Tek ayaklı boykotçuluk ve utangaç verici tavırsızlık!
Cumhurbaşkanlığı seçimleri devrimci, demokratik ve halk saflarındaki siyasal kesimlerin aldığı tavra ve onu içeriklendirmesine bağlı olarak esasında bir turnosol işlevi de görmüştür. Birçok siyasal hareket süreçteki tavrını belli etmiştir. Bu tavırlar kabaca üç kategoriye ayrılabilir.
Birincisi, Kürt ulusal hareketinin aday gösterme olanağından kaynaklı seçime dahil olmasıdır. Bu durum Kürt ulusal hareketiyle HDP çatısı altında ittifak yapan ve bunun dışında kalan bir dizi devrimci, demokratik hareketi Selahattin Demirtaş’ın adaylığına destek noktasına taşımıştır. Yani bu kategori Demirtaş adaylığını destekleyenlerdir.
İkincisi, seçimin Cumhurbaşkanlığı olduğunu göz önüne alarak ve içinden geçilen politik süreci farklı farklı değerlendirip alacağı tavrı BOYKOT olarak belirleyenlerdir.
Üçüncüsü ise ne boykot diyenler ne de herhangi bir adaya desteğini açıklamayanlardır. Yani siyaseten esasta tavırsız kalarak ara bölgede sıkışanlardır.
Bu tavırları değerlendirmeye geçmeden önce; Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayı doğru bulan, Demirtaş'ın adaylığında “devrimci imkân ve olanaklar” bulduğunu iddia eden ve bununla da yetinmeyip, seçimleri boykot edeceğini açıklayanlara yönelik, o bildik apolitiklik eleştirisinin yeniden dillendirildiğini ifade etmemiz gerekir. Bu çevrelerden biri de, Kürt ulusal hareketiyle birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan Atılım olmuştur.
Kürt ulusal hareketinin dünya görüşü nedeniyle ve andaki “barış ve müzakere” süreci olarak adlandırdığı yönelimden daha fazla kazanımla çıkması vb. kaygılarla Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılımı anlaşılabilir. Bu politika kendi içersinde tutarlıdır da. Ama daha bir yıl önce gazete sayfalarında, -Gezi vesilesiyle-, isyan, devrim manşetleri atan Atılım'ın, gelinen aşamada, kitlelerin düzen dışı eğilimlerini güçlendirecek bir politik yönelim içinde değil de, tam tersi bir yönelim içinde olması onun politik tercihidir. Ve kanımızca hiçte apolitiklik bir tutum değildir. Atılım'ın son süreçteki reformist tasfiyeci yönelimiyle uyumludur.
Atılım'ın Apolitik “Apolitiklik” Eleştirisi!
HDP çatısı altında seçimden “demokratik-halkçı müdahale, rejimin faşist ve gerici bekçileri ile özgürlük ve demokrasi güçleri arasında saflaşma, faşist devlet düzenini teşhir ve demokratik seçeneği propaganda, devrimci gelişme yolunda güç biriktirme olanakları”(Atılım, 18 Temmuz 2014, sayı114) bekleyen Atılım boykot tavrımızı “a-politik” olarak değerlendirmiş. Atılım sanırız içinden geçilen reformist tasfiyeci dalganın göbeğinde olmanın “yüksek politik” düzeyi ile boykotu “apolitik” olarak değerlendiriyor. Durduğu yerden bakınca boykotu apolitik görmek, genel olarak içinde bulunduğu politik iklimin ortaya çıkardığı tehlikenin hiç farkında olmamak demektir.
Son olarak Partizan’ın “kitlelere kaygı, korku ve endişelerini boykot tavrı ile dile getirebileceğini, getirmesi gerektiğini söylüyoruz” kaygısının ne kadar yakınlarında olduğunu görmeleri için; Figen Yüksekdağ’ın HDP Eşbaşkanı seçilmesinden hemen sonra, Şirin Payzın’ın CNN-Türk’de ki programında “devletin bekasının” Kürt meselesi bağlamında yaşayacağı tehlikeye dair söylediklerine kulak kabartırlarsa kaygının ne kadar gerçekçi olduğunu da “belki” görebilirler.
Dostlarımız “cehenneme gitmekte özgürdürler” ama bunu yaparlarken dönüp de bize, en olmadık yerden, -tam da içinden geçilen süreçte Gezi İsyanı'nda açığa çıkan düzen dışı eğilimlerin güçlendirilmesi ve bununla bağlantılı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmanın düzen içiliğin kutsanması olarak, an itibariyle tanımlayıp mahkum etmemizin ürünü-, boykot tavrımızı apolitik bir tavır olarak tanımlayarak eleştirmeleri anlamsızdır. Bu tutum Atılım'ın bu bahisteki günahını affettirmez.
Atılım'ın gerek Kürt meselesinde içinde geçilen süreç, gerekse de genel reformist eğilime dair hem Partizan'ın açıklamalarına, hem de Özgür Gelecek’te çıkan yazılara bakarsa, boykotun “politik” muhtevasını, -doğru bulmasa da-, en azından anlayacakları umuyor ve böyle apolitik bir eleştiriye tenezzül etmelerinin içinde bulundukları duruma ilişkin olduğunu düşünüyoruz.
Boykot tavrını takınan kesimler esasta devrimci program ve hedeflerle hareket eden kesimlerdir. Her çevre boykot gerekçesini farklı noktalarda kendine dayanak yaptı. Öncelikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri de olsa genel ve ya yerel seçimlerde olsa seçimler her daim taktik bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini stratejik bir mesele ve devrimin ana eksenini belirleyecek bir mesele olarak görmek hatalıdır. Her seçimin kendi iç dinamikleri ve özgünlükleri ve de kuşkusuz belli farklılıkları olsa da sınıf mücadelesini yükseltmenin politik bir zeminidir. Bu bağlamda politik tavır belirlenir ve çalışmalar örgütlenir. İçinden geçilen sürecin politik karakteri bu tavrı belirleyen bir faktördür. Buna dair tavrımızın nedenleri 7 Temmuz’da ayrıntısıyla açıkladık. Boykot da bu anlamda politik bir duruşun ve kendini ifade edişin bir biçimidir. Her boykot tavrı devrimci öze sahip olmayacağı gibi, seçimlere katılarak alınacak her tavırda reformist olmaz.
MKP’nin Boykot Gerekçesi: “Kuyrukçuluk”?!
Boykot tavrının temellendirilmesinde kimi siyasi çevreler hem kendi etkiledikleri kitlelerde ki Kürt ulusal mücadelesine ilgisizliği ve duyarsızlığı büyütecek, hem de sosyal-şoven damarı besleyecek yaklaşımlar içinde olmaktadır. MKP boykot tavrını temellendirirken bu hatalı politik tutuma düşenlerden birisidir.
MKP Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tavrını açıklarken şöyle demektedir: “Kürt ulusal cephesi demokratik ilerici niteliklerine karşın, AKP iktidarıyla yürütülen ‘barış, çözüm’ yaftalı uzlaşma sürecine uygun olarak ve anlaşmalar bağlamında seçimlerin ikinci turunda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına muhtemelen destek verecektir. Tartışmaya gerek yok ki, HDP adayı sayın Demirtaş’ın seçilemeyeceği gün kadar açıktır. Dahası Kürt ulusal cephesinin içinden geçtiği uzlaşma süreci gereği AKP iktidarıyla açık-gizli anlaşmalar yapması kaçınılmazdır… İşte bu zeminde genel demokratik özelliklerine karşın, Kürt cephesinin AKP’yi destekleme gerçeği ile cumhurbaşkanlığını kazanamayacağı gerçeği göz önüne alınarak seçimlere girmenin hiçbir şartta mümkün olmadığı bizler açısından nettir.” (MKP MK-Enfermasyon Büro, 9 Temmuz 2014)
MKP’nin bu yaklaşımını destek vermeme gerekçesi yapması yukarda bahsettiğimiz sorundan hem muzdarip olduğunu, hem de Kürt hareketine yönelik sosyal-şoven temelli şüpheleri ve güvensizlikleri büyütecek bir politikaya çanak tuttuğunu göstermektedir. Kürt hareketinin demokratik kazanımları için sistemle pazarlık yapması politik bir mesele de tavır belirlemenin gerekçesi olamaz. Bu gerçeklik ancak kuyrukçu siyasetin derdi olabilir. Kısacası MKP kuyrukçuluk yapmanın koşulu yok demektedir!
Bu yaklaşım seçimleri politize etmek değil “kahvehane” muhabbetine zemin sunmaktır. Kendi politikasını destek ya da başka biçimlerde şekillendiren bir siyasal özne kendi siyasetini yaşama geçirmenin yolunu belirliyordur. Hiç kuşkusuz burada politik çıkarlarını gözetiyordur. Her siyasette aynı şekilde kendi politik doğruları ekseninde çıkarlarını gözetecektir. Farklı amaçlarla ve yöntemlerle yaşanacak politik bir kesişme de kimin o ortaklığı ne yönde kullandığı belirleyici olamaz. MKP kendine güvensizliğini gösteren bir gerekçe ortaya koymaktadır.
Doğru siyaset desteklemeyi içerse sırf bu kaygıdan dolayı doğru siyasetten vaz mı geçecektir? Bu oportünist, kuyrukçu ve kendine güvensiz bir siyaset belirleme biçimidir. Boykot tavrının sosyal şovenizme, Kürt meselesine ilgisizliğe karşı yönelmesi gereken karakterini de tümüyle ortadan kaldıran bir politik muhtevaya sahiptir.
“Gündem Olmayanı” Gündemi Yapan Yürüyüş’ün Gariplikleri!
Boykot tavrı belirleyen bir başka devrimci çevrede Halk Cephesi'dir. Yürüyüş dergisinin 13 Temmuz tarihli 425. sayısında Demirtaş’ın adaylığı vesilesiyle “Düzen İçinde Umut Olmaz Düzen İçinde Halkın Adayı Olmaz” başlıklı yazıda her gelişmede olduğu gibi bu meselede de “sol sekterizmin” güzide bir örneğini vermektedir.
Yürüyüş çevresi Cumhurbaşkanlığı seçimi için; “öncelikle belirtmeliyiz ki cumhurbaşkanlığı seçimleri halklarımızın, devrimcilerin, ilericilerin gündemi değildir” (Yürüyüş, sayı: 425) belirlemesi yaparak, bu konuya dair sayfalarca yer ayırıp “gündem olmayan” meseleyi gündemi haline getirmiştir!
Yürüyüş’ün “gündem” denilen kavramın altını nasıl doldurduğunu bilmiyoruz? Ama ilgili gündemle haşır neşir olduğu, bununda gayet doğal bir durum olduğu açıktır. Yürüyüş seçim meselesini en soldan yorumlayan bir çizgiye sahiptir. “Bu seçimler karşısındaki tutum düzen içiliğin ya da düzenin karşısında olmanın ifadesidir” diyerek her zamanki gibi safları kendi politik tutumuna göre bölmektedir.
Yürüyüş seçimlerin bir taktik politika aracı olduğunu unutalı epey zaman oldu. Bu meseleyi taktik politika bağlamında değerlendirmediği içindir ki düzen içilik ve düzen dışılık meselesinde seçimleri de bir ölçü, kriter yapmaktadır. Bu felsefi olarak idealizmin tek yanlılığından beslenen bir durumdur. Politik olarak ise sol sekterizmdir. Düzen içilik ve düzen dışılığın nesnel olgularla ve durumla değerlendirilmesi gerektiği Yürüyüş tarafından çokça unutulur.
Yürüyüş’ün çizgisinde değilsen düzen içi, Yürüyüş'ün çizgisindeysen düzen dışılık vardır! Yürüyüş küçük burjuvazinin ben merkezci yaklaşımının tüm özelliklerini bünyesinde toplamıştır. Düzen içilik meselesi öyle basit, Yürüyüş dedi diye gerçekleşen bir durum değildir. Düzenin siyasal rejimine ve buna dahil olan öznelere bakarak, bu siyasal tespitler gerçek yerini bulur. Düzen içi arayışta olmak, reformist çizgiyle verili düzene muhalif olmak, reformist hareketler ve Kürt hareketini düzen içi olarak değerlendirmek, en azından yeni bir verili düzen tanımı yapmayı ve bu düzenin siyasal niteliğini belirlemeyi gerektirir. Zira verili siyasal düzen ve rejim içinde reformist hareketlerde, Kürt hareketi de bu durumda değildir.
Siyasal olarak eleştirmek ve araya çizgi çekmekle düşman bir rejimin ve düzenin parçası olarak görmek halk saflarında olanlar ve olmayanlar ayrımını muğlaştıracak, devrimin dostları ve düşmanlarını karıştıracak stratejik bir hata olacaktır. Yürüyüş ideolojik olarak bu hastalıktan ve tehlikeli çizgiden muzdariptir maalesef. Ama Yürüyüş daha vahim tespitlerde yapmaktadır: “Yani her koşulda HDP’nin oyları eşittir AKP’ye verilecek oylardır” (Yürüyüş, 29 Haziran, sayı: 423) denklemi kuracak kadar dengesini kaybetmiştir.
Kürt ulusal hareketinin andaki “barış” politikası yanlış bulunabilir. Uzlaşma çizgisinin hatalı ve kaybettirici bir çizgi olduğu pekala savunulabilir. Bu minvalde eleştiriler getirilebilir. Ancak barış ve uzlaşma çizgisinden dolayı bu şekilde bir denklem oluşturmak ya siyasetten ve mücadelenin yasalarından anlamamaktır, ya da arsızlaşmış bir sosyal-şovenizmden muzdarip olmaktır.
Yürüyüş’ün Kararlı Sosyal Şoven Yürüyüşü!
Yürüyüş seçimlere dair boykot tavrını benimserken Kürt ulusal mücadelesini, haklarını ve onlara yönelik faşist sistemin saldırılarını oldukça tali planda ele alarak belirlemektedir. Özellikle ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizminin güçlü toplumsal tabanının Kürt karşıtlığı üzerinden şekillenen karakterini nerdeyse görmezden gelecek bir yaklaşım içindedir. Kürtlerin reformist eğilimini ve düzen içinde konumlanma isteğini ölçüsü kaçmış şekilde eleştirirken, bu sürecin aynı zamanda Kürt ulusal haklarının düzen içi de olsa kazanmasını içeren demokratik muhtevasını görmemekte kararlı bir politik konumlanış içindedir. Bu durum Kürt ulusal mücadelesinin faşist sisteme karşı demokratik ve ilerici niteliğini yok saymayı getiren bir kaba inkarcılıkta demirlemeyi getirmektedir.
Devrimci mücadele sadece hakim sınıflara karşı belirlenmiş bir devrim programıyla son bulmaz. Onun toplumsal kesimler içine yaydığı zehirle anda yürütülecek keskin mücadele ile de ve hedefi bu politik gericiliğe yönelterek de yürümek zorundadır. Özellikle Türk şovenizminin ve buna bağlı olarak devrimci demokratik kesimlerde yansımasını bulan Kürt mücadelesine karşı ilgisizlik ve yer yer sosyal şovenizme varan politik defoların da mücadele konusu olması gerekir.
Yürüyüş bu görev karşısında en hafifinden ilgisizdir. Çünkü sosyal-şovenizmden devrimci cenah içinde en fazla muzdarip olan kesimdir. Ezilen Kürt ulusu lehine kırılması gereken çubuk Yürüyüş’te düzen içilik eleştirisi altında Kürt ulusal mücadelesine karşıtlığa dönüşmektedir. Evet Kürt ulusal hareketinin Özgürce Ayrılma Hakkı'ndan vazgeçmesi, reformcu çizgisi ve düzen içi eğilimi eleştirilmelidir. Ancak devrimcilerin bu görevi yaparken aynı zamanda ve esas olarak Kürt ulusal haklarının gerçekleşmesi için dayanışmaya, Türk şovenizmine karşı keskin bir mücadele içine girme sorumluluğu vardır. Bu görevde (hele hakim sınıfların bu noktadaki gayet “başarılı” politik performansları dikkate alındığında) gözardı edilemeyecek kadar önemlidir.
Yürüyüş; seçimler de üretilmeye çalışılan Türk şovenizminin tehlikeleri yerine Kürt hareketinin düzen içiliğini ispatlama mücadelesine daha fazla yüklenmekte, bu tutumu ön plana çıkarmayı tercih etmektedir. Bu durum hakim sınıfların propaganda ettiği Türk şovenizmin güçlü toplumsal etkileriyle sosyal-şovenizmin kendinde daha fazla kemikleşmesini, kendi tabanında ve etkilediği kamuoyunda tehlikeli bir hal almasını sağlayacak bir durum yaratacaktır.
Boykot tavrını şovenizmi esaslı bir hedef haline getirmeden örgütlemek bu devrimci politikanın tek ayak üzerinde yürümesine neden olacağı gibi, devrimcileşecek kitleleri Kürt ulusal mücadelesine ve haklarına karşı ilgisiz kılacaktır.
Yürüyüşün siyaseti objektif olarak buna hizmet eder türdendir.
ÖDP Ve Halkevleri Tavırsızlığı Tavır Belledi!
Boykot tavrını benimseyemeyenler ama hiçbir adayı da desteklemeyen bir politik çevrede vardır. Bu kategori de yer alanlar ÖDP ve Halkevleridir. Bu reformist kesimler “secaat arz ederken sırkatin söyleyen” bir konuma gelmiştir. İçler acısı bir durumları vardır.
Tavırsızlığın en pespaye biçimine demir atmışlardır. CHP’nin gösterdiği adaydan dolayı sitemkar, küskün hatta son dakikaya kadar bu faşist partinin adayını değiştirme beklentisi içine girecek kadar ideolojik savrulma ve körleşme durumuna düşmüş acziyet içine düşmüşlerdir.
Halkevleri 23 Haziran’da, “CHP’ye ve Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na çağrımızdır” başlığıyla çağrısında “sol-sosyal demokrat” tabana dayandığı ve bu kesimlerin talepleri anımsatılarak; “Halkın bu taleplerine, gelecek umutlarına gözünü kapatıp, kulağını tıkayarak halka sırtını, gerici neoliberal kapitalizme yüzünü dönen siyasetinizin, AKP’nin kurduğu düzeni devam ettirmekten başka ulaşabileceği bir yer yoktur” diyecek kadar CHP’ye dair umutlarını eleştirel biçimde ifade etmiştir.
ÖDP’de benzer eleştiriler yaparak CHP’yi hedefine koymuştur. Ki 30 Mart yerel seçimler öncesi İMC TV’de Eş Genelbaşkanı Alper Taş “CHP’nin kazanacağı oyları sol oylar olarak değerlendireceğiz” diyerek CHP’ye örtülü desteğini sunmuştu. Bu yörüngesini kaybetmiş “sosyalist” iddialı ve devrimci gelenekten gelen kesimlerin CHP aşkı, AKP’nin uzun süreli iktidarı boyunca platonik bir “kara sevdaya” dönüşmüştür. Çaresizlik ve iddiasızlık artık açık çağrılarla, nasıl tavır belirleyeceğini bilememe halleriyle rezalete dönüşmüştür. Devrimci Yol geleneğini yiye yiye bitiremeyen bu çevreler, “karakterli bir reformizm” yapma basiretini bile gösterememektedir artık!
ÖDP Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’yi gösterdiği adaydan dolayı eleştirip destek vermeyeceğini belirtirken, 5 Temmuz’da “Katile, hırsıza, diktatöre oy verme/Birleşik bir seçenek yaratmak için direnelim” şiarıyla tavrını örtülü bir şekilde CHP’yi destekleyeceğini kampanyasını Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden kuracağını ilan ederek ifade etti.
CHP’den Beklenen Keramet, HDP’ye Esirgenen Destek:
Kaybedilen Karakter!
Bu kesimler için daha vahimi ise HDP adayı Demirtaş’a yönelik tutumlarıdır. HDP’yi birleşik bir seçim adayı belirlememekle eleştirerek destek vermeyeceklerini ifade ettiler.
Halkevleri ve ÖDP’nin siyasi çizgisi ve yöntemi nedir?
Sisteme muhalif olan karakteri ve mücadele hattı hangi istikamettedir?
Bunlara verilecek yanıt hiç kuşkusuz sistemi içerden demokratikleştirmek mümkünse biraz sosyal politikalar katıştırmaktır. Yöntemi ise programatik ve fanatik bir barışçıllık, parlamentarizmdir.
Peki, HDP’nin Cumhurbaşkanlığı için çıkardığı adayın genel siyasi hedefleri ve yöntemi bunların söylemindeki siyasi çizgiyle nerede uyumsuzluk göstermektedir? Ya da adayın bu kesimlerin siyasi çizgisinden politik ve ideolojik açıdan eksik kalır yanı nedir? Bizce olumlu anlamda eksik yanı yoktur fazlası ziyadesiyle vardır.
CHP’nin İslamcı ve MHP kökenli bir aday dışında çıkaracağı her adaya teşne olan ve hazır kıta destek beyan etmeyi bekleyen bu kesimlerin kendini sosyalist olarak ifade eden HDP adayına karşı bu tavrı ancak ilkesiz siyasetiyle, sosyal-şoven karakteriyle açıklanabilir. CHP’de sosyalizm adına, demokrasi adına keramet bekleyenlerin HDP’de bunu görememiş olmaları damarlarında dolaşan Türk ulusalcı zehirle ancak açıklanabilir.
Bu kesimlerin “Adayımız Olmasa da Sokağımız Var” diyerek kitlelerin devrimci eğilimine selam çakmalarına bakmayın. Güçlerinin henüz yetmediği parlamentarizm oyununun dışında kalmanın küskünce sitem dolu serzenişidir bu. Oyuna dâhil olamamayı sokaklara sığınma gerekçesi yapmak gibi sokağa ikincil bir rol yükleyen bir yaklaşımı da içermektedir. Ama o sokağın devrimci eğilimi bu anlayışların üzerine bol gelecektir. Örgütsüz olarak sokağa akan kitlenin dahi başta Kürt meselesi (“Diren Lice Kadıköy Seninle”) ve diğer toplumsal sorunlar karşısındaki tutumunun gerisine düşmeyi çoktan başardılar. CHP ile tek taraflı dans etme çabaları bile buna kanıttır. Bu gidişatla sokakta sizi kucaklamayacak. Devrimciliklerini teslimiyete götüren, reformizmlerini karaktersizleştirmeyi becerenlerin söylemine kitleler daha az kulak kabartacaktır.
ÖDP’nin Eşbaşkanlarının Demirtaş’a oy vereceklerini kamuoyuna açıklamaları ise ÖDP içindeki farklı çizgilerin olduğuna işaret ettiği gibi, aynı zamanda siyaseten iflas bayrağını çekmiş olmanın da göstergesidir. Bu yaman tutarsızlık ÖDP’nin içindeki kurdun büyüyerek besleneceğini göstermektedir. Ayrıca ÖDP’de 1970’lerin Dev-Yol önderliğiyle, 1980’lerin sonu ve 1990’lar da yetişen kuşağı arasında, Kürt meselesine yaklaşımda farklı çizgiler olduğuna da işaret etmektedir.
Oğuzhan Müftüoğlu ve Melih Pekdemir gibi artık miyadını doldurmuş ama ÖDP’yi her geçen gün gericileştiren “lider”lerin reformizme bile karakter bozukluğunu aşılama durumuna geldikleri aşikârdır. Kendinden sonraki kuşaklara da bu bozukluğu aşılama mücadelesi verdikleri görülmektedir. ÖDP bu kamburlardan kurtulmadığı sürece demokrasi saflarından her geçen gün daha fazla uzaklaşmaktan kendini kurtaramayacaktır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci, devrimci ve demokrat kesimin sosyal-şoven yüzünü belli etmede önemli bir gösterge olmuştur. Bir nevi örtü biraz daha açılmıştır. Bu sosyal şovenizme karşıda boykot tavrıyla mücadele etmek, zihinlerimizi hem reformizme hem de sosyal-şovenizme karşı duru hale getirmek için mücadele hattını tahkim etmek gerekmektedir. Boykot bu iki tehlikeye karşıda bir politik reaksiyon ve ifade biçimdir. Bu kavranıp sahiplenilmeli ve kitlelere taşınmalıdır.
“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?
Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:
“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)
Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!
Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!
Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!
Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?
On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?
“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)
Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.
Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine
- Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.
‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.
Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür
Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.
KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.
Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de halka karşı işlenmiş ağır suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?
Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek istemiyorum.
Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?
Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair
MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye.
Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.
Avrupa da İbrahim olmak!
18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.
50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını irdelemek bu yazının amacı.