Cumartesi Nisan 20, 2024

Sevgi’nin Üvey Ninesi

Evdeki abileri ise, ısrarla evlenmesini, başlarından def etmekti emelleri, onlara sanki bir ağırlık gibiydi kadersiz, yufka yürekli, kaybettiği gözü yüreğinde büyümüşcesine, bir melek kadar iyi olduğu halde, başlık bile almayacaklardı, ‘’Yeter ki evden gitsin!’’ istiyorlardı.

İki katlı sırça yapılı eski Rumlardan kalma geniş bir bahçesi olan, alt katta oturma odamız ve mutfakla bir salonumuz vardı, üst katta üç odamız, birinde annem ve babam, diğerinde erkek kardeşlerim,  ötekinde ben, kız olduğum için şanslıydım, tek kalırdım. Fato geldiğinde onun koynunda yatmayı çok severdim, tüm sıcaklığını bedenimde hisseder babamın anlatılarında onu daha bir başka severdim..

Oturma odamız yerlere atılmış minder, döşek ve hasır üzerinde bir Van kilimiyle kırmızı renklerin ağırlığı ile oluşan sıcacık bir odaydı.  Hep orada yere serdiğimiz sofrada bir leğende yemek yer, sonra o yün döşeklerin üzerine oturur, babam kolunu sağ dizi üzerine koyup yastığa dirseklenir,  tespihini usul usul, düşünceleriyle sarmaş dolaş çekerdi, babamın anlattıklarına kulak olurduk. Babam annesini henüz beş yaşındayken kaybetmiş, dört çocuğu ile yalnız kalan dedemin üçüncü çocuğuydu… Annesinin ölümü onu çok yıkmış olacak ki, hep anlatırken gözyaşlarını içine akıtırdı, ancak anasından sonra da babasının binbir meşakkatle dört çocuğa bakmasını ve nasıl ev işi artı eve nafaka kazanmak için uğraşılarını da efsanevi bir ifade ve gözyaşlarına banarak anlatırdı…

''Söz verin'' demişti babam, “’kimse Fato’nun kalbini kırmayacak, o bana babamdan yadigârdır bilesiniz!"

Madem Fato babamın kıymetlisi idi, bizim de olmalıydı. Saygıda kusur etmezdik. O canı istediği zaman evimize gelir yine canı istediğinde giderdi. Genelde kapıyı çalışından onun geldiğini anlardık. Zili iki kere kısa aralıklarla çalardı. Kapı açıldığında bütün utangaçlığı ile annemin yüzüne bakar, annem güler yüzüyle onu içeri davet ettiğinde küçük adımlarla ilerlerdi. Hiç şaşmaz hemen gider her zamanki oturma odasının sağ yanındaki kapıya yakın ilk minderine çökerdi. Annem bütün ısrarlarına rağmen salonda koltuğa oturmasına razı edemezdi onu. Yoksulluk ve hep dert çekmekten, her şeyi sırtına yüklemişçesine, iki büklüm olmuş bedeni onu her gördüğümde sanki daha küçülür incecik parmakları ve daima dışarı fırlayacakmış gibi duran ellerinin üzerindeki damarları benim içimi ürpertirdi. Annemin her defasında bana yaptığı kaş göz işaretiyle yanına zorla gider, o buruşuk ellerinden öperdim. Fakat asla başımı kaldırıp yüzüne bakamazdım. Bir gözünün olmayışı beni çok korkuturdu. Annem;’ küçükken çiçek hastalığı geçirmiş olduğunu ve bu yüzden gözlerinden birinin kör kaldığını’ söylese de ben bunu algılayamazdım. ‘Aç mısın daye sana yemek getireyim?’ dediğinde, ‘Yeni yedim’ deyip kabul etmez daha sonra annemin tepsi içinde getirdiği yemeği geri göndermeye çalışırdı.”

Tüm ısrarlardan sonra önüne getirilen yemeğini yer bitirirdi. Biz aslında ne kadar acıkmış oluğunu anlardık. Şalvarının cebinden çıkardığı çıkınını anneme uzatır, "Zamanı geldi saçlarım çok kaşınıyor'' diyerek annemin saçına kına yakmasını isterdi. Çukurca kalaylı bakır sahanın içine boşaltılan toz kına, ılık suyla yavaş yavaş ıslatılarak yoğrulup hamur haline getirildikten sonra oldukça seyrelmiş beyaz saçlarına sürülürdü. Bütün evin içini kına kokusu sarardı. O yüzünde kocaman bir gülümseme ile bundan ne kadar memnun olduğunu belli ederdi. Aslında saçlarının kaşınması bahanesiydi.  Babamı görmekti asıl sevgisi ve geliş nedeni…

Babam: “….Bize ilk gelin geldiğinde de böyle kınalı saçları vardı’’ derdi. Sonra anlatmaya devam ederdi; “Beş yaşında bir çocuktum annemi yitireli birkaç ay olmuştu. Ben ve diğer üç kardeşime babam iyi bakamıyordu. Ne yaptığı yemek yeniliyor, ne de yıkadığı giyiliyordu. Her yerimizi bit sarmıştı, köyde kimse yanımıza sokulmuyordu.’’  Köyün ileri gelenleri bir gün babamı yanlarına çağırıp, ‘Sadık bu çocukları ziyan ediyorsun. Senin hemen evlenmen lazım’ demişler.   ‘Olmaz ben çocuklara analık getirmem, kendim büyütürüm’ demişse de babam, bir süre sonra kendine bir eş aramaya başlamıştı. Hem dört çocuklu bir adama kim varır ki? Bulamamıştı, bir zaman sonra başka köylere haberler salınmıştı ve nihayet aylar sonra birkaç köy öteden haber gelmiş...”

İlk orada görmüş dedem Fato'yu. Örtüsünün altından beline kadar uzanan kınalı saçları dikkatini çekmişmiş. Kızıl saçlarının karşıdan gelirken savruluşunu, yanıma dayısı ile birlikte gelişini, başını kaldırıp yüzüne bakmayışını,  dedeminse onun yüzünü görmeye çalışışını gülümseyerek söyler, sonra. Başını kaldırıp dedemin yüzüne gülümsediğinde aklını başından çeldiğini, ’o kadar güzel gülüyordu ki gözünün körlüğü dikkatimi bile çekmemişti.’ dediklerini hikâye ederdi bizlere. Sonra ilk gelişini şöyle ifade ederdi:

     “Haftalar sonra babamla birlikte evimize gelmişti, küçük bir sandığın içindeydi eşyaları.  Sandığı kapının ağzına bırakmışlardı.  Babam ve kardeşlerimle evin orta yerinde öylece duruyorduk. Daha önce masallardan üvey annelerin çocuklara neler yaptığını çok dinlemiştik. İlk dikkatimi çeken gözünün birinin olmayışıydı. ‘Bu masallardaki cadı anne olmalı’ diye düşünmüştüm. ‘Bizi bu sandığa kilitleyecek’ diyordum. Korkmuştum. Kardeşlerimle birlikte birbirimize bakıyorduk. Belki de hepimiz aynı şeyleri düşünüyorduk.” Oysa o  “Cebinden çıkardığı renkli akide şekerlerini bize uzatmış, ama biz hiçbirimiz almak istememiştik ısrarına rağmen, babamın bize sert bir ifadeyle baktığını görünce şekerleri alıp elini öpmüştük. O ise bize gülümsemişti.” 

   “ Ertesi sabah bahçenin ortasına kocaman bir ocak yakılmış, ocağın üzerine bakır kazan oturtulmuştu. Biz babam evde olmadığı için bizi kazanda pişireceğini düşünüp korkuyorduk. Abim ortadan kaybolmuştu. Bütün seslenmelerimize rağmen ortaya çıkmıyordu. Daha sonra içeriden getirdiği çamaşır leğenine önce ablamı sokup bir güzel yıkamıştı, aylardan beri tarak görmemiş saçlarını iki örük yaparak bağlamıştı. Ablam çok mutlu olmuş, onun elini öpmüştü. O sadece gülümsemişti. Diğer kardeşimi de yıkayıp üzerini değiştirmişti. Uzaktan bizi seyreden abimin usulca bize doğru yaklaştığını görmüştüm.”

     “O gün ve ondan sonraki birkaç gün evdeki eşyaları dışarı çıkarıp, kireçle evin içlerini badana yapmıştı ve aylar sonra artık ocağımızda tencere kaynıyor, soframıza sıcak yemek geliyordu.  Yüzünde devamlı bir gülümseme oluyor, bize bir anne şefkatiyle davranıyordu. Babam defalarca ona ‘ana’ dememizi istemişse de dilim varıp diyememiştim. Kardeşlerim ‘daye’ diye seslenirdi. Ben ise  ‘Fato’ derdim, babam öyle çağırırdı. Ben de ‘Fato’ derdim, o gülümserdi.

Fato ile beraber evimizin neşeli günleri geri gelmişti. Arada ağladığını görürdük ama bizim ona baktığımızı görünce gözünden akan yaşı siler bize şefkatle sarılırdı.

Aylar sonra karnının büyümesinden fark ettiğimiz hamileliğinde hepimizi bir kuşku almış, bebeği olduğunda ‘bizi eskisi kadar sevmeyeceğini’ düşündüğümüzde, o bizi hiç ayırmamış hep bir tutmuştu. Gelinlik damatlık yaşlara varmıştık ki, babamızı kaybettik, küçük üvey kız kardeşimizi babam bir yatılı okula vermişti, onu hepimiz çok severdik kendimizden çok hepimizin sevgili küçüğüdür, biliyorsunuz halanızı da ne kadar sevdiğimi! ‘‘

Bu arada oğulları büyümüş ev bark sahibi olmuşlar babam ve kardeşleri de evlenince, bir müddet sonra o da artık onlardan ayrılarak büyük oğlunun yanına sığınmış, ancak oğlu çok hayırsız çıkmıştı. Resmen zulmediyordu. Evdeki baskı ve hakaretlerden kaçıp bize geliyordu. Annem onu zorla yıkıyor, üstünü başını değiştiriyor. Çaktırmadan cebine harçlık koyuyordu. Bu arada babamı da kaybetmiştik.

Babamın cenazesine sarılıp ağlayış ve yakarışları zihnime çakılmış hançerler gibi, onun sadakat ve sevgisi gibi durur.

Bize son gelişinin üstünden hayli zaman geçmişti, babamın vefatından sonra ziyaretleri çok sık değilse de arada gelirdi, gün güne daha kötü görünüyor acısı ve çektikleri sanki yüzündeki her kırışıkta şekilleniyordu. Onun son ziyaretinden sonra aradan bir ay geçmişti neredeyse. Ortalıkta gözükmüyordu, annem ve ben de merak etmeye başlamıştık.  Annem beni evine gönderdi. Gittiğimde kapının önünde belediyenin cenaze arabası vardı. Hızla uzaklaştı önümden. Gözüm arabanın kırık bir farına takıldı, içim ezildi, sanki babamın tüm anlattıkları film şeridi gibi tek gözüme yansımıştı, yalnız bir gözümden yaşlar akmaya başlamıştı, duygularım paramparça olmuştu…

Sevgi! ‘sen onu neden yalnız bıraktın?‘ diye kendimi sorgulamaya başlayıp, babamın bize tembihlediği bu melek insana bakamadığımızdan o tembihi yerine getiremediğime hayıflanıp, onun babama verdiği sıcaklık kadar benim de üzerimde hakkının olduğunu düşünüp tek gözüm çeşme gibi akmaya başlamıştı… Şimdi eve gidip babamın duvarda asılı resmine nasıl bakacaktım?


 

 

89128

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

Son Haberler

Sevgi’nin Üvey Ninesi

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar