Perşembe Mart 28, 2024

Türk(iye) İslâmı’nda kadın olmak

“her put, yıkılmak için dikilir.”[2]

 Türkiye İslâmı’nda kadın olmak başlığı, hiç kuşkusuz ki burada, sınırlı bir sürede dile getirilebileceklerden çok daha fazlasını ve çok daha kapsamlısını içeriyor: İslâm öncesi Anadolu’da ve Türklerde kadın; Selçuklu/Osmanlı’da kadınların konumu; Alevilik ve kadın, Cumhuriyet rejiminin kadın politikaları, tek-parti rejimi sonrası kadınlar vb. vb. Bu nedenle konuyu esas olarak günümüz Türkiyesi’yle sınırlandıracağımı vurgulayarak başlamak istiyorum söze. Konumuz, 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de boy vermeye başladığına tanık olduğumuz Siyasal İslâm hareket(ler)i çerçevesinde gündeme gelen kadın tartışmaları; bu hareket içerisinde boyvermiş bir siyasal kurum olarak AKP iktidarının kadın politikaları; bu politikaların içinde biçimlendiği ve biçimlendirdiği muhafazakâr(lık) iklim(i) ile sınırlı olacak.

Söze bir kültürel iklim olarak Türk muhafazakârlığından söz ederek başlamak, uygun bir hareket noktası gibi gözüküyor.

 

TÜRK(İYE) MUHAFAZAKÂRLIĞINDA KADIN

 

Türk(iye) muhafazakârlığı, hiç kuşkusuz ki AKP iktidarıyla sahneye çıkmış bir durum değil. Siyasal seçkinler, Türk siyasal kültürünü, toplumu orta-sağ, ılımlı bir muhafazakârlık ortamı içerisinde tutma konusunda Cumhuriyet tarihi boyunca özen gösteregelmişlerdir. Bu muhafazakârlığın ekseni kâh (kimi zaman atavistik tonlar da yüklenebilen) milliyetçilik, kâh ümmetçilik, kâh Türk-İslâm sentezi tarafından biçimlendirilen bir hâlet-i ruhiyeye yaslansa da, özü itibariyle toplumun sınıfsal dinamiklerinin (kuşku yok ki burada söz konusu olan sömürülen/ezilen sınıfların dinamikleridir) harekete geçmesi karşısında bir güvence olarak görülmüştür. Cumhuriyet tarihindeki köklerini, kentleşme sürecindeki bir kırsal topluluğun öz-örgütlenme dinamiklerini sürekli olarak imha eden (bu tarihin ilk yarısına, hatta ilk üç çeyreğine damgasını vuran Komünist tevkifatları, sayılarının kaçı bulduğunu kimbilir kimin bildiği kapatılan dernek, sendika ve partiler, cezaevlerini her daim dolduran siyasal tutsaklar bunun tanığıdır) bir tepeden-inmeci modernleşme projesine yerleştirebileceğimiz bu iklim, varyasyonlarıyla günümüze dek süregelmiştir. Bir bakıma, toplumsal ataleti pekiştiren, sınıf mücadelelerinin keskinleşmesinin önüne geçen, toplumsal değişim arzularını törpüleyen ve muhalifleri vasatın gözünde kriminalize eden muhafazakârlık iklimi, egemen sınıfların toplumsal-siyasal sermayelerine mündemiçtir, diyebiliriz.

Türk(iye) muhafazakârlığının terkibinin, iktidar partisi ve hâl-i hazırdaki siyasal konjonktür doğrultusunda değişim gösterebildiğini biliyoruz: Kimi zaman (CHP iktidarı döneminde DTCF hadisesinde olduğu gibi - 1948) üniversitelerdeki solcu öğretim üyelerine karşı Kalkın ey ehl-i vatan! nidalarıyla güruhları kışkırtan bir bağnazlıktan beslenir; kimi zaman gayrımüslimlerin dükkânlarını yağmalayan bir dindarlıktan (DP iktidarı, 6-7 Eylül olayları); kimi zaman kadın-çoluk-çocuk demeden Alevîleri (Maraş, Çorum) kesen bir Sünnî monolitizmden, kimi zaman devrimcileri (Sıvas, Gazi…) hedef alan gözü dönmüş bir antikomünizmden, ya da Batı’daki kentlerin varoşlarına sıkışmış yoksul Kürtlere yönelen taşlı-sopalı-satırlı bir vatanseverlikten….

Evet, Türkiye muhafazakârlığının terkibi eklektiktir: bu bileşimde milliyetçilik de vardır, (İtalyan domatesleri üzerinde tepinen) yabancı düşmanlığı (xenophobi) da, (Türk’e Türk’ten başka dost yoktur diyen) tekbencilik (solipsizm) de; (hakem taraf tuttu; hakkımızı yediler; müttefiklerimiz yenildiği için biz de mağlup sayıldık; aslında Ermeniler bizi kesti diyen) kesintisiz mağduriyet duygusu da, (tek bir çakıl taşı vermeyiz diyen) babalanma da…

Ama en çok din vardır… Bu toplumunun (ve yeryüzündeki toplumların tek tanrılı dinlere inanan büyük bölümünün) maruz kaldığı en sistemli, en uzun dönemli, en yapılandırılmış ideoloji din olduğu için olasılıkla. Ama aynı zamanda dinler yüzlerce yıldır iktidarların gözetimi ve himayesinde uyruklara dayatıldığı için de. Dinsel söylemlerin Türkiye gibi toplumlarda sekülerlik/ laiklik iddiasındaki rejimlerin dahi vazgeç(e)meyeceği ölçüde araçsal bir değere sahip olduğu için…

Her durumda, yakın zaman önce gerçekleştirilen araştırmalar, din/İslâm’ın (özellikle de resmî Sünnî yorumunun) Türk muhafazakârlığının birincil girdisi olduğunu açığa çıkartmaktadır.

Bu konuda, yakın zaman önce yayınlanmış iki kamuoyu araştırmasından örneklerle ilerleyeyim. Araştırmalardan ilki, Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in hazırladığı ‘Türkiye Değerler Atlası -2012’;[3] ikincisi ise Prof. Dr. Hakan Yılmaz’ın Açık Toplum Derneği ve Boğaziçi Üniversitesi desteğiyle yürüttüğü ‘Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din’[4] başlığını taşıyor. Yılmaz Türk muhafazakârlığının üç temel bileşenini Din, Aile ve Milliyetçilik olarak açıkça telaffuz ederken, Esmer’in araştırması da bu üç eksen çevresinde toplanmakta.

 Yılmaz Esmer’in araştırmasında, 1990’dan 2011’e, yani son yirmi yıl içerisinde dindarlık ölçeği 10 puan üzerinden 6.98’den 7.01’e yükseldiği belirtilmekte. Bir başka deyişle, Din sizin için önemli mi?, Çocukta dindarlık önemli mi?, Oruç tutar mısınız?, Namaz kılar mısınız?, Kadınların mayo giymesi günah mı?, Ramazanda öğle yemeklerinde lokantalar kapatılmalı mı? türünden 10 sorunun 7’sine Türkiye insanları evet yanıtını vermekte - 20 yılı aşkın süredir. Kendini dindar olarak tanımlayanların oranı ise, aynı süre içerisinde, yüzde 75’ten yüzde 85’e yükselmiş.

Hakan Yılmaz’ın araştırması da benzer sonuçlar veriyor. Örneğin toplumun yüzde 88.9’u kendini orta derecede ya da çok dindar olarak tanımlamakta. Bu Avrupa ülkeleri arasında, hatta dünyada Türkiye’yi en dindarlar arasına yerleştiren bir oran. Dinsel pratiklerin (namaz, oruç) gözetilmesinde belirli bir gevşeme gözlemlenirken [günde beş vakit namaz kıldığını belirtenlerin oranı 2006’da yüzde 33.5’ten, 2012’de yüzde 28.2’ye; Ramazan boyu oruç tutanların oranıysa, 2006’da yüzde 60.4’ten, 2012’de yüzde 53.1’e gerilemiş], dinin siyasal-toplumsal kararlardaki etkisinde belli bir artış görülüyor: Örneğin oy vermede siyasal parti liderinin dinsel inançlarını önemli bulanlar, 2006’da yüzde 62.9’dan, 2012’de yüzde 71.9’a tırmanmış. Buna karşılık arkadaş ve eş seçiminde dinsel inançların önemli olanların oranı, pek değişmiyor: Türkiye insanlarının yüzde 70 kadarı yıllardır arkadaş, yüzde 80 kadarı ise, eş seçiminde din etkenini önemli buluyor.

Türk muhafazakârlığının ikinci sütunu aile (ve dolayısıyla kadınların konumu açısından da değişen fazla bir şey yok. Esmer’in araştırması, Inglehart ve Norris’in Cinsiyet Eşitliği Ölçeğinde Türkiye’yi 60 ülke arasında 48. sıraya yerleştiriyor. Türkiye’de insanların yüzde 76’sı (erkeklerin yüzde 81, kadınların yüzde 71’i) Ailenin reisi erkek olmalıdır, ifadesini onaylıyor. Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, ifadesine onay verenlerin oranıysa, yüzde 64 (erkeklerde yüzde 69, kadınlarda yüzde 59)… İşsizlik varsa işe alınmada erkeklere öncelik tanınmalıdır, diyenlerin oranı, 1996’da yüzde 67 dolaylarından yüzde 60’a kadar gerilemiş gözükürken (bu oran Danimarka’da yüzde 2, Finlandiya ve Norveç’te yüzde 3, Fransa’da yüzde 13, Yunanistan’da ise yüzde 33 dolaylarında seyretmekte) erkeklerin kadınlara göre daha iyi siyasetçi olduğunu düşünenlerin oranı, aynı süre içerisinde 1996’da yüzde 66’dan, 2011’de yüzde 71’e tırmanmış. Türkiye’de insanların yalnızca yüzde 7’si bir kadının evlilik dışı çocuk sahibi olmasına onay veriyor (İzlanda’da yüzde 89!).

Yılmaz’ın araştırması, aile ve kadına ilişkin tutumlar konusunda daha da çarpıcı veriler sergilemekte: Görüşülenlerin yüzde 86,7’si, Kadınlar ve erkekler siyasette, iş hayatında, toplum içinde ve aile hayatında her bakımdan eşit haklara sahip olmalıdırlar, ifadesine katıldığını beyan ediyor, etmesine amma… bu eşitlikçilik sorular biraz daha somutlaştığında, teklemeye başlıyor. Örneğin, Evli kadınların esas görevi kocalarına evde hizmet etmek, işlerinde karşılarına çıkan zorluklarla baş etmeleri için onlara destek olmaktır, ifadesini onaylayanların oranı, yüzde 70’i aşarken, görüşülenlerin yüzde 81’i, kadınların en önemli özelliği olarak namusu görüyor; yüzde 67.4’ü ise erkeğin şerefini karısının namusuna bağlıyor! Evlenmeden birlikte yaşayan çiftlerden rahatsızlık duyacağını bildirenlerin oranı yüzde 56.7 iken, boşanmış ya da yalnız yaşayan kadınlardan rahatsızlık duyanların oranı da hiç de azımsanacak gibi değil: sırasıyla yüzde 11.2 ile yüzde 15.7. Ve bu toplumun yüzde 40 kadarı, gençlerin flört etmesine karşı olduğunu bildiriyor!

Söz rahatsızlıktan açılmışken hemen ekleyeyim; rahatsız ediciler arasında rekor her daim eşcinsellerde (yüzde 68.2) iken, küpe takan erkekler (yüzde 41.9), içki içenler (yüzde 52.2), barlara, diskoteklere gidenler (yüzde 48.9) de fena bir puan tutturmuyorlar!

Her iki araştırmada ortaya çıkan dindarlık değerleriyle geleneksel ataerki söylemelerine sahip çıkma oranları arasındaki korelasyon, oldukça yüksek gözüküyor. Bir başka deyişle, Ailenin reisi erkek olmalıdır, diyen yüzde 81’lik erkeklerin büyük çoğunluğu, sayısı 80 bini bulan camilerde, aynı zamanda önde gelen temsilcileri Çocuk ve anne, Hz. Adem ve Hz. Havva’dan bugüne kadar birbirinden ayrı düşünülemeyen, ayrı düşünülmesi mümkün olmayan ikili. Fakat günümüzün modern dünyasının acımasız şartları, bu ikiliyi annenin çalışma hayatına atılmasıyla birbirinden ayırdı. Ayrıca kadınların çalıştırıldığı iş ortamlarında kadın ve erkeğin aynı ortamda çalışmaları beraberinde birçok sıkıntıyı da getirdi. Kadının çalışmasını savunanların büyük bir çoğunluğu kadını bir meta gibi görüp onu kullanmaya çalışıyor (…), Kadını reklam aracı olarak ve nefsani araç olarak kullanmak isteyenler var. Kadın her zaman korunmaya muhtaçtır,[5] diyen bir kurumun, Diyanet’in hazırlattığı ve imamların kendi meşreplerince süsledikleri vaazları dinleyerek sosyalleşiyor. Ya da, kadınıyla erkeğiyle, içerisinde Muhammed Peygamber’in Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım, Eğer Benî İsrail olmasaydı, et kokuşmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadınlar kocalarına hiçbir zaman ihanet etmezdi, (Kadınlar) gebe kalıcıdırlar. Doğurucudurlar. Emziricidirler. Evladlarına şefkat göstericidirler. Eğer kocalarına karşı yaptıkları nankörlük olmasaydı onların namaz kılanları cennete gidecekti dediğinin aktarıldığı hadis derlemelerinden, ilmihâllerden öğrenmektedirler gündelik hayatlarında nasıl davranacaklarını.

Evet, Türk muhafazakârlığında kadına bakış, belki münhasıran değil ama büyük ölçüde Sünni İslâm’ın gündelik yaşama sindirilmiş, sıradan, genel-geçer ve geleneksel yorumlarıyla biçimlenir.

Bu bakış da kadını fıtraten zayıf; denetlenmesi güç, dolayısıyla da tehlikeli cinselliği nedeniyle fitneye yatkın; duygusal; deyim yerindeyse, sosyo-politik, dolayısıyla da kamusal bir varlık olan erkeğe karşı, biyo-psikolojik, yani kültüre karşı doğal bir varlık olarak betimler. Bu vasıfları, temel görevinin çocuk(lar) doğurup onlara bakmak olduğu aile kurumunu, bir başka deyişle domestik alanı kadının birincil mekânı olarak belirlemektedir.

 Modern toplumda kadınlara, kadın hakları verdiklerini iddia edenler, Allah’ın vermediği bir yetki ile ‘eşit olacaksınız, güçlü olacaksınız’ diye kadınları erkeklerle acımasız bir yarışa sürüklediler, diyor, Mudanya Müftülüğü’nün web sayfasında yazar Mehmet Durmuş. Ayetlerde kadının annelik vasfı ön plana çıkarılıyor. Ancak bunun aksine günümüzde kadının bu en kutsal vazifesi ertelenmeye çalışılırken, onun evde ailesine hizmet etmesine ise burun bükülüyor.[6]

Bu bakış, kadının çalışmasını uygunsuz, en azından arızî olarak görmektedir, en yetkili ağızlardan. Örneğin bir fetva sitesinde tesettürlü bir kadın öğrenci soruyor:

Selamünaleyküm hocam.

Ben mühendislik ve işletme bölümlerini okuyan başörtülü bir hanımım. Bu yaz okulum bitiyor ve belediye ya da olduğum gibi çalışabileceğim ve haklarıma saygı duyulacak bir sektörde (banka hariç) çalışmayı düşünüyorum. Ama bu siteyi biraz inceledikten sonra tıp ilminden gayrı ilim tahsil etmiş olsalar bile tüm hanımlara evliliği ve ev hanımlığını tavsiye ediyorsunuz. Benim düşüncem ise mutlaka çalışmak yolundadır. (…) Ancak çocuk sahibi olduğumda evladımla ilgilenmek adına çalışmayı düşünmüyorum inş. Bu konuda görüşünüzü merak ediyorum. (…) Bizim için tek seçenek ev hanımlığı mıdır? Hürmetler.

Fetva mercii cevaplıyor:

Müslüman kadın çalışamaz şeklinde bir kural koyamayız. Çalışmayı, rızık temin etmeyi erkeklere tahsis etmenin bir dayanağı yoktur. Kadın da çalışabilir, kazanabilir, servet sahibi olabilir. (…) Bunun hiç bir dini engeli yoktur. (…) Engel, kadının kadınlığının zarar görmesindedir. Zira Müslüman toplumun, kadınını kaybetmesi ile topraklarını kaybetmesi arasında fark görmeyecek kadar önemli bir yerde görüyoruz kadını. Müslümanlar, kadınlarını işyerlerine gönderdikten sonra nesil yetiştirme kabiliyetlerini zedelemektedirler. Bireysel şartlar, istisnai durumlar bu genel kuralı aşamaz. (…)

Kadının çalışması, doğurduğu çocuğu istediği gibi büyütememesi demektir. Ya eksik büyütecek ya da anne olmayan birine çocuğunu büyüttürecek. Kreşe, ana okuluna ve okula annelik yaptıracak. Bu da olduğu gibi zarardır. Kimse, anne gibi anne olamaz.

- Kadının çalışması, eşi açısından yetersiz bir kadınla yaşama sonucunu getirecektir. Bu da, aile içi sorunları ateşleyecek, erkeği kadın düşmanı, kadını erkek düşmanı yapacaktır. Elinde, hesabında parası olan kadınla, eşinin kazancını yiyen kadının psikolojisi aynı değildir. Gencecik kızlar, daha baliğa olmadan boşandığında nasıl yaşayacağını hesaplayarak diploma sahibi olmayı düşünüyorlarsa önümüzde ciddi bir sorun var demektir. Neden ne olursa olsun, çalışan her kadın Ümmet için bir kayıptır. Meselenin bir de ahlâk boyutu vardır ki ona değinmeye gerek görmüyorum. Sıhhat ve afiyet içinde olmanızı dilerim.

NUREDDİN YILDIZ

İslâmcı entelektüel, Ali Bulaç, ekliyor:

Bence prensip olarak (…) kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Zaruret varsa iş piyasasında öncelikle onun emeğini hak edecek kadar ücretle istihdam edilmesi gerekir. Liberal kapitalist piyasa ise kadını farklı çerçevede evin dışına çıkmaya zorluyor; anneliği ve ev hanımlığını itibarsızlaştırıyor; pozitif ayrımcılıkla kadın yuva kurmuyor; erkekler bu şekilde kışkırtılmış kadınlarla evlenmek istemiyor; sonuçta olan yine kadına oluyor. Birkaç tanesinin iyi durumuna karşılık yüz binlercesi iş-aş peşinde koşturuyor, yalnızlık içinde hayatını sürdürüyor, bir süre sonra saçını başını yoluyor ama iş işten geçiyor. Erkeğin fıtrî rolünü kaybetmesi onu kadına karşı acımasız şiddete, vahşi cinayetlere sürüklüyor, sonunda kadın devlete sığınıp kendini devletleştiriyor. Şimdi devlet her eve polis tayin edecek hâle geldi. Bu çıkar yol değil ama ailede meydana getirdiği tahribattan iktidarı uyandıracak sesler maalesef kısık. Madem bizim kadınlar da bu modern tecrübeyi yaşamakta çok kararlı, yemekte oldukları ‘acı meyve’nin sonucunu beklemekten başka çare yok.[7]

Diyanet İşleri eski başkanı Süleyman Ateş, Ali Bulaç’a arka çıkıyor:

KADININ birinci vazifesi anne olmaktır. Erkek dışarda çalışıp, ailesinin nafakasını temin etmek zorunda. Kadın da evin hizmetini yapar ve çocuklarını büyütür. İslâm anlayışı budur. Ama geçim sıkıntısı var ve hayat zor. Bu nedenle kadın da çalışmak zorunda kalıyor. Çalışınca da eşler arasında eskisi gibi bir uyum olmuyor. Erkek, hiç çalışmayan kadından beklediğini bekliyor. O yüzden huzursuzluk oluyor. Ali Bulaç haklı olabilir.[8]

Yüzde 90’ı kendini dindar olarak tanımlayan bir toplumun, camilerde dinlediği vaazlardan, okuduğu ilmihâllerden, internette girdiği vaaz sitelerinden, TV’lerde izlediği dinsel yayınlardan, kadının çalışmasının, sokağa çıkmasının, ev dışında süslenmesinin, mahremi olmayan erkeklerle (buna kocanın erkek akrabaları da dahil) bir arada bulunmasının, yüksek sesle gülmesinin, konuşmasının, (tesettür de olsa) parlak renkli giysiler giymesinin… caiz sayılmadığını öğrendiği bir sosyalizasyon, nasıl bir aileyi biçimlendirecektir?

Hele ki, bu yeniden İslâmîleşmenin hedef tahtasına özellikle kadınları (ve çocukları) yerleştiren tüketimciliğin tüm ışıltısıyla yaşamlarımıza saldırdığı, iletişim araçlarının ilkokul çocuklarının eline düştüğü bir ülke ve dünyada yaşandığı düşünülürse…

 

AKP İKTİDARI VE KADINLAR

 

Türkiye’ye neo-liberalizm, 12 Eylül darbesiyle tank ve panzerlerin açtığı yoldan ANAP ve onun stajını Dünya Bankası’nda tamamlamış başkanı Turgut Özal eliyle girmiş olsa da, ona nihaî ve en çıplak biçimini kazandıran, kuşku yok ki Recep Tayyip Erdoğan’lı AKP iktidarı olmuştur. Ancak AKP’nin misyonu, bir başka neo-liberal iktidar olmakla sınırlı gözükmemektedir. Parti, aynı zamanda, Türkiye’de 1970’lerden itibaren istikrarlı bir yükseliş sergileyen, ancak her seferinde rejimin bekçiliği misyonunu üstlenmiş askerî kanadın açık ya da örtülü müdahaleleriyle karşı karşıya kalan İslâmcı siyasetin (ya da Siyasal İslâm’ın Türkiye versiyonunun) bir uzantısı idi. Neo-liberal ekonomi politikalarla İslâm kaynaklı muhafazakâr kültürel/toplumsal siyasaları kaynaştırmadaki mahareti, 1980 darbesinden sonra çapı hızla büyüyerek gözükara küresel serüvenlere açılan Anadolu sermayesinin sözcüsü ve temsilcisi kıldı onu. Yalnızca iktisaden değil, siyaseten de. Küreselleşme süreçlerinin olanaklı kıldığı çokyönlü sermaye hareketlerine büyük bir esneklikle dahil olan bu yeni burjuvazi, bir yandan iç savaş yorgunluğunu, bir yandan da halkın (Sünni) çoğunluğunun modernleşmeci/Batılılaşmacı dayatmalara yönelik tepkilerini siyasal sermayesine katmayı başardı.

Tüm bunlar, ekseni Batı’dan Kuzey’e kayan kapitalizmin, sadık yol arkadaşı modern(leşmeci) ideolojiden vaz geçtiğini ilan ettiği bir ideolojik arkaplan üzerinde gerçekleşmekteydi. Modernizmin bu post- çağında homojen-seküler ulus imgesi, yerini merkezsizleşmiş bir çokkültürcülük/çoğulculuk söylemine bırakmaktaydı; bu, yükselen İslâmî burjuvazinin siyasal temsilcisi AKP’nin önünü, uluslar arası arenada da açan bir süreçti.

AKP iktidarıyla birlikte, Türk neo-liberalizmi, muhafazakâr-İslâmî bir veçheye bürünecektir. Hiç kuşku yok ki, bu iktidar da, yeryüzündeki kardeş neo-liberal iktidarlarla aynı hattı izlediğini ve bu yolda fazlasıyla hevesli olduğunu göstermek için elinden geleni yapıyor. Ancak AKP neo-liberalizmi, aynı zamanda bir hegemonya değişimi anlamına geldi: Hukukî engeller çeşitli bypass girişimleriyle tasfiye edilir, özelleştirmelere büyük bir hız kazandırılırken, bir yandan da partinin ana gövdesini oluşturan taşra sermayesi payını büyük bir hızla arttırdı. Böylelikle, ülkede özelleştirmelerin başlatıldığı 1986 yılından günümüze yapılan 39 milyar dolarlık özelleştirmenin 30 milyar dolarlık kısmı, yani yüzde  70’i AKP iktidarı döneminde gerçekleştirildi. Açıktır ki AKP, kamu mallarının pazarlanmasını bir yandan dış borçları dengeleme, bir yandan da yurt içinde sermaye transferi aracı olarak görmüş ve değerlendirmiştir. Bu sürece, işçi ücretleri ve emek kesiminin gelirlerindeki istikrarlı düşüşün ve işsizliğin tırmanarak kronikleşmesinin eşlik ettiğini belirtmeye gerek var mı? Kayıtdışı istihdamın katlanışı ise, ülkeyi ucuz emek cennetine çevirmektedir. Bugün Türkiye’de 25.5 milyonluk işgücünün 10 milyonu, kayıtdışı çalışıyor!

AKP eliyle uygulamaya konulan tarım politikaları köylülüğün, küçük ve orta boy çiftçilerin tasfiyesi yönünde olmuş, kırsal nüfus ve tarımsal üretimin ekonomideki payı sürekli bir düşüş kaydetmiştir.

Ancak, neo-liberalizm sarmalındaki tüm çeper ve yarı-çeper ülkelerin bu ortak deneyimlerinin yanı sıra, AKP neo-liberalizmi, siyasal ve toplumsal-kültürel arenada bir dizi spesifik uygulamaya girişmiştir. Özgül bir dinsel cemaatin, Fethullah Gülen yandaşlarının yargı, emniyet ve eğitim kurumları içerisinde hızlı örgütlenmesinin önünün açıldığı ve teşvik gördüğü toplumsal yaşam hızlı bir muhafazakârlaşmaya sahne olmaktadır. Bu muhafazakârlaşma, iktidarın kendi burjuvazisini yaratıp semirtme politikaları çerçevesinde daha da güç kazanmaktadır.[9]

Şu hâlde, bir kez daha vurgulayayım; AKP iktidarı boyunca Türkiye, içiçe iki süreci yaşamaktadır: ekonominin neo-liberalleşmesi ve sermayenin İslâmîleşmesi…

Günümüz Türkiye İslâm’ında kadın olmak, işte tam bu iki eksenin, yani neo-liberal iktisat politikalarıyla yükselen sınıfın İslâmcılığından beslenen bir muhafazakârlığın kesişim alanında yer almak anlamına gelmektedir.

Böylesi bir varoluş ise iki alanda basınç altındadır: iktidarın beden politikaları ve emek politikaları açısından.

 

AKP’NİN BEDEN POLİTİKALARI

 

İktidar partisinin referans çerçevesini oluşturan İslâm, dinlerin pek çoğu gibi insanların, ama özellikle de kadınların bedenleri üzerinde bir dizi tasarrufu öngörmektedir.

Bu durum, diğer tektanrılı dinler gibi, İslâmî geleneğin de dişil ile erili doğa-kültür dikotomisi üzerine yerleştirmesinden kaynaklanır. Bu anlamda kadın, erkeğe göre daha doğal (dolayısıyla biyo-psikolojik ve somatik/profan) erkek ise kadına göre daha kültürel (dolayısıyla da toplumsal-siyasal ve tinsel/kutsal) dir. Bu vasıfları kadının domestik, erkeğin ise kamusal alana taalluk etmesine yol açar.

Bu anlayış, kısmen İslâm’ın birincil kaynağı addedilen Kutsal Kitap Kur’an’a, büyük ölçüde de Muhammed Peygamber’e atfedilen söz ve eylemlere (hadisler) yani Sünnet’e dayanmaktadır.

Kur’an kadının erkekten yaratıldığını, [10] erkeğin kadından üstün olduğunu ifade etmekle,[11] kadınlara örtünmeyi buyurmakla,[12] bu kavrayışa zemin hazırlamaktadır; ancak kadının doğaya yakın (bu nedenle de fıtraten zayıf/zaaflı, bedeninin hükmünde, dolayısıyla denetim altında tutulması gereken) bir varlık olarak biçimlenişi, hadis derlemelerinde ifadesini bulan, bedevî Arap toplulukların yeni din aracılığıyla yerleşik/kentli imparatorluklara dönüşmesi sürecinde gerçekleşecektir.

Bu konuda pek çok hadisi örnek göstermek mümkündür. İşte -sahih sayılmalarına bakılmaksızın;[13] zamanın ruhunu yansıttıkları için önem taşıyan en kötü şöhretlilerinden birkaçı:

* Kadınların dinleri ve akılları eksiktir. (Sahihi Buhari)

* Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım, (Buharî ve Tirmizî)

* Kadınlardan kaçının; zira İsrailoğullarına ilk fitne kadın yüzünden düştü, (Müslim)

* Eğer Benî İsrail olmasaydı, et kokuşmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadınlar kocalarına hiçbir zaman ihanet etmezdi (Buharî, Müslim).

* Kadınlar arasında iyi kadın yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir. (Sahihi Buhari)

* Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır. (Sahihi Müslim)

 * (Kadınlar) gebe kalıcıdırlar. Doğurucudurlar. Emziricidirler. Evladlarına şefkat göstericidirler. Eğer kocalarına karşı yaptıkları nankörlük olmasaydı onların namaz kılanları cennete gidecekti. (Ebî Ümâme’den İbn-i Mâce ve Hâkim)

* Doksandokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir. (Sahihi Buhari)

* Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadın, ev ve atta. (Ebu Davut Hadis no: 3922, Sahihi Buhari)

* Başlarına bir kadını geçiren bir kavim asla iflah olmaz. (İbni Hanbel Müsned, 5/43, Tirmizi 75)

* Kadınlara yazıyı öğretmeyin. Dikişi ve Nur suresini öğretin. (Taberi)

* Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar üzerinde olan haklarından dolayı, kadınların erkeklere secde etmelerini emrederdim. (Sahihi Buhari)

* Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese, yine de kocasının hakkını ödemiş olmaz. (İbn Hacer el Haytemi 2/121)

Dileyen bu ve benzeri rivayetleri uydurma, gayrısahih, ataerkil, vb. ilan edebilir. Ancak, biçimlendirdikleri zihniyet, hâlen olanca haşmetiyle orada durmaktadır. Bunun için Akit, Zaman, Yeni Şafak vb. gündelik gazetelerin, İslâmî dergilerin, İslâmî web sitelerinin sayfalarına göz atabilir; camilerde vaazlara kulak verebilir ya da İslâmî yayın yapan TV kanallarını izleyebilir.

Ama ben yine de birkaç örnek vereyim:

Örneğin İslâmcı yazar Mehmet Şevki Eygi, Milli Gazete’deki sütunundan kadınları camilere çekmeye çalışan Diyanet’i eleştiriyor:

Şeriat-ı Garra-i Ahmediyenin kadın ve aile ile ilgili kesin ve değiştirilemez zarurî hükümleri de vardır. Bu hükümler mukaddestir.

1400 yıllık İslâm tarihinde Müslüman kadınların namazlarda ve başka İslâmî faaliyetler için camilere doldurulması gibi bir bid’at hareketi görülmemiştir. (…)

Camileri bilhassa genç hanımlarla doldurmanın sakıncaları ve fitneleri vardır.
Sen erkekleri bırak, camilere kadın doldurmaya kalk... Olacak şey midir bu!
Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) böyle yapmamıştır. Selef-i Sâlihîn böyle yapmamıştır. (…)

Tekrar ediyorum: Camilere kadınlar elbette gelebilir ama bu onlar için farz veya sünnet değil, bir ruhsattan ibarettir. Gelmemeleri daha faziletlidir.

Camilere davet edilmeleri ve gelmeleri gerekenler erkeklerdir. (…)
Kadınların tesettürü de Kıyamete kadar baki olacaktır.

Camilere öncelikle kadınları doldurmak isteyenler yeni bir bid’at mezhebi mi kurmak istiyor? (…)

Kadınları camilere doldurma işinin başını çekenler, tesettür için çalışsalar daha iyi ederler. (…)

Hak din İslâm ile Feminizm sapık ideolojisi asla bağdaşmaz.

Şeriata aykırı her şey hederdir.[14]

Daru’l Hikme derneği başkanı Dr. Ebubekir Sifil’den aktaralım:

İslâm ve modernite yanyana duramaz. (…) Söz gelimi kadın-erkek ilişkileri, kadının toplumdaki yeri ve rolü.. Modern Müslüman kadın, eğitim görmüş entelektüel yanı gelişmiş, erkekle birlikte iş sahasında olmak istiyor. Dışardaki hayatı erkekle birlikte inşa etmek istiyor. Buna İslâm’dan imkân arıyor. Burda vakıa ile naslar çatışıyor. Böyle bir durumda nassı tevil etmeye çalışıyoruz. Olguyu esas kabul ettiğimiz için, onu değiştirmeyi düşünmüyoruz da, nassı bir şekilde olguya dönüştürmek için çabalıyoruz. Oysa doğru olan olguyu nassa uydurmaktır. Allah’ın rızasını arayan bir insan için aksi söz konusu olamaz.

Günümüzde kadını erkekle yarışan bir varlık olarak düşünüyorlar. Sanki kadının rolü tarihte erkekler tarafından çalınmış, şimdi ise modern zamanda kadının dışarda daha fazla var olmasını savunarak kendilerince geçmişin rövanşını alıyorlar. Kadın toplumu inşa eden bir varlıktır. Kadın kendisine verilen misyonu yani anneliği yerine getirdiğinde cennet ayaklarının altına seriliyor. Dikkatinizi çekerim cennet kadınların değil annelerin ayakları altındadır![15]

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Salih Tuğ, Diyanet’in açtığı modern Müslüman yaratacağız tartışmasında, buyuruyor:

Kadın örtüsünü açar. Müslümanlığına bir helâl gelmez. Ancak dini reforme etmek manasına örtü açılamaz. Bazı akibetlere katlanılır. Kur’anda örtünme ayeti vardır. Bunu değiştirmek mümkün değildir. Ancak kişi kendi örtüsünü kullanmaz ise günahkar olur. Dini reforme etmiş olmaz.[16]

Bir İslâmcı kadın, Ünzile Girişgin, Müslüman feministlere itiraz ediyor:

Biz müslüman kadınlar olarak bizi Allah’a kul olmaktan uzaklaştıracak telkinlerden uzak durmak zorundayız. (…) Bizim feminizme ihtiyacımız mı var? Bu akım bizleri fark etmesek de etkisi altına alıyor. Kocalarımızı, babalarımızı küçümsemeye başlıyoruz. Erkeklere verilmiş olan liderlik, ev geçimi, aileden hesap verme mesuliyetini BEN duygumuzu öne çıkararak zora sokuyoruz. Allah katında kadınla erkek eşit hesap mı verecek ki bu dünyada dişe diş göze göz eşitlik istiyoruz. Erkekler karılarından, kız ve erkek evlatlarından ve hatta bacılarından dolayı da hesap vermeyecekler mi ki, onların bu işlerini kolaylaştırmak yerine ahiret hayatlarını riske atalım… Hayır, hayır mümin bir hanım bunu asla istemez ve helal olan her işte, sevap olan her eylemde kocasının, oğlunun, babasının, erkek kardeşinin işini kolaylaştırır. Duasıyla, sevgisiyle, merhameti ile onları kucaklar.[17]

Nurcu yazar Muhammed Said Kışlak, yol gösteriyor:

Tesettür kadının eşine olan sadakatine de delil olup dış tacizlerden muhafaza eder. Zira kendini eşine has kılan kadından sadakat yönünden şüphelenilmediği gibi; kadın, örtünmekle beraber düşük kimselerin ithamlarından muhafaza olur.[18]

Hasan Eker, Genç Tefekkür dergisindeki röportajında yol gösteriyor:

Her şeyden önce ‘anne’ olmak bir kadının öz kimliğidir, fıtratın zorunlu kıldığı bir görevdir. Bu görev müslüman bir kadın için müslüman anne şeklinde tecelli eder. Çünkü insan fıtratına aykırı davranamaz, davranırsa sorun üretir, hayatında boşluklar oluşturur… (Kadın), erkeğin hayatının yarısını tamamlayan bir eştir. O, fıtratının gereği bir anne olarak insanlığın mimarıdır. O, yaratılışı gereği zayıf olduğundan modern zihniyette olduğu gibi erkekler tarafından ‘kullanılan’ değil ‘korunması’ gereken bir şahsiyettir.[19]

Ve Mevlüt Özcan, Millî Gazete’deki köşesinden sesleniyor:

Kadın-erkek eşitliği hikâyesi, kadın hakları savunuculuğu yalanı, hürriyet palavraları gibi uydurmalar ve tuzaklar, kadını anonim kullanılmayı kabullenecek kafa yapısını oluşturmuştur. (…)Batı kültüründen esinlenenler kadınların erkeklerle eşitliğini iddia ediyorlar. Bu, bir hayaldir. Gerçekte ve hayatta böyle bir eşitlik yoktur. (…) Muhterem Müslümanlar!’Kadın modern olmalıdır’, diyorlar. Modern kadın Avrupalıya benzeyen kadın demektir. Müslüman kadın Avrupalı kadın gibi olabilir mi hiç?

Zinhar olamaz. Olursa kişiliğini kaybeder, dişiliğini öne çıkarır. Sokaklar böyleleriyle dolup taştı. Dişiliklerini ön plana çıkarıp vücutlarını açmada sınır tanımayan bayanlar tacizden de öte tecavüz ediyorlar insanların beyinlerine. Nereye varacak bu gidişatın sonu.

Kadınlarımızı koruyacağız ve kollayacağız. Allah (c.c.), kadının korunmasından 6 erkeği sorumlu tutuyor! 1- Baba, 2- Koca, 3- Erkek kardeş, 4- Erkek Evlat, 5- Amca, 6- Dayı.[20]

Yetmez mi?

Bu alıntılar, evet, bir yönüyle, Türkiye’de modernist Müslümanlar ile gelenekçiler arasında büyük kısmı kadın bedeni üzerinde yürütülen kıran kırana bir mücadelenin sürdüğüne işaret etmektedir. Ama öte yandan bu tartışmanın, en modernist’in de ilerleyebileceği sınırı çizmekte olduğunu gösterir. Nitekim, İslâmî kesimden kadın hakları savunucusu Yıldız Ramazanoğlu, itiraf ediyor:

Ben Batı’nın verileri ile düşünmek zorunda değilim. Aslında bizim anlayışımıza baktığımızda kadın ve erkek birbirine eşit olamaz.[21]

Ya da,

Kendisini kadın duyarlılığı olan bir İslâmcı şeklinde tanımlayan Sibel Eraslan, feminist etiketi yapıştırılmış çoğu dindar kadının geleneksel bir hayat sürdüğünü söylüyor. ‘Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Hidayet Şefkatli Tuksal, hepimiz çocuklarımıza bakarız, yemeğimizi pişirir, misafirimizi ağırlarız. Buna rağmen, iğnelemelerden kurtulamadık. 38 yaşındayım. Şu ana kadar yaşadıklarım bir hayli yıpratıcıydı.’ Hidayet Şefkatli Tuksal da, Sibel Hanım’ın tarifine uyan bir hayat yaşıyor. Nitekim ‘feminizm’ üzerine görüşlerini belirtirken bir yandan da bebeğini emziriyordu. ‘Dinimize göre kadın çocuğuna süt vermek zorunda değilmiş, ev işi yapmasa da olurmuş,’ şeklindeki gelenekten kopuk yorumları gerçekçi bulmayan Tuksal, ‘Çocuğumu tabii ki ben emzireceğim. Bundan daha büyük keyif olur mu?’ diyor. Kulağına gelen kimi sözleri de tuhaf bulmakla beraber artık ciddiye almıyor. Hiç tanışmadığı hâlde bir kadının şöyle dediğini işitmiş; ‘Bu kadın var ya, bu kadın, kocasına bir bardak su bile vermiyormuş.’ ‘Kocama bir bardak su da veriyorum, yemek de yapıyorum,’ diyor Hidayet Hanım, ‘Kavgaya dayalı bir mücadeleyi tasvip etmiyorum. Aksi takdirde en sevdiklerimle, kocamla, oğlumla ve babamla mücadele etmem gerekecek.’[22]

Ancak günümüz Türkiye İslâm’ında beden politikası nın biçimlenişinde en önemli pay, hiç kuşku yok ki iktidar partisine düşmektedir. Şu hâlde, bu politikaları gelin bizzat modernist Müslümanların siyasal temsilcisi, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP erkânının söz ve icraatından izleyelim: Kadın-erkek eşitliğine inanmadığını açıkça beyan eden, her vesilede çiftlere 3-5 çocuk yapmalarını tavsiye eden başbakanıyla AKP, durmaksızın muhafazakâr parti olduğu iddiasıyla aileyi güçlendirmekten söz ederken, kadının varlığını ancak aile dahilinde tahayyül edebildiğini Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına dönüştürerek kanıtlamış bulunmaktadır. Bu yalnızca simgesel bir hamle değildir; gerçekten de, AKP’nin kadına yönelik bütün icraatları, kadını bir aile varlığı olarak tescil etmeye yönelik gözükmektedir. İktidar partisinin, çalışan kadınların çocuk sayısı oranında erken emekli olmasına dair tasarımı tam da bunu, yani AKP’nin kadının aslî işlevini çocuk doğurmak ve onlara bakmak olarak tanımladığını ve onun istihdam alanındaki varlığını aile içindeki rolüne tabi kılma yolundaki iradesini yansıtmaktadır. KADER’den Avukat Hülya Gülbahar’ın ifadesiyle,

AKP’nin kadınlara yönelik uygulamalarına baktığımızda ev içi rollerinin pekiştirildiğini görüyoruz. Örneğin, kadınlara vergi mevzuatından dolayı bir kolaylık getirildiği zaman evde iş yapan kadınlara, yani asıl olarak evinde çalışıp, ev işi ve çocuk bakımından sonra bir de fabrikalara iş yapan kadınlara getiriliyor. Eğitim konusunda bir devlet yardımı yapılacaksa bu yardım o çocukların velisi ve o çocuklardan sorumlu olarak görülen, evde duran kadınlara yapılıyor, çalışan kadınlara bu anlamda herhangi bir yardım yapılmıyor, örneğin. Aynı şekilde engelli ve hasta ve yaşlı bakımını evde yapan kadınlara birtakım destekler sağlanmaya çalışılıyor.
Görüldüğü gibi AKP’nin ‘kadınlara pozitif ayrımcılık yapıyoruz’ diyerek yaptığı bütün uygulamalar, kadınların ev içi yükünü pekiştirecek, evdeki rollerini destekleyecek uygulamalar.
Asgari ücretle çalışan iki çocuklu bir kadına, her çocuk için iki yıllık hizmet borçlanması hakkı getirildi. Ama 11 bin lira gibi, asgari ücretli bir kadının yanından bile geçemeyeceği bir rakam bu. Dolayısıyla kâğıt üzerinde, çalışan kadını da destekliyoruz demek için, bir propaganda malzemesi yaratılmış oldu. Hayata geçme şansı sıfıra yakın bir düzenleme bu da.

AKP’nin kadınların çalışma yaşamındaki gücünün artırılması, ev ve iş yükünün kadınlarla erkekler arasında ve toplumla paylaştırılması gibi bir politikası yok. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Maliye Bakanlığı bütçe planında açık ve net bir şekilde, misafirhane (kadın sığınakları da bu kapsamda), lojman, kreş açılmayacak; var olanların onarımı dahi yapılmayacak ibaresinin yer alıyor olması. Aynı şekilde işverenlerin -kamu ya da özel sektörde- kreş açma yükümlülükleri ciddi yaptırımlara bağlanacağı yerde, piyasadan hizmet satın alma gibi keyfi ve hiçbir yaptırımı olmayan düzenlemeye çevrilmesi de AKP iktidarının çalışma hayatında kadınların önünü kapatan politikalar izlediğinin tipik bir göstergesi.

Aynı şeyi kadınların siyasi katılımını artırmak üzere pozitif ayrımcılık ve kota tartışmalarında da görüyoruz. Başbakan’ın Dolmabahçe toplantısında söylediği ‘Avrupa Konseyi kararları beni bağlamaz, kota kadına karşı ayrımcılıktır’ sözünde de görüldüğü gibi, diğer birçok partide olduğu gibi AKP’nin de seçimlerde aday olacak kadınları özendirecek, cesaretlendirecek bir politikası yok. Bu konuda yapılan AKP propagandası, ‘TBMM’deki kadın sayısını yüzde 100 artırdık’. Bunda kadınların çok önemli bir rolü var; bu bir. İkincisi yüzde 0,1 yüzde yüz artırınca 0.2 yapıyor. Bu da gerçek hayatta yanılsamadan ibaret bir ilerleme sağlandığını gösteriyor. Türkiye’de 7 yılda bir kadın vali bile atanmamış olmasını da bu konuda temel bir gösterge olarak aklımızda tutmak gerekir.

Zaten ‘kadınlar ve erkekler yaradılıştan farklıdır’ söylemi, başlı başına, bir ülkedeki ya da bütün dünyadaki tüm kadınlara yönelik psikolojik şiddetin bir parçasıdır.[23]

AKP’nin beden politikalarının en somut görünümünü, kürtaj tartışmalarında aldığını söyleyebiliriz. Roboski katliamının gündemin sıcak konusunu oluşturduğu günlerde Başbakan’ın Her kürtaj bir Roboski’dir sözleriyle start alan, kürtajın sınırlandırılmasına yönelik tartışmaların, tecavüz sonucu hamile kalan kadınların da çocuğu doğurması gerektiği, bu çocuklara icap ederse devletin bakacağı (Sağlık Bakanı Recep Akdağ) vecizesiyle taçlandığı hatırlardadır. Tartışma sürecinin sonunda kürtajı güçleştiren bir yasal düzenleme gerçekleştirildi. Ancak bu tartışmaların fiilî sonucu, hekimlerin ve hastanelerin kürtaj yapmaktan kaçınır hâle gelmesi olacaktı.

İktidar partisinin beden politikalarının bir başka önemli ayağını ise, başörtüsü/tesettür oluşturuyor. İktidara geldiğinden bu yana AKP, başörtüsünü (Kur’an hükmü olarak dayatan selefinin tersine) bir insan hakkı ve bir özgürlük sorunu olarak sunageldi. 1981 Anayasası gereği Cumhurbaşkanı’nın atadığı kritik görevler (YÖK Başkanı, Anayasa Mahkemesi üyeleri, Yargıtay vb.) AKP kökenli cumhurbaşkanı tarafından atandıkça, başörtüsü kullanımı, yüksek öğrenim kurumlarında resmen, ortaöğretim kurumlarında ise fiilen serbest kalacaktı. Eğitim sisteminde dinsel müfredatın yoğunlaştırılması bu sürece katkıda bulunurken, 2013 başlarından itibaren kamu personelinin türban kullanmasının serbest bırakılması yönünde sürdürülen ve milyonlarca imzaya ulaşıldığı belirtilen sivil imza kampanyası girişimi, hükümetin demokratikleşme adımları çerçevesinde kamuda çalışanlara başörtüsü düzenlemesi konusunda adımlar atmaya sevk etti.[24]

Vurguladığım gibi, Hükümet sorunu insan hakları, özgürlükler, demokratikleşme çerçevesinde ele aldığının altını çiziyor, sürekli. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise, 2008 Şubat’ında ATV’nin canlı yayınında soruları yanıtlarken ağzından kaçan, Beş yıl başörtüsü konusunda ses çıkarmadık. Hep sabır, sabır dedik. Din İşleri Yüksek Kurulu 1980’de Kur’an-ı Kerim’den bir ayeti alıyor şöyle diyor: Cenab-ı Hak bu ayeti ile celile ile cahiliye devrinin bu âdetini kesinlikle yasaklamış. Müslüman kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir,[25] sözlerini bir daha tekrar etmedi. Tabii konuyu havale ettiği Diyanet İşleri’nin, eski başkanı Ali Bardakoğlu ağzından, Müslüman kadınların başlarını örtmesinin dini bir vecibe olduğu, dini bir gereklilik olduğu ve 14 asırdır Müslüman kadınların başlarını dini vecibe olduğuna inandıkları için örtmekte olduklarını ve genel resmin bu olduğu[26] yolundaki fetvasını saymazsak…

AKP’nin, başörtüsünü bir insan hakkı ve bir özgürlük sorunu olarak sunageldiğini belirtmiştim. Sanırım şimdi bu cümleyi şöyle tavzih etmenin zamanı geldi; türban, kadrolarının hemen tümü tesettürün Kur’an buyruğu olduğuna ve Müslüman kadınların örtünmeleri gereğine inanan bir iktidar partisi tarafından bir insan hakkı ve bir özgürlük sorunu olarak sunulagelmektedir. Bu durumda, bu ülkede kadınların, iktidara yakın bir toplumsal iklim tarafından, örtünmeye zorlanmıyorlarsa bile, teşvik edilmekte olduğu, bir sır değildir…

 

AKP’NİN EMEK POLİTİKALARI

 

Mevcut iktidar, Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 16. ekonomisi konumuna getirmekle sık sık övünür. Söylemediği ise, bunu emekçilerin, özellikle de emekçilerin en kırılgan kesimini oluşturan kadınların (ve de Kürtlerin) aşırı sömürüsü sayesinde gerçekleştiğidir.

Bu durum, özellikle AKP ile yükselişe geçen yeni burjuvazinin sermaye birikimi konusunda özgül görünümler almaktadır. Çünkü bu burjuvazi, yukarıda da belirtildiği üzere, sınıf mücadeleleri pratiği içerisinde biçimlenmiş, formel-sınıfsal ilişkilere yaslanan Marmara burjuvazisinin tersine, emek gereksinimini cemaat/tarikat/yerelcilik ilişkileri aracılığıyla temine, merdivenaltı/ter atölyesi/kayıtdışı/taşeron istihdama, işçileri ile (zekat, kurban eti, hayır işleri vb.) sadaka ilişkileri üzerinden ilişkilenmeye alışkındır. Müslüman iktisatları, patronla işçi arasındaki ilişkiyi din kardeşliği temelinde tanımlayan, patronu işçinin ücretini geciktirmemek ve onu kayırmak, işçiyi ise patronu bir baba kabul edip ona sürekli bir minnettarlıkla bağlanmakla yükümleyen bir anlayışı biçimlendirmektedir.[27] Nurettin Aldemir’in dökümünden[28] yorumsuz aktarmak gerekirse,

 

1. İşçi İşveren İlişkileri Anlayışı

 

İşçinin kendi kapasitesine göre elinden geldiği nispette dürüst olarak çalışması görevidir. İnançlı bir Müslüman işçi, emeğini kiralayabileceği bir işyeri bulmuş olmasını ilahi bir lütuf olarak kabul etmelidir.’ (Hamza Aktan)

 ‘Bir işçinin, ücretine tam hak kazanabilmesi için gösterilen işi de tam yerine getirmesi gerekir. Bir işçiye muhakkak ki toplam gelire yapacağı katkıya göre bir ücret ödenir. Hiçbir kimse ve hiçbir müessese işçisine, sağladığı gelire eş bir ücret ödeyemez.’ (Celal Yeniçeri)

 ‘İslâmiyette karşılıklı hukuka riayet esastır. İşçi işverenin kolu kanadı, işveren işçinin hamisidir.’ (Hüseyin Kaleşi)

 ‘Ücretlerin tespit ve ayarlanmasında sürekli işçiyi korumak gibi yanlış bir eğilim yerine her zaman tarafların ikisinin de hukukunu korumak veya karşılıklı istekleri makul bir dengede tutmak daha adil bir çözümdür.’ (Ali Bardakoğlu)

 ‘İşi olduğu müddetçe devamlı çalışacaktır. Kaytarma işi yavaşlatma, kendi işi veya başkalarının işi ile meşgul olma gibi davranışlar caiz değildir. Bu sebeple işveren aleyhine kaybolan saatlerin ücretine hak kazanamaz. Mesai içinde çalışmadığı, kaytardığı zamanların ücreti işçiye helal olmaz; çünkü anlaşma şartlarına riayet Allah emridir. Allah emrine riayetsizlik ise hiyanettir.’ (Abdulvehhab Öztürk)

 ‘İşçi kardeşlerimize de mühim işler düşmektedir… onlar da meşru ve kanuni haklarına razı olacak şekilde fazla ücret istemeyecek, anlaşma gereğince çalışmasını tam ve mükemmel bir şekilde yapacaklardır. İşverenin malına, kazancına göz dikmeyecek, makinasına, alet ve edevatına hiyanet etmeyecektir. Komünizmin uşaklığını yapanların propagandalarına kulak vermeyecek, işverenleri kardeş bilip seveceklerdir.’ (Cemalettin Kaplan)

 

2. Emek ve Sermayeye Anlayışı

 

Allah Malik-i mutlaktır. Her şey onundur. Mal ve mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İstediğine verir, istemediğine vermez. İstediğine bol, istediğine kıt verir, istediği zaman çeker alır. Bu itibarla mal-mülk, servet zenginin elinde emanettir. Mal sahibi elindeki malın adeta veznedarıdır. Gelir ve giderinden sorumludur; günün birinde hesabı kendisinden sorulacaktır.’ (Cemalettin Kaplan)

 ‘Sermayeden zekat alınmıyor, üretime yönelik sermayeden zekat alınmıyor. İslâm’ın mükemmelliğine bakın ki, yıllar, asırlar sonra, ancak bugün Batı sistemleri yatırım indirimi, yatırım teşviki adı altında İslâm’ın bu uygulamasına yaklaşabiliyorlar. Evet her şeyden zekat alınıyor ama sermayeden zekat alınmıyor. Demek ki üretime teşvik var, sermaye birikimine teşvik var.’ (İlhan Uludağ)

 ‘İşveren bir amme hizmeti yapmakta, toplumun bir ihtiyacını karşılayarak farz-ı kifaye olan bir vazifeyi onlar namına yüklenmektedir. İşçilerin ve diğer vatandaşların işverene bu gözle bakmaları İslâm gereğidir.’ (Hayreddin Karaman)

 ‘Sermaye ile emek, birbirinin iki ayrılmaz dostudurlar. Bu dostluğun bozulması toplum huzurunun ortadan kalkmasına yol açar.’ (Celal Yeniçeri)

 

3. Sendikal Haklar Anlayışı

 

İslâm devletinde hak aramak, adalet sağlamak için teşekküller kurmaya gerek yoktur. Eğer devlet vazifesini yapmıyorsa -veya devlete yardımcı olmak üzere- işçi ve esnaf teşekkülleri kurulabilir; ancak bu teşekküller politikanın aleti olamaz, gayelerinin dışına çıkamazlar. (Hayrettin Karaman)

 ‘İşçinin grevle, işini atıl bırakmaya hakkı olamaz. Zira bunda, kendisine emanet edilen iş sahibinin mallarına zarar vardır. Gerçekte grev, akit şartlarını değiştirmek için başvurulan gayri meşru bir vasıtadır… Grevin devlete ve iktisadiyatına verdiği kötü neticeler gizli değildir.’ (Suriyeli yazar Muhammed Fehr Şakfa)

Görüldüğü üzere, yükselen İslâmî burjuvazinin temel rasyonellerinden birini, İslâm kardeşliği söylemine dayalı[29] korporatist,[30] bir anlayış çerçevesinde emeğin aşırı sömürüsüne dayalı bir birikim ethos’u oluşturmaktadır.[31] Bir başka deyişle, Müslüman burjuvazi, muhafazakârlık, dinsel değerleri iktisadî sermayesine dahil edecek tarzda temellük etmiştir.

Bu arada, bu ethosun ezilen kardeş, (Müslüman) emekçi(ler) cephesinden nasıl gözüktüğüne bir göz atmak ilginç olabilir. Müslüman emekçiler bu konuda ikircimli gözükmektedir. İşte sanal ortama yansıyan kimi tepkiler:[32]

- Diyelim ki ben bir iş adamıyım. Elhamdülillah Müslümanım da. Fabrikamda çalıştırılmak üzere işçi arıyorum. Sizce kaç kişi başvurur? Binlerce kişi. Neden? İşsizlik var. Ve insanlar bana iş verdiğim için minnettar bile olurlar.

Sapla samanı karıştırmamak lazım. Namaz ayrıdır, işçinin hakkı ayrıdır. Ne demek boşuna namaz kılıyor? O zaman işlediğimiz günahlar yüzünden hiç sevap kazanamayalım. Var mı öyle adalet?

Asgari ücret yeterli olmayabilir, doğru. İnsanlar bu ücretle geçinemeyebilir , doğru. Ben de asgari ücretle geçinemem, o da doğru. Ama ülkemizin ekonomik durumunu da göz ardı etmemek gerek. Asgari ücretli işe muhtaç kaç milyon insanımız olduğunu da unutmamak gerek. Namazı da öyle her şeye alet etmemek ve ucuza harcamamak gerek. (Yusuf Esengül, 24 Şubat 2010)

-Dini hususları, sadece İslâm değil diğer dinlerde dahil buna bu tip şeylere saçma sapan sorularla dahil etmeyin. Kalpleri Allah bilir. Bu arada ben işveren değil ücretli çalışanım ve 3 yıldır bende zam alamıyorum. (İsmail Çelik, 30 Aralık 2010)

- İşçisini günde 12 saat ayda 312 saate köle gibi asgari ücrete çalıştırıp, onlara durumumuz çok kötü elimden ancak bu kadarı geliyor deyip, eşi ve çocukları için, işçilerinden esirgediği paranın 2 katını harcıyorsa, o kişi kul hakkına girdiği için, allah katında o kişinin kıldığı namaz namazlar kabul edilmez, o kişi boş yere namaz kılarak ancak kendini kandırmış olur. (Davit Behar, 24 Şubat 2010)

- Tabii ki herkesin inancı kendinedir. Ama müslümanım diye geçinip işçisini köle gibi çalıştıran ama çocuğuna jipler alan ailesiyle birlikte hoyratça para harcayan işverenlerin müslümanlığı tabii ki de sorgulanır. (Osmanoğlu, 24 Şubat 2010) [33]

- Sayın İşveren Bey (…) Çevik Bir karanlık taraftan da, başörtülüyü üç kuruşa çalıştıran hatta hiç iş vermeyen mütedeyyin abim sen çok mu temizsin?[34]

Kabul etmek gerekir ki bu özgül sermaye birikimi tarzında kadınlar, önemli bir girdiyi oluşturmaktadır. Yaşamları dinsel referanslı bir muhafazakârlıkla biçimlenen kadınlar, esas konumlarını aile içerisine yerleştirip kendi çalışmalarını ikincil olarak gördükleri ölçüde, en düşük ücretlere, en olumsuz çalışma koşullarına, en güvencesiz işlere razı olacaklardır. Nitekim veriler de bu önermeyi doğrulamakta. Örneğin Türkiye’de kadınların kentlerde yüzde  25’i, kırsalda ise yüzde  38’i işgücüne katılmaktadır. Çalışan kadınların yüzde  58’i ise, tamamına yakını (yüzde  94.6) kayıtdışı olmak üzere, ücretsiz aile işçisi konumundadır.

Türkiye’de toplam kayıtdışı çalışanların yüzde  73’ünü ise kadınlar oluşturmaktadır.

Kadın emekçilerin en düşük ücretli ve güvencesiz işlerde istihdam edildiği, kriz durumlarındaysa ilk kapı önüne konulan kesimi oluşturduğu, biliniyor. Örneğin son bir yıl içerisinde işini yitiren her yüz kişinin 91’i kadın.

AKP son yıllarda kadın istihdamını arttırmakla övünüyor. Ama bunu yaparken önemli bir gerçeği gizliyor. KESK’in araştırmasına göre okur-yazar olup da herhangi bir okulu bitirmemiş kadınlar arasında çalışanların sayısı 2000 yılında 24 bin iken, bu sayı 2011’de 159 bine yükseldi.[35] Oysa aynı süre içerisinde yükseköğrenim görmüş kadınlar arasında işsizlik hızla artmaktaydı: Türkiye’de son bir yılda işten atılanların yarıdan fazlasını üniversite mezunu kadınlar oluşturuyordu.[36]

Bir başka deyişle, AKP iktidarında kadın istihdam politikaları, ucuz ve vasıfsız kadın emeğinden bol bol yararlanırken, vasıflı emeği eve yönlendirmektedir. Üst pozisyonlardaki kadın mevcudiyetine bir göz atmak dahi, iktidarın kadınları toplumsal yaşama katmak gibi bir gündemi olmadığını gösterecektir. 2012 yılında:

- Hükümetteki 26 bakandan 1’i,

- 2924 belediye başkanının sadece 26’sı,

- 34 210 muhtardan 65’i,

- 81 valinin 1’i,

- 450 vali yardımcısının 10’u,

- 103 rektörden 5’i,

- 185 büyükelçiden 21’i kadın iken,

- 26 müsteşar arasında

-ve 261 bölge müdürü arasında hiç kadın yok,

- BDDK, Yargıtay, Sayıştay başkanlıklarında hiç kadın yoktur.

Kadın kamu görevlilerinin oranı ise hâkim ve savcılarda yüzde 24, müfettişlerde yüzde 7, din görevlilerinde yüzde 5, teknik personelde yüzde 26, bilgi işlemde yüzde 37, şeflerde yüzde 38 oranlarında seyretmektedir.

-Kamuda genel müdürlük makamının 156’sında erkekler, 9’unda kadınlar oturuyor.[37]

Yani, kadın istihdamının artması, iktidarın kadınların yaşama katılması gibi bir niyetinden çok, kadınların ucuz, vasıfsız ve uysal/örgütsüz emek deposu olarak görülmesiyle bağlantılıdır.

Bir başka deyişle, vasıfsız genç kadınlar işe alınıp, günde 12-14 saat öldüresiye çalıştırılmaktadır. Onlar da ev bütçesine katkıda bulunuyoruz, çeyiz hazırlıyoruz diye seslerini çıkartmazlar.

Buna karşılık, yirmili yaşlarını geride bırakmış, eğitimli, dolayısıyla da talepkârlık düzeyi yüksek kadınları (kalifye erkek emeğine yol açmak, pozisyonlu işleri erkeklere yöneltmek amacıyla) eve yönlendirilmektedir.

Hatırlanacağı üzere, AKP iktidarı, bu durumun yasal kılıfını oluşturmak amacıyla, kadın istihdamıyla aile yaşamını uyumlu kılmak üzere özellikle kadın emekçilere yönelik bir esnek üretim düzenlemesi üzerinde çalıştığını açıkladı. Bir başka deyişle hükümet, öncelikle kadınlar için, yevmiye temelinde değil, çalışılan saatler temelinde ödeme yapılan süreksiz işleri öngörmektedir. Böylesi bir tasarının yasalaşmasıyla birlikte, kadın istihdamını, hak algısından çıkartarak arızî bir duruma çeviren dönüşüm süreci tamamlanacaktır.

Tüm bunların arkaplanında ise şu tablo yatar:

Türkiye’de 27 milyon dolayındaki 15 yaş üstü kadın nüfusun 11.9 milyonu, ev kadını olarak tanımlamaktadır. Çalışıyor gözüken kadınların 3 milyon kadarı ise kırsal kesimde, yani esas itibariyle ücretsiz aile emekçisi olarak istihdam edilmektedir. Bu, ana gövde itibariyle 15 milyon dolayında kadının bağımsız bir gelirden yoksun olarak, koca/baba eline bakmakta olduğunu gösterir. İşsiz, iş bulmaktan umudunu yitirmiş, hasta, engelli vb. statüler de bu sayıya eklendiğinde, Türkiye’de yaşayan kadınların üçte ikiye yakınının iki ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak bağımsız bir gelir kaynağından yoksun olduğu çıkmaktadır ortaya.

İşin daha da vahimi, 15 yaş üstü toplam kadın nüfusunun 20 milyon kadarı, ilköğretim ve altı bir eğitimle yetinmektedir; bir başka deyişle, bağımsız bir yaşama olanak sağlayacak bir iş bulma şansından yoksundur. Bir başka deyişle Türkiye’de tüm kadınların yüzde 77’si, ilköğretim ya da altı bir öğrenimle idare etmektedir. Yani, Türkiye’de kadınların yüzde 77’si, çalışmak istese de, tarım-dışında, vasıflı bir iş bulma şansına sahip değildir. Bu, çalışmak zorunda olan kadınların en düşük ücretli, en olumsuz koşullara sahip işlere razı olmasını zorunlu kılan bir veridir. Türkiye kadınlarının kentlerde/kent varoşlarında yaşayan ana gövdesi, ev kadınlığı ile ayak işleri arasında tercih yapmakla karşı karşıyadır - tabii ayak işlerini bulabilirse…

Şunu da vurgulamak gerek:

Hangi versiyonunda olursa olsun, kapitalizmde kadının işlevi üretimle sınırlı değildir. O aynı zamanda bir yeniden-üretim ajanıdır: tıpkı kapitalizmi önceleyen üretim tarzlarında olduğu gibi.

Yani bir domestik alan varlığı olarak hanenin sürdürücüsüdür: Geleceğin işgücü olan çocukları doğurur, büyütür, ertesi gün gerekecek olan işgücünün yeniden üretilmesi için gereken işlevleri hane içinde yerinde getirir: yemek hazırlar, temizlik yapar, çamaşır-bulaşıkları yıkar, ütü yapar, su taşır, vb. vb.

Ve piyasadan karşılanmaları durumunda oldukça yüksek maliyet gerektirecek tüm bu işleri ücretsiz olarak yapar. (1995 yılında tüm dünyada kadınların bedelsiz olarak gerçekleştirdikleri işlerin karşılığı 11 trilyon dolar olarak saptanmıştı. Bu, yeryüzünde o yıl üretilen tüm değerlerin parasal karşılığının yarısına denk düşüyordu.)

Dolayısıyla kadınların çalışmasına soğuk bakan muhafazakâr/İslâmî ideoloji, kadın emeğini ikincilleştirerek ucuzlatırken, aynı zamanda, onun yeniden üretim sürecinde etkinleştirilerek üretim maliyetlerini düşürmesinde de etkili olmaktadır.

Ve nihayet, sendikalar vb. formel dayanışma örgütlerini etkisizleştirirken, onların yerine aile, cemaat, etnisite vb. primordial bağlılıkları ikame etmekle, emeğin talepkârlık düzeyini düşürmektedir.

Vurgulamaya gerek var mı, bunların hiçbiri, küresel neo-liberal iktisadî yönelimden bağımsız değildir. Neo-liberalizmin dünyanın her yerinde aile, çalışma etiği, din, yasa ve düzen gibi değerleri savunan (yeni-)muhafazakârlıkı va’zetmesi rastlantı değildir. Neo-liberal yükselişe eşlik eden aileye dönüş, antifeminizm, ahlâkî değerler, kürtaj karşıtlığı vb. söylemleri, öncelikle kadını eve dönmeye çağırarak, emeğini değersizleştirip ucuzlatmaya, onun özellikle pozisyonlu işlerde erkeklerle rekabetini engellemeye yönelik gözükmektedir. Örneğin muhafazakâr siyaset bilimci Paul Gootfried şöyle diyor:

Allan Carlson ve F. Carolyn Graglia gibi ciddi muhafazakâr bilim insanları kadınların öncelikle anne olmaktan, öztanımlı profesyoneller olmaya yönelen değişiminin, ailenin başına musallat olmayı sürdüren toplumsal bir felaket olduğunu savunmaktalar. Batılı Hıristiyan soyluluğunun nihaî durağı olmak bir yana, kadınların ticaret ve politikaya doğru hareketi bunun tam tersine yönelmiş gözükmektedir: artan ölçüde kopuklaşan bireylerin toplumsal kaosa doğru inişi[38]

Bir başka deyişle, muhafazakârlık pek yerli malı bir mamûl gibi gözükmemektedir. Özal neo-liberalizmiyle serpilip gelişmeye başlayan ve yabancı sermayeyle sıkı-fıkı ilişkiler geliştiren İslâmcı burjuvazi, kültürel değerleriyle rezonans içerisindeki bu küresel yönelişin, sınıfsal çıkarlarıyla çakıştığını sezinlemekte gecikmemiş ve onu (küresel bir trend olarak, dolayısıyla daha bir şevkle) temellük etmiştir.

 

PEKİ YA İSLÂM FEMİNİZMİ?

 

Yukarıda da değinmiştim; bugün Türkiye siyasal İslâmı’nda modernist olarak nitelenen, (ve kısmen Diyanet içerisinde de etkin olduğu gözlemlenen), daha kadıncı bir eğilim de mevcuttur. Bu eğilimi, İslâm toplumlarını sarmalayan ataerkil gelenekler nedeniyle İslâm tarihi boyunca düşük bir pozisyonda tutulan kadınlara bir çeşit iade-i itibar girişimidir.

1960’lı yıllarda Batı ülkelerinde baş gösteren Feminist teoloji çalışmalarından esinlenerek İslâmî öğreti ve pratikleri, özellikle de hadis literatürünü ataerkil söylemlerden arındırma, Kur’an’ın kadın-erkek eşitliğine dayandığını öne sürdüğü özünü açığa çıkartma girişimleriyle karakterize olan bu hareket, Virginia Commonwealth Üniversitesi’nden Amina Wadud, Hamburg Initiative for Islamic Studies’den Halima Krausen, Pesantren ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi’nden Endonezyalı Lily Zakiyah Munir, Pakistan kökenli olup ABD’de yaşayan Riffat Hassan, Londra’da yaşayan İran kökenli Ziba Mir-Hosseini, Feminism in Islam başlıklı kitabın yazarı Mısırlı Hıristiyan feminist Margot Bardan gibi kuramcıların çalışmalarıyla biçimlenmektedir.[39]

Bu eğilim, Türkiye’deki İslâmi hareketi içerisinde, bugün her ikisi de AKP tarafından ihata edilmiş iki tarafça, (farklı saiklerle ve seçmeli olarak) alımlanmışa benzemektedir:

1) Kendilerine modern muhafazakârlar olarak tanımlayan yeni İslâmî burjuvazinin entelektüelleri;[40]

2) İslâmî harekete 1970’li yıllarda radikal İslâmcı hareketlerin (özellikle İran) etkisiyle dahil olan, ve özellikle başörtüsü mücadelesiyle İslâmcı hareket içerisinde kendilerine bir yer edinen yüksek ölçüde politize hattın günümüzdeki sürdürücüleri.

İşin ilginç yanı, birbirlerinden pek haz etmeseler de gelenekçiler karşısında kadının konumuna ilişkin söylemlerde yan yana durmaya gayret eden bu iki kesim de, gelenekçilerin kendilerine sakınımsız ve sık sık yönelttiği feminist damgası karşısında bir hayli ürkek davranmaktadır. Birinci kesimin korkusunda, feminizmi bir lezbiyen projesi, bir ahlâksızlık gösterisi vb. olarak gören eril-merkezli yaklaşımlar etkiliyken, ikinci grup, onu Batı-merkezci ılımlı İslâm projesinin bir unsuru olarak görmekle, İslâm feministi damgasından uzak durmaya çalışmaktadır:

Mazisi 1980’lerin sonlarına dayansa da yeni yeni gündemi meşgul eden bir kavram daha var ki, evlerden ırak; ‘feminizm’ kelimesi bile onun yanında pek bir masum duruyor: İslâmî feminizm… Görüşlerine başvurduğumuz kadınlar ‘Bu bir proje’ diyorlar. Bu terkip, ‘dışarıdan’ gelen ve arkasında ‘ılımlı İslâm’ı gizleyen stratejik bir boyut taşıyor. Onlara göre, ‘ilk cuma namazı kıldıran kadın’ unvanına sahip Amine Wadud da bu projenin bir parçası. (…)

Kendisini kadın konularıyla sınırlamasa da uzun süredir kadınla alâkâlı düşünen ve yazan Nazife Şişman, her tanımlamanın bir sınırlama getirdiğinden hareketle, önemli bir noktaya dikkat çekiyor: ‘Tanımlamanın kim tarafından ve ne maksatla yapıldığını gözden kaçırmamalı. İslâmî feminizm terkibinin stratejik bir boyutu var. İslâm’ın ‘yumuşak karnı’ olarak nitelenen ‘kadın’ kanalından girerek uyumlu İslâm üretmeyle bağlantısı var. İşte bu sebeple Soros ve pek çok Amerikan vakfı ‘Müslüman kadın’ konulu projelere büyük bütçe ayırıyor.’

İslâmî feminizm kavramıyla birlikte yürüyen tartışma konularından biri de ‘Kur’an-ı Kerim’in ‘kadın bakış açısıyla’ okunması.’ Amine Wadud’un 1992 yılında bu amaçla hazırladığı ‘Kur’an ve Kadın’ kitabını Türkçe’ye çeviren Nazife Şişman, o yıllarda ‘temkinle’ yaklaştığı ‘yeniden yorumlama’ mevzuunu bugün ‘tehlikeli’ addediyor; ‘Müslüman kadınların özgürleşmesi için ‘kadın bakış açısı’ndan bir İslâmî yoruma ihtiyaç olduğu iddiası çok yaygın. Bu hem İslâmî ilimlerin metodolojisi açısından sorunlu, çünkü içtihadın sıhhatine yeni bir şart eklemiş oluyor, hem de Müslümanların küresel kültüre hâkim olan birtakım değerlerle çatışma yaşadıklarında, ‘peçe’nin ‘pençe’ye teslim olması gerektiğini, yani hâkim kültüre uygun yeni bir İslâm anlayışı ‘üretmek’ gerektiğini ihsas ettiriyor.’ Şişman’a göre, başı açık namaz tartışmalarının arka planında da küresel cinsiyet kültürüyle uyumlu bir İslâm anlayışı üretme politikasının etkisi var. Son kitabı ‘Küreselleşmenin Pençesi, İslâm’ın Peçesi’nde de ‘İslâm’ın yeniden yorumlanması’nı sorgulayan Şişman, ‘Bu görüş hem bir dayatmanın sonucu hem de İslâm dünyasının temel dayanağı olan dinî zemini tahrip etme girişimi’ diyor.

Avukat Sibel Eraslan’a göre de (…) (kadın hareketliliğinde) Şemsiye İslâm’dır ve bu bakış açısıyla ne Cihan Aktaş’ın ne de Mualla Gülnaz’ın amacı salt bir kadın hareketi oluşturmaktır. Her ikisi de İslâmî kimliğin içinde söz söyleyen kadınlardır. Böylesine hassas bir ayrım, Sibel Eraslan’ı ‘İslâmî feminizm’ terkibini kullanmaktan da menediyor. ‘İslâm kelimesiyle feminizm kelimesi birbiriyle çatışır. diyen Eraslan, bu tanımla, kadın bedeni üzerinden yürütülen üçüncü dünya ülkelerini modernleştirme çabası arasında bir ilinti kuruyor; Afganistan ‘burka’, Kuzey Afrika ‘hayk’, Irak ‘hicab’, İran ‘çador’ ve Türkiye ‘türban’dan vazgeçmeden özgürleşme süreci tamamlanmış sayılmayacak. (…)

Haftalık dergilerden biri, ‘İslâmî feminizm’in öncülerinden diye gösteriyor Hidayet Şefkatli Tuksal’ı. Ancak o, ‘İslâmî feminizm yeni bir kavram değil. Bu akımı başlatan da ben değilim. Ben dindar bir insanım.’ diyor ve kendisini ‘kadın hakları savunucusu’ şeklinde tanımlıyor. ‘(…)

‘İslâmcı feminist’ kavramının ‘ithal’ olduğuna inananlardan biri de Yıldız Ramazanoğlu. Edebiyatçı kimliğiyle kadın hakları savunuculuğunu yan yana yürüten Ramazanoğlu, ‘Türkiye’de kendisini İslâmcı feminist olarak tanımlayan kimse yok.’ diyor ve kavramın yaygınlaşmasında medyanın rolü olduğuna inanıyor; ‘Akşam Gazetesi’nde bir haber yayımlandı. Almanya’da çok sayıda tesettürlü kadının üniversite okuduğuna ve belediye seçimlerine katıldığına dair bir haberdi. Kadınlar, asla feminist olmadıklarını ve İslâmiyet’in ilimle iştigal etmeyi teşvik ettiğini söylüyorlardı; fakat haberin başlığı Avrupa’da İslâmcı Feministler’ idi.’ Yıldız Hanım da Amine Wadud’un eylemlerine kuşkuyla bakıyor. Ona göre Wadud, ümmetin maslahatından uzaklaşıyor ve yapıp ettikleriyle ‘kullanıldığı’ hissini uyandırıyor.

Bu arada, bir endişesini dile getiriyor Ramazanoğlu; Şimdi, daha tehlikeli bir yoldayız. Batılı propagandalara alet oluyorsunuz suçlamasına hedef olmamak için artık sorunları hiç dile getirememe riski var. Ortada sadece işgalcilerin destekçisi Müslüman kadınların yanlış ve haince çabaları kalacak. Endişem bu.[41]

Bu kuşkular, Müslüman kadının konumu konusunda sorunlu Türkiyeli İslâmcı kadınları, ilki Ekim 2005, ikincisi ise Kasım 2006 tarihlerinde Barselona’da düzenlenen Uluslar arası İslâmcı Feminizm Kongreleri’ne katılmaktan alakoyacaktır.[42]

* * *

Şu hâlde (İslâmcı) feminist damgasının günümüzde Türkiye İslâmı dahilinde söylem üreten üç kesim arasındaki hassas dengelerde belirleyici bir anlam yüklendiğini söylemek mümkündür. Modern muhafazakârlar için feminizm, giderek tadına vardıkları albenili yaşam tarzını gereksiz tartışmalara açacak fuzulî bir yük; eski radikaller açısından Batı’nın İslâm’ı ılımlandırarak Büyük Ortadoğu Projesi’ne araçsal kılma projelerinin bir parçasıdır. Genellikle AKP dışında konumlanan gelenekçiler için ise, doğrudan İslâmî değerlere yönelik bir saldırı teşkil etmektedir.[43]

Ancak ilginç olan, birbiriyle kâh alttan alta, kâh açık cephe bir mücadele içerisinde olan bu üç kesimin kadın emeğinin sömürüsü söz konusu olduğunda, derin bir sessizliğe gömülmeleri…

Evet, bugün Türkiye’nin her eğilimden İslâmcıları kadının konumunu tartışıyor: feminizm iyi midir, kötü müdür, kadın evde mi oturmalı, çalışmalı mı, ne koşullarda çalışmalı, nasıl giyinmeli, camiye gitmeli mi, erkeklerle karışmalı mı, imamlık yapabilir mi, spor yapabilir mi, makyaj yapabilir mi, tiyatroya, sinemaya gitmesi, geceleri sokakta dolaşması caiz midir, çocuk yaşta evlenmeli mi, reçel yapabilmeli mi[44]… Bir başka deyişle, İslâmcı beden politikaları tartışmadadır…

Üzerinde ortak, anlaşmalı ve ısrarlı bir suskunluğun sürdürüldüğü tek konu ise, AKP iktidarıyla birlikte belirginlik kazanan, kadınların giderek daha düşük ücretli ve kalifye-olmayan, geçici işlerde yoğunlaşmasının getirdiği, kadın yoksullaşması… Yani AKP İslâm’ının emek politikaları…

Oysa bugünün, kadını bedenleştirerek emeğini ucuzlatan Türk(iye) İslâm’ında kadın olmanın koşullarını belirleyen durum, budur!

 

5 Nisan 2013 13:54:51, Ankara.

 

N O T L A R

[1] “Din: Teorisi/ Pratiği, Dünü, Bugünü” (6 ve 13 Nisan 2013) Sempozyumu’nun İstanbul’daki (13 Nisan 2013) “Türkiye’de İslâm: Dünü, Bugünü” oturumuna sunulan tebliğ… Din: Teorisi/ Pratiği, Dünü, Bugünü- Sempozyum Tebliğleri, Editör: Sibel Özbudun - Mahmut Konuk, Ütopya Yay., 2013… içinde…

[2] Mehmet Ercan, Aforizmalar VII, http://www.insanokur.org/?p=46701.

[3] Yılmaz Esmer, Türkiye Değerler Atlası, http://www.bahcesehir.edu.tr/files/files/ ATLAS%20 SUNUM%202_10_2012%20(2).pdf

[4] Hakan Yılmaz, Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din, Ekim 2012, http://www.aciktoplumvakfi.org.tr/pdf/muhafazakârlik/04.pdf

[5] Diyanet-Sen genel başkanı Mehmet Bayraktutar. “Genel Başkan Mehmet Bayraktutar Doğru Haber’e konuştu: Kadın Çalışma Hayatında olmalı mı?”  8.2.2013, http://www.diyanet-sen.org.tr/detay.php?id=886&cid=52

[6] “İslâm’da Kadın”, http://www.mudanyamuftulugu.gov.tr/index.php?modul=kose&id=365

[7] Ali Bulaç, “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok!”, Zaman, 15 Ocak 2013.

[8] Tülay Şubatlı, “Ali Bulaç’tan Şok Sözler! ‘Kadın Çalıştığı İçin, Erkek Cinayete İtiliyor’…” http://www.haberturk.com/polemik/ haber/811529-ali-bulactan-sok-sozler

[9] “(…) AKP, palazlandırdığı ve kendi İslâmileşme projesine altyapı hazırlayıcısı sermaye grupları ile yoluna devam ediyor ve AKP sonrası oluşumda da devam edecek.

Bunların bir kısmı, Fethullah Gülen cemaatinden, kısa adı TUSKON olan bir konfederal yapı içinde, yerel ve merkezi yönetimin tüm imkânlarını, ihalelerini, özelleştirme nimetlerini semirerek palazlandırılan bir grup, diğeri kısa adı MÜSİAD olan ikinci bir sermaye grubunun örgütü.

Özellikleri, neo-liberalizme inanıyorlar, küreselleşmeciler, piyasacılar, özelleştirmeciler, ama sermaye birikimini ve yayılmayı, İslâmlaşma projesi amacına hizmet edecek araç olarak görüyorlar. Bu anlamda asli amaçları sermaye birikimi olan TÜSİAD’cılardan ve çevresinde oluşan Türkonfed isimli konfederal yapıdan farklılaşıyorlar.

İslâmi sermaye, sermaye ihraçlarını, ılımlı İslâmın coğrafyası olarak tarif ettiği Avrasya’ya, Afrika’ya kadar ulaştırıyor, oralarda Fethullah Gülen okullarının misyonerliğinde açılan yoldan ilerleyerek, sermaye bütünleşmelerine gidiyor, ılımlı İslâm modelini oralarda da yeşertiyor ve oralardan da besleniyorlar.

AKP, organik ilişki içinde olduğu TUSKON, MÜSİAD gibi sermaye örgütlenmelerine ikinci halka olarak, cemaat ilişkisi olmasa da dönemin nimetlerinden yararlanmak için kendisine yanaşan sermaye gruplarını da eklemeyi denedi, deniyor.
Bunun için de havuç ve sopa ikilisini kullanıyor. Elindeki belediye ihalelerinden TOKİ inşaatlarına, enerji lisanslarına, özelleştirme projelerinden muhtelif teşvik araçlarına kadar kullanabileceği araçları yerine göre sopa, yerine göre havuç olarak kullanarak “tarihsel blok”u içine bu omurgasız sermayedarları da katmaya çalışıyor ve yer yer başarıya ulaşmış durumda da.

TÜSİAD çatısı altında olup bir yandan AKP’yi eleştiriyormuş gibi davranan ama alttan alta AKP ile dayanışan, kontrolündeki medyayı AKP için de kullandıran birçok ikili oynayan sermayedarın varlığı sır değil. (…)

AKP bloğu ise, cemaat ve tarikat ilişkiler çekirdekte olmak üzere çok farklı sınıf ve tabakaları kapsamaktadır. Bu blok, yukarıdan aşağıya kendi organik sermayedarlarını oluştururken iktidarın nimetleriyle çerçeveyi genişletmeyi, palazlanmayı artırmaktadır ama asli büyük sermaye grubu TÜSİAD’ı kendi çekim alanına henüz alamamıştır.” (Mustafa Sönmez, “Türkiye’de Kutuplaşma, Sermaye Sınıfı ve TÜSİAD”, Bianet, 12.06, 2008, http://bianet.org/bianet/siyaset/107594-turkiye-de-kutuplasma-sermaye-sinifi-ve-tusiad.)

[10] “Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: ‘Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.’ (A’raf, 189) (Elmalılı meali)

[11] “(…) Erkeklerin meşru’ suretde kadınlar üzerindeki (hakları) gibi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye mâlikdirler. Allah mutlak gaalibdir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara 228), (H. Basri Çantay meali); “Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre Allah birini diğerinden üstün yaratmış bir de erler mallarından infak etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar, Allah kenidlerini sakladığı cihetle kendileri de gaybı muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ kendilerine nasıhat edin, sonra yattıkları yerde mehcur bırakın, yine dinlemezlerse döğün, dinledikleri hâlde incitmeye behane aramayın, çünkü Allah çok yüksek, çok büyük bulunuyor” (Nisa, 34) (Elmalılı meali)

[12] “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah’ın hükmüne dönün.” (Nûr, 31) (Diyanet İşleri); “ Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu, onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.” (Ahzab, 59) (Diyanet İşleri).

[13] İleride de ele alacağımız üzere, günümüzde başta Diyanet İşleri olmak üzere “modernist” İslâmî çevrelerde, kadını aşağıladığı varsayılan kimi hadisleri “sahih” saymama, onları dönemin geleneklerinin etkisi altında ataerkil söylemler olarak değerlendirme eğilimi güçlenmektedir. Diyanet bu nedenle hadis derlemelerini elden geçirerek kadınları aşağılayan, yukarıda örneklerini verdiğim türden hadisleri ayıklama/tasfiye çabasına girişmiştir.

[14] M. Şevki Eygi, “Şeriat ve Camilere Kadın Doldurmak”, Millî Gazete, 17 Aralık 2011.

[15] Merve Sena Kılıç, “Cennet Kadınların Değil, Annelerin Ayakları Altında…”, http://darulhikme.org.tr/darulhikme/tr/2012/01/22/cennet-kadinlarin-degil-annelerin-ayaklari-altinda/

[16] Ayça Atay, “Başörtüsü Şart mı?”, http://www.milliyet.com.tr/content/dosya/ramazan/2810.html

[17] “Elmanın Yarısı Tükeniyor mu?” Ribat Dergisi. http://www.ribatdergisi.com/yazidetay/383/8/30/10/48/Elmanin-Yarisi-Tukeniyor-mu/index.html

[18] “Müslüman Kadının Kalesi Tesettür”, http://www.sozvekalem.com/tavsye-ktaplar/673-mueslueman-kadnn-kalesi-tesettuer

[19] M. Emin Yelimlibağ, “Hasan Eker’le Müslüman Kadın Konulu Röportaj”, http://www.tefekkur-dergisi.com/memin_yelimlibag_hasan_eker%E2%80%99le_musluman_kadin_konulu_roportaj.html

[20] Mevlüt Özcan, “Kadın Anne Olmalıdır”, Millî Gazete, 18.01.2013.

[21] Cansu Çamlıbel, “Yıldız Ramazanoğlu: ‘Kırılgan Feminist’ten Kadın-Erkek Yorumu: Eşit Olamayız”, Hürriyet, 3 Aralık 2012, s.20.

[22] Ülkü Özel Akagündüz, “İslâmî Feminizm: Adı var, Kendi Yok”, Aksiyon, 6 Mart 2006.

[23] “Muhafazakârlık Öldürüyor”- Kırkyama, 28 Kasım 2010

[24] Ercan Gürses, “Kamuda Başörtüsü İçin Düğmeye Basıldı”, ntvmsnbc, 12 Şubat 2013.

[25] “Mahkeme Erdoğan’ın 12 Açıklamasını Delil Saydı”, Radikal, 25 Ekim 2008, s.4.

[26] “Diyanet İşleri Başkanı’ndan ‘Başörtüsü’ Açıklaması”, Hürriyet, 1 Ekim 2010.

[27] Kayseri’de aynı ‘cemaat’ten patron-işçi ilişkileri üzerinde çalışan ODTÜ araştırma görevlisi İbrahim Gündoğdu vurguluyor:  “(…) Bununla birlikte, sermayedarlar aynı zamanda bu sınıfsal ayrışmaları aile, din, etnik kimlik, hemşehrilik, hatta vatan-millet gibi ortaklaştırıcı unsurlar üzerinden soğurmaya, üstünü örtmeye çalışırlar. Bu bağlamda, Kayseri’de işverenlerin dinsel motifler başta olmak üzere sözünü ettiğim ortaklaştırıcı öğelere sıklıkla başvurdukları biliniyor. Örneğin fabrikaya imam çağırıp sendika isteyen işçilere sabırlı ve uyumlu olmaları yönünde vaaz verildiği ya da sert fabrika yönetimlerine rağmen özellikle Cuma namazlarında mütevazı tavırlar içinde davranıldığı işçiler tarafından dile getirildi. Veyahut Ramazan ayında gıda yardımı yapmak, ihtiyacı olan işçilere içerden bir iki maaş faizsiz avans vermek ya da evlilik durumunda fabrikada üretilen ürünlerden oluşan hediye paketi (mobilya takımı ya da fırın-ocak) vermek Kayseri’de emek-sermaye ilişkisinin toplumsal kuralı hâline gelmiş durumda. Bu ve benzeri ortaklaştırıcı pratiklerin Kayseri’deki işçiler üzerinde yadsınamaz etkileri olduğu söylenebilir.
Örneğin, Kayseri’nin en büyük mobilya fabrikasında çalışan bir işçi günde 11 saat çalışmaktan, düşük ücretlerden ve sendikanın tutumundan rahatsızlığını açıklıkla dile getirdiği görüşmemizde, aynı zamanda işverenin Cuma namazlarında işçilerin arasından geçerek herkesle birlikte namaz kılmasını ‘ne yalan söyleyeyim kendini o an için aynı seviyede görüyorsun’ diyerek motive edici bulduğunu da ifade etmişti.  (Yakup Aslandoğan, Ümit Kartal, “Mürit Burjuvazisini Tanıyor”, Evrensel, 7 Şubat 2013.)

[28] Nurettin Aldemir, “Siyasal İslâm, Sendikal Haklar ve AKP”, http://www.devrimyolundakurtulus.net /04/04siyasalislam.htm

[29] “Sözgelimi Evrensel’in haberine göre, Kayseri Organize Sanayi Bölgesi Camii’nde imam işçilere “Ekmek yediğiniz yere ihanet etmeyin. Karl Marx gâvurdur” yollu vaazlar vermiş…” (Necmi Erdoğan, Sınıf Karşılaşmaları (6): ‘Abdestli Kapitalistler ve Emekçiler”, Birgün, 22 Ağustos 2012)

[30] “[Huzur topluluğunda], patron işçinin yanındadır. Yemesinde, giymesinde ve meşru bütün isteklerinde... Bir aile efradı gibi, yediğinden yedidir, giydiğinden giydirir ve takatinin fevkinde iş tahmil etmez. İşçi ise, o da, işin yanında, işverenin yanında; servet ve patron düşmanlığından uzak, sayin ve gayretin misali olma yolundadır. İşin en iyisini verirken, kan-ter içinde cehdedip boğuşurken, yüceler âleminde kendisine alkış tutulduğunu ve Hak katında tebcil ve takdir edildiğini bilir, yaptığı her şeyi gönül hoşnutluğu içinde yapar.” (F. Gülen, akt. Necmi Erdoğan, Sınıf Karşılaşmaları (6): ‘Abdestli Kapitalistler ve Emekçiler”, Birgün, 22 Ağustos 2012)

[31] Kuşkusuz bu bab’da sözü edilenlerden, Türkiye’de sermayenin “seküler” kesimlerinin emek sömürüsünden “münezzeh” olduğu anlamı çıkartılmamalı. Burada vurgulamak istediğim, yalnızca “İslâmî düsturlar”ın AKP’nin siyasal temsilciliğini üstlendiği “İslâmî sermaye”ye,  birikim konusunda özgül kolaylıklar sağladığıdır.

[32] Tartışma, “antikapitalist Müslüman” İhsan Eliaçık’ın “Asgarî ücretle işçi çalıştıran Müslüman, boşuna namaz kılmıştır” yollu ifadesi üzerine çıkmıştır.

[33] http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=2022932

[34] http://bindokuzyuzkirkalti.blogspot.com/2012/04/sayn-isveren-bey.html#!/2012/04/sayn-isveren-bey.html

[35] “Kadın Emeği Değersizleştiriliyor”, Birgün, 8 Mart 2013, s.4.

[36] “Çocuklar İşçi, Kadın İşsiz!”, Birgün, 17 Mart 2013, s.4.

[37] Meral Tamer, “Beşik Sallayan Eller, Gün Gelir Dünyayı Sallar”, Milliyet, 9 Mart 2012, s.8 ve Mustafa Çakır, “Lafa Gelince Baştacı Ama...”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2012, s.6.

[38] Gottfried, Paul (2002). The Trouble With Feminism. mensnewsdaily.com

[39] “İslâm Feminizmi”nin İslâm cephesinden olumlu bir tanıtımı için bkz. A. Bülent Baloğlu, “Kadın-Merkezli bir İslâmî Teoloji İnşasına Doğru mu?” 07.12.2011, http://www.habername.com/haber-kadin-merkezli-bir-islami-teoloji-insasina-dogru-mu-68218.htm. Yanısıra, Özlem İngün’ün Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi A.B.D. için hazırladığı “Feminizm ve İslâm İlişkisi: İslâmî Feminizm” başlıklı yüksek lisans tezi de (2005) yararlı bir kaynaktır.

[40] İslâmî burjuvazi, en azından kendi kadınları için, “tesettür” kaidelerini yer yer zorlayan, onları kamusal yaşama dahil etmeye gayret gösteren bir “özgürlük alanı” yaratmış gözüküyor.  Marka tesettürlü, ağır makyajlı, 4x4 jeepler süren, “sosyetik” mekânları, AVM’leri dolduran “modern muhafazakârlar” bu eğilimin gösterenleri.

[41] Ülkü Özel Akagündüz, “İslâmî Feminizm: Adı var, Kendi Yok”, Aksiyon, 6 Mart 2006.

[42] Kendini “kırılgan feminist” olarak tanımlayan Yıldız Ramazanoğlu, örneğin, İşgal Kadınları başlıklı kitabında,  bu kongreleri düzenleyenler arasında “kendini ateist, agnostik olarak tanımlayan kadınların” çoğunlukta olduğuna dikkat çekip, bu tip girişimleri “Batı’nın cinsiyet eşitliği iddiasıyla İslâm ülkelerini işgal etme” projesinin bir parçası olarak yorumluyor. (Sema Maraşlı, “Müslüman Kadınları Kocalarından Kurtarmak”, http://www.marasturk.com/makale/sema-marasli/musluman-kadinlari-kocalarindan-kurtarmak/86.html

[43] 2001 yılında Kanal 7’de yayınlanan “İslâmcı feminist” kadınlarla erkek ilahiyatçılar arasındaki tartışma programı, İslâmcı basında günlerce tartışma konusu olmuştu. İşte Yeni Mesaj gazetesinden Müslim Karabacak’ın sözleri: ““Başörtüsü altında meğer ne hayasızlıklar saklı olabiliyor. Nur topu gibi feministlerimiz var artık. Hümanist, feminist, komünist. O programı izledikten sonra, o ana kadar izlemekten tiksindiğim magazin ve paparazzi programlarını artık izleme kararı aldım. Hiç olsun o kepazeliklere konu olan bayanlar modern Müslüman kadın iddiasında değiller. Bizim feministin, babası yaşındaki Süleyman Uludağ'ın yanında ayak ayak üstüne atışı ve o esnada kaval ve şişhane çelişkisi bazı uzuvlarının yanlışlıkla kapandığının anlaşılması, paparazzi malzemesi bayanlar için sıradan şeylerdi.” (Selim Akçin, “Bacak Bacak Üstüne Atma Tartışması”, Hürriyet, 9 Mayıs 2001.)

[44] İslâmcı kadınların artık “reçel yap(a)madığı tartışmasını, Müslüman kadınların geleneklerden koparak modern yaşamın gerekleriyle fazlaca hemhal olmasını eleştiren Dücane Cündioğlu açmıştı. (Dücane Cündioğlu, “Reçel Yapamayan İslâmcı Kadınlar”, Yeni Şafak, 7 Mart 2004.

98005

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Sayfalar