Cuma Şubat 28, 2025

Hastalıklı toplumun hasta insanları…/ Fikret Başkaya

Artık Türkiye tam bir şiddet sarmalına hapsolmuş durumda: Polis şiddeti, subay şiddeti, öğretmen şiddeti, müdür şiddeti, erkek şiddeti, koca şiddeti, baba şiddeti, siyasetçi şiddeti, esnaf şiddeti (AKP esnafı tarafından hunharca katledilenleri hatırlayın) dinci yobaz şiddeti, işveren şiddeti, ekonomik şiddet, trafik şiddeti, mahalle şiddeti, medya şiddeti, rektör şiddeti, dekan şiddeti, “özel güvenlikçi” şiddeti, insanların doğal çevreye uyguladığı şiddet… Bu kadar şiddete maruz bir toplumda ve ortamda hala sağlıklı insana rastlamak ne kadar mümkün? Gün geçmiyor ki, bir vahşet yaşanmasın, bir katliam yapılmasın, bir kadın öldürülmesin, bir cinayet işlenmesin… Bu şiddetin “olağanlaşması”, sıradanlaşması değil mi?

Bu sürekli şiddet hâli, bu cinayetler, bu insanı utandıran manzaralar hasta insanların eseri, o hasta insanlar da bu toplumun eseri. Gökten zembille inmiş değiller. Hastalıklı toplumun karnından çıkıyorlar. Şiddetin kökü derinlerde ama sorunun kökenini dert edinen, kaynağına inmeyi akıl eden pek yok… Yüzeysel söylemler ortalığı kaplamaya devam ediyor. Yeni kanunlar çıkararak, cezaları daha da artırarak sorunun çözüleceğini sananlar çoğunlukta… ” Birkaçını sallandırarak” işin içinden çıkılabileceği sanılıyor ve hâlâ idam cezasını bir çare olarak görenler az değil… Eğer idam bir çare olsaydı işler ne kadar da kolay olurdu. Bu, katledeni katlederek üstesinden gelinebilir bir şey midir? Eğer öldürmek kötüyse (ve kötüdür şüphesiz), aynı şeyi devlet yapınca iyi olur mu?  Bu bir şeyi olmadığı yerde aramak değil midir? Eğer bu durum, bu genelleşmiş şiddet hali, hastalıklı toplumun ortaya çıkardığı bir şeyse, o zaman işe, “bu toplum neden böyle oldu”, “neden hastalandı”, “neden bu hale geldik” sorusunu sormak gerekmiyor mu?

Bir sorunu çözmenin yolu, önce onu anlamayı, bilince çıkarmayı gerektirir. Şeyleri adıyla çağırmayı gerektirir, etrafında dolanmamayı gerektirir. Aslında şiddet toplumun derinliklerinde mündemiç olan bir şey ve asıl şiddeti yaratan da bizzat bu sistemin kendisi… Bu toplumun insanları  boşuna burnundan solur hale gelmedi ve artık burnundan soluyanlar çoğunluğu oluşturuyor? Şu ve bu aktörün işlediği cinayetler, katliamlar, aşırılıklar genel şiddet halinin emareleri, yüzeye çıkanı, görünen yüzü sadece. Asıl sorunu yaratan herkesi herkesin rakibi, dolayısıyla düşmanı haline getiren kapitalizm, onun neoliberal versiyonu. Yegane değerin para olduğu, mal-mülk olduğu, başkaca hiçbir değerin esamesinin okunmadığı bir toplumda, barıştan, huzurdan söz etmek mümkün müdür? Geçerli ekonomik- sosyal- politik sistem, yıkıcı “çılgın rekabete” dayanıyor. Zira, birinin başarısı başkasının başarısızlığı üzerine inşa ediliyor. Sizin başarılı olmanız, başkasının başarılı olmasını engellemeye endeksli. Merak edip sözlüğe bakanlar, rekabet kelimesinin bir anlamının da “birbirini çekememe, kıskanma” olduğunu görür. Sistemin normal işleyişi, insanların önemlice bir kısmını bir işten, bir gelirden mahrum ediyor, gelir dağılımı adaletsizliği insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıkıyor, insan özel çıkar peşinde koşan “homo economicus” bir canlı olarak görülüyor ve bencillik insanlığın “normal hâli” sayılıyor… Her şey özelleştiriliyor, bir kâr aracına dönüştürülüyor, ortak yaşam alanları birer birer yok ediliyor, doğa tahribatıyla da ortak yaşamın da temeli aşındırılıyor.

Neoliberal küreselleşme çağında devlet de artık sadece sermaye sınıfının, (oligarşinin) veya aynı anlama gelmek üzere büyük hırsızların tek yanlı çıkarını gerçekleştirmeye koşulmuş bir aygıta dönüştü. Tabii bunu söylemek, devlet eskiden toplum yararının hizmetindeydi anlamına gelmez… Devlet oldum olası özel çıkarların hizmetinde olmuştur. Misyonu ve varlık nedeni mülk sahibi sınıfların servetini çoğaltmak, bir de onları “zararlı sınıflardan” korumaktır…. Velhasıl devletin varlıklı sınıfların ve yeni yetme mülk sahiplerinin tek yanlı çıkarına hizmet etmekten başka bir kaygı taşımadığı koşullarda, toplumun bir şiddet toplumu haline gelmesine şaşmanın bir âlemi yok! Böyle bir sonuç neden şaşırtıcı olsun. Tuhaf gelebilir ama kapitalizm her bir bireyi bir kapitalist gibi davranmaya zorluyor ve onu doğa düşmanı haline getiriyor. Para ve maddi zenginlik yegane değer mertebesine yükseltiliyor, bir tapınma aracına dönüştürülüyor, başkaca hiçbir insanî değerin esamesi okunmuyor. Velhasıl insanın özünü aşındıran kör bir süreç söz konusu. İnsana ve yaşama dair ne var ne yoksa metalaştırılıyor, şeyleştiriliyor, paralılaştırıyor,  özelleştiriliyor, dejenere ediliyor. Ülke zenginliği dar bir oligarşi ve çevresi tarafından yağmalanırken, işsizlerin, yoksulların, yaşamak için gerekli asgari gelirden yoksun olanların sayısı çığ gibi büyüyor. Çalışanların da büyük çoğunluğu elde ettiği gelirle geçinmekte zorlanıyor. Zira geçerli sistem her geçen gün karşılanması gereken yeni ihtiyaçlar ortaya çıkıyor ve ihtiyaçlar hiyerarşisini dejenere ediyor… Her geçen gün hayat daha da pahalandırılıyor. Gelirler (ücretler) her seferinde erozyona uğrarken, bir yanda da reklamlar devreye sokularak, tüketim özendiriliyor, satın alma isteği kamçılanıyor. Sonuçta insanlarda “tatminsizlik duygusu”, “eksiklik duygusu”, “yoksunluk duygusu”, “yeteneksiz” oldukları, çaresizlik  “bilinci (bilinçsizliği)” kökleşiyor. Velhasıl insanların psikolojisi tromatize oluyor, sarsılıyor, yara alıyor, geleceğe umutla bakma duygusu köreliyor. Çocuklarının geleceğine dair haklı bir kaygı duyuyorlar…

Şimdilerde rejim artık toplumun gerçek sorunlarına külliyen yabancılaşmış durumda. Bu rejim, bu AKP iktidarı artık meşruluğunu kaybetmiş durumda ve yönetemiyorlar. Daha çok baskıyı ve şiddeti devreye sokarak işin üstesinden gelebileceklerini sanıyorlar. İktidarlarını sürdürmek için toplumu kutuplaştırıp, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman ederek, iktidarlarını koruyabileceklerini sanıyorlar… Ateşle oynuyorlar… Toplumu biz ve onlar, AKP’ye oy verenler ve vermeyenler,  Müslüman- laik diye ayrıştırıyorlar. Aslında toplumun ezici çoğunluğu Müslüman ama kendileri gibi veya kendi istedikleri gibi Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ayrıştırmak istiyorlar. Ve “bizim gibi Müslüman olmayanlar bizden değildir, dolayısıyla, kötüdür, düşmandır” anlayışı geçerli… Bu, sanki İslâmda geçerli “dar-ül İslam, dar-ül harp” ayrımının ve karşıtlığının bu güne tercümesi gibi bir şey… Siz onların gerçekten dinle ilgili olduklarını sanmayın. Dini araçlaştırıp, iktidar olmak ve ülkenin zenginliğine el koymak dışında dinle uzaktan-yakından bir ilgileri yok. Onlar için din, çalıp-çırpmanın, insanları köleleştirmenin bir aracı sadece…  Dinci baskıyı artırıp, toplumu köleleştirerek iktidarlarını kalıcılaştırabileceklerini düşünüyorlar… Sonra da büyümeden, kalkınmadan, büyük devlet olmaktan, aslında birer yıkım projesi demek olan “çılgın projelerden” söz ediyorlar, Osmanlı İmparatorluğunu ihya etme hayalleri, hezeyanları içindeler… Bütün bu saçmalıklar “olmayacak duaya amin demekten” öte bir şey değildir. Polis insanları öldürüyor ve cezalandırılmıyor. Ve bu hep böyleydi… Neden? Çünkü burada hâlâ “kutsal devlet” anlayışı geçerli olmaya devam ediyor. Şimdi o kutsallık, dinci kutsallıkla da tahkim edilmekte… Bundan sonra öldürmek daha kolay olacak. Onun için adı İç Güvenlik Yasası olan bir polis kanunu çıkararak, işi sağlama alma peşindeler. İyi de bu kimin “güvenliği” olacak? Bu memleketin varını yoğunu, bu ülkenin bütçesini, hazinesini yağmalayan, talan eden soyguncu çetesinin güvenliği değil mi?

Bu iktidar tam bir sekülarizm düşmanıdır, laiklik düşmanıdır. Sekülarizmin ve laikliğin olmadığı yerde kimse demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramları ağzına almasın, zira orada bir karşılığı yoktur. Bu iktidar varlığını sınırlı özgürlükleri de yok etmekte görüyor. Onun için yeni baskı yasalarını dayatmak için aceleci davranıyor. Cunta anayasasında “tanınmış”, tarif edilmiş güdük hakları bile insanlara çok görüyor. Gerçi bu rejim oldum olası ” muhalifi düşman, farklı düşüneni hain” sayan bir rejimdir ama AKP iktidarı artık kendine muhalif olan herkesi düşman sayıyor. Artık muhalif düşmanla özdeş… Muhalif olmak, “darbeci” olmakla da bir ve aynı şey sayılıyor. Ortalık “iç düşmandan” ve “darbeciden” geçilmez halde… Meğer memlekette ne kadar da çok iç düşman ve darbeci varmış… Çok şükür dış düşman ebed-müddet mevcut. Orada bir sıkıntı yok…  Hızlı bir tempoyla bir parti-devlet iktidarını yerleştirmeye çalışıyorlar. Yapmak istediklerine faşizmin bir versiyonu da diyebilirsiniz… Parti devlet demek, her türlü asgari hakka, hukuka, özgürlüğe  elveda demektir. Devletin tüm kurumlarının ve işlevlerinin siyasi partinin hizmetine sunulması, burjuva devletin “olmazsa olmazı” sayılan kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve pratiğinin yok edilmesi demektir. Kadını köleleştirmek istemeleri boşuna değil ve dini o amaçla sonuna kadar kullanmaya da  kararlı görünüyorlar. Kadının ortalıkta dolaşmasından, görünürlüğünden, eşit bireyler olması ihtimalinden çok rahatsızlar. Kadınının eve hapsedilmesi için bir dizi manipülasyon peşindeler…

Kapitalizmin krizi derinleşiyor, onunla birlikte şiddeti de derinleştirmeye, tırmandırmaya devam edeceklerdir. Zira ellerinde başka seçenek yok. Başka türlü yapmaları mümkün değil. Kimse kendini aldatmasın. Unutmamak gerekir ki, “kapitalist ekonomik sistem, kaybedeni tüm insanlık olan bir savaş halidir” denmiştir. Zira mülksüzleşmeyi, sömürü ve yağmayı derinleştirmeden, yoksulluğu ve sefaleti  azdırmadan, doğa tahribatını büyütmeden yol alması mümkün değil. Eğer sistemin normal hali öyleyse -ki öyledir-, ellerinde baskı ve şiddete baş vurmaktan, iç çatışmaları körüklemekten, savaşlar peydahlamaktan başka çare yok!

Şiddeti tartışabilmek, rejimi, sistemi, kapitalizmi, onun şimdilerde geçerli versiyonu olan neoliberalizmi tartışabilmekle mümkün. Artık yönetenlere değil yönetimlere odaklanma zamanı… Yönetenleri değil, yönetimleri, yani sistemi değiştirmek gerekiyor. Daha da ötede uygarlığı değiştirme zamanı gelip çattı. Zira, yaşanan sadece ekonomik-sosyal-politik  krizden ibaret bir şey değil, bir uygarlık krizi… Artık bu rotada yol almak mümkün değil. O zaman sürece vakitlice müdahale etmenin gerekli olduğu bir zamandayız demektir…

 

62993

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Tehlikenin farkında mıyız?

"Türkiye yüzyılı maarif modeli" ile hedeflenen şey; Devlet eliyle "dindar ve kindar nesil" yetiştirmek ve tedrici geçişle din esaslı bir rejim inşa etmektir,

Öncelikle ve de tereddütsüzce idrakinde olunmalı ki bu konuda yapılmak istenenin tümü, ‘toplumsal mühendislik’ yöntemleriyle, zamana yayılı olarak tamamen Erdoğan’ın ‘gizli ajandasının’ şu son derece aleni ideolojik tercihlerini hayata geçirmek maksadıyla yapılmaktadır. Yani asla ‘masumane’ ve de spontane şeyler değil bunlar. Örneğin şöyle diyordu fiiliyatta kendisine İslâm halifesi misyonu yüklemiş olan Erdoğan:

Bugün Galatasaray Meydanında bariyerler bir genişledi ve arkasından geri daraldı.

Meydana gelmeden meydana açılan her yol denetim altına alınmış, polis denetiminden ve üst aramasından sonra meydana girdik... Arkasından heykelin olduğu yere geldim, orası da bariyer ile çevrilmişti, ön taraftan giriş yerine yan taraftan giriş açılmıştı, oradan da üst aramasından geçip oturma eyleminin olacağı heykel çevresine geldik. Heykel, cumhuriyetin 50. Yıl heykeli. 100. Yıl heykeli yapıldı mı bir yerlerde bilmiyorum...

Bariyer içinde bariyer ve onun içinde izin verilen sınırlar içinde acılarımızı haykırmak!

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – II

II.Bölüm:

Laz Nihat’ın başında bulunduğu ekip, öylesine şuursuzca bir gözü kapalılıkla kontraya tabi hareket etmekteydi ki düşünün, düşman operasyonlarının sürmekte olduğu bir arazide, başta ben olmak üzere, kendilerinden yana tavır almayacaklarına kanaat getirdikleri bir grup gerillayı silahsızlandırarak, öylece araziye terk etmeyi bile göze alabildiler… 

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – I

Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.

TKP-ML Merkez Komite: Pratiğimizde Bilinç, Bilincimizde Rehberdir İbrahim Kaypakkaya!

Coğrafyamız komünist önderi ve Demokratik Halk Devrimi’nin sönmez meşalesi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 51. yılındayız. Önder yoldaşımızın 18 Mayıs 1973’te katledilmesinden sonraki yarım asırlık zaman diliminde Türkiye ve Türkiye Kürdistanı toplumsal mücadeleleri tarihinin gelişim seyri, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini sadece doğrulamakla kalmamış aynı zamanda güncel kılmıştır.

Selahattin Demirtaş'a ve bütün tutsaklara...

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" "LI DILÊ KU DIL HÊVÎ DIKE"

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesiyle Röportaj: “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir”

” Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.”

– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

– İsmim Özgür Aren. TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.

Tayyip'i, tayyip'e olan güvende yendi

Ah... kuzucuğum ah...

Ne oldu bize böyle.

Ne oldu.

Her şey tıkırında giderken...

Neler yaşadık böyle.

Bu seferde kediler chp'nin lehine mi trafoya girdi ne

Veyahut da.... veyahut da...

"Sizin siyasetçiler bizim sermayeden bir kaç kişiyi yemeye niyetlenirde  bizde hemide hala iktidardayken sizlerden daha fazlasını ham... ham... etmeyiz mi ha..." demenin yarattığı korku uzlaşısı dolu komplo teorileriyle mi  bundan sonraki seçimleri açıklayacağız.

Yoksa... yoksa...

Daha dün bir; bu gün iki

Sayfalar