin sakal tıraşı olması yasak, sakız çiğnemek, uçurma uçurtmak yasak, düğünlerde davul zurna yasak, içki yasak, meditasyon yasak, Buda heykelleri yasak, Batı kaynaklı filmler, televizyon programları, müzik ve kitaplar yasak... Yasak oğlu yasak! Liberalizm ne kadar uyar dersiniz?”

Ahmet Kurucan’ın, “… ‘Bu toplumun aydın ve elitiyiz’ diye nitelendiren ve gerçekten okumuş bir kitle hâlâ dine hasmane tavrını sürdürmeye devam ediyor. ‘Din merkezli ise saygıyı da istemem’ diyecek kadar dine düşmanlığını ortaya koyuyor… İnanmasak bile dinin insanın ve hayatın bir gerçeği olduğunu kabullenelim…”[28] diye haykırdığı iklimde, hayır hiçbir şeyi abartmıyoruz…

‘Yeni Şafak’ yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman 7 Ağustos 2012’de yayımlanan “Tahammül mü Hoş Görmek mi” başlıklı köşe yazısında “Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından” söz ederek, “Müslüman ahlâka aykırı davranışı engellemekle yükümlüdür!” derken; Tayyip Erdoğan da ekliyor:

“İslâm’ın ılımlısı olmaz: Bu ‘ılımlı İslâm’ yakıştırmaları falan çok çirkin şeyler. Bu bir defa dinimize saygısızlıktır, hakarettir. İslâm’ın ılımlısı falan olmaz, İslâm İslâm’dır o kadar”!

İş bununla da sınırlı değil!

Müslüman’ın bugünkü sorununu “zamanın ruhunu fethetmek” olarak gören Esat Arslan, “zamanın ruhunu fethetmeye çalışmak demenin, çağı Kur’ana, Kur’anı da çağa açmaya çalışmak demek” olduğu vurgusuyla, “Eğer İslâm siyasalda temellenen bir dinse, bu çaba siyasallaşmakla eş anlamlı demektir. Allah’ın istediği barışı ve adaleti tesis etmek için uğraşan siyasal bir özne olmaktır,”[29] diyor…

İş bununla da sınırlı değil!

Yasin T. Hazaroğlu, “Mademki temel değerlerimizi muhafaza etmek anlamında muhafazakâr toplumuz, neden toplum olarak muhafaza etmekle yükümlü olduğumuz konularda daha titiz davranmıyor, hep beraberce tepki göstermiyoruz? Bizce hiçbir konu İslâmi kavramların bu kadar ayakaltına alınmasına tepki gösterilmesinden daha önemli değildir,”[30] derken Gökhan Özcan da “modernlik ile dinin tezadı”na dikkat çekerek, “dinin eğilip bükülemezliği”ni olanca netliğiyle ortaya koyuyor:

“Bu devre özgü yeni ‘dindarlaşma’ biçimleri var malumunuz. Dini kendi bütünlüğü içinde kabul etmeye pek yanaşmayan ama hayatını büsbütün ‘dinsiz’ de bırakmak istemeyen kimselerin yoğurduğu yeni inanç tasarımları bunlar... Özünde teslimiyet taşımayan, daha ziyade dini kendi kabul edebilecekleri kalıplar içine sığdırmaya, orada şekillendirmeye çalışan birtakım algılama biçimleri...

Modernliğin insanda, hayatta, yeryüzünde yaptığı ağır tahribatların birer acıklı tablo olarak gözle görülür hâle geldiği bir zamanda, yine o modernliğin içinde tıkanıp kalmış kişiliklerin, tosladıkları maddiyat duvarlarının sertliğinden (gayrı ihtiyari) kaçmaya tevessül etmeleri anlaşılmaz bir şey değil...

Modern hayata inanacaksınız, bunu içselleştirmiş olacaksınız ve bu hayatın çekmecelerinden birinde de, böyle bir düzene itirazlarından arındırılmış şekliyle kuşa çevrilmiş bir din iddiası bulunduracaksınız, bu olmaz. Dini ilkeler ve mükellefiyetler keyfinize uymadığında, meseleyi bir iç mesele, bir duygu gürlüğü, bir kalp temizliği hadisesi olarak tarifleyip sınırlayacak, yan çizeceksiniz, bu da olmaz. İnsanlığınızı dinin renklerine boyamak yerine dini hayatınızın renk skalasındaki bir renge dönüştüreceksiniz, bu da olmaz. Ve nihayet, dini öğrenmeye, sindirmeye, kâmil biçimde bilmeye hiçbir gayret sarfetmeden, kendi akıl ve mantığınızın sığlığıyla kendi işkembenizden din söylemleri geliştireceksiniz, bu hiç olmaz…

Kimse dindar olmak zorunda değil; ama olacaksa, dinini bilmek, samimiyetle öğrenmek zorunda. Çünkü din Allah’ın dini, kulların oyuncağı değil![31]

Din hakkında, dincilerin dedikleri, saptamaları yoruma mahâl vermeyecek kadar nettir; ama yine de tekrarlamak pahasına 14 Mayıs 2011 tarihindeki ‘Uluslararası Kur’an ve Bilimsel Hakikâtler-2’ Sempozyumu’ndaki konuşmasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in saptamasını hatırlatmakta yarar var:

“Yerde ve gökte var olan her şey Allah’a teslim olmuştur. Kur’an’ın en büyük tercümanı, müfessiri kainatın kendisidir”!

Gerçekten de Keşan Müftüsü Süleyman Yeniçeri’nin, “Noel Baba baca ve pencereden giriyor. Doğru dürüst birisi olsa kapıdan girer. Noel bizim bayramımız değil. Kişi ‘Hıristiyan gibi yaşayayım’ derse, bu tehlikeli olur. Eğer içkili, şaraplı eğlence yapılıyorsa günahkâr olur,” diyebildiği “anlayış(sızlık)a” Hayrettin Karaman da şu satırlarıyla önemli “katkı”da bulunuyor:

“İslâm’da bir değişmeyenler bir de şartlara göre değişmesi caiz olanlar vardır. Bir yerde bütünüyle İslâmi hayata geçme teşebbüsü başlamadan şartlar bilinemez; ne zaman başlanır ve şartlar ortaya çıkarsa İslâm âlimleri, değişmeyenlerin ışığında ictihad ederek yeni şartların İslâmî düzenini ortaya koyarlar. Bundan önce de ‘teşebbüs ve geçiş’ aşaması olur; bu teşebbüs ve geçiş aşamasının fıkhı, geçişten sonraki düzen kadar, hatta daha önemlidir. Laik bir ülkede ‘İslâm ceza hukuku nasıl olmalıdır’ konusu değil, ‘bu düzenden İslâmî düzene nasıl geçilir?’ konusu ele alınmalı, işte bunun düzeni ortaya konmalıdır.”[32]

Hayrettin Karaman’ın dediği çok nettir!

Söz konusu netlik “Prof. Dr.” unvanlı, İslâm teolojisi uzmanı, sayısız makalesi ve 15 kitabı bulunan Hayrettin Karaman’ın 7 Ağustos 2011 tarihli ‘Yeni Şafak’ta yayımlanan ‘Tahammül mü, Hoş görmek mi?’ başlıklı yazısında, bir kere daha somutlaşıyor.

Söz konusu yazıda bir apartman, bir sokak ya da bir mahalledeki eşcinsellerden, içki içenlerden, nikâhsız birlikte yaşayanlardan, kumar oynayanlardan, Müslümanları sevmeyenlerden, düşmanlarından, sokakta sevişenlerden, çıplaklardan söz ederek “Bu insanlarla yan yana yaşıyoruz” dedikten sonra, “peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır” diye sorulurken; verilen yanıt da şudur:

“Müslüman bu davranışları asla beğenemez, bu fiillerden nefret eder, imkân bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder. Dış tavır olarak da dine, ahlâka ve adaba aykırı davranışı çekinmeden, gözünün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek, davranışlarını meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü hâlleri içinde iken en azından tebessümünü esirger. Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyorum.”

Kendisine kalsa Müslümanlar, yani “tahammül edenler” ile “tahammül edilenler” için ayrı yaşam bölgeleri kurulmalı; fakat bu mümkün olamayacağından bu “zorunlu ilişkiyi” tahammül ederek idare edelim diyor. İyi de nereye kadar tahammül? Bunu şimdilik bilemiyoruz, ama öğreneceğimiz günler bana pek uzakmış gibi gelmiyor.

Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Saim Yeprem de tahammül yanlılarından. “Her Müslümanın sorumlulukları Kur’an’da ve peygamberimizin sahih sünnetinde açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar Kur’an’a ve peygamberimizin sünnetine uymak zorundadır. Ancak bir toplumda farklı yaşamların da yaşam hakkı vardır. Onlarla birlikte yaşamak bir vakadır. Müslüman o insanları toplumdan ihraç edemez, ancak tahammül ederek beraber yaşamayı kabullenir. İslâmın açıkça yasakladıkları hoş görülemez. Ancak bir Müslüman müdahale edemez. Toplumun yapısına göre değişiklik göstermek şartıyla her toplumda birey değil, devlet ıslah görevini üstlenir” diyor.

Eşcinsellerin, nikâhsız yaşayanların, içki içenlerin ıslahını devlete bırakıyor. Sağ olsun!

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Beyza Bilgin de “zındıklara katlanılması” yolunda görüş bildiriyor: “İnsanlar hürdür, kimse karışamaz, nikâhlı olmadan dost hayatı yaşamaya karşı kanun bir şey söylemiyor. Fakat söylemiyor diye bu şekilde bir hayatı onaylıyoruz anlamına gelmemeli. Tahammül etmek de hoş görmek anlamına gelir. İslâmi görüş, eşcinsele, dışarıda içki içene, nikâhsız yaşayana hoşgörüyle bakar fakat memnuniyetle değil, onlara katlanarak hoş görmeye çalışır.”

‘Akit’ yazarı Abdurrahman Dilipak’ın görüşleri her zamanki gibi açık ve net; “daha önce Babür Şah döneminde Müslümanlar Hindistan’ı yüzyıllarca yönetti. Hindistan’da Hindular ineğe taparken Müslümanlar kurban ediyordu. Hindular ve Müslümanların mahalleri ayrıldı ve Müslümanlara Hindu mahallesinde inek kesmek yasaklandı. Herkes kendi lokal alanında daha özgür ve barış içinde yaşadılar. Bu önlem toplumun bir parçasını toplumdan dışlama değildir. Evet, içki içen, eşcinsel ilişki kuran ya da nikâhsız yaşayan insanlara Müslümanlar hoşgörü gösteremez ancak tahammül eder,” diyor…

Burada “yeter değil mi?” diyerek duruyorum!

Bunlar böyleyken ve “İslâmcı aydınlar Müslümanların günlük hayatına dokunamıyor… Kadın, aile ve benzeri konulara girmek istemiyorlar”ken;[33] Dr. Ahmet Naci Helvacı’nın, “Türkiye özelinde İslâmcı hareket otoriter değil özgürlükçü olmuştur”; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat’ın, “İslâm’ın olduğu yerde akla aykırı bir şey olmaz,” saptamaları ya da “üçüncü yol yaygaraları” ciddiye alınması mümkün olmayan spekülasyonların ötesine geçemez…

“Üçüncü yol yaygaraları” dedim: Amerika’da yayınlanan ‘Islam Without Extremes: A Muslim Case for Liberty/ Aşırılıklar Ötesi İslâm: Özgürlüğün Müslümanca Müdafaası’ başlıklı yapıtında, otoriter laiklik ve otoriter İslâmcılık arasında yepyeni ve özgürlükçü bir İslâm anlayışı dillendiren Mustafa Akyol, İslâm dünyasındaki bağnaz otoriter doktrinlere karşı çıkarak modern hayatla barışık “üçüncü bir yol” savunup; “iki tür otoriterliğin de liberal bir dünyada yok olacağı”nı iddia ediyor ya, kastettiğim o!

 

I.4) İSLÂM PARANTEZİ

 

O hâlde burada durup Amr Şâlâkani’nin, “Camiden her şey çıkar. Demokrasi, faşizm... Sonuçta cami aslında insanların gittiği, oturduğu, konuştuğu yer. Siyasi İslâm’dan da demokrasi çıkar... Şeriat o kadar korkulacak bir şey değil. Dini temelli kuralların tamamı insani yorumlarla ehlileştirilir,” zırvasına ilişkin olarak kısa bir İslâm parantezi açmakta yarar var.

“Kur’an’da, Hıristiyan ve Yahudilerle ilgi fevkâlâde negatif sözler vardır. Mesela onların dostluğa layık olmadıkları ve dost edilmemeleri gerektiği ifade edilir. Hele Ehl-i Kitap olmayanlar için daha da küçültücü kelimeler kullanılır”ken;[34] “zorlamanın olmadığı hoşgörü dini” diye sunulmaya kalkışılan İslâm, ‘Mâide:57’de, “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz,” derken; yine ‘Mâide Suresi’nin 51. Ayeti’nde de ekler: “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin”…

Adı ile müsemma “Barışçı bir din” olduğundan söz edilen İslâmın aslî belgesi niteliğindeki “Kur’an’da[35] savaşla ilgili pek çok hüküm var. Bunlardan bazıları ve bu ayetleri okuduktan sonra hemen aklıma gelen sorular şunlar oldu:

* ‘Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter.’ (Hac 39.)

Zulmün tanımı nedir, zulüm hangi noktaya gelince ‘cihad’a izin var?

* ‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.’ (Maide 35.)

Allah’a karşı gelmenin sınırları nedir? Birine göre saçının telini göstermek, birine göre Allah’a ‘tanrı’ demek karşı gelmek sayılabilir mi?

* ‘Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.’ (Tevbe, 5.)

Ya ‘mümin’ Allah’ın söylediği sırada davranırsa, yani önce öldürürse, sonra kimi hapsedip, gözetleyecek?

* ‘Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler.’ (Tevbe 111.)

Bu savaşın gerekli olup olmadığına nasıl karar verilecektir? Cennet vaadini duyan bir mümin için gerekçe bulmak zor mudur?

* ‘Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin’ (Nisa 89.)

Öldürecek miyiz, yoksa dost mu olmayacağız? ‘Yüz çevirmek’ öldürme nedeni olabilir mi?

* ‘Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.’ (Bakara 216.)

Allah, ‘siz nasılsa anlamazsınız ben size savaşın diyorsam savaşın’ mı diyor?

* ‘Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.’ (Enfal,39.) Hani dinde zorlama yoktu? (Bakara, 256.)

Hani ‘... Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüş, Her kim de birini (hayatını kurtararak.) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmış’ (Maide, 32.) olurdu?[36]

Burada durup; “Mehmed Şevket Eygi’nin ‘Milli Gazete’de yayımlanan ‘İslâmda Diyalog Yoktur’ başlıklı yazısından aktaralım... Eygi tamı tamına 19 başlıkta İslâm’ın başka din ve inançlarla diyaloğa giremeyeceğini özetlerken şöyle der: ‘İslâm’a, en güzel ve uygun şekilde Hak dinine dâvet ve Hak dinini tebliğ vardır. Müslümanlar bu dâvet ve tebliği ihmal ederlerse veya gereği gibi yerine getirmezlerse günahkâr olur, vebal altında kalır.’

İkinci maddede de şöyle buyuruyor: ‘Kur’an Allah kelâmıdır, kul sözü değildir. Peygamber ancak tebliğ etmiştir (bildirmiştir)’…”[37] Yani İslâmın dedikleri eğilip, bükülemez!

Çünkü Bernard Lewis’in deyişiyle Muhammed kendisinin devamcısı olacak bir cemaat yaratmakla kalmadı, aynı zamanda “bir yönetim biçimi, bir toplum ve devlet düzeni” kurarak İslâmiyet’in geniş bir coğrafyada gelişmesini sağlamıştı.

Müslümanlıkta başından beri din ve devlet, bir bütün olarak algılandı. İslâm, yeni inancın yayılmasıyla güçlenen bir imparatorluğun doğuşuna paralel olarak yükseldi. Müslümanlar için devlet ilahi adaletin buyurduğu bir gereklilikti. Devlet, İslâm’ı savunan, koruyan, yayan ve dini kurallarını uygulamaya yarayan bir aygıt olarak algılanmıştı.

Müslümanlıkta kimlik ve bağlılık algısı diğer dinlerden farklı gelişti. İslâm’da kimliğin temelini ülke, ulus, ırk, sınıf, dil gibi kriterler değil, esas olarak din unsuru oluşturdu. Dost ve düşman bile bu ayrım üzerinden belirlendi.

Müslümanlar için İslâm, kimlik ve sadakatin, dolayısıyla da otoritenin ve otoriteye bağlılığın temeli olurken, devlet de İslâm’ı koruyan ve kollayan silahlı bir güç oldu…

Sonraki dönemde İslâm ülkelerinin çoğunda dine iç politikada belirleyici bir önem atfedildi. İslâm’da dini kimlik, aynı zamanda devlete bağlılık anlamına da geldiği için ülke yönetiminde bulunanlara karşı sadakati de içerdi. Bu nedenle otoriteye itaatsizlik ve inançsızlık toplumsal bir suç olduğu kadar, günah da sayıldı.

Müslüman ülkelerin çoğunda kişinin sadakati veya sadakatsizliği, din ve mezhep üzerinden ölçülmeye başlandı. Toplumda temel ayrım da, inananlar ve inanmayanlar şeklinde yapılarak İslâm için genel bir standart oluşturuldu.

İslâm dininin temeli “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamet gününe, kadere, iyiliğin ve kötülüğün Allah’tan geldiğine hiçbir kuşku duymadan inanmaktı”. Arapça “se-le-me” kökünden türeyen İslâm, “teslimiyet” anlamına geliyordu. Müslüman ise “Allaha teslim olan” ve “bağlanan” kişiydi.

Hıristiyanlıkta kilise ve devlet, toplumda iki ayrı alanı ifade etti. Biri siyaset ve iktidarla, diğeri ise din ile ibadetle ilgilenen yapılar olarak kurumsallaştı. Tarih boyunca bu ikisi birleşse de ayrılsa da, hep iki ayrı kurum olarak kaldı.

İslâm’da ve Musevilikte, Hıristiyanlıkta olduğu gibi din ve devlet işleri birbirinden ayrılmadı. Hıristiyanlıkta Kilise, hem ibadet, hem de dini kurumsal yapının kendisi anlamına gelirken, Sinagog veya Cami için bu geçerli değildi.

İslâm dini, insanın kişisel ve toplumsal hayatının bütün alanlarıyla ilgileniyor ve yön vermek istiyordu. Bu bağlamda İslâm, öteki dinlerden ayrılıyordu. Musevilik ve Hıristiyanlık geniş ölçüde “uhrevi” (ahirete ilişkin), İslâm ise daha çok “dünyevi” bir dindi.

Dolayısıyla İslâm bir din olduğu kadar, bir töre ve toplum düzeni, bir hukuk ve devlet sistemiydi.[38]

İşte bunun için “İslâm ve onun siyasal ve ahlâki yaşamı için genel bir reform benzeri bir şeye ihtimal var mı” sorusunun yanıtını bulmaya çalışan Wilfred S. Blunt, İslâm’ın dogmatik yönüne; “İslâm’ın bünye itibarıyla değişime ve bunun sonucunda da, yenilikçi hayata... tabi olmadığını biliyorum,”[39] sözleriyle dikkat çekerken Prof. Bernard Lewis de ekler: “Müslüman bir demokrasinin mümkün olup olmadığını henüz bilmiyoruz. İslâmdaki bazı temel ilkeler, demokrasi olarak işlemesini zorlaştırıyor.”

Çünkü İslâm dini için hayatı anlamlandırma mücadelesinde yol göstericisi, hidayet kaynağı, uyarıcı olması yanında; dini bilginin temelini oluşturan Kur’an’dan kopuk hiçbir şey yoktur ve olamaz da... Bu nedenle, İslâm düşüncesi açısından bütün din anlayışlarının kabulü ve elenmesinde ölçü Kur’an’dır. Eğer, kültürle iç içe olan bir takım görüşler ve metinler Kur’an’ın önüne geçirilirse gelenek dinselleştirilir. Elbette geleneksiz bilgi olmaz. Fakat İslâm tarihi sürecinde oluşan bilgi birikimini anlamlı kılan ölçü Kur’an’dır.

Bunun içinde tanrının öngördüğü yaradılış düzenine uygun eylemler, “vahiy” şeklinde inmiş olan “tanrısal” buyruklarla ayarlanmalıdır. Bu buyruklar insanlara iletildiği an ilim hâline dönüşüp akıl üstü bir nitelik taşırlar. Bu nedenle insanların eğitiminde vahiyler esas tutulmak gerekir. Aklın görevi vahiyler doğrultusunda iş görmektir. Vahyi bir kenara bırakıp akıl yolunu seçmek, hem tanrıyı yadsımak (inkâr etmek) ve hem de ilim ve bilgiden yoksun kalmak demek olur!

Öte yandan tanrının izni ve isteği olmadan hiçbir şey gerçekleşemez, hiçbir şey elde edilemez. Bu izin ve istek ise, tanrının mutlak keyfiliğine bağlı bir şeydir. Örneğin tanrı, “Dilediğinin kalbini açar ve onu Müslüman yapar, dilediğininkini kapatıp kâfir kılar.” (En’am Suresi 125.) “Dilediğini hidayete erdirir, doğru yola sokar, dilediğini de şaşırtır ve doğru yoldan saptırır.” (A’raf 178, Fatır 8.) “Dilediğine azab, dilediğine de merhamet eder.” (Ankebût Suresi, ayet 21.). “Dilediğine az, dilediğine bol rızık (mal, mülk, para vb...) verir.” (Nahl Suresi, ayet 71.)

Evet, her şeyin tanrıya mündemiç olduğu düzenlemede “Sami kavimlerine ait diğer semavi dinler gibi İslâm dini de, bir yaşam programı olarak, onu kabul eden insan­lardan tam bir teslimiyet ister. Bu teslimiyet onun bü­tün zihinsel ve bedensel hareketlerinin kodlanması de­mektir. Zihinsel olarak, dinin akait ve esas muamelat konularında sorgulamaya varacak şüpheden uzak dur­ması, bedensel olarak da haramdan veya helal veya ha­ram olduğunda kuşku duyulan (mekruh) eylemlerden kaçınması beklenir. Böyle bir inanç sisteminde akla bırakılan alan bir vesayet alanıdır. Yani akıl sadece ka­bullerin daha iyi anlaşılması için kullanılabilir, onların sorgulanması için değil. İdeal mümin bilincini sorgu­suz sualsiz bu ilahi otoriteye devreden ve ona itaatten başka bir işlev yüklemeyen kimsedir. Bu sebepledir ki, makbul iman, şüphe ve akılsallıktan arınmış, katıksız adanmışlıktan ibaret olan ‘yaşlı nine imanı’dır diye bir tekerlemeye, akait kitaplarında pek rastlanılır. Yine bu sebepledir ki ‘men tamantaka tazandake’ veya ‘men tefelsefe tazandaka’ (kim mantıkla uğraşırsa zındık olur), (kim felsefe yaparsa zındık olur) gibi tekerlemel­er, Kelam kitaplarında karşılaşılan sözledir.

İslâm dininin bu, insan bilincini tamamen esir eden, onu pasif kılıp işlevsiz kılan özelliği, gerçek mümin ör­neğinde, onun insan kimliği ile Müslüman kimliğinin örtüşmesine neden olur. Öyle ki, mümin ‘ben önce Müslüman sonra insanım’ diyebilir. Böyle bir kabullenmenin bir sonucu, kişinin, diğer herhangi bir dünya görüşüne tamamen kapalı kalmasıdır. Diğer bir sonu­cu, her türlü nesneye ve fiile dinsel bir perspektiften bakmasıdır. Birinci sonuç, inananda, değerler bazında kavramsal değişim ve evirilmeyi, ikinci sonuç, diğer dünya görüşlerindeki iyilik ve erdemleri tanınmasını veya doğru algılanmasını engeller.

Bilincin aktif tutulmayıp herhangi bir üst buyruğa emanet edilmesinin neden olduğu bu vahim iki tür so­nucun, İslâm âlemi içindeki yansımalarına birçok ör­nek verebiliriz. İslâm ülkelerinde, birçok insani ilişki­lerden doğan sorun ve uluslar arası sorunlar, dinsel inançlarla ilgisi olmadığı hâlde ve din kaynaklarında bu konularda belirgin nasslar olmamasına karşın, inanç­larla iliştirilir ve onlara dinsel bir sıfat kazandırılır. Me­sela, bir İslâm ülkesi yabancı bir güç tarafından işgal edilmişse, Müslüman halkın buna karşı koyması, her­hangi bir insanın vatanını ve özgürlüğünü savunma refleksi olarak değil, İslâmi bir vecibe şeklinde lanse edilir.

Bir İslâm ülkesindeki totaliter rejime ve zulme karşı, doğal olarak herhangi, tıyneti saptırılmamış bir insandan beklenen tepki ve itiraz, müminin insan kim­liğinde değil, İslâm kimliğinde aranır. İslâm ülkelerinde baskıcı yönetimlerin, İslâm adına ortaya koydukları farklı icra adımına karşı, her türlü eylem ve gösterilerde ‘allahu ekber’ sloganı kullanılır. Bununla kalınmaz, eğlence ve şarkı sözlerinde bile dinsel söz ve motifler sıkça tekrarlanır. İkinci tür sonucun yansımasına örnek olarak, Batı dünyasından ithal edilen bilimsel ve sosyal değerlere İslâmi kaynak ve referans arayışını gösterebi­liriz. Çağdaş İslâm yorumlamalarında, reformcu yakla­şımlarıyla tanınmış olan bazı İslâm bilginleri, gelişmiş ülkelerde bilim ve teknoloji alanlarında elde edilen ba­şarılara, İslâmi perspektiften bakarak, onları orijinal şartlarından soyutlarlar, İslâm’da aynısının veya ben­zerinin var olduğunu iddia ederler. Sosyal değerler ala­nında da, Batı dünyasında üretilen temel insan hakları, kadın hakları ve çevre etiği gibi insanlığın ancak son ya­rım asırda idrak ettiği hak ve hürriyetleri, sanki İslâm dinin esas mesajlarındanmış gibi gösterirler.”[40]

 

I.5) PRATİKTE DİN ÖRNEKLEMELERİ

 

Sözünü ettiğimiz çerçevenin, “Mea maxima culpa/ Ben çok suçluyum” diye haykırarak, “Medice, cura te ipsum/ Doktor, önce sen kendini iyi et!” dercesine yaşama yansıyan pratiğine, yani İslâm icraatlarından örneklere gelince:

i) Reşit olmayan yüzlerce Mısırlı kız çocuğu, Basra Körfezi’nden yaz tatili için ülkeye gelen zengin turistlerle, para karşılığında geçici olarak evlendiriliyor. Yaz evlilikleri olarak adlandırılan bu birlikteliklerin, yasal bağlayıcılığı bulunmuyor. Yani tatili biten yabancı damatlar ülkelerinde döndüklerinde evlilikleri bitiyor.

Evlilikler, bir aracının komisyon karşılığında kız çocuğu olan fakir ailelerle, genellikle Suudi Arabistan’dan gelen zengin adamları bir araya getirmesiyle düzenleniyor. Yabancı ‘kocalar’ aileye para ve çeyiz niyetine hediyeler veriyor. ‘Gelin fiyatı’ 320 ile 3200 sterlin arasında değişiyor.

Aralarında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’in de olduğu Körfez’den zengin adamlar, Mısır’a 18 yaşın altında kız çocukları dahil olmak üzere Mısırlı kadınlarla “geçici evlilikler” ya da “yaz evlilikleri” yapmak üzere geliyor. Geçici olarak evlendirilen kız çocukları, “kocalarına” hem seks hem de diğer ihtiyaçları konusunda hizmet etmek zorunda…[41]

ii) İslâmcı medya, “Vakit yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki kıza cinsel istismardan tutuklanmasını görmezden geldi. Milli Gazete, Zaman ve Star gazeteleri ise Üzmez haberine hiç yer vermedi…”[42]

iii) “İran’da zina yapmakla suçlanan üç kişiden bir tanesi gömüldüğü ölüm çukurundan kaçmayı başarmış ve böylece ölüm cezasından kurtulmuş. Bu ilkel hukukta görülen genel bir uygulamadır: Ceza uygulamasında ölmeyen kişinin masum olduğu varsayılırdı.

İran’da recm (taşlanarak öldürme) cezasının kaldırılacağı söylenmişti. Ama belli ki bu dramatik uygulamadan vazgeçme niyetinde değiller!

İran’dan bir başka haber: İran’da kadınlara ayrımcılık uygulayan yasaların değiştirilmesin için imza kampanyası açan kadın hakları savunucusu Zeynep Bayzeydi’ye verilen dört yıllık hapis cezası kesinleşmiş! Daha önce Hana Abdi adlı kadına da aynı suçtan beş yıl hapis cezası verilmişti.

Bitmedi! Malezya’da bira içen gençlere şeriat mahkemesi 6 kırbaç ve 1400’er dolar para cezası verilmiş.

Bitmedi ve yetmedi. Afganistan’da, Taliban, okula giden kızların yüzüne kezzap dökmüş. Daha önce iktidarda oldukları dönemde kızlara okuma yazma öğretmeyi yasaklamışlardı! ‘Aşk mektubu yazmasınlar’ diye. Yüzüne kezzap dökülen kızlar yüzleri yanık hâlde okula gitmeye devam ediyormuş! Taliban, Pakistan’da Svat Vadisi’nde denetimi ele geçirmiş. İlk icraatları tabii ki yasaklar listesi: Kızların okula gitmesi, erkelerin tıraş olması ve müzik marketler yasak!

Ve Türk dizilerinin ‘şeytani’ olduğunu söyleyen Suudi Arabistan Başmüftüsü fetva vermiş: 10 yaşındaki kızlar evlenebilir, kadınları bu haktan mahrum etmemeliyiz”… [43]

iv) “Eşcinselliğin cezalandırıldığı Afganistan’da erkek çocuklara tecavüz, bazı Ortadoğu ülkelerinde de çocuk evlilikleri yaygın kabul görüyor. Batı’nın Ebu Garib’de veya Irak’ta yaptıklarına yüksek sesle karşı çıkan bazı Müslümanların, iş çocuklara gelince ahlâki körlük sergilemesini akıl almıyor”… [44]

v) Malezya’da Hıristiyanların “Allah” kelimesini kullanmasına izin veren Yüksek Mahkeme kararına kızan Müslüman gruplar, 8 Ocak 2010 tarihinde ülke çapında 10 kiliseye molotofkokteylleriyle saldırarak, ateşe verdiler. Saldırılarda kiliselerden biri ağır hasar görürken, diğerlerinde hafif hasar meydana geldi. Başkent Kuala Lumpur’da toplanan Müslüman grupların “Allah büyüktür”, “Müslümanların onurunu ve haklarını koruyacağız” diye bağırdıkları, motosikletli saldırganların kiliselerin camlarını kırarak içeriye yanıcı maddeler attıkları öğrenildi. Müslümanların çoğunlukta olduğu Malezya’da nüfusun yüzde 10’u Hıristiyan ve Hıristiyanların yaklaşık 850 bini de Katolik...[45]

Malezya’da, İslâmcılaşmanın güçlenmesi sonucu giderek büyüyen etnik ve dini ayrımcılık, yaşanan iki olayla yeniden gündeme geldi. Malezya’da yayımlanan bir Katolik gazetesi, genelde Müslümanların kullandığı “Allah” kelimesini kullandığı gerekçesiyle yasaklandı.

İç Güvenlik Bakanlığı’nın İngilizce, Çince ve Tamil dillerinin yanı sıra Malay dilinde de yayın yapan haftalık Herald gazetesini kapatma kararı aldığını belirten Katolik Papazlar Konferansı Sekreteri Augustine Julian, “Hükümet bizim ‘Allah’ kelimesini kullanmamızı istemiyor; ancak bu, anayasada öngörülen ifade özgürlüğüne aykırı” dedi…[46]

vi) Somali’de, Şebab örgütü halkın altın ve gümüş kaplamalı dişlerine savaş açtı. Ülkenin güneyinde kol gezen Şebab güçleri, şeriata ters diye altın ve gümüş kaplamalı dişleri zorla söktürüyor…[47]

vii) Ortadoğu’nun Yahudilik ve Müslümanlıkla birlikte Hıristiyanlığın da beşiği olmasına karşın Hıristiyan nüfusu azalırken, önceki gün Irak”ta bir kilisenin kana bulanması yaraya tuz bastı. Kaide’nin rehin alma eylemi yaptığı Süryani ketadraline Irak güçlerinin düzenlediği kurtarma operasyonunda 52 kişinin ölmesinin ardından Iraklı Hıristiyanların bavullarını toplama süreci hızlandı.

Irak’ı terk etmeyi hiç düşünmemiş Hıristiyan Besim Yusuf, “Gitmeme karar verilmiş. Benim de ülkem olan bu topraklarda beni istemiyorlar. ABD’ye iltica başvurusunda bulunacağım” diye kırgınlığını dile getirdi. Süryani papaz Pius Kasha “Burada artık bize yer yok. Dua eden masum insanları öldürdüler. Gitmemezi istiyorlar ve hükümet buna karşı hiçbir şey yapmıyor. Herkes gidecek. Okul yılının bitmesini bekliyorlar, sonra gidecekler,” diye tepkisini gösterdi. Irak’ta 800 binlik Hıristiyan nüfusu 2003’teki ABD işgali sonrası 500 binin altına indi, 60 bin Süryani’den de geriye 20 bini kaldı. 356 milyon nüfuslu Ortadoğu’da Yahudi-Müslüman çekişmesinin arasında kalan Hıristiyanların sayısı 20 milyona kadar indi…[48]

viii) “Bağdat’taki Kurtarıcı Meryem Ana Kilisesi’ne yönelik saldırının ardından Kaide Mısır’daki Kıptileri tehdit etti. Hıristiyanlığa bakışı bilinen Kaide açısından bu yönelim esasında yeni değil. Zira Kaide’nin İslâmcıları ve Usame bin Ladin için bütün yeryüzü cihat sahası. ‘İman’ı yaymak için her yerde cihat ilan ediyorlar. Hıristiyanları ‘tarihten kovdular’, şimdi de coğrafyadan kovmaya çalışıyorlar...”[49]

ix) “Bağdat’taki Kurtarıcı Meryem Ana Kilisesi’ne düzenlenen saldırı dehşet vericiydi. Amaç, Iraklı Hıristiyanları korkutarak ülkelerini terk etmeye zorlamaktı…”[50]

Irak’ta 10 Kasım 2010 sabahı Hıristiyanların evlerine düzenlenen bir dizi saldırıda üç kişi yaşamını yitirdi. Olayların ardından birçok kişinin ülkeyi terk etmeye hazırlandığı kaydediliyor…[51]

Irak’ın kuzeyindeki Musul kentinde, Hıristiyanlara yönelik şiddet olayları yüzünden, 24 saat içinde yaklaşık bin Hıristiyan aile bölgeden kaçtı. Hıristiyanlara ait 3 evin yıkıldığı da öğrenildi. Musul Valisi Duraid Kaşmula, Musul’daki evlerini terk eden ailelerin kentin kuzey ve doğusundaki Hıristiyan köylerine sığındığını bildirdi…[52]

Bağdat’ta El Kaide bağlantılı grupların Hıristiyanlara karşı şiddet tehditlerini hayata geçirdikleri en büyük saldırıdan sağ kurtulan bir kadın 2 Ocak 2011 günü evine giren silahlı kişilerce susturuculu tabanca kullanılarak öldürüldü. Ekim ayında bir kiliseye düzenlenen saldırıda 51 kişi ölmüştü. Irak’ta Hıristiyanlara yönelik olarak düzenlenen bu kanlı saldırı sırasında kilisede bulunan Refah Butros Toma, olaydan sonra CNN televizyonunda yaşadıklarını ve tanık olduklarını anlatmıştı. Saldırıda Toma’nın 27 yaşındaki kuzeni de ölmüştü…[53]

“Irak’ta iki haftada sekiz Hıristiyan’ın öldürülmesi sistematik bir kampanyaya işaret ediyor. Hıristiyanlar bu ülkenin yerlileri, onlarsız bir Irak düşünülemez”…[54]

“Iraklı Hıristiyanların korunması için tek çağrı, genelde uzlaşamayan Lübnanlı liderlerden geldi. Diğer Arapların kafalarını kuma gömmesi utanç verici”…[55]

x) BM kadın hakları, kadın ve çocuğa yönelik şiddetin engellemesine ilişkin bildirgesi, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in hoşuna gitmedi. İslâmcı hareket, kadına şiddete karşı mücadelede evrensel standartların belirlenmesinin de istendiği bildirgeye “İslâma aykırı olduğu ve toplumu yıkabileceği” gerekçesiyle karşı çıktı.

Kadın hakları, eşcinsel hakları, cinsel özgürlük çağrılarının yer aldığı bildiriye hâlihazırda İran, Vatikan ve Rusya’dan gelen muhalefete Libya ve Mısır’dan da köktendinci kesimler katıldı. Mısır’da Mursi yönetiminin baş destekçisi Müslüman Kardeşler (İhvan) bunun “toplumda yıkıma yol açabileceğini” öne sürdü. Hareketin kadın örgütlerine çağrısı da dikkat çekti: “Toplumunuzdaki din ve değerlere uyun... Çökmüş modernleşme, yıkıcı ahlâksızlık yolu için yanıltıcı çağrılara kanmayın.” Bildirgenin “aile kavramının altını oyacağını, toplumun düzeninin bozacağını, İslâm öncesi cahiliyete sürükleyeceğini” de öne süren hareket, Müslüman ülkelere metni “reddetme ve kınama” çağrısı da yaptı.

BM belgesinin imzalanmasının “dünyayı bekleyen çöküş” olarak değerlendiren Müslüman Kardeşler, belgedeki 10 maddeye karşı olduklarını duyurdu. Bunlar arasında “evlilik yasasında tam eşitlilik, seyahat, iş, doğum kontrolü kullanımı gibi gerekçelerin kocanın ihtiyaçlarının ertelemesine izin vermek” de yer alıyor. Ayrıca hareket belgede yer alan “cinsel saldırı ya da tecavüzle suçladığı kocası hakkında eşin yasal şikâyet başvurusunda bulunması hakkının” yanı sıra “boşanmanın kocaların elinden alınıp yargıçlara bırakılmasına” yol açacak maddelerine de sert tepki gösterdi. Ailede kadın ve erkeğin; harcamalar, çocuk bakımı, ev işleri gibi konularda tümüyle eşit rollere sahip olması da İslâmcıları kızdıran maddelerden…[56]

xi) Mısır başmüftüsü, bazı grupların ‘gayrimüslimleri kitle imha silahlarıyla yok etmenin mubah olduğu’ tartışmasına son vermek için fetva yayımlasa da kaş yaparken göz çıkarıp, “Kitle imha silahı kullanılırsa Müslümanlar da ölür!” dedi…[57]

xii) Mısır’ın güneyindeki bir kiliseye yönelik saldırıyı ve ülkede artan Hıristiyan karşıtlığını protesto için Kahire’de sokaklara dökülen Kıptilerin gösterisi askeri yönetim karşıtı protestoya dönüştü... Olaylarda 23 kişi öldü…[58] Görgü tanıklarına göre tankların kalabalığı ezmesinden sonra çatışma çıktı…[59]

Mısır’ın güneyindeki Naga Hamadi kentinde Müslüman ve Hıristiyanlar birbirlerinin ev ve işyerlerini yaktı. Güvenlik kaynakları, Hıristiyan köyü Tiraks’ta 4 ev ile bir işyerinin Müslümanlar tarafından yakıldığını, Müslüman köyü Bahgorah’ta ise 4 dükkânın Hıristiyanlarca ateşe verildiğini söyledi...[60]

xiii) Arap dünyasında Ragda (55) adıyla tanınan Suriyeli ünlü şarkıcı, 21 Mart 2013’de Kahire opera binasında düzenlenen kültürel etkinlikte Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı destekleyen ve İslâmı eleştiren şiir okuduğu için saldırıya uğradı…[61]

xiv) Pakistan’da ülkenin en büyük eyaleti olan Pencap Valisi Salman Teysir’i, koruması 27 kurşunla delik deşik etti. Vali, “İslâma hakaret” olarak adlandırılan yasaya karşı çıkmış. Yasa, bir Hıristiyan kadını İslâma hakaret ettiği gerekçesiyle idama mahkûm etmişti…[62]

xv) Suudi Arabistan’da bir evde çalışmak için giden 49 yaşındaki Sri Lankalı kadın L.T. Ariyavati’nin vücuduna, “cezalandırmak” amacıyla 24 çivi çakıldı…[63]

xvi) Birleşik Arap Emirlikleri’nde Bir Afganlıya işkence yaptığını gösteren video görüntüleri yayımlanan Abu Dabi şeyhi suçsuz bulundu. El Ayn kentindeki davada mahkeme, Şeyh İsa Bin Zeyd el Nahyan’ın “kendisine isteği dışında ilaç verildiği ve olay sırasında ne yaptığını bilmediği” yönündeki savunmasını kabul ettiğini açıkladı.[64]

Nayhan’ın el ve ayakları bağlı ve kumlara yatırılmış Afgan’ın üstüne çıkıp ağzına kum doldurduğu, tüfekle yanı başına seri atışlar yaptığı belirtildi...[65]

xvii) Suudi Arabistan’ın önde gelen din adamlarından biri, Lama el Hamdi adlı beş yaşındaki kızını öldürmesine rağmen, 50 bin dolar tutarında “kan parası” ödeyerek serbest bırakıldı.

Suudi Arabistan televizyonunda sık sık verdiği vaazlarla tanınan din adamı Feyhan el Hamdi kızını bastonla ve kabloyla döverek ölümüne yol açtığını kabul etmesine rağmen sadece birkaç ay cezaevinde kalmıştı. Ancak küçük kızın kaldırıldığı hastanede sosyal hizmetler uzmanı olarak görev yapan aktivistlerden Randa el Kalib, bedeni ve kaburgaları kırılmış, vücudunun bir bölümü yakılmış hâlde hastaneye getirilen küçük kızın defalarca tecavüze uğradığını da kaydetti.

Bu arada Suudi Arabistan’ın önde gelen din adamlarından Şeyh Abdullah Davud, tacizden ve cinsel saldırılardan korunmaları için yeni doğmuş kız çocuklarının yüzlerine peçe takılmasını önerdi...[66]

xviii) Suudi Arabistan’da bir yargıç, 8 yaşındaki kız çocuğu ile 47 yaşındaki bir adam arasında gerçekleşen evliliğin iptali için verilen dilekçeyi reddetti. Kızının evliliğinin feshi için mahkemeye başvuran anneye, kızın babasıyla artık evli olmadığı için “yasal koruyucu olmadığı ve mahkemede kızını temsil edemeyeceği” söylendi.

Annenin avukatının yaptığı açıklamaya göre, küçük kızın babası, borçlarını kapatmak için kızını 47 yaşındaki “yakın arkadaşıyla” evlendirmeye karar verdi. Ancak damada, ergenliğe girene dek gelinle cinsel temasta bulunmayacağına dair bir belge imzalatıldı. 8 yaşındaki küçük kızın da ergenliğe girdiği zaman, eğer isterse boşanma davası açabileceği belirtildi.

Başmüftü Şeyh Abdül Aziz el Şeyh, ‘El Hayat’ gazetesine yaptığı açıklamada, “15 yaşından küçük kızların evlenemeyeceğini söylemek yanlış olur. 10-12 yaşlarındaki bir kız, pekâlâ evlenebilir. Bunun evlilik için erken olduğunu söyleyenler hatalıdır ve gelin adaylarına haksızlık etmektedir,” dedi...[67]

xix) Suudi Arabistan’da kadınların yurtdışı seyahatlerinde “mahrem” şartı aranması, eğitimlerini Amerika ve Avrupa ülkelerinde tamamlamak isteyenleri kâğıt üzerinde evlilik yapmaya zorluyor. Söz konusu evliliklerin çok riskli olduğunu söyleyen Suudi Arabistanlı hukukçu aktivist Sehile Zeynelabidin, “Kadınlar, kâğıt üzerinde evlendikleri şahısları çok iyi tanıyamıyor. Bu yüzden evlendikleri şahıslar onları kendi çıkarlarına alet edebilir” diye konuştu…[68]

xx) Suudi din adamları arasında fetva savaşları var! Kimisi uzun süredir ‘yasak’ kabul edilen popüler müziğin aslında İslâmi kurallara zararlı olmadığını öne sürüyor, kimisi birkaç halk müziği eseri dışında evde bile müziğin yasaklanması gerektiğine inanıyor. Kimisi yetişkin erkekleri emzirecek kadınların tacizden kurtulabileceği gibi tepkiyle karşılanan fetvalar veriyor…[69]

xxi) Suudi Sanayi Mülkleri Dairesi’nin (Modon) girişimiyle başlatılan proje kapsamında Suudi Arabistan’ın doğusundaki Hafuf kentine 500 milyon riyal (133 milyon dolar) yatırım yapılarak sadece kadınların yaşayacağı ve çalışacağı bir şehir kurulması için karar aldı...[70]

xxii) “Suudi Arabistan’da, Amnesty International’in halka açık alanlardaki infazları sayarak tuttuğu kayıtlara göre, 2011 yılında ‘en az’ 82, 2012 yılında 87 kişi idam edilmiştir…

Cinayet, silahlı hırsızlık, tecavüz, uyuşturucu kaçakçılığı, İslâmiyeti inkâr ya da din değiştirmek suçlarını işleyenlerin idamla yargılandığı bu ülkede taammüden adam öldürmekten hüküm giymiş idamlıklara, ağırlaştırılmış bir infaz türü uyguluyor Suudi şeriat rejimi...

Amnesty International temsilcisi Rothna Begum, 2012 yılında cinayet suçundan idam cezasına çarptırılan 2 mahkûmun ağırlaştırılmış infazını şu sözlerle aktarmıştı: ‘Mahkûmun önce kafasını kesiyorlar. Sonra başsız vücudunu çarmıha gerip kesik kafasını da üstüne geçiriyorlar. Ceset gerili çarmıhı meydana dikip gelip geçen halka ‘ibret’ olsun diye iki gün boyunca bekletiyorlar. 2012 yılının ilk yarısında üç mahkûma çarmıh uygulandı. Ama infazların çoğu, kılıçla kafa kesilerek yapılıyor’ ...

Şiddet şiddeti çağırdığından olsa gerek, ibretlik infazlara rağmen suç oranının çok arttığı ülkede, 2013 yılının ilk üç ayında idam edilenlerin sayısı 26!

Suudi ‘El Yum’ gazetesinin 2013’ün mart ayı başındaki bir haberine göre İslâmiyetin kutsal topraklarında, cellat kıtlığı başgöstermiş. Çoğalan idam cezalarının kılıçla infazına yeterli sayıda kelle uçurma ustası bulunamıyormuş!

Cellat kıtlığı dolayısıyla infazların gecikmesi ciddi bir sorun oluşturduğundan, Suudi İçişleri Bakanı, adalet(!) bakanı ve dahi sağlık(!)bakanı kafa kafaya verip infazların kurşuna dizerek de yapılabileceğini karara bağlamışlar.

Ülkenin 13 eyaletinde geçerli kılınan kararın ilk uygulaması, silahlı hırsızlık suçundan idam alan 7 gencin infazında gerçekleşti.

İdam mangası tarafından kurşuna dizilen, üstelik Suudi tebaası olan mahkûmların en genci 16, en yaşlısı 20 yaşındaydı. Hayatlarıyla ödedikleri suç tarihi ise 2005 yılı olup hiçbiri reşit değil, hepsi çocuktu...”[71]

xxiii) İngiliz yayın kurumu BBC’de yayımlanan Panorama programı, İngiltere’de Suudi Öğrenci Okul ve Kulüpleri adı altında faaliyet gösteren 40 kuruluşta Suudi Arabistan’daki müfredatın uygulandığını duyurdu. Yaklaşık 5 bin öğrenci, ülkede aldıkları zorunlu eğitimin haricinde söz konusu okullara yarı zamanlı olarak devam ediyor. Bu okullarda okutulan ders kitaplarında, Yahudi ve Hıristiyan karşıtı ifadeler kullanılırken eşcinseller de hedef gösteriliyor.

Kitaplardaki metinlerden birinde Yahudilerin “kınanmayı hak ettikleri” ifadesi yer alıyor. Başka bir metinde, Müslüman olmayan birinin ölmesi durumunda bu kişiye ne olacağına dair sorulan soruya kitapta verilen yanıt, “cehennem ateşi”. Bir başka metinde ise eşcinsel ilişkiye girmenin cezası ölüm olarak tanımlanıyor. Hatta cezalandırılacak kişinin taşlanmasının mı, ateşte yakılmasının mı yoksa uçurumdan aşağı atılmasının mı daha uygun olduğu tartışılıyor. 14 yaşındaki çocuklar için hazırlanan bir kitapta ise şeriat hukukuna göre hırsızların el ve ayakları kesilerek cezalandırılacağı açıklanıyor. El ve ayakların nasıl kesileceği de ayrıntılı olarak şemayla anlatılıyor…[72]

xxiv) “Hem istediklerini alacak, hem zekâtlarını verecek kadar gelire sahip olduklarını söyleyen Katarlı kızlar için lüks tüketim İslâmla bir zıtlık göstermiyor”…[73]

xxv) Müslümanların erotik taleplerini karşılamak için ‘İslâmi kuralları ihlâl etmeyen’ online seks shop açıldı. Arapçada “toplum” anlamına gelen El Asira isimli site harem-selamlık. Siteye kadınlar sayfanın solundaki, erkekler ise sağındaki bir tuşu tıklayarak giriyor. Müslümanlar için internet üzerinde açılmış dünyanın ilk seks shop’u olduğu düşünülen sitenin kurucusu Abdülaziz Aouragh (29), “siteyi ilk dört günde 70 bin kişinin tıkladığını” söyledi...[74] Harem-selamlık uygulaması burada da geçerli, herkesin linki ayrı... [75]

xxvi) İran’da kadınlar artık mühendis olamayacak. İran’da kadınların mühendislik, işletme, nükleer fizik, arkeoloji gibi 77 bölümde eğitim alması yasaklandı.[76]

İran’da yeni akademik yılla birlikte 30’u aşkın üniversitenin çok sayıda bölümüne kadınların alınmamasını öngören karar da yürürlüğe girdi. İnsan Hakları İzleme Örgütü, kısıtlamaların Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad yönetiminde üniversitelerde başlatılan “İslâmlaştırma” sürecinin parçası olduğunu vurguladı.

Örgüt, Mehr ajansına dayanarak kadınlara bilgisayar, kimya mühendisliği, iş yönetimi, İngiliz dili ve edebiyatı, tercümanlık, otel yönetimi, arkeoloji, işletme, eğitim ve danışmanlık gibi alanlar da olmak üzere 77 dalda yasak getirdiğini bildirdi. Kısıtlamalar, kadınların yükseköğrenime ulaşmasını zorlaştırma ve erkek egemenliğini perçinleme olarak görülüyor…[77]

xxvii) ‘İran Çocuk Haklarını Savunma Derneği’ üyesi Ferşit Yezdani, ülke genelinde 340 binin üzerinde kişinin 18 yaşına gelmeden evlendirildiğini bildirdi.

Mehr Haber Ajansı’na konuşan Yezdani, 2010 yılında ülkede yapılan nüfus sayımından elde edilen evlilik verilerini değerlendirip, “Nüfus sayımından elde edilen verilere göre ülkede 342 bin çocuk daha 18 yaşına gelmeden evlenmiş. Evlenenlerin 42 bini evlendiğinde 10 ile 14 yaş aralığındaydı” dedi.

10 yaşın altındaki kız çocuklarının evlendirilmesinde artış görüldüğünü söyleyen Yezdani, sadece 2010 yılında 10 yaş altında 716 kız çocuğun evlendirildiğini, çocuk yaşta evliliklerin yoksulluktan kaynaklandığını belirtti.

Tahran Nüfus Dairesi Başkanı Ahmet Komşeyi, 2011 yılında Tahran’da evliliklerden 75’nin 10 yaş altı ve 3929’nün 10-14 yaştaki çocuklardan oluştuğunu bildirdi.[78]

İran’da şu anda kızların ortalama evlilik yaşının 24-26 arasında olmasını da eleştiren İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, kızların 16 yaşında evlenmesini istediği bildirildi. Devlet tarafından yayımlanan Cam-i Cem gazetesinin haberine göre, Ahmedinejad “Kızlar için evlilik yaşı 16-17, erkekler için de 20 olmalı,” dedi…[79]

xxviii) “Ahlâk denetimleri” ile zaman zaman gündeme gelen İran’da ramazan ayının başlaması ile “oruç denetimi” de başladı.

Polislerin sokak ve caddelerde başlattığı denetimle oruç yiyenler uyarılıyor gerektiğinde cezai işlem yapılması için karakola götürülüyor.

İran mahkemeleri, ramazan ayında orucunu açık alanda yiyenleri 74 kırbaç cezası veya 10 günden iki aya kadar hapis cezası ile yargılayabiliyor.

Tüm lokantaların ramazan boyunca kapalı olduğu ülkede, yolcular, seferi sayıldıklarından, kanıtlamak sureti ile oteller ve otogarlarda yemek yiyebiliyor.

İran’ın en büyük denizi olan Hazar’da ramazan sonuna kadar yüzmek yasaklandı. Din hükümlerine göre başın su altına sokulması orucun bozulmasına sebep olduğundan devletin bu yasak kararını aldığı belirtildi…[80]

xxxix) İranlı üst düzey bir Devrim Muhafızı komutanı yaptıkları araştırmada, dünya şehirleri arasında “ahlâk dışı” sitelere müracaat eden kullanıcılar arasında birinci sırada İran’ın başkenti Tahran’ın yer aldığını ileri sürdü.

Fars eyaletindeki üst düzey yönetici ve komutanlarının katıldığı bir toplantıda konuşan Devrim Muhafızları komutanlarından İbrahim Beyani, yaptıkları araştırmada, dünyadaki 182 şehir arasında en çok ahlâk dışı sitelere girenlerin Tahran’daki internet kullanıcılarının olduğunu iddia etti. Beyani, araştırma sonuçlarına göre İran’ın bir diğer şehri Şiraz’ın 15. sırada bulunduğunu söyledi.[81]

İran’da, müstehcen site tasarlayıp yönelttiği gerekçesiyle yargılandığı dava kapsamında idama mahkûm edilen Said Melekpur hakkında verilen karar üst mahkeme tarafından da onaylandı...[82]

xxx) İran’da devletin yayın organları, İran’ın taşlanarak öldürme (recm) cezasına çarptırdığı Sakine Aştiyani’nin affı için açılan imza kampanyasına katılan, Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin şarkıcı eşi Carla Bruni’ye ağır hakarette bulundu. ‘Kayhan’ gazetesi 29 Ağustos 2010 günkü başyazına Bruni ve Fransız aktris Isabelle Adjani için “Fransız fahişeler insan hakları protestosuna katıldı” başlığını attı…[83]

xxxi) İran’da Besic milislerinin komutanından, Kur’an yakmaya misilleme çağrısı yaptı. İran’ın üst düzey Devrim Muhafızları komutanlarından Tuğgeneral Muhammed Rıza Neğdi, Afganistan’daki bir ABD üssünde Kur’an yakılmasına karşı Beyaz Saray’ın yakılmasını ve bu olayda rolü olan tüm ABD komutanlarının idam edilmesini istedi.

Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Besic milislerinin komutanı olan Neğdi, kendisine bağlı birliklere hitaben bir toplantıda yaptığı konuşmada, Washington yönetimince yayımlanan özür mesajının yeterli olmadığını ve Müslümanların cinayet olarak tabir ettiği bu olayı göz ardı etmeyeceklerini söyledi…[84]

xxxii) Ahmedinejad’ı eleştiren öğrenci Peyman Arif’in 74 kırbaç cezası infaz edilirken; İranlı aktris Marzieh Vafamehr, ülkesinde gösterimi yasaklanan bir filmdeki rolü nedeniyle 1 yıl hapis ve 90 kırbaç cezasına mahkûm edildi...[85]

xxxiii) Pakistan’da kız çocuklarının eğitimi konusunda çalışmalar yürüten 14 yaşındaki aktivist Malala Yusafzai silahlı saldırıya uğradı. Ülkenin kuzeybatısındaki Svat Vadisi’ndeki Mingora kentinde, okuldan eve dönerken vurulan Yusafzai’nin başından ve boynundan yaralandığı bildiriliyor. Olay sırasında Yusafzai’nin yanında bulunan bir kız da yaralandı. Saldırının sorumluluğunu Taliban üstlendi. Taliban sözcüsü İhsanullah İhsan, BBC’ye açıklamasında, Yusafzai’nin Taliban karşıtı ve laik görüşlere sahip olduğu için vurulduğunu söyledi…[86]

xxxiv) Afganistan’da Taliban, müzikli eğlenceye katılan 17 kişiyi katletti. Helmand vilayetinin Musa Kale bölgesinde 26 Ağustos 2012 gecesi köktendinci militanlar, kutlama gerekçesiyle bir araya gelen, müzik çalıp dans edenleri hedef aldı. Taliban militanlarının Abad köyündeki eğlenceyi bastığı kaydedilirken bölgeden silah seslerinin duyulduğu, ardından da eğlenceye katılanlar arasında bulunan 2’si kadın 17 kişinin kafaları kesilmiş hâlde cesetlerine ulaşıldığı belirtildi. Bazı kaynaklar cesetlerin kimisinin boğazının kesilmiş olduğunu duyurdu…[87]

Kâbil’in en lüks otellerinden olan InterContinenetal’e Taliban tarafından düzenlenen saldırıda, 9’u militan 19 kişi öldü, 2’si yabancı uyruklu 18 kişi de yaralandı; Taliban ise ölü sayısını 50 olarak açıkladı…[88]

Kâbil’in kuzeyinde, Karga Gölü yakınındaki Spozhmai Oteli’ne düzenlenen baskında 16 kişi hayatını kaybetti…[89]

xxxv) Afganistan’da bir kız ve erkek çocuğun arkadaş oldukları için katledildiği savunuldu. El Arabiya’nın haberine göre, Gazni vilayeti yakınlarında ki İsfandi bölgesinde polis 12 yaşında bir kız çocuğuyla, 15 yaşındaki bir erkek çocuğa ait cansız bedenler buldu. Polis, kurbanların kezzaplı saldırıya uğradıklarını bildirdi. Olay, ülkede süren köktendinci şiddeti bir kez daha gözler önüne serdi. Bölgede Taliban’ın etkin olduğu belirtiliyor…[90]

xxxvi) Pakistan’ın kuzeybatısındaki Peşaver kenti yakınlarındaki Matani’de 13 Eylül 2011’de bir okul otobüsüne ateş açan silahlı militanlar, en az 5 çocuğu katletti. 19 öğrencinin de yaralandığı saldırıda bir öğretmenle otobüsün şoförünün de öldüğü belirtiliyor. Saldırının sorumlusunun hedef alınan okulun Batılı tarzda ve laik eğitim yapmasına karşı olan İslâmcı militanlar olduğu düşünülüyor…[91]

xxxvii) Taliban’ın 5 yaşındaki çocukları gizli bir kampta “şehit” olmak için eğittiği bildirildi. ‘The Daily Mail’in haberine göre, ele geçirilen bir videoda, yaşları 5’e kadar inen çocuklar, İngiliz askerlerine karşı savaşmak için eğitilirken ellerinde AK-47 tüfekleriyle görülüyor. Gazete, Pakistan’ın Kuzey Veziristan bölgesinde bulunan kampta çoğu Uygur olan çocuklara bombalama eğitimi verildiğini de yazdı…[92]

xxxviii) BM raporlarına göre Afganistan’da kadınların üçte biri fiziki ve psikolojik şiddete, yüzde 25’i cinsel istismara maruz kalıyor. Afganistan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu verilerine göre de Mart 2010 Mart 2011 arasında 2 bin 299 kadına şiddet vakası görüldü…[93]

xxxxix) Pakistan’ın Hayber bölgesinde bir kız okulunun Taliban militanları tarafından havaya uçuruldu…[94]

xl) Pakistan’ın batısındaki bir köyde, Kur’an-ı Kerim’e saygısızlık ettikleri gerekçesiyle 7 Hıristiyan canlı canlı yakılarak öldürüldü. Pakistan Azınlıklar Bakanı Şahbaz Batti, öldürülenlerden 4’ünün kadın, birinin çocuk olduğunu, olaylar sırasında 14 Hıristiyan’ın da yaralandığını, 40 kadar ev ve bir kilisenin ateşe verildi…[95]

Nihayet Vali Kandil, “Dünyaya Hz. Muhammed’i sevdiğimizi ispatlamak için katillere ve kan dökücülere dönüşmemiz mi gerekliydi?”[96] diye sorarken; İtalya’nın en tanınan Müslüman yorumcusu olarak İslâmiyet’i şiddete eğilimli olmakla suçladığından beri ölüm tehditleri alan ve polis korumasında yaşamak zorunda kalan gazeteci-yazar Magdi Allam, İslâmiyet’e eleştirilerinden ötürü ölümle yüz yüze…[97]

Bunların yanında Eduardo Galeano’nun, “1493’te Vatikan, Amerika’yı İspanya’ya, Kara Afrika’yı da Portekiz’e bağışlamıştı; barbar halklara Katolik inancını öğretsinler diye. O zamanlar Amerika İspanya’dan 15, Afrika da Portekiz’den 200 kat fazla nüfusa sahipti,”[98] diye hatırlattığı Hıristiyan patentli icraatlara gelince:

xli) XIII. yüzyılda katedrale dönüştürülen eski ‘Kordoba Büyük Camii’nde bir grup Müslüman turist ibadet etmeye kalkınca polisle arbede yaşandı. Katedrale gelen, Müslüman olduğu belirtilen 118 turistten altısı, ziyaretleri sırasında birden diz çökerek dua etmeye başladı. Bu kişilere müdahale eden görevliler “ziyarete devam edin ya da Katedrali terkedin” uyarısında bulundu ve polis çağırdı. İki polis yaralandı, iki kişi de gözaltına alındı. Piskopos Demetrio Fernandez Gonzalez kısa bir süre önce, bölgede yaşayan Müslümanların yasağın gevşetilmesi çağrılarına karşın, bu mekânda Müslümanların ibadet etmesi yasağını yinelemişti…[99]

xlii) Vatikan’da Ötanazi ve biyolojik miras yasalarından yana tavır alan 41 din adamı hakkında soruşturma açıldı… Kardinal Bagnasco imzalı uyarı mektubunda, siyasi kültür ve politika dergisi Micromega’da yayımlanan ötanazinin yasalaşması konusundaki çağrı metnine imza atan Vatikan’da görevli 41 din adamı hakkında Katolik kilisesine karşı geldikleri için gerekirse cezalandırılmaları isteniyor…[100]

xliii) İtalya’nın ünlü şeytan kovucu papazı Gabriele Amorth, Papa XVI. Benediktus’un Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bazı papazların karıştığı çocuklara cinsel taciz ve tecavüz olaylarına göz yumduğu yolunda medyada çıkan haberlerin “şeytan işi” olduğunu savunsa da; [101] Katolik Kilisesi’nde peş peşe patlak veren sübyancı skandalları Papa XVI. Benediktus’u zor durumda bırakırken; Benediktus’un Papa olmadan önce pedofil bir din adamının aforoz edilmesine karşı çıktığı ortaya çıktı…[102]

Konuya ilişkin olarak ‘Kilise Şiddeti Kurbanları Platformu’ derneğinin açıklamasında, vakaların yüzde 43’ünün fiziksel şiddet, yüzde 34’ünün cinsel taciz, yüzde 23’ünün psikolojik şiddet olduğu; vakaların çoğunun 1960-1970 arasında, bazılarının ise, yakın tarihte meydana geldiği bildirildi.

Ayrıca Fransa’da da, cinsel tacizle suçlanan bir rahip suçlamaları kabul etti. 1992-1993 yılları arasında bir çocuğa cinsel tacizde bulunduğu iddia edilen Rahip Jacques Gaimard’ın avukatı, müvekkilinin suçlamayı kabul ettiğini belirterek, “Kendisi yıllardır pişmanlık içindeydi. Sonunda yargılandığı için bunu bir kurtuluş şekli olarak görüyor,” dedi.[103]

Kanada’da aralarında ülkenin önde gelen beş piskoposundan biri olan Raymond Lahey’in de bulunduğu papazların, 1950’den bu yana kilisedeki çocuklara tecavüz ettiğinin ortaya çıkması ortalığı birbirine kattı…[104]

Bunların yanında ABD’de de 1950 ve 1960’lı yıllarda rahip Lawrence Murphy’nin 200 işitme engelli çocuğa tacizde bulunması olayında Papa’nın örtbas ettiği yolunda haberler çıktı.[105]

Evet, “1960’lardan bu yana Katolik kilisesi bünyesinde, dünyanın hemen her yerinde, hiç de azımsanmayacak kadar çok sayıda rahip, sistemli olarak, bakımlarına emanet edilen çocuklara tecavüz ediyorlarmış.

Ratzinger, 1980’lerden bu yana en az 20 yıl başında bulunduğu ahlâk denetim bölümünde, kendisine gelen şikâyetleri, büyük bir gizlilik içinde soruşturuyor, dışarı sızmasını engellemek için özel çaba gösteriyormuş. ‘Crimen Sollicitationis’ olarak adlandırılan gizli bir kararnameyle, psikoposlara, kurbanları, sessiz kalmaları için yemin ettirmeye zorlamış. Tacizciler de görevlerinden alınıp başka bölgelere tayin ediliyorlarmış.[106] Onlar da gittikleri bölgelerde ‘etkinliklerine’ devam ediyor, taciz edilen çocuk sayısı artıkça artıyormuş.

Örneğin, Visconsin’den Rahip Murphy bakımına verilen sağır çocuklardan en az 200’ünü taciz etmiş, tecavüz etmiş. Görevinden alınması, kiliseden atılması doğrultusunda yapılan bir ihbar (ihbarı yapan rahip, daha sonra, erkek sevgilisine kilise kasasından ödeme yaptığı için istifa etmek zorunda kalmış) görmezden gelinmiş.[107] Dahası, Ratzinger, Murphy’yi olaylar zamanaşımına uğradığı için cezalandırmamış.”[108]

Vatikan’ın “pedofili” skandalları zincirine, gün geçmiyor ki yenisi eklenmesin... Zincirdeki son halka; “İsa’nın Lejyonerleri” olarak anılan bir “Katolik cemaati” kurucusunun “sübyancı” çıkması oldu.

“Sübyancı cemaat lideri” kutsal “Paskalya haftasında”, hiç kesintiye uğramayan belge/ifşaatlarla sürekli tırmanan skandala yeni bir ivme kazandırdı...

“İsa’nın Lejyonerleri”, “Opus Dei” ile birlikte Katolik dünyasının en geniş ve etkili cemaati.

“Cemaat” ya da -artık nasıl isimlendirirseniz- “tarikatın” kurucusu Marcial Maciel, 2008’de yaşama gözlerini yumana dek muazzam servetler edinmiş, II. Jean Paul’un kanatları altında Vatikan’ın “teveccühünü kazanarak” 18 ülkede üniversiteler, okullar açmış. Ülkesi Meksika’da ahtapot gibi her yere uzanmış, medya ve siyasetin en yüksek katmanlarını yönlendirmiş...

Konuya sayfalar ayıran İtalya’nın ‘Il Fatto’ gazetesi, durumu “(Görev süresini tamamlayan) Meksika Devlet Başkanı Fox hükümetindeki bakanlar, Başkan’ın karısı, İspanyol dilinin en büyük medya holdingi ‘Televisa’ patronu Emilio Atzcarraga, ABD Meksika Büyükelçisi’nin eşi.. hep İsa Lejyonerleri’ydi” diyerek özetliyor ve ardından ekliyor: “(Fox’ tan sonra.. Devlet Başkanlığı’na) Gene bir ‘Lejyoner’ olan Calderon oturabildi. Solun adayı Lopez Obrador (tarikat eşiğini aşamadığı için) bu makama gelemedi,”[109] diyor.

“Kolu her yere uzanan”, böylesine güçlü bir “cemaat lideri”, “sübyancı” ve “eşcinsel”...

Kamuoyu yeni öğreniyor. Ama Vatikan baştan beri biliyormuş...

Sekiz eski Lejyoner, cemaatten ayrıldıktan sonra, tarikat lideri Marcial Maciel’in tacizine uğradıklarına dair, 12 yıl önce “Vatikan’a şikâyette bulunmuş”... [110]

Bunlardan başka Belçika’da yürütülen resmî bir soruşturma sonucunda ülkedeki Katolik rahiplerin çocuklara tacizde bulunduğu vakaların hemen her kilise bölgesinde meydana geldiği ortaya çıktı.

Kilisede cinsel taciz konusunda çok sayıda şikâyet üzerine kurulan soruşturma komisyonu ayrıca, 13 kurbanın intihar ettiğini, altısının da intihar girişiminde bulunduğunu açıkladı.

Komisyon üyelerinin ifadelerini aldığı, 1960-1980’de istismara uğrayan yaklaşık 500 mağdurun aktardığı bilgilerde çocuklara tecavüz ve cinsel tacizden söz ediliyor. Komisyonun açıkladığı rapora göre mağdurların büyük bölümü erkek çocukları. 1960’lı yıllarda başlayan şikâyetlerin 1980’li yılların ortalarından itibaren ise azaldığı görülüyor. Komisyonun tutanaklarına göre, iki yaşında cinsel tacize uğrayan bir bebek bile vardı.[111]

Bir ek daha: İrlanda’da 9 yıl süren bir araştırma sonucunda yayınlanan 2 bin sayfalık bir rapor, 216 Katolik kurumda 1930 ile 1990 yılları ararında rahipler ve keşişlerin çocukları dövdüğü ve tecavüz ettiğini ortaya çıkardı.[112]

İrlanda Adalet Bakanı Dermot Ahern’in 27 Kasım 2009’da açıkladığı, 1975-2004 arası dönemi kapsayan raporda, ‘rahiplerin büyük çoğunluğunun çocukların maruz bırakıldığı kötü muameleye göz yumduğu, çocukların iyiliğinin, kilisenin itibarının korunmasına dair endişelerin gerisinde kaldığını, kilisenin yapısı ve kuralları kadar, devletin kiliseyle ilgili meseleleri yasaların kapsamı dışında tutmasının da bu tür olayların gizli kalmasını kolaylaştırdığı’ ifade edildi.[113]

İrlanda’nın yanı sıra Almanya, Hollanda ve Avusturya’da kiliselere bağlı okullarda geçmişte çocuklara şiddet ve cinsel tacizde bulunulduğuna ilişkin suçlamalar ortaya döküldü.

xliv) ‘Panorama’da yazan araştırmacı gazeteci Gianluigi Nuzzi, ‘Vatikan Spa’ başlıklı kitabında Vatikan’ın bankası ‘Istituto per Le Opere di Religione’un (IOR) 1980’lerin sonu ile 1990’lı yıllarda yolsuzluk ve finansal skandallara karıştığını, Vatikan’a ait Spellman Vakfı ile hayır işleriyle uğraşan Bisceglie rahibelerine ait hayır kurumunun hesaplarına yüksek miktarda paralar yatırıldığını ortaya çıkardı. Nuzzi, kitabında ayrıca Vatikan-mafya ilişkisine de değinerek, Sicilya mafyasının ünlü isimleri Bernardo Provenzano ve Toto Riina’nın finansal açıdan desteklendiğini açıkladı…[114]

xlv) Vatikan Bankası’nın kara para aklama işleminde kullanıldığına ilişkin iddialar güçlendi. Roma Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma raporunda, ‘Din İşleri Enstitüsü’ (IOR) adı altında faaliyet gösteren Vatikan Bankası’nın diğer bankalarla yaptığı kimi transfer işlemlerinde AB ülkelerinde kara para aklamayı önlemeye yönelik kuralları çiğnediğini teyit etti. Soruşturma kapsamında, kara para aklama operasyonu kuşkusuyla IOR’dan JP Morgan Frankfurt ve Fucino bankalarına havale edilen 23 milyon avroya el koyan savcılık, yaklaşık 15 bankaya yapılmış 140 milyon avro tutarındaki transfer işlemlerinin de mercek altına alınmasını kararlaştırdı.

Raporda, kilise yetkilileri adına IOR’da açılmış kimi hesapların kara para aklamak için kullanılmış olabileceği ileri sürüldü. Raporda, 2008’den beri görevde olan İOR Başkanı Ettore Gotti Tedeschi ve de bankanın üst düzey yetkilisi Paolo Cipriani, kara para aklamayla mücadele kurallarını ihlâl etmekle suçlandı.

Vatikan bankası İOR kara para aklama açısından en karanlık dönemini 1971-1989 arasında Kardinal Paul Marcinkus yönetiminde olduğu dönemde yaşamıştı. Kara para aklama operasyonlarının mimarı olan, İtalya’daki gizli örgütlerden biri olan P2 mason locasıyla ilişkileri saptanan, Ambrosiano Bankası’nın iflasında önemli bir rol oynayan Kardinal Marcinkus dokunulmazlığı nedeniyle yargılanamamıştı. “Tanrı’nın Bankeri” lakabıyla da tanınan Kardinal Marcinkus, 1997’ye kadar Vatikan’da kalmasının ardından ABD’ye yerleşmiş ve 2006’da Sun City’de sırlarıyla birlikte hayata veda etmişti.[115]

Bunların yanında Vatikan bankası IOR’nin 180 milyon Avro tutarındaki finansal kaynaklarını Alman bankalarına aktarıldı. Vatikan basın sözcülüğünden yapılan açıklamada bu iddia doğrulanırken, bu seçimde gerek Almanya gerekse İtalya’daki Alman bankalarının işlemler açısından daha hesaplı olması gerekçe gösterildi.[116]

IOR’un bu operasyonunun gerçekleştiği ve kamu borcunun 2.2 trilyona çıktığı krizdeki İtalya’da, Vatikan’ın vergi muafiyeti de tartışılırken; Vatikan’ın emlak vergisi muafiyeti ve gelir vergisinden pay alabilmesi eleştiriliyor…[117]

xlvi) Nihayet Vatikan’da 14 yaşındayken Nazi Gençlik Örgütü’ne üye olduğu ortaya çıkan Joseph Ratzinger’in Papa ardından Arjantin cuntasına destek veren Jorge Mario Bergoglio’nun papa seçilmesi dikkat çekti.

Bergoglio’nun diktatörlük döneminde cuntadan yana tutum aldığı kaydediliyor. Yeni Papa, Arjantin’deki insan hakları kuruluşları ve Plaza de Mayo Anneleri ve Büyükanneleri tarafından darbe döneminde diktatörlerle işbirliği yapmakla suçlanıyor. Papa, 2011 senesinde, diktatörlük döneminde işkence merkezine çevrilen ‘Donanma Teknik Okulu’ (ESMA) davasında tanık olarak dinlendi, birçok müşteki tarafından iki Cizvit papazı korumayı reddederek gözaltına alınıp aylarca işkence görmelerine sebep olmakla suçlandı.

Darbe döneminde Cizvitlerin en yüksek makamında olan Bergoglio’nun, korumasındaki gecekondu bölgelerinde kilisenin yoksullara yardım kolunda çalışan aktivist Francisco Jalics ve Orlandio Yorio’nun sığınma taleplerine olumsuz yanıt verdiği ve bilerek, papazları darbecilerin kucağına attığı kaydediliyor. Dönemin Moron bölgesi Piskoposu Miguel Raspanti, ‘Pagina 12’ gazetesinde tarihçi Horacio Verbinsky’e verdiği demeçte, iki papazı kurtarmak için Bergoglio’nun vereceği bir izin belgesine ihtiyaçlarını olduğunu ama Bergoglio’nun imza atmaya hiçbir zaman yanaşmadığını söylüyor.

Özel bir grup tarafından kaçırılan Jalics ve Yorio aylarca ESMA’da işkence gördükten sonra, yarı çıplak ve uyuşturulmuş bir hâlde şehrin çok uzağında bir alanda bulunmuşlardı. Joseph Ratzinger ya da nam-ı diğer Papa XVI. Benediktus da Nazi örgütüne üye olması nedeniyle sık sık gündeme gelmişti…

Bu kadarı yeter değil mi?!

 

II. AYIRIM: DİN VE (POST)MODERNİTE

 

Buraya kadar teorik ve pratik gerçekleriyle resmetmeye çalıştığımız dinin, (post)modernite ile bağıntısına geçersek; öncelikle “Modernleşme dinden geçmezse asla tamamlanamaz. Bu toplum inançsız yaşayamaz,” diyen Kemal Karpat’ın saptamasının modernizmi anlamamış postmodern zamanların “moda yorumu” olduğunun altını özenle çizelim.

Aslı sorulursa “Modernizm, bir ayağıyla eleştirel akla, öteki ayağıyla bilimi kullanarak mükemmel topluma ilerlenebileceği fikrine dayanıyordu. Denebilir ki eleştirel aklı esas alan (bilimi de eleştirel akla tabi tutan) toplumlar, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye, açık topluma yöneldi. Bu toplumlarda milleti etnik kökenle, ırkla değil yurttaşlıkla tanımlayan, din özgürlüğünü tanıyan, devletin farklı inançlara eşit mesafede durduğu rejimler hâkim oldu. Bilimi kullanarak mükemmel topluma ilerlenebileceği fikrini esas alan, köktenci modernizmin uygulandığı toplumlarda ise kişi özgürlüklerini boğan, etnik-ırk temelli millet anlayışını, tekkültürcülüğü, farklılığa saygısızlığı dayatan, faşist, Nazi ve komünist türden otoriter-totaliter rejimler ortaya çıktı,” diyen Şahin Alpay’ın, “Muhakkak ki Türkiye İslâm’ın özgürlükçü yorumlarının ağırlıkta olduğu bir ülke,” palavrasının da Kemal Karpat’tan farkı yoktur!

En basit tanımlamasıyla “modernite”, düşünsel gücünü XVIII. yüzyılın Aydınlanma felsefesinden alan, aklı ve insanı merkez olarak kabul eden, sosyal hayatı rasyonalize eden, dolayısıyla din olgusunu geri plana iterek laikliği/ sekülerizmi öne çıkartan bir çağdaşlaşma sürecidir.

Çıkış kaynağı Karl Marx’a göre kapitalizm, sosyolog Emile Durkheim’a göre sanayileşmedir. Başka bir sosyolog, Max Weber ise teknoloji ve rasyonalizasyonu öne çıkartmıştır. Kısaca söylemek gerekirse “modernite”, düşünsel zemin olarak Aydınlanma Çağı’na, siyasal olarak Fransız Devrimi’ne, ekonomik olarak da Sanayi Devrimi’ne dayanır.

Görüldüğü gibi burada ortak payda kapitalizmdir. Batı’da kapitalizm gelişip feodal üretim ilişkileri çözüldükçe, feodalizmin üstyapı kurumu olan Hıristiyanlık güç yitirmeye başlamış, giderek süreç içinde siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamdan elini ayağını çekmiştir. “Modernite” bu bağlamda “ilahi” gücün “dünyevi” hayat üzerindeki etkisinin kural olarak son bulmasıdır.

Söz konusu “tarihsel gelişmenin” yol açtığı kimi sonuçları öne çıkartarak onu “lanetleyip”, mesela laiklik gibi kazanımlarını görmezden gelmek, asla doğru bir yorum ve tutum olamaz!

“Laiklik”ten söz ettim; o bir sebep değil, sonuçtur. Yani insanlar ve ülkeler laik oldukları için akılcı olmuş, ilim ve fende ilerlemiş falan değillerdirler. Aksine akılcı oldukları, insan aklını bir bilgi kaynağı olarak kabul ettikleri için önce metafizikte, sonra da bilim ve teknolojide ilerlemişler ve bunun sonucu olarak da laik olmuşlardır…

Bunun çok önemli olduğu vurgusuyla, her an tehdit altında olan laikliğin “determinist” hiçbir garantisinin de olmadığının altını özenle çizip, bu gerçeğin farkında olmayan Türker Alkan’ın “Din ve Modernleşme” konusunda dediklerinin yaygın bir yanılgı olduğuna dikkat çekmeliyim:

“Önümüzdeki yıllarda laikliğin gerilediğine, dinin siyasallaştığına mı tanık olacağız? Hiç sanmıyorum. Laiklik lehine çalışan en önemli gelişmelerden birisi, küreselleşmedir. Gerçi küreselleşmenin başlangıç noktası ekonomidir, fakat, ekonomiyle birlikte artan bir ağırlıkla, değer yargıları, estetik anlayışları, gelişen iletişimle birlikte dünya çapında benzerlikler göstermeye başladı. Bu gelişmelerin din kurumunu etkilememesi mümkün değil. Dinler, içe kapalı kurumlar olmaktan çıkıp, yavaş yavaş dünya çapında bir pazarda rekabet eden kurumlara dönüşmeye başlıyorlar. Bu da dinlerin daha dünyevi olması sonucunu doğuracaktır!”

Özellikle “Dinin kapitalizme örtü yapılması”[118] veya “Kapitalist dini istismarı”n[119] gövdelenip, dal budak sardığı ya da dini kimliklerin fütursuzca politikleştirildiği postmodern zamanlarda insan(lık) laikliğe her zamankinden daha da fazla muhtaçtır…

98741

Temel Demirer

Hakkında

Objektifiz ama tarafsız değiliz. Tarafsız olmak korkaklıktır. Çünkü insan doğru ve yanlış arasında tarafsız olamaz.BiyografiKendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm...
Ne yazacağımı kestiremedim...
Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım...
“İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerden);
dünyaya aşağıdan bakan(lardan);
kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);
yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);
ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);
John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerden);
sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);
bir afet-i devrana aşık olan(lardan);
hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan);
ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim...
54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım...
Okur yazarım...
Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
11.01.2004 14:32:09, Ankara.

TÜRKİYE’DE YAYINLANAN KİTAPLARIM

* GÖZ GÖRMEZ BİLİNÇ GÖRÜR, Hazırlayan: Mehmet Özer, Nota Bene Yay., 2012, 152 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ORTADOĞU: YALANCI BAHAR, Derleyen: Babür Pınar-Recai Ulutaş, Nitelik Kitap, 2012, 448 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2011, 434 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* BEYOND GLOBALIZATION – WORLD LEARNING/ INTERNATIONAL HONORS PROGRAM TURKEY READER 2011/12, Derleyenler: Yücel Demirer - Sibel Özbudun, 2011, 476 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), (“Geopolitics of Turkey in the US-EU-Mideast Triangle”- Temel Demirer)


* EMPERYALİZM VE ULUSAL SORUN, Derleyen: Babür Pınar-Muzaffer İlhan Erdost, Nitelik Kitap, 2011, 335 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSMAİL BEŞİKÇİ, Derleyenler: Barış Ünlü-Ozan Değer, İletişim Yay., 2011, 589 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SESİNİ YİTİREN ŞEHİR SİVAS, Editör: Mehmet Özer, Çankaya Belediyesi Yay., Temmuz 2011, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2010, 659 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ, KAPİTALİZM, İSYAN, Ütopya Yay., 2010, 559 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ VE HAYAT YAZILARI: BİR TAŞ DA SİZ ATIN, Ütopya Yay., 2010, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ASLOLAN DEVRİMİN GÜNDEMİDİR, Kaldıraç Yay., 2010, 784 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010-SENDİKALARIMIZI GERİ ALACAĞIZ, Kaldıraç Yay., 2010, 206 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA: İSYAN HEP VARDI!, Sibel Özbudun (der.), Kaldıraç Yay., Ocak 2010, 661 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KUŞATMAYI YARMAK: EĞİTİM, BİLİM VE AYDINLAR, Kaldıraç Yayınevi, Ekim 2009, 392 sayfa, Temel Demirer-Sibel Özbudun.


* ALMANAK-2008 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2009, 608 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* HAK(SIZLIK), HUKUK(SUZLUK) MU? “SUÇUMUZ İNSAN OLMAK”!, (Sibel Özbudun’un önsözüyle), Kardelen Yay., Nisan 2009, 365 sayfa, Temel Demirer.


* HRANT’IN KATİL(LER)İ… (Sait Çetinoğlu’nun önsözüyle), Pêrî Yayınları, Şubat 2009, 336 sayfa, Temel Demirer.


* LİBERALİZM/MUHAFAZAKÂRLIK KISKACINDA KADIN, Kaldıraç Yayınevi, Şubat 2009, 237 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2007 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2008, 456 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “HAYIR, EVET’TEN ÖNCE GELİR”! HUKUK(SUZLUK) YAZILARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 496 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “SÖYLENECEK YALAN KALMADI” İNSAN HAK(SIZLIK)LARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 510 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DA İSYANIN TARİHİ, Hazırlayan: Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2008, 549 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESEL KAPİTALİZMİ MEŞRULAŞTIRAN SÖYLEMLER, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 67, Maki Yay., 2008, 218 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA VE..., Ütopya Yay., 2008, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* ALMANAK-2006 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2007, 654 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MİLLİYETÇİLİK, YURTSEVERLİK VE SOL, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 65, Maki Yay., 2007, 212 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DAKİ GELİŞMELER, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Ankara-2007, 34 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME, KADIN VE ‘YENİ’-ATAERKİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 228 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İMPARATORUN SOYTARISI EGEMEN MEDYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2005 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2006, 439 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “DERİN” MİLLİYETÇİLİĞİN SİYASAL İKTİSADI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAFYA NARKOEKONOMİ VE SUSURLUK / ŞEMDİNLİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 379 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ VE “ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK YALANI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 444 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM ÜNİVERSİTE YÖK VE AYDIN(LAR), Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 543 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KIYAMETE ÇEYREK KALA! EKOLOJİ YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 501 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYAYI ISITAN LATİN ATEŞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2006, 302 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA YERLİLERİ: TEK BİR HAYIR, YÜZLERCE EVET, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-2006, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KAVRAM SÖZLÜĞÜ-SÖYLEM VE GERÇEK (1), Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2005, 709 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2004 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2005, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA BAŞKALDIRIYOR, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 416 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ELVEDA NİSYAN, MERHABA İSYAN, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 558 sayfa, Temel Demirer.


* KÜRESEL İNTİFADA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer.


* “YENİ DÜZEN(SİZLİK)”DEN BAŞKALDIRIYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ ROMA: TERÖRİST ABD-IV. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE İMPARATORLUK: “YENİ EKONOMİ”DEN ÖNLEYİCİ SAVAŞA...-III. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 382 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞMENİN TİRANLIĞI: NE, NİÇİN, NASIL?-II. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ MUHAFAZAKÂRLIK YOĞUNLAŞIRKEN KÜRESEL VAHŞET-I. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ABD SALDIRGANLIĞI: IRAK VE ÖTESİ-III. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* 11 EYLÜL’DEN AFGANİSTAN’A ABD İMPARATORLUĞU-II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOVBOYUN SÖMÜRGE İMPARATORLUĞU-I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 346 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SAKLANMAYA ÇALIŞILAN BİR MEŞALE: İBRAHİM KAYPAKKAYA, Umut Yayıncılık, İstanbul-2003, 232 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSYANIN ADI: FİLİSTİN-İNTİFADA KAZANACAK!, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 479 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* XXI. YÜZYILLA GELENLER: SÖYLENCELER VE GERÇEK, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 447 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİST MÜCADELE ETİĞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2001, 336 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖRİZM, SALDIRGANLIK, SAVAŞ) II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖR KAVRAMI VE GERÇEĞİ) I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 364 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AMERİKA: RÜYA MI, KÂBUS MU? YANKEE İMPARATORLUĞU, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* KÜRESELLEŞMENİN EKOLOJİK SONUÇLARI, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 190 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EKOLOJİ POLİTİK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 136 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ ve SOSYALİSTLER: AKINTIYA KARŞI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* GERİCİLİK KÜRESELLEŞİRKEN FAŞİZM!.. YENİDEN Mİ?.., Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 299 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KADIN YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 170 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MARKSİZM VE EKOLOJİ, Öteki Yayınevi, Ankara-2000, 481 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (AVRUPA ASYA ve ORTADOĞU), Cilt:2, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (ABD EMPERYALİZMİ ve LATİN AMERİKA), Cilt:1, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 284 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM: NE İÇİN? ÜNİVERSİTE: NASIL? YÖK: NEREYE?, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 264 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* NEO-LİBERAL SALDIRI KRİZ ve İNSANLIK, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 494 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “YDD” KISKACINDA ÇEVRE ve KENT, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 473 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CHE FİDEL KÜBA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 135 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 112 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MEDYA ELEŞTİRİSİ ya da HERMES’İ SORGULAMAK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 176 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYANIN BALKONUNDAKİ İSYANCILAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, ikinci baskı, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP: İMKÂNLAR ve SORU(N)LAR, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 576 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAYALARIN DÖNÜŞÜ, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1998, 311 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* POSTMODERN MÜDAHALE ve BAŞKALDIRI İMKÂNI (BRECHT “BİTTİ” FUTBOL “VERELİM”!), Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 528 sayfa, Temel Demirer.


* SOKAKTA ve DUVARDA 1968, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 207 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* VE KİRLENDİ DÜNYA..., Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOKAK’TAKİNE NOTLAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 456 sayfa, Temel Demirer.


* ÖDP’YE KENAR NOTLARI, İnsancıl Yayınları, İstanbul-1997, 88 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOYUNLAR KURTLAR KÖPEKLER (YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ EMPERYALİZM ve UMUT), Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1997, 160 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KARA PARA KİRLİ SAVAŞ (TÜRKİYE’DE MAFYA ve DEVLET), Özgür Üniversite Yayınları, 171 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSPANYA’DAKİ II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN “YDD”YE KARŞI TEZLER - II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN EKOLOJİK KIYAMET TEZLERİ, Özgür Üniversite Yayınları, 56 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜNYA DÜZENİ AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE, Dev. Maden-Sen Yayınları, 64 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CANAVARLAŞAN MEDYA, 1996-İstanbul, Yorum Yayınevi, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜZENİ ya da DÜZENSİZLİĞİ, 1996-İstanbul, Pelikan Yayınları, 304 sayfa, Temel Demirer.


* SOLAN FOTOĞRAFLARDA BİTEN VE BAŞLAYAN, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 248 sayfa, Temel Demirer.


* GERİCİLİK DÖNEMİNDE DÜNYA ve TÜRKİYE, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 190 sayfa, Temel Demirer.


* DİSK’İN “ÖREN TEZLERİ” ve SOSYALİST TAVIR, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 189 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TOPLUMSAL DİNAMİKLER ve ÖRGÜTLENME EKSENLERİ, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZM “YENİ DÜNYA DÜZENİ” TÜRKİYE, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 192 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZMİN SORUNLARI ÜZERİNE AÇILIM TARTIŞMALARI, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 256 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YOL BALADI, 1988-Ankara, Ekin Yayınları, 61 sayfa, Temel Demirer.
* T.B.“K”.P PROGRAM TASLAĞININ ELEŞTİREL ANALİZİ, 1988-İstanbul, Sorun Yayınları, 86 sayfa, Temel Demirer.

İletişim:

temeldemirer@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)

http://www.facebook.com/TemelDemirer

https://twitter.com/temeldemirer

Son Haberler

Temel Demirer

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

Sayfalar