Pazar Aralık 1, 2024

Yarım Fokoculuktan Tam Fokoculuğa Geçişin Teorisi

MKP 3. Kongresini yaptı ve Kongre belgelerini yayınladı. Kongrelerini başarıyla sonuçlandırdıkları için devrimci mücadelelerinde başarılar diliyor ve kutluyorum.

 

Burada, 3. Kongre Belgeleri’nin (3.KB) bütü konularını ele alan bir değerlendirmesine girilmeyecek. Belli başlı bazı konulara, özellikle de kendileri açısından “yeni sentez” olarak öne sürdükleri Sosyalist Halk Savaşı (SHS) vb. üzerinde daha fazla durulmaya çalışıldı. Bu hem yeni bir belirleme olduğu için hem de şimdiye kadar uluslararası alanda da her hangi bir örgütün –bildiğim kadarıyla- kullanmadığı ve ilk defa MKP tarafından kullanılan “SHS” belirlemesi ve bunun teorik alt yapısını nasıl doldurduğu ele alındı. Ayrıca, MKP’nin önemli ideolojik kırılma noktalarından biri olan “proletarya diktatörlüğünü” kendi teorik dağarcıklarından kaldırdıkları gibi Marksist terminolojiden kaldırmaya çalışmalarını; ve sosyo ekonomik yapıyı ele alış tarzlarına ve halk savaşını bütün kapitalist ülkeler için geçerli görmelerinin ne anlama geldiğine ilişkin  olsun, ve daha bir kaç siyasal ve teorik konuların ele alınmasını burada bulacaksınız. Sırasıyla, ele alınan başlıklar şunlardır:

 

1- Sosyoekonomik Yapının Ele Alınış Tarzı

2- Devrimin Niteliği ve Baş Çelişme

3- Fokoculuğun Birinci Ayağı: Devrimin Yolu; Her Türlü Yol

4- Yarım Fokoculuktan Tam Fokoculuğa Bir Geçiş Teorisi

5- Fokoculuğun İkinci Ayağı: Kapitalist Ülkelerde  Halk Savaşı

6- MKP’nin Haziran Ayaklanması’ndan Çıkardığı Ders

7- Silahlı Mücadelenin Esas Olmasının Anlamı

8- İdeolojik Kırılma Noktası: Halkın Devleti

9- Sosyalizmde;  “Çok Partili” Demokrasi

10- MKP, Kürt Ulusal Sorunun Neresinde Duruyor?

11- MKP’nin Kendi Tarihine İlişkin Yaptığı Özeleştirisi Samimi Değildir

1-    Sosyoekonomik Yapının Ele Alınış Tarzı

 

Burjuvaziden sisyasal iktidarı almak için yola çıkan ve kendisinin işçi sınıfının öz örgütü olarak değerlendiren devrimci bir hareketin için sosyo ekonomik yapının analizi; hareketin devrimci hedeflerini gerçekleştirmek için özel bir öneme sahiptir. Çünkü devrimin karakteri, devrimin yolu, devrimin asgari ve azami hedefleri, devrimin dostları ve düşmanları, devrimin strateji ve taktikleri, sosyoekonomik yapı analizine bağlı olarak ele alınır. Kısacası, işin başlangıç noktası burasıdır. İktisadi yapı belirlenmeden işe başlamak, karanlıkta el yordamıyla yürümeye benzer. Bu nedenlede bütün KP’ler, öncelikle ülkenin sosyo ekonomik yapısının analizini yapar ve starateji ve taktiklerini bu analiz üzerinde inşa ederler.

Elbette, tek başına sosyoekonomik yapıyı analiz etmekle iş bitmiyor. Diğer bir önemli yanı ise, doğru analiz edebilmek. Yani, diyalektik materyalist yöntemle ele alabilmek önemlidir. Bu yapılmadıkça, örgütün yolunu bulması yine zorlaşacaktır ve yanlış bir analiz yanlış strateji ve taktikleride beraberinde getirecektir. Bu nedenle de, sosyo ekonomik yapının doğru ve bilimsel analizi önem kazanmaktadır.

Lenin, daha işin başında “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı eserini yazmış, Mao, yine aynı şekilde 1926 yılında “Çin’de sınıfların Tahlilini” kaleme almıştır. Bunlarda gösteriyor ki, devrim yapan ustalar sosyoekonomik yapı analizine özel bir önem vermiş ve yollarını bu analiz üzerinden bulabilmişlerdir. Her iki ustada kendi ülkelerinin eğer yanlış analiz etselerdi, ne Rusya’da ne de Çin’de devrimi gerçekleştirebilirlerdi. 

Kaypakkaya TKP/ML’yi kurarken, ülkenin sosyo ekonomik yapısını analiz etmemiştir. Ancak bunun girişimlerini, ön hazırlıklarını yapmışıtr. Çorum ilinde sınıfların tahlili” ile “Kürecik’de sınıfların tahlili” çalışması, genel ekonomik yapının analizine yönelik ve onun önemini kavrayan bir çabanın olduğu açıktır. Ömrü buna yetmediği içinde bütünsel bir sosyo ekonomik analiz ortaya koyamamıştır. Bu onun kusuru değildir.  Burada söylenmek istenen, Kaypakkaya’nın da böyle bir analize çok önemsediğini göstermektir. Kendisi her ne kadar “yarı-feodal” bir sosyoekonomik yapı analayışına sahip olsada, bunun teorik çalışmasını yapamamıştır.

Her sorunda olduğu gibi, özellikle sosyoekonomik yapı tahlilinde diyalektik materyalist yöntemi kullanmak, ekonomik gelişmelerin diyalektik yöntemle ele alıp incelemek, doğru ve Marksist olan bir yöntemdir. Bu yöntem terk edildiğinde, nesnel gelişmeleri doğru bir biçimde yansıtabilmenin de olanağı olamaz. Ne yazık ki, Marksizm adına bu Marksist yöntem genellikle unutulmakta ya da öznelci ve iradeci bir yol izlenebilmektedir. MKP’nin sosyoekonomik yapı analizi, daha baştan bu yöntemin izlenmediği izlemini vermektedir. Marksist yöntem adı geçmesine ve diyalektik materyalist yöntemle ele alındığı ileri sürülmesine karşın, soruna yaklaşım bundan uzkta olduğu da bir gerçektir. Evet, ülkenin kapitalist olarak değerlendirmesi, doğrunun bir yanı. Ancak, nesnelliğin doğrusu bununla sınırlı değildir. Kapitalist gelişmenin nereden başladığı ve nereye kadar geldiği ve kapitalist meta üretiminin ne zaman egemen olduğu doğru bir analiz olmaktan öte, sanki iradi olarak bir belirleme yapılmış gibi durmaktadır.

“... sanayi tarım ve hizmet alanları 150 yıllık uzun ve sancılı bir tarihsel süreç içinde esasta emperyalist dış etmenlerin etkisi ile tali düzeyde de iç dinamiklerle evrimleşerek 1990’lar süreciyle kapitalist hale dönüşmüş, ... Türkiye Kuzey Kürdistan da feodalizmin tasfiye biçimi emperyalizme bağımlı yarı feodal yarı sömürge ülkelerde ortaya çıkmış özgül ve günümüz büçimidir.”[1][1]

MKP, bu kongreye kadar ülkeyi; “yarı-feodal” sosyoekonomik yapıya sahip olarak değerlendiriyordu. Ve bu kongrede “ Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın kapitalist bir ülke” olduğuna kara vermişler. En azından yarı-feodal değerlendirmekten iyidir. Çünkü “yarı-feodal”  değerlendirmes,, kendine “devrimci ve komünist” diyen bir örütün üzerinde eğreti bir şekilde duruyordu. Bilimsellikten uzak ve ülkenin sosyal gerçekliği ve somut ekonomik verilerle örtüşmeyen öznelci saptama olarak göze batıyordu. MKP açısından bu görüntü kalkmış oldu.

Alıntıda da görüldüğü gibi,, ülkede kapitalizmin egemen hale gelmesi; “1990’lar süreciyle kapitalist hale dönüşmüş” denerek, bu tarih verilmeketedir. “1990’lar süreci”, bilindiği gibi 2000’lere kadar dayanmaktadır. Bu da kendileri açısından, çok büyük bir eksiklik olmamış oluyor. Yani, 2013 yılının sonunda “kapitalist” değerlendirmesi yapıldığına göre, arada bir 15-20 yıllık süre kaybı olmuş oluyor. Bu elbette gerçekleri, ülkenin iktisadi gerçekliğini tam olarak doğru bir şekilde yansıtıcı bir analiz olmaktan uzaktır.

Oysa, Türkiye’ye kapitalizm Osmanlı döneminde girmiş, Cumhuriyetle birlikte gelişme göstermiş, 1950’yıllarında ise kapitalist ekonomi esas hale gelmiştir.[2][2] 12 Eylül 1980 Askeri cuntasıyla birlikte feodal artıklar ülkeden temizlenmişti. 1990’lara gelindiğinde ise ülkede feodal kalıntıların esamesi kalmamıştı. 1990’ların Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ında “feodal kalıntılarından” söz etmek somut verili gerçeklerle uyum göstermeketedir. Böyle bir saptama Türkiye toplumunun tarihsel toplum yapısının doğru bir analizini vermez, eksik bırakır. İster istemez bu da teoriye yansıyacaktır, sınıf ilişkilerine, devrimin dost ve düşmanlarının analizinin yanında devrimin taktiksel politikalarına ve hatta MKP’de görüldüğü gibi, “Sosyalist Halk Savaşı”  gibi stratejik eylem biçimlerini kendi yaşamlarına sokarak yansıyacaktır. 

MKP, ülkeyi kapitalist olarak saptıyor, ama, bir saptaması daha var, onu şöyle açıklıyor:

 “Yarı-feodal üretim ilişkilerinin esasta tasfiye olmuş olması feodal ilişkilerin tümden tasfiye olduğu anlamına gelmemekteedir. Yarı-feodal toplumsal sistemin üretim ilişkileri niteliğe damga vurmasa da hala belli biçim ve boyutlarda varlığını sürdürmektedir. [3][3]

“ Belli biçim ve boyutlarda” var olduğu ileri sürülen “yarı-feodal ilişkiler”in ise neler olduğu açıklanmadığı gibi, istatistiki olarak da ortaya konmuyor, konamıyor. Sadece, her zaman söylendiği gibi, bir genelleme yapılarak, “biz söylersek vardır” demeye getiriliyor. Bu bilimsel bir yöntem olmadığı gibi, diyalektik materyalist bir yöntem de değildir. Bu anlayışlalar dikkate alındığında, Marx döneminde yaşasalardı, kapitalist meta ekonomisinin değil, ama, yarı-feodal ekonomik ilişkilerin analizini yaparlardı dememek için hiç bir neden kalmıyor. Ya da bu anlayışla, Lenin’in Rusya’sında yaşasalardı, “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni değil, ama, Narodnik Mihaylovski gibi bir değerlendirme yaparlardı.

Yukarıda söylediği  gibi, bir yanlıştan bir doğru çıkarılmaya çalışılırken, çıkarılan doğru tekrar bir yanlış ile üstü perdelenmeye, örtülmeye çalışılıyor. 40 yıldır “yarı-feodal” dedikten ve bunu ısrarlı bir şekilde (Marksist olmayan doğmatik ve öznelci teorilerle bezendirerek) savunurken, aniden “kapitalizme” evrilmek, eski savunuyu radikal bir şekilde “tasfiye” etmek zorlaşıyor olmalı. Oysa, devrimciler radikaldir ve radikal olmak durumundadır. Eklektik olmayı değil, net olmayı, dogmatizmi değil, diyelektiği seçmelidir. Özellikle somut durumun analizi, somuta yakın olmak zorundadır. Olmayan şeyleri “var” gibi göstermeye çalışmak ve de bunun teorisini yapmak oportünizmdir. Özellikle konu ekonomi olunca, artık günümüzde, “veri yok”, gibi gerekçelerin arakasına da sığınılayamayacağı için, belirlemeler ya da iddialar, istatistiki verilerle ortaya konmadığı sürece, ciddiye alınır bir yanı olamaz. Sadece bir “iddia” olma ötesini taşımaz. Şu anda, MKP’nin bu “belli biçim ve boyutlarda varlığını” yarı-feodal ilişkiler varlığını sürdürüyor, belirlemesi de bu anlamın ötesine geçemiyor. 

“.. tali duruma düşen az sayıdaki toprak ağaları sınıfı...”[4][4]

[1] 

Bu saptama da, yukarıdaki analayışın girişini oluşturuyor. Yani, az da olsa hala toprak ağaları var (mış). Elbtte, MKP’nin bu “toprak ağaları” feodal niteliklidir. Çünkü diğerleri kapitalist çiflikler ya da “kapitalist büyük toprak sahipleri[5][5] olarak adlandırılıyor. Yine sormak zorunda kalıyoruz: Bunu istatistiki verilerle doğruluyabiliyor musunuz? Ortada böyle bir veri yok. Tali duruma düşen toprak ağaları olunca, tali durumda da yarı-feodal ilişkiler oluyor. Böylece birbirini tamamlıyor. Ancak, bunlar, incelenen nesnenin doğruluğunu yansıtmadığı için, “az sayıdaki toprak ağaları” ve  “tali yarı-feodal ilişkileri” MKP ait olamasının ötesinde, analizi yapılan  toplumsal yapıyla bir ilişkisi kurulamıyor. 

MKP, 1990’lar sonrası süreci, 3. Kongre ile doğru okuduklarını, öncesini ise doğru okuyamadıklarını şöyle açıklıyor:

Maoist komünistler, belli toplumsal şartların gelişmesi-değişmesi aşamasında olgunlaşan mevcut nesnel gerçeklerin teorik-pratik düzlemde ortaya koyduğu gelişmelerin 1990’lar sonrası doğru temelde okuyamamış ve bu ihtiyacın yarattığı basınca karşı tutucu bir direnç sergilemiştir.”[6][6]

MKP, 1990 öncesini doğru okuyamamakla birlikte ve öznelci yaklaşmasına karşılık, 3. Kongresi’nde “tutucu”luğu kısmen elden bırakmış, ancak, yukarıda işaret ettiğimiz iktisadi analiz konusunda, bütünüyle tutucu olmaktan vazgeçmemiş, öznelci değerlendirmeyi yine öne çıkarmıştır. Ve kendi önüne yine kendi eliyle engeller dikmiştir. Bundan sonrada o diktiği engelleri kaldırmak için çaba harcayacak ve bunu kaldırmak için kim bilir kaç yıl gerekecek. Bir siyasal yapıda, yapısal hale gelmiş dogmatizmi yıkmak oldukça zordur. Bunu yıkmak için ciddi bilinçli bir çaba gerekiyor. Ancak, dogmatizimi dogmatizm olarak kabul ettikten sonra bu gerçekleşebilir. MKP, “sübjektif hataları”ndan söz eder, ancak dogmatik hatalarından söz etmez. Oysa, sübjektivizm ile dogmatizm aynı yerde bulunur. Birinin olduğu yerde diğeri de vardır. Sübjektivizm, öznenin niyetinin nesnel gelişme olarak algılar. Dogmatizm ise nesnelliğin diyalektik hareketini ve gelişimini dondurur.  Bu anlmada, idealistlerin maddeye yaklaşımları da dogmatik ve sübjektiftir. Kendilerine Marksist deyip ama öznelci ve dogmatik yöntemi esas alanlar ile idealistlerin buluşma noktaları; maddenin hareketini yadsımaları ve de kendi öznel dünyalarındaki düşünceyi maddenin hareketi olarak görmeleridir. İdealistlerin dışında mekanik materyalistlerde dogmatiktir. MKP’de var olan dogmatizm, mekanik materyalistlerin dogmatizmiyle örtüşmektedir.

Burada Lenin’in dogmatizmle ilgili bir sözünü aktaralım:

Bir öğretinin en üst ve tek ölçütünün gerçek toplumsal ve ekonomik gelişme sürecine uygunluğu olduğu yerde, dogmatizm olamaz.[7][7]

Bir devrimci hareket için, en kötü şey, doğruyu pratikten çıkarma yerine, öznelciliği pratiğin yerine geçirmesidir. Bu da, o devrimci harekete ciddi zararlar vermektedir. Pratikten çıkan ve yine pratiğe uygulanarak onun yolunu aydınlatan teoriyi öznelci bir tarzda ele alınca, duvarlara toslanması da kolaylaşmış oluyor. Böylece daha ilk adımda, iyi niyetle çıkılan doğru yoldan şaşma kaçınılmaz bir hale geliyor. Bu küçük burjuva devimciliğine özgü bir yöntemdir. Bütün ustalar söyler, “pratik denek taşıdır” diye ve Mao, pratik, teori ve gene pratik der. Doğru görüşlerin sosyal olgulardan geldiğini, “Partik Üzerine ve Çelişmeler Üzerine” adlı felsefi yazılarında açıklar.

Burada, okuyucuya, bir anımsatmada bulunmakta yarar var. Lenin’in, “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı dev yapıtı, toplumsal iktisadi durumu incelemek için iyi bir örnektir. Eğer, bir Marksist bir toplumsal iktisadi incelemek istiyorsa, Lenin’in adı geçen kitapta izlediği diyalektik materyalist yöntemi izlemeldir. Özellikle Lenin’in Narodniklere getirdiği eleştiriler, bu tür araştırmalarda her zaman dikkate alınacak temel önermelerdir. Bu yapılmadığı taktirde, incelenen nesnenin, (ki, bu herhangi bir nesne değil, bir toplumun üzerinde şekillendiği temel yapı, yani, bir ülkenin iktisadi yapısıdır) diyalektik gelişimi doğru bir şekilde yansıtılamaz. Ne var ki, MKP bu yöntemi izleme yerine, yine işe, “duyguları”,  öznelciliği karıştırmış, dogmatik direnç göstermiş, araştırmasını sonuna kadar götürme yerine, belli bir yerde sonuçlandırıp sonuç almayı yeğlemiştir. Teoriyi, ülkenin iktisadi yapısının incelenmesi sonucu çıkan sonuçlara göre zenginleştirme yerine, tersinden soruna yaklaşarak, iktisadi yapıyı kendi öznelci teorisine uydurmaya çalışmıştır. Buradan şöyle bir saptamaya varılabilinir: Sosyal gerçekler ile öznelci dünyanın karşımı ortaya çıkan eklektik bir sonuç.

Neden böyle bir sonuç çıkarıyoruz:

Eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak yarı-feodal üretim ilişkisi tamamen ortadan kaybolmayıp sadece baş çelişki durumu olmaktan çıkmıştır. Türkiye/Kuzey Kürdistanın başlıca çelişmeleri arasında yarı feodal ilişkilerin mevcudu bulunmaktadır.”[8][8]

Eğer, “yarı feodal”  ilişkiler başlıca çelişmelerin arasına alınıyorsa, demek ki, bu ilişki biçiminin ülke ekonomisi içinde önemli bir ağırlığı var anlamına geliyor. Doğal olarak ekonomik veriler içinde bu ilişki biçiminin yeri de olması gerekirdi. Yani, istatistiki olarak da mevcudiyeti belirtilmeliydi ki, okuycu da sorunu net olarak analayabilsin. Ne yazık ki, böyle bir veri de çaba da,  kamuoyuna sunulan belgelerinde yoktur. Genel bir söylemle yetinilme yolu seçilmiş. Bu da “ikna” edici olmaktan oldukça uzak bir “araştırma” yöntemi biçimidir. Kapitalizmin genel yasalarını ters yüz ederek büyüyen kuşağın, “kapitalist” saptamasını tam yerli yerine oturtabileceğini düşünmemek, bilinmezciliğe mi girer acaba?

“Emperyalizm feodal yapıyı tasfiye etmez.” “Emperyalizme bağımlı koprador burjuvazi feodalizmi tasfiye etmez.” “Emperyalizm yarı-sömürgelerinde kapitalzimin gelişmesine müsade etmez.”  “Emperyalizme bağımlı bir ülkede kapitalizmin hakim hale geldiğini savunmak Troçkizmdir.” “Feodalizmin tasfiyesi, proletarya önderliğinde demokratik devrim sorunudur.” Vb. vb. ...

Kırk yıldır bu yanlış ve doğmatik teorilerle büyüyen kuşağın, “yarı-feodal” teoriyi birden üzerinden atması kolay olmaz. Kırk yıl sonra “kapitalizm hakim”dir noktasına gelindiyse, galiba “feodal kırıntıların”da da atılması için bir 20 yıla daha gereksinim var ki, o zaman ülke tam kapitalist olsun. Bu kuşak, “yarı-feodal yapıyı” savunmak için bir çok anti-MLM teori üretti ve bu ürettiği teoriye kendi de inandı. İstanbul’un göbeğinde bir binanın çatı katında inek beslenmesi “feodalizme örnek” gösterildi. Ankara’nın 60 km[9][9] ötesinde çocukların eşek sırtında okula gitmeleri, feodalizmin varlığının kanıtı sayıldı. Şehir ve köylerdeki yoksulluk ve yoksullaşma “feodalizmin varlığına” örnek gösterdildi. Kürdistan’da aşiretçilik, feodalizmin varlığına örnek gösterildi. Hatta işsizlik feodalizmin varlığına kanıt gösterilmeye çalışıldı. Kapitalizme ait ne varsa hepsi görüldü, ama “feodal gözlükle”, fakat bunların kapitalizme ait öğeler ve kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı bir sonuç olduğu görülemedi. Burjuva liberal yazarları gibi, “zenginlik” kapitalist üretim ilişkilerinin karakteristiği, “yoksulluk” ise “yarı-feodal üretim ilişkileri”nin karakteristiği olarak değerlendirildi. Ülkenin en ücra köşelerine kadar kapitalist üretim ilişkilerinin girdiği ve her yeri örümcek ağı gibi sardığı görülmek istenmedi, görülene de “yarı-feodal” damgası vuruldu. Ülkeyi “yarı-feodal” olarak niteliyen örgütler, kendi tabanlarına kapitalizmi yanlış ve kapitalizmi, adeta tanımlanamaz, kolay kolay ülkeye giremeyecek bir “ülkü” olarak tanıttı.  MLM teori diye ileri sürülen bu dogmatik ve öznelci yaklaşımların atılıp gerçekten MLM teori kuşanılmalıdır. Bilimsel olunmalı ve bunun içinde diyalektik materyalist yöntem kullanılmalıdır. Marksist olmanın ilk yolu buradan geçiyor.

2- Devrimin Niteliği ve Baş Çelişme

Baş çelişme saptaması, bütün devrimlerin doğal gelişiminde vardır. Bunun anlamı; devrimin esas olarak hedefi olan, ilk vuracağı ve yıkacağı güç/düşmandır. Kapitalist ülkelerde de burjuvazi proletar devrimin esas düşmanı ve ilk vuracağı, yıkacağı güçtür. Bunun yanıda ona destek veren, yani düşmanın dostaları –emperyallizm ve gericilik- da devrimin hedefleri arasındadır. Ancak, onların desteği burjuvaziye dolaylı olduğu için, öne çıkmaz. Öne çıkan ülkeyenin ekonomik yapısını belirleyen kapitalizmin temsilcileri, aynı zamanda devlete egemen olan komprador tekelci- burjuvazidir. 

Bazı küçük burjuva oportünistleri baş çelişme saptamasına karşı çıkarlar ya da buna gerek olmadığını ileri sürerler. Ancak, bu niyet sorunu değil, devrimle karşı devrim arasındaki, yani, burjuvazi ile proletarya arsındaki savaşımın doğallığı içinde vardır. Burjuvazinin esas düşmanı proletarya iken, proletaryanın esas düşmanı ise burjuvazidir. Bu anlamda, gelişmelerin önündeki çelişmeler içinde öne çıkan çelişme baç çelişme olur. Bu, 17 Ekim Rus Devrimi’nde de böyle olmuştur. Bu konuyu, Stalin, “Leninizmin Sorunları” kitabında, “Strateji ve Taktik” bölümünde geniş bir şekilde açıklar. 

Rusya’da 1903’ten 1917 Şubatına kadar devrimin hedefi çarlığı yıkmaktı. Yani, baş düşman çarlıktı. Stalin, Lenin’in “İki taktik” kitabından demokratik devrimle ilgili olarak aşağıdaki alıntıyı aktarır:

Proletarya, kuvvet yoluyla  otokrasiyi ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için köylü yığınlarıyla ittifak kurarak demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir.”[10][10]

Demokratik devrimde, esas hedef burjuvazi değil, çarlıktır. Burjuvazi ikinci planda kalan bir hedeftir. Yani, çarlığın yıkılmasından sonra sıra ona gelecektir. Ama, demokratik devrimin bir numaralı düşmanı olan önce çarlık yıkılmalı, proletarya, okun sivri ucunu buna yöneltmelidir.

Stalin, 1917 Ekim devriminin ana hedefiyle ilgili, Lenin’den aktarmaya devam eder:

Proletarya, kuvvet yoluyla burjuvazinin direncini kırabilmek için, köylülüğün ve küçük-burjuvazinin kararsızlığını etkisiz hale getirmek için, halkın yarı-proleter öğeleriyle ittifak kurarak sosyalist devrimi başarmalıdır.”[11][11]

Lenin’de, her devrimin ana ve tali güçlerini ve ana ve tali düşmanlarını açıklamaktadır ve proletaryanın buna göre konumlanmasını, dost ve düşmanlarını buna göre belirlemesini yapmaktadır. Mao’da bunu felsefi olarak ele aldığı gibi, Marksist bilgi teorisi ışığında geliştirmiş ve daha bir somutlaştırmıştır.

Mao’nun dan baş çelişmeyle ilgili bir tanımlaması şöyledir:

Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde bir çok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi, öteki çelişmlerin varlığını ve gelişmesinin belirler ya da etkiler. İşte bu zorunlu olarak baş çelişmedir.”[12][12]

Mao, bu tanımdan hareketle, kapitalist ülkelerdeki baş çelişmenin ne olacağını da açıklar:

“... kapitalist toplumda birbiriyle çelişen iki güç, yani proletarya ile burjuvazi baş çelişmeyi oluşturur.”[13][13]

[1] 

Bu da emek-sermaye çelişmesidir.

Mao’nun bu baş çelişme tanımlamalarından yola çıkarak, MKP’nin baş çelişme saptamasını değerlendirelim:

Ülkeyi kapitalist olarak değerlendiren MKP, doğal olarak devrimin karakterini de sosyalizm olarak belirliyor. Kapitalist saptaması, sosyalist devrimi de koşulluyor. Burada karşı çıkılacak bir yan yok ve ayrıca, birbiriyle çelişen bir durumda değildir. Yalnız, ülkenin sosyoekonomik yapı değerlendirmeleriyle ve buradan hareketle de MKP’nin baş çelişme belirlemesi, somut durumu yansıtmayıp, bu iki saptama birbiriyle çelişir durumdadır.

Emperyalizme bağımlı olarak gelişen komprador tekelci kapitalizm Türkiye Kuzey Kürdistan özgülünde ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik yaşama damgasını vuran sınıftır. Bu bağlamda başlıca çelişkiler içerisinde somut olarak baş çelişki, emperyalizm ve komprador burjuvazi ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olarak değişikliğe dönüşmüştür.[14][14]

Böyle bir saptama; ülkeyi, “kapitalist” olarak değerlendirmeleriyle ve “sosyalist devrimi” esas alamalarıyla çelişiyor. Bu da gösteriyor ki, ya ülkeyi kapitalist olarak değerlendirmelerine kendileri de inanmıyor ya da “işçi sınıf içinde çalışma esas”, “devrimin önder ve temel gücü işçiler” demelerinin ne anlama geldiğini, neyi ifade ettiğini ve bunun emek-sermaye çelişmesi boyutunu, toplumdaki yerini, kapitalist bir ülkede ana çelişmenin nasıl ele alınacağını bilmiyorlar da denebilir. Elbette bu, genel ideolojik ve siyasal sorunlardan bağımsız olarak ele alınmış safça bir yorum olur. MKP, her ne kadar eklektik görüşlere de sahip olsa da bütünlüklü bir teoriye sahiptir. Onlara göre; “ülkede hala yarı-feodal yapının” olması, “az da olsa toprak ağalarının varlığı”, “kırlarda ve şehirlerde silahlı mücadele”, “proletarya ve emekçiler devleti”, “sosyalist ülkelerde çok partili sistemi” kutsamaları ya da bunu genel bir ilke haline getirmeleri, emperyalizmi ülke içindeki burjuvaziden ayrı görmemeleri vb. bunlar birbirine bağlı teorik bir bütünlük araz ediyor ve biri diğerini koşulluyor. Aynı zamanda, emperyalizmin ülkede “tayin edici” oluşu görüşleri, komprador tekelci burjuvazinin yanında emperyalizmde baş çelişmenin içine katmışlardır. Bu bir yandan doğmatik, öznelci yanlar içerdiği gibi, diğer yandan genel bir Marksizmden sapma oportünist teoriler bütünülüğünü de içermektedir. Bu teorik bütünlüğünün vardığı siyasi sonuç; halkçılık oluyor.

MKP’nin baş çelişme saptamasıyla “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” de aslında birbiriyle örtüşen bir siyaset. Her ne kadar ülkeyi “kapitalist” ve devrimin karakterini de “sosyalist” belirleseler de, onlar, kendi geçmişlerinden (kendi deyimleriyle “tutuculuk”larından, yani, Marksist terminolojideki adıyla; dogmatizmden) vazgeçebilmiş değillerdir.

Kapitalist sosyoekonomik yapıya sahip bir ülke de, baş çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Kapitalist yapıdan hareketle sosyalist devrimi esas alan bir KP’nin, böyle bir değerlendirmesi, onu, emek-sermaye çelişmesini baş çelişki olarak saptamasını da beraberinde getirmesi gerekir. Ancak, MKP, demokratik devrimi öngören bir baş çelişme saptamasına giderken, “sosyalist” devrimi esas alması ise birbiriyle çelişen ve çatışan saptamalardır. “Emperyalizm” olgusu ön plana geçtiği zaman, bir taraftan buna karşı mücadele, demokratik bir özellik taşırken, anti-emperyalist olması bağlamında da “ulusal bağımsızlık” yönü vardır. Yani, “milli demokratik devrim” tezinin öngörüsüdür.  MKP, daha önce ülkeyi “yarı-feodal yarı-sömürge” değerlendirirken, “feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişmedir” diyordu. O zaman da devrimin karakteri “demokratikti.”  (Ve hatta, feodalizmin tasfiyesi önünde esas engel olarak emperyalizmi görüyorlardı) Ve emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı mücadeleyi esas alıyordu. Yani, demokratik devrimin hedefleri; bu ekonomik yapıların temsilcisi sınıflardı. 3. Kongre’de alınan karar’da, “feodalizm esas olmaktan” çıkmış, fakat emperyalizm ve komprador kapitalizm öne çıkmış, ve “feodal artıklar”ın tasfiyesi de yine sosyalist devrimin görevleri arasında yer almış. MKP’nin böylesi bir yaklaşımından hareket edilirse, demokratik devrimle sosyalist devrim arasında bir fark yoktur. Baş çelişme saptamaları, böyle bir teorik biçimlenme ortaya çıkarmaktadır.

Baş çelişki saptamasının; “emperyalizm ve komprador burjuvazi ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki” olması, sosyalist devrimle çelişir. Ya da, işçi sınıfının önder güç olması yanında temel güç olmasıyla da çelişir. Bir biriyle çelişen eklektik teorilerin bütünlüğü oportünizmin teorisi olması ve teoriyle pratiğin diyalektik birliğini sağlayamaması, onu kendi kendiyle çelişen bir yapıya dönüştürür.

MKP’de kendi kendileriyle çelişen alıntıları buraya aktaralım:

Çelişmeleri yaratan temel kaynak sınıfsal karşıtlıktır.”[15][15]

“Sosyalist devrimin aktüelliği Türkiye Kuzey Kürdistandaki çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçilerin, emperyalizme bağımlı komprador tekelci burjuvazi tarafından esasta sömürülmeleridir. Emekçi kitlelerin kurtuluşu ancak bu egemen pozisyonda olan sınıfa karşı, devrimci sosyalist savaş yürütülmesi sonıcunda sağlana bilir.”[16][16]

“Sosyalist devrim, iktidardaki emperyalizme bağımlı olan komprador tekelci burjuvaziye karşı...”[17][17]

Bu alıntılarda da görülebileceği gibi, sosyalist devrimin esas hedefi olarak komprador kapitalizm ve komprador burjuvazi gösteriliyor. Burjuvazinin esas düşman olduğu bir ülkede, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme öne geçer ve bu da emek-sermaye çelişmesidir. Sosyalist devrim, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir devrimdir. Burjuvazinin yenilgiye uğratılması ve yıkılması, komprador kapitalizmin ana destekçisi emperyalizmin de yenilgiye uğratılması ve ülkeden kovulması anlamındadır.

MKP, bir başka yerde, “Sosyalist Devrimin Hedefleri”  başlığı altında ise şunları söylüyor:

Bu iktisadi temel üzerinde şekillenen başlıca düşman sınıflar; emperyalist burjuvazi, komprador tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir.”[18][18]

Başka yerlerde komprador tekelci burjuvaziyi öne çıkarırken, burada emperyalist burjuvazi öne çıkmış. Ve peşinden ise şöyle bir tanımlama var:

Bu çelişkinin ana yönünü emperyalizm, komprador tekelci burjuvazi ve kapitalist büyük toprak sahipleri oluştururken, tali yönünü çeşitli millet ve azınlık milliyetlerden geniş halk yığınları oluşturmaktadır.[19][19]

Bütün bunlar da gösteriyor ki, MKP açısından emperyalizm birinci hedef ve buna bağlı olarak da diğer sınıflar, koprador tekelci burjuvazi ile kapitalist büyük toprak sahipleri geliyor. Kapitalist büyük toprak sahipleri bujuva sınıfının içinde değil mi? Çünkü bunlar özellikle ayrı olarak belirtiliyor.

Buraya kadar ortaya koyduklarımızda gösteriyor ki; Lenin, Stalin ve Moa’nun baş çelişme tanımlamalarıyla MKP’nin tanımlaması birbirine uymuyor. MKP, bir taraftan ülkeyi kapitalist değerlendiriyor, sosyalist devrimi esas alıyor ve esas düşman olarak komprador burjuvaziyi devrimin hedefine koyuyor, ama peşinden ise buna uygun bir baş çelişme yerine, kendi öznel dünyasındaki çelişmeyi getirip, kendi temel saptamalarını inkar edercesine onun yerine geçiriyor. “Eklektik ve birbiriyle çelişen önermeler yığını” dediğimiz yanlar bunlardan bazılarıdır. Sosyalist halk savaşı stratejisi de aynen baş çelişme saptaması gibi kendi değerlendirdikleri sosyal gerçeklikle tezat teşkil etmektedir. Ve bu eklektik ve birbirini dışatalayan teorik önermeler bütünü zincirleme birbirini takip etmektedir. MKP’nin teorik bütünlüğünün gerçekliği, bu eklektik bütünlüğün içinde saklıdır.

3-    Devrimin Yolu; Her Türlü Yol

MKP, 3. Kongresinde, yeni bir teoriyle kamuoyunun, özellikle de devrimci kamuoyunun önüne çıkıyor. Devrimin yolu: “Sosyalist Halk Savaşı”. 

 “Sosyalist devrim, iktidardaki emperyalizme bağımlı olan komprador tekelci burjuvaziye karşı proletaryanın öncü ve temel güç olarak başlattığı ve kent ile kır küçük burjuva kesimlerinin müttefik olduğu sosyalist halk savaşı stratejisi aracılığı ile icra edilir.”[20][20]

Köylülüğün temel güç olduğu, kırlardan şehrlere doğru iktidarın parça parça alınması teorisini biliyoruz. MKP’de 3. Kongreye kadar bu görüşü savunuyordu. Yani, o görüşün yabancısı değil. Üstelik, bugüne kadar  verdiği mücadelenin “halk savaşı” olduğunu söylüyordu. 3. Kongreden sonra bu anlayışlarını, ülkenin sosyo ekonomik yapı analizine bağlı olarak değiştirmişler ve köylülük temel güç olmaktan çıkmış, önder ve temel güç[21][21] olarak proletarya almış. Ve işçi sınıfı içindeki çalışma esas[22][22] hale gelmiş. Bunlar doğru ve ileri adımlardır.

MKP’nin SHS ile ilgili gerekçelerini öğrenelim ve peşinden yorumlarımıza geçelim:

Türkiye-Kuzey Kürdistan sosyo ekonomik yapı itibariyle kapitalisttir. Buna bağlı olarak devrim stratejimizde sosyalist Halk Savaşı stratejisidir. Partimizin ideolojik belgesinde savunulan; Halk Savaşı sadece yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerde geçerlidir anlayışı eksiktir. Halk Savaşı kapitalist ülkeler içinde geçerlidir. Bu her kapitalist ülkelerde de farklı biçimler alabilir. Tek bir yol olarak statik kalıpçılığı doğru bulmamaktayız. Her siyasal coğrafya konjonktürel siyasal durum ve ülkenin özgünlüklerinden dolayı farklı yol ve metotlarında açığa çıkarılmasına yol açabilir. Ulaştığımız teorik sentez sonucunda Türkiye Kuzey Kürdistan bağlamında, dolayısıyla yeni bir biçim ve içerik temelinde sosyalist Halk Savaşı Stratejisinde, gerilla savaşı da önemli ve temel bir güç olarak ele alınacaktır ancak toplu ayaklanma ile eşgüdümlü bir şekilde ele alınarak yürütülecektir. Kır-şehir diyalektiği olarak telakki edilebilir ya da kavranabilir.[23][23]

Bu uzun alıntıda da görüldüğü gibi, SHS’nın gerekçeleri ve biçimi ortaya konuluyor. Bakkaldan peynir-ekmek alır gibi, istediklerini alıyorlar ve istemediklerini de almıyorlar. Önceki halk savaşı bırakıldı, o bırakılınca yenisi bulundu: Sosyalist halk savaşı (SHS). Diğer halk savaşı sosyalizmi amaçlamıyor muydu? O da proletaryanın önderliğinde yürütüldüğüne göre, demokratik devrimden sonra sosyalizmi amaçlıyordu. Bu açıdan bakıldığında, Mao’nun ortaya koyduğu halk savaşı teorisi, sanki sosyalizmi hedeflemiyor gibi bir anlayış çıkarılabilir. MKP’nin  SHS anlayışının, Mao’nun HS anlayışının içini boşaltmak ve onu revize etmenin bir başka yöntemi olduğunu da burada vurgulayalım.

MKP, 3. Kongre öncesi savunduğu görüşlerle, ve silahlı mücadele analayışıyla birlikte “sol”da duran, yani sol sapma içindeydi. Çünkü, ülkenin sosyo-siyasal yapısı bu görüşlere uygun değildi. Ancak, teoride “sol”da duran MKP, pratikte “sağ”da oturuyordu. Yanlış ilacın hastanın bünyesinin kabul etmemesi gibi, pratik, yani sosyal gerçeklik de, “sol” teoriyi kabul etmiyor, dışlıyordu. Bu nedenle de MKP’nin deyim yerindeyse; sözüyle özü aynı değildi. En azından şimdi, eski  sözlerinde değişiklikler yaptılar. Ancak, bu kez, “sol” dan bir başka “sol”a saptılar. Ülke kapitalist, işçi sınıfı içindeki çalışma ve örgütlenme esas, köylü temel güç değil, ama, silahlı mücadele aynı ve hatta daha da ileri olarak şehirlerde de “Partizan Halk Güçleri” (PHG) olarak silahlı bir örgütlenmeye gidilmesi kararı alınmış. Yani, kırsal alanlarda Halk Kurtuluş Ordusu, şehirlerde de PHG. Bu sosyal ve siyasal durum, daha dağrusu, kitlelerin durumu bu iki gücün içini doldura bilir mi? Bugünkü sosyal veriler ışığında soruna yaklaşıldığında, bunun yanıtı hayır olacaktır. Bu yeni teori de, geçmişteki HS teorisi gibi nesnel gerçekliği yansıtmayan, ayakları havada “sol sapma” bir teori olarak kalacaktır. Kitlelerle ve işçi sınıfıyla kaynaşmayı, birleşmeyi ve onların içinde ciddi örgütlenmeler yaratmayı değil, onlardan soyutlanmayı getirecektir. Ve bu teori, şehirlerde yapılacak bazı bireysel silahlı eylemlikler dışında (bu her zaman yapılabilecek taktik eylemliklerdir. Siyasetin önünü açmak için zaman zaman gerekli olabilecektir) kendi kaderiyle baş başa kalacaktır.

MKP’nin “savaş” yaklaşımlarından, şöyle bir genelleme çıkıyor: Hangi sınfı (işçi ya da köylü) temel alınırsa, o güce dayanılarak silahlı halk ordusu örgütlenmesi ve silahlı mücadele de esas hale geliyor. Bu açıdan da, esasta, silahlı mücadele anlayışlarında değişen bir şey yok. Biri kırı esas alıyordu, şimdi, “kır-şehir diyalektiği” adı altında daha “ileri” ve daha karmaşık bir silahlı mücadele anlayışını ortaya çıkarmışlar. Dün, köylüleri temel alan köylü gerilla savaşı köylüleri silahlı mücadele içine çekemedi. Köylüler, başka telden, örgüt ise başka telden çaldı. Yani, savunulan teoriyle pratik gerçeklik birbirine zıttı. Bu nedenle de teori hayat hakkı bulamadı. 

Halk Savaşından vazgeçilip SHS ile pratik uyuşacak mı, bu teori gerçekten sosyal gerçekliği yansıtıyor mu? Ve bu teori hayat hakkı bulacak mı?

Kapitalist ülkelerde, genelde toplu ayaklanma ile devrim yapılır. Bu, Rus Devrimi ile kanıtlanmış durumda. Ancak, bütün kapitalist ülkeler Rusya’nın yolunu izleyecek ya da Çin’in yolunu izleyecek diye bir şey yok. Bu, başta ülkenin sosyoekonomik yapısı, siyasal durumu ve uluslararası konjonktürle de yakından ilgili olduğu gibi, ve aynı zamanda bunu, birbirine bağlı sosyal ve siyasal etkileşimlerin yarattığı koşullar belirleyecektir. Bütün bunlar devrimin nasıl bir yol izleyeceği üzerinde etki yaratacaktır. Elbette, belirleyici olan; ülkenin iç sosyal ve siyasal yapısıdır. Bildiğimiz kadarıyla, kapitalist ülkelerde işçilerin toplu ayaklanamsıyla devrimin olma olasılığı daha bir öne çıkmaktadır. Bu tür ülkelerde ne şehir gerillacılığı ne de kır gerillacılığı esas hale gelmez. Bu tür eylemliklere baş vurulmaz mı? Elbette baş vurulabilir. Bunu o andaki somut durumlar belirleyecektir. Düşman ile devrimci güçlerin karşılıklı durumları, siyasal gelişmeler ve kitlelerin içinde bulunduğu durum belirleyecektir. Bu anlamda, hiç bir mücadele biçimi reddedilmez, anacak, bunlar, temel mücadele biçimi etrafında olabilecek ve ona destek olacak faaliyetler olabilir.

Kapitalist ülkelerde, bu emperyalizme bağımlı yarı-sömürge bir ülke de olsa, temel dayanak işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı ise fabrikalarda ve değişik iş yerlerinde çalışan genel anlamda ücretlilerden (ve işsizlerden) oluşan kesimdir. Bunlar, iş yerlerini bırakıp silahlı mücadele içinde örgütlenmez. Kendi alanlarında, yani, sendikalarda ya da iş yerleri içindeki örgütlenmelerde örgütlenirler. Ne zaman ki, ayaklanma durumu yaratıldı, o zaman işçiler topluca işi bırakıp savaşın içine atılırlar. Bu elbette silahlı bir ayaklanma olacaktır.

En yakından örenek 15-16 Haziran Direnişi ve yine Gezi (Haziran 2013 Ayaklanması) direnişi ve ayaklanmaları bizlere kısmen de olsa,  kitlelerin hareketlerinin yönelimine ilişkin bilgiler vermektedir. Bu kitleler, örgütlenip dağa çıkmaz. Bulunduğu alanlarda, yaşam alanlarında mücadele ederler. Mısır’da kitleler şehir sokaklarını bırakıp dağa çıkmadılar, yaşam alanlarında ayaklandılar ve mücadele ettiler. Gezi sürecinde, kitleler dağa çıkma yerine, bulundukları yaşam alanlarında mücadele etiler. Başka türlüsü de olmazdı.

Köylüler de kendi yaşam alanlarında mücadele ediyorlar. Yarı-feodal yapının ağırlıkta olduğu, köylü nüfusun yoğun olduğu bir yerde, köylüler silaha sarılıyorsa, gelip şehirlerde değil, kendi bulundukları kırsal alanda, yani kendi yaşam alanlarında mücadeleye (silahlı örgütlenme içinde) katılacaklardır. Bu, Çin’de ve yakın süreçte Nepal’de vb. ülkelerde böyle olmuştur. Yani, her şey nesnel koşullarla ilgilidir. İradi değil, sosyal yaşamın belirleyiciliği ön plandadır. Özne var olan çelişmeleri keskinleştirebilir ya da keskinleşmesine yardımcı olur, örgütler ve yönlendirebilir. İrade (özne), ne denli zorlarsa zorlasın sosyal yaşamın doğasına ters bir durum yaratamaz. Teori sosyal gerçekliğin içinden çıkmalı ve ona yol göstermeli ki, sosyal gerçekliği daha ileri bir noktaya taşıyabilsin ve çelişmelerin çözümümnü gerçekleştirebilsin.

Sosyal gerçeklikten uzak, plan ve programlar her zaman kağıt üstünde kalmaya mahkumdur. Aynı “yarı-feodal” belirlemenin arkasından HS teorisinde olduğu gibi. 40 yıllık bir örgüt için bu iyi bir deneyim olmalıydı. Kendi pratiğinden öğrenmeliydi. MKP, kendi mücadele pratiğinden yanlış öğrenmiş, onu iyi sentezleyememiş, kendi teorik solculuğunu bir başka solculukla kapamaya çalışmıştır.

Militanlık, Marksizm ya da komünizm, yani sınıf bilinçli proletaryanın görüşlerini savunmak, onun ilkelerini yaşama geçirmek; sosyal yaşamın “uç”larında durmak anlamına gelmiyor. Marksizm, somut koşulların somut analizidir. Bu somutluktan hareketle, doğru teorik önermeler üretip yine onu pratiğe uygulamak ve pratikten dersler çıkarıp teoriyi zenginleştirmektir. 

Ne var ki, MKP, ülke gerçekliğiyle uyuşmayan bazı ilkeler çıkarmış, kendi deyimiyle: “sentezlemiş” ve ülke gerçekliğini bu ilkelere uydurmaya çalışacaktır. Sosyal gerçeklik önceden saptanmış ilkelere uymaz, tersine ilkeler sosyal gerçeklikten, yani, hayatın kendisinden çıkarılır. Bu, Engels’in meşhur önermelerinden biridir.

MKP, şehirde de kırda da ordu örgütleyeceğiz diyor. İşçilerin örgütlenme yeri fabrikalardır. İş yerleridir.

Burjuva devletinin ayakta olduğu bir yerde, devrimci bir ordunun örgütlenmesinin koşulu, kırsal alanlardır. Ancak, kırsal alanlarda orduya katılacak ve onun asli gücünü oluşturacak olan da yoksul köylülüktür. Mao, Çin’in somut koşullarından hareketle; “ülkemizde halk savaşının koşulu vardır” demiş ve ÇKP önderliğinde köylüleri halk ordusu içinde örgütlemişlerdir. Mao’nun teorisiyle sosyal pratik uyum gösterdiği için Çinli komünistler devrimi yapmayı başarmışlardır. Diğer yandan, sosyal koşularında buna uygunluğu gereklidir. Bu bileşenlerin bir arada olması sonucu ordu örgütlenmesi gerçekleşebilir. Tabi, köylülük kapitalist ilişkiler içinde olmayıp feodal ve yarı-feodal ekonomik ilişkiler içindeyse... Bunun yanında köylülüğün genel nüfus içinde önemli bir yeri varsa... Çin’de böyleydi. Nepal’de böyle ve şimdi Hindistan’da da nüfusun % 65-70’i kırsal alanda yaşıyor. Hindistan’ın kendine özgü yapısı biraz daha farklı. Ancak, NKP(M), 1996 yılında halk savaşına  başladığında, Nepal’de köylülüğün genel nüfusa oranı %70’lerin üzerindeydi ve oldukça yoksul ve feodal yönü fazla olan bir ülkeydi. Bu nedenle de NKP(M), kısa zamanda köylüleri silahlı mücadele içinde örgütleyerek kızıl ordusunu oluşturabildi. Yani, ordu oluşturmanın bütün koşulları orada mevcuttu. Mao, ÇKP’nin neden ordulaşması gerektiğini ve bunun sosyal ve siyasal temelini açıklar. Yine Kaypakkaya, bu teoriden hareketle, ülkede neden ordulaşılması gerektiğnin nedenlerini ve gerekçelerini, “Kısıl Siyasi İktidarlar” adlı makalesinde açıklar. Kapitalist ülkelerde ise neden yarı-feodal ülkelerde olduğu gibi ordulaşılamayacağını açıklar. Bunlar, yabana atılabilecek teroiler değildir.

Kapitalist bir ülkede, çok özel durumlar mevcut değilse, toplu ayaklanma gibi gelişmeler yoksa, Çin, Nepal vb. ülkelerde olduğu gibi bir ordu, ne şehirde ne de kırda oluşturulabilir. Bu bütünüyle fokocu bir örgütlenme tarzı ve anlayışıdır. Bunun acı deneyimleri Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunda yaşandı.

Kolombiya’nın durumu ise çok farklı ve onu tarihsel koşullarından ayrı olarak ele alıp bugününü değerlendiremezsiniz. Buranın tarihsel durumu ve FARC-EP’nin ortaya çıktığı koşullar çok farklıydı ve köylülerin ayaklanması sonucu oluşmuştu. O günden bu yana Kolombiya’da önemli sosyal değişimler olsa da temelde bir değişim olmadığı için, ikili bir yönetim vardır. Birisi FARC-EP[24][24] ağırlıklı ve ELN[25][25] destekli kurtarılmış alanların varlığı öbür yanda ise ABD destekli Kolombiye burjuva devleti. Kolombiya’da nüfüsun üçte ikisi şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusun altıda biri başkent Bogota’da yaşamaktadır ve kapitalist bir ülkedir. Buraya bakarak, “bizde de neden olmasın” sorusu tarihsellikten kopuk olur.

Uzağa gitmeyelim, ülkemiz de PKK’nın mücadelesine bakalım denirse, ulusal ve sınıfsal hareket ayrışımı ve bunlar arasındaki nitel farklılığın getirdiği dost ve düşman ayrımları ve sınıfsal ittifaklarda önemli bir değişiklikleri analiz etmek ve buna göre değerlendirmek gerekiyor. Diğer yandan Kürt köylüsü, başta PKK’yı seçti, yani sınıfsal kimliğini değil, ulusal kimliğini kazanmayı seçti ve onu elde etmek için mücadeleye katıldı. PKK’da bu politikayı işlemesini bildi. Eğer PKK silahlara veda ederse, dağda gerillası olduğunu söyleyen hareketlerinde bir daha gerillası olmayacağı da bir gerçektir. Bugün “gerilla” varsa, PKK ile devlet arasındaki mücadelenin getirdiği ortamdan kaynaklıdır. Ayrıca, kitleselleşmeyen, kendi varlık amacıyla bütünleşmeyen, köylülüğü gerilla savaşı içine çekemeyen bir “gerilla savaşı”na, gerilla savaşı denmeyeceği de biliniyor olması gerekir. MKP, hala eskiyi terk edemiyor. HKO’nu kırsal alanda kuracağını söylüyor. Kurulsaydı, bugüne kadar kurulurdu. Ne bildiğimiz köylülük böyle bir ordu içinde örgütlenmeye ve ordulaşmaya müsaittir ne de ülkenin sosyal yapısı buna uygundur. Bu nedenle de, son 40 yıllık süreçte, komünizm hedefli örgütlerin, ordulaşma bir yana, hatırı sayılır bir gerilla gücü oluşturamadıkları da bilinen bir gerçekliktir.

Halk savaşından sosyalist halk savaşına geçiş yapmak, teorik anlamda bir şeyler ifade edebilir. Bu bir değişimdir. Paratikte ise değişim olmayacaktır. Sosyal gerçeklik ile teori birbirini tamamlaması ve teornin bu gerçekliği yansıtması gerekiyor. “Devrimle karşı-devrimin karşı karşıya” olması gerçeği, kitlelerin, daha baştan silaha sarılıp ordulaşacağını koşullamıyor. 

MKP, 3. Kongresi’nde, geçmişte neden bir ordulaşma yaratamadıklarını da açıklaması gerekiyordu. Ordulaşmanın ötesinde “hatırı sayılır” bir gerilla gücü oluşturamadıklarını, köylüleri neden gerilla birlikleri içinde örgütleyemediklerini açıklamalıydı. Bu açıklamalar yapılmadan, yeniden aynı şeyleri, değişik teori adı altında ileri sürülmesinin ve savunulmasının, kitlelerin ileri kesimleri açısından inandırıcılığı, ve en azından, MKP açısından da doyuruculuğu olmamalıdır. 41 yıllık bir örgüt olduğunu ileri süren MKP, bu süreç içinde, teorisinin neden hayat hakkı bulmadığını açıkladıktan sonra yeni stratejisinin gerekçelerini ortaya koyması daha inandırıcı olurdu. Ya da şimdiye kadar HS stratejisi yanlışsa, bunun özeleştirisi yapılmalıydı.

“Subjektivizme düştük”, hedeflerimizi yanlış seçtik”, “dört bir yana yumruk salladık” vb. gibi açıklamalar, teorinin neden sosyal yaşamla buluşmadığını açıklamaya yetmez. Bunun açıklaması şimdiye kadar savunulan genel temel devrim teorilerinin içindedir. Bu nedenle, taktiksel açıklamalardan öte, kitelerin ve de sınıf bilinçli kitlelerin teorik açıklamalara gereksinimleri var. 

Sonuç olarak şöyle söylenebilir: MKP’nin devrim yolu; her türlü yol şeklinde de özetlenebilir.

4-    Yarım Fokoculuktan Tam Fokoculuğa Bir Geçiş Teorisi

Sosyalist halk savaşı stratejisi askeri olarak kentlerde PARTİZAN HALK GÜÇLERİ, KIRLARDA GERİLLA GÜCÜ OLARAK HALK KURTULUŞ ORDUSU üzerinden yürütülür.[26][26]

MKP’de, 3. Kongre öncesi yarım fokoculuk vardı, şimdi tam fokocu bir teoriyle karşımıza çıktı. Neden “yarım fokocu”ydu, diye sorulursa, MKP’nin yürüttüğü savaş bir “öncü” savaşıydı. Kitleleri ya da kendi deyimiyle köylüleri içine çekmeyen, ama köylüleri temel alan ve bu temelden kopuk bir savaş, öncünün savaşı olmaktan ileri gidemedi. Bu nedenle de MKP, tarihi boyunca, örgütleyip kırsal alana gönderip gerilla yaptığı öncünün dışında köylüleri, o gerilla gücünün içine çekemedi. Savunulan teori HS teorsiydi. Ama pratik, öncü savaşı şeklinde kendini ortaya koyuyordu.

HKO tüm devrimci savaş boyunca ayaklanmaya hizmet eden ve ayaklanmanın bir bileşeni olarak kırlık alanlarda kırlık kentlerde devrimin silahlı görevlerini icra edecektir.”[27][27]

MKP’nin, bu önermelerin teorik altını nasıl doldurduğunu görmek için, uzun bir alıntı alacağmız için, okuyucudan özür diliyoruz.

SHSS, klasik sosyalist devrim stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisinden de farklıdır. Türkiye kuzey kürdistan özgülünde, sosyalist halk savaşı stratejisi sosyalist devrimin özgül yürütülüş biçimidir. Bu özgünlük halk kitlelerinin yoğunlaştığı şehirleri esas mücadele alanları olarak belirleyip devrimci savaş süreci içerisinden küçükten büyüğe doğru askeri bağlamda genel halk silahlanması ve halk ayaklanması geliştiren yöneten ve devrimin iktidar organlarının kurulmasını ve kurumsallaşmasını güvenceye altına alan Partizan halk Güçleri (PHG) aracılığı ile yürütülecektir. Emperyalist dünya gericiliği ve onun dünyanın her tarafında üstlenmiş gerici ordularının sosyalist devrimimize karşı saldırganlığına karşı genel halk silahlanması ve bunun parçası olan Partizan Halk Güçlerince karşılanacaktır. Faşist türk devletinin polis kuvvetleri, özel askeri orduları tarihsel anlamda düne oranla parçalanmaları veya halk kitlelerinden yana bir duruş göstermeleri olasılığı en alt seviyelere gelmiş bulunmaktadır. Bu teşekküllü düşman kuvvetleri ancak ve ancak genel halk silahlanması perspektifinden kopmayan şehir ve kırlarda inşa edilmiş devrimci bir orduyu gerekli kılmaktadır. Bunun için devrimin zora dayalı anlayışı günümüz dünyasında emperyalsit saldırganlığın geldiği birikim düzeyi ve onun halk kitlelerin yararına karşı giriştiği üst derece kurumsallık düzeyi, bu emperyalist sömürgeciliğe bağlı olarak bağımlı bütün ülkelerde yaratmış olduğu sermayeyi garanti altına almanın ekonomik siyasal ve askeri örgütlenmeleri burjuva devletin sermaye sürecine garantörlüğü ve bu yapısını tarihsel anlamda askeri olarak profesyonelleştirme gerçekliği, halk kitlelerine sunulan tarihsel şartların üzerinden atlamanın ifadesi olan birikimci, pasifist, sendikalist, liberal sol bir anlayış çeçevesinde devrimin gerçekleşmesini hayal olduğunu daha açık olarak ortaya koymaktadır. Bu anlamda ayaklanma anlayışında Türkiye Kuzey Kürdistan da egemen faşist burjuvazinin özellikleri ile emperyalizmin her şeyi serbest ve kuralsızlaştırma ve tekellerin her türlü sömürüden büyük karlar elde etmek için girdiği pervasızlığın karşılığı olarak, baştan bir silahlı mücadele ve bunun ilmek ilmek kent ve kırlarda devrimci bir ordu perspektifi ile örgütlenmesini tarihsel bir zorunluluk olarak açığa çıkarmıştır.[28][28]

Bu uzun alıntıyı alamamızdaki amaç belli. Sorunu nasıl koydukları daha iyi anlaşılsın ki, eleştirilerimiz de ona göre yerli yerine otursun

Evet, bir kere daha söylüyorum, bu teori, MKP’nin daha önceki görüşlerinin daha solunda bir görüş. Daha önce ülke gerçekliğiyle uyuşmayan teorileri onları yarım fokcu bir sol güzergahta tutuyordu. Şimdi ise, tam fokocu bir güzergaha ilerletmişe benziyor. Şehirde de kırdada ordulaşma! Araya toplu ayaklanma sokuşturulmuş ve ayaklanan kitleler orduya katılacak! Karşımızda öyle bir durum var ki; kitleler buna hazır ya da işçi sınıfnın durumu buna uygun, ayaklanmak istiyorlar, ama bir hazır ordu gerekli. Bu da kuruluyor ve kitleler, kolaylıkla emperyalizme ve komprador tekelci burjuvaziye karşı devrimci ordu içinde yer alarak mücadele edecekler. Nedense MKP, teroik olarak hep uçlarda oynuyor. Ancak, teorideki solculuğunu maalesef pratikte gösteremiyor. Pratik teorisinin hep sağında kalıyor. Bugüne kadar böyleydi, bugünden sonrada böyle olacağa benziyor. Oysa, bir tercih yapılacaksa,teorik solculuk değil, pratik solculuk tercih edilmelidir. Teoride solcluk, pratikte sağcılık; içten içe ideolojik çürümenin önünü açar ve onu koşullar. Pratik solculuk ise, bir çok bedeller karşlığında doğruyu bulmanın yolunu açar.

“Pasifist, sendikalist, sol liberal ve birikimci” olmamk için, SHS teorisini savunmak mı gerekiyor? MKP’ye göre “kapitalist ülkelerde de SHS geçerli” olduğuna göre, bu teori emperyalist ülkeler için de geçerli olmalıdır.[29][29] Kapitalist ülkelerde barış içinde, parlamento yoluyla iktidarı alma hayali başka, kitlelerin örgütlenmesi, devrime hazır hale getirilmesi ve ayaklandırılmasına önderlik edilmesi ise başkadır. Birincisi, hayal ve olmayacak bir şeydir. Böyle bir şeyi savunmak, burjuva iktidarnı kutsamanın “sol” görünümlü liberal verisiyonudur. İkincisi ise devrimcidir, Leninist bir çizgidir. Söz konusu ayaklanma elbette silahlı olmak zorundadır. Burjuvaziden iktidarı başka türlü almanın yolu, ne geçmişte oldu ne de günümüz koşullarında olmasının hiç bir koşulu yoktur. Burjuvazi kendi iktidarını korumak için ayaklanan işçi sınıfına karşı, var gücüyle tüm silahlarını kullanacak ve ayaklanmayı bastırmak içinher türlü şiddete baş vuracaktır. Bu ölümüne bir sınıf mücadelesi olacaktır.

Toplu ayaklanmayı savunmak ve kitlelerin bu duruma gelmesini beklemek “pasifizm” değilidir. Tersine, SHS gibi bir teoriyi savunmak, iradeci ve sübjektif bir değerlendirmedir. Ayaklanmaya hazır olmayan kitleleri ayaklandırmaya çalışmak nasıl olanaksızsa, silaha sarılacak durma gelmeyen kitlelere, “silaha sarılın” yönlü propaganda yapmak ya da PHG içinde örgütlenmelerini istemek de bir o kadar saçma olur.

MKP’nin demek istediği, “ayaklanma anında bunları yapacağız” diyorlarsa, o zaman bu teorinin adı SHS olmaz. Toplu ayaklanmadır. Komünistlerin görevi kitleleri toplu ayaklanmaya hazırlamak olmalıdır. Bu uzun süreli yoğun bir çabanın ve koşulların buna uygunluğu ile mümkün olabilir.

41 yıldır, köylülere; “HS saflarında örgütlenin, silahlı mücadeleye katılın” diye propaganda yapıldı. Bu çağrı ve çaba teorik düzeyde kalmadı, bu uğurda yüzlerce komünist ve devrimci canını verdi. Ama köylüler MKP’ye bağlı HKO  saflarında savaşa katılmadı. Türk köylüsü ise böyle bir mücadelenin karşısında yer aldı.  Türk köylüsünün toprak talebi olmadığı gibi demokratik hak ve özgürlükleri kazanma yönünde ciddi mücadeleleri de olmamıştır. Özellikle son 41 yılın gerçekliği böyledir. Kitle mücadeleleri de, sınıf çelişmelerinin keskin olduğu yerlerde olur ve oluyor.

PHG, şehir gerillası olacak. Şehirde yaşayan işçi ve emekçilerden katılım sağlanacak. Kısacası bunun dayanakları işçiler olacak. Peki, HKO’nun kitle dayanağı kimler olacak? HKO, kırsal alanda örgütlendiğine ve konumlandığına göre, köylüler temel dayanak, daha doğrusu katılımcı kitle bunların olması gerekiyor. Köylü nüfusu da her geçen gün geriye çekildiğine göre ve mutlak bir şekilde azalma eğilimi içindeyken, HKO’ya şehirde ayaklanan işçiler mi katılacak? MKP’nin “yeni sentezi” bizi buraya götürüyor. 

HKO’nun kitlesel gücünü oluşturacak köylülüğün ölüm fermanı kapitalizmin elindedir. O köylülüğü yok eder. Almanya’da nüfusun % 2’si köylüyken, Alman burjuvazisi bunu çok görüyor ve daha aşağılara çekilmesinden söz ediyor ve çekerler de. Türk burjuvazisi içinde böyle. Çünkü toprak üretim aracıdır ve o üretim araçlarını, burjuvazinin deyimiyle,  “baldırı çıplak” köylülere bırakmazlar ve bırakmıyorlar da.[30][30]

MKP, “burjuvazi ordusunu ve diğer silahlı güçlerini profesyonelleştiridiği” için “bizde SHS teorisini geliştirdik” diyorlar. Ve bunun; “klasik sosyalist devrim stratejisi olan toplu ayaklanma stratejisinden de farklı” olduğunu söylüyorlar. Yukarıdaki uzun alıntının içinde bunlar var. Ama, şehirlere yığılan kitlelerin sınıf bilinçli önderlik altında ayaklandıkları zaman, karşılarına tanklı topluda çıkılsa, burjuvazi için intihar etmekten başka çare kalmayacağı da bilinmek durumundadır. Örneğin, Çukurova’da çalışan işçiler, Toros dağlarına, ancak ve ancak ayaklanmalar başladığında ve iki sınıfsal güç resmen silahla karşı karşıya geldiğinde, yani devrim saatleri yaklaştığında çıkabilir. Yine de o, şehiri bırakmamak için bütün savaş gücünü kullanacaktır.

SHSS, bilinen ve klasik toplu ayaklanma stratejisinden farklı ve şehirleri esas aldığına göre, o zaman şehirlerde sürekli bir gerilla savaşını öngörüyorlar anlamına geliyor. Aynı zamanda burjuva iktidarı sürerken, şehirlerde “devrimin iktidar organları”da kurulacağını ileri sürüyorlar. Eski teorileri HS’da kırdan şehire doğru parça parça iktidarın alınması vardı, SHS teorisinde de, şehirden kıra doğru iktidarın parça parça alnınması var. Yani, eski teori ile yeni teori yer değiştirmiş. Üstelik, “iktidar organlarının kurulması ve kurumsallaşmasını güvence altına alan PHG” gibi iddialı bir önerme var. Bunun anlamı, parça parça ayaklanmaların olacağı, şehirlerin parça parça kurtarılacağı ve bunları sağlayacak olanda PHG olacaktır. Söylenmek istene tam da bu.

Bu söyleneneler gerçekleşir mi? Olağanüstü bir şey gelişmezse, ayaklanma öncesi böyle bir gelişmenin olabileceğini söylemek elbette zor. Bu anlamda, “Mutlaklık” adına bir şey söylemek doğru olmaz. Çünkü savaşın nasıl gelişeceğini şimdididen kestirmek ve doğruya yakın planlar yapmak öznelci belirlemelerin ötesine geçemez. Ancak, genel bir strateji belirlenebilir. Taktikler ise belirlenen genel strateji içinde ve ona hizmet edecek mücadele biçimleridir. Legal mücadele biçimlerinden illegal mücadele biçimlerine kadar, grevlerden genel grevlere, çeşitli protesto vb. eylemlere kadar ve burjuva parlementosundan yararlanmaya kadar hepsini kapsar. Bunun seyrini belirleyecek olan, ülkedeki sınıf mücadelesinin durumudur. Devrimci durumun alçalma ve kabarmalarında farklı taktiksel mücadele biçimleri gündeme gelir.

Devrimimizin için silahlı mücadele başından itibaren stratejik olarak geçerlidir[31][31]

Ülkenin kapitalist  ya da “yarı-feodal” olması MKP açısından mücadele biçimlerinde her hangi bir değişikliğe neden olmuyor. Her iki durumdada silahlı mücadele esas olunca, strateji de aynı oluyor, taktik mücadale biçimleri de aynı oluyor. İşte, MKP’nin teorideki fokoculuğu burada kendini ortaya koyuyor ve silahlı mücadeleyi bütün kapitalist ülkeler için genelleştirmesi ise fokocu teorinin bir başka genel görünümü oluyor.

MKP, daha önceki savunduğu halk savaşı stratejisini, kapitalist ülkede geçerliliğini savunuyor ve “devrimin üç silahı” önermesini aynen koruyor:

Devrimin stratejik silahları olarak parti, halkın silahlı kuvvetleri ve halkın birleşik cephesi baştan itibaren bu perspektifle ele alınarak inşa edilmelidir.”[32][32]

Bu mantığa göre, yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde ki stratejiyle kapitalist ülkelerdeki devrimin yolu ve devrimin silahları aynı. O zaman sormak gerekiyor, MKP neyi değiştirdi? Bu iki sosyoekonomik yapı arasında nitelik bir fark yok mu? MKP açısından değişen bir şey yoktur, diyebiliriz.

MKP, SHSS göre bir çok askeri kurum oluşturuyor. Askeri Komisyon (AK), HKO, PHG vb. ayrıca bunlara bağlı olarak alt kurumlar ve örgütlenmeler gelecektir. Kağıt üstünde kurum ya da ordu kurmak oldukça kolay olmalı ki, bu denli hızlı bir şekilde üst kurumlar hemen oluşturulabiliyor. Oysa, yakın süreçte ya da bir sonraki kongrelerinde MKP özeleştiri yapacaktır. Ya bunların yanlışlığı üzerine ya da “oluşturamadık” vb. “eksiklik” ve zaaflar”ı üzerine ya da “sübjektif kararlar aldıkları”na ilişkin. 40 yıldır silahlı mücadele verdiklerini söyleyen ve TİKKO’dan vazgeçip HKO’da karar kıldıklarında, 1. Kongrelerinde çok uç noktalarda uçmuşlar ve kendi tarihlerinin en sübjektif noktasına erişmişlerdi. Ama olmadı, hayat, görmeyenlere kendini gösterdi ve gösterir. 3. Kongre’de de, yine adı var kendisi olmayan bir “ordu” ve askeri örgütlenme mantığı; gerçekçi ve gerçeği olduğu gibi kitlelere açıklayan bir yaklaşım değil. Aslında bu anlayış, “uç”larda oynama siyaseti ve küçük burjuvazinin kendinden emin olmayan ve görüşlerinde netleşemeyen istikrarsızlığıdır. Bazı doğruların yanında, ama, soldan sola ya da soldan sağa savuruluşlar, Marksizmi kavramadıklarındandır. Onun lafzını tekrarlamak yetmiyor. Diyalektik materyalist yöntemi uygulamak önemlidir.

Halk Kurtuluş Ordusu gerilla savaşının doğal özü olan yıpratma savaşını tırmandırarak, düşmanın maddi ve manevi çöküntüye sürüklenmesi, kent merkezlerinde gelişen ayaklanmaların desteklenmesi, kırlık alanlarda iktidar boşluğu yaratarak halk direnişinin kurumsallaşmasını sağlamak biçiminde olacaktır[33][33]

Bu alıntıda da görülebileceği gibi, HKO, yıpratma savaşı verecek. Yani kırlık alanlarda düzenli olarak varlıklarını koruyacak ve şehirlerde ki ayaklanmalara da destek verecek. Demek ki, ülkenin kapitalist olması, işçi sınıfnın önder ve temel güç olması ve şehirlerdeki çalışmanın esas hale gelmesi, MKP açısından, mücadele biçimlerinde bir değişiklik yaratmıyor, yaratamıyor. “Eski tas eski hamam” aynen devam ediyor. Sosyolojik değişimler, siyasal gelişmeler, ekonomik değişimler olsa da, mücadele biçimleri aynı kalan bir anlayışta, Marksizmi arayıp bulmak zor olacağı kanısındayım.

Ayrıca yukarıdaki alıntının içinde; “halk direnişinin kurumsallaşmasını sağlamak” ne anlama geliyor? Bu kavram, kongre belgelerinde çok sık kullanıyorlar. Bir şeyin kurumsallaşması demek, sürekliliğinin örgütlü bir şekilde var olması demektir. Halk direnişleri ya da ayklanmalar süreklilik mi kazandı? Hangi ülke devriminde böyle bir “kurumsallaşma” yaratıldı?  Çeşitli örgütlenmelerin, (legal-illega) kurumsallşamasını analayabilirz, anacak “halk direnişlerinin kurumsallaşması” demek, irademizle biz onu sürekli hale getirebiliriz demektir. Sübjektivizmden müzdarip olan MKP, yine aynı sübjektif saptamalarla, gözü kapalı olarak hayata doldu dizgin dalıyor.

Yukarıdaki alıntıyı yalanlarcasına, HKO’yu şöyle tanımlıyorlar:

Yeni teroik perspektifimiz bağlamında, halk ordusunu gerilla olgusu ile açıklamıyoruz ona indirgeyip ele almıyoruz. Gerilla başta olmak üzere milis, yedek kuvvetler, askeri komiteler vb. güçlerin birleşik merkezi savaş planının ve genel merkezi karargahın birer parçaları ve mevzileri olarak kavranmalı ve bu şekilde ele alınmalıdır.”[34][34]

Bir taraftan; Halk Kurtuluş Ordusu gerilla savaşının doğal özü olan yıpratma savaşını tırmandırrarak” şeklinde bir belirlemede bulunulacak, diğer yanda ise “biz halk ordusunu gerilla olgusuna indirgemiyorz” denecek. Bunlar, birbiriyle çelişen şeyler. Bir “yıpratma savaşı” veriliyorsa, bu düzneli gerilla birlikleriyle olur. Diğer örgütlenmeler ona bağlı olur. Adına ordu diyorsan, işin doğası böyle olur. Yoksa, diğer şekliyle adı ordu olmaz, küçük askeri komiteler şeklinde ihtiyaç oranında örgütlenmeler olur. Ne var ki, MKP, sorunu “ihtiyaca” göre değil, stratejik olarak ele alıyor. Yani, düzenli bir ordu örgütlenmesi  mantığıyla soruna stratejik yaklaşıyor.

Bunların ülkemiz gerçekliğinde yeri var mı? Hayır! Sosyal gerçeklik bu tür teroileri reddediyor. Maceracılık ve sol sapma olarak pratiğe yansıyor. Pratikte solculukta yapılamayınca, teorik solculuk hayatın en kötü “sağcılığı” olarak paratikte kendini gösteriyor. Bunları yapmadan önce, MKP, daha önceki teori ve pratiğini birlikte ele alıp değerlendirmesi gerekiyordu.

Halk Kurtuluş Ordusunun faaliyeti, gerilla alanlarında asker, siyasi akademi ile Halk Kurtuluş Ordusunun yeniden ve stratejik olgu çerçevesinde inşa edilmelidir.[35][35]

Burada da görüldüğü gibi, MKP, ordulaşma sorunu daha baştan stratejik olarak ele alıyor ve kırsal alanda düşmanı sürekli yıpratacak bir ordu inşa etme kararı alıyor. “Yarı-feodal” bir ülkede olmadı ama, belki, köylü nüfusun azaldığı, kapitalist ilişkilerin en ücra köşelere kadar girdiği ve geliştiği kapitalist bir ülkede kırsal alanda düzenli ordu olur. Bu ancak, şehirden kıra (HKO’na) insan taşımakla olabilir. Bu mantığa göre ayaklanmalar kıra  HKO saflarına çekilir. Böylece, halkın bir ordusu olmuş olur. MKP’nin anlayışı bu. Bu yaklaşım, ülke gerçekleriyle uyuşmayan öznelci bir anlayışın ürünüdür. 41 yıldır “askeri, siyasi akademi” kuramadılar, ama, SHS ile kurabilirler. PKK’nın Kuzey Kürdistan’da kuramadığını, MKP, şimdi, köylülüğün iyice azaldığı bir süreçte kırsal alanda “akdemi” kuracak? Her halde, “akdemi”nin toprağı Dersim olur. MKP, “kır” ve “ordu”yu köylüsü kalmayan Dersim’le özdeşleştirmiştir.

MKP’nin SHSS ile Mahir Çayan’ın “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” (PASS) teorisi arasında, çıkış nedenleri farklı olsa da, vardıkları sonuç aynıdır denebilir. MKP’nin  “ayaklanmayı kurumsallaştırma” anlayışı dışında, fazla da bir fark yoktur. M. Çayan, baş çelişkiyi “oligarşi ile halkımız”[36][36] arasında alırken, oligarşiye karşı mücadeleyi, emperyalizme karşı mücadeleden ayrı ele almaz. Burada, M. Çayan daha doğru bir yaklaşım içinde ve Mahir, bir de dip not düşer: “Bunun pratikteki görünümü halkın devrimci öncüleri ile oligarşi arasındadır[37][37] diye. MKP, bunları savunmuyor olsada, savunuduğu SHSS teorisinin, pratikte, böyle bir görünüm alacağı da açıktır. Yani, Mahir’in dediği gibi, “öncü ile oligarşi arasında.” Sol anlayışlar, kendilerini kitelerden soyutlayarak, burjuvaziyle dar örgüt yapısını karşı karşıya getirir. Sol maceracı çizgilerin çıkış noktaları farklı farklı olsa da pratikte ki buluşma yerleri aynıdır.

 

5-    Fokoculuğun İkinci Ayağı: Kapitalist Ülkelerde  Halk Savaşı

“Halk Savaşı sadece yarı feodal yarı sömürge ülkeler için geçerlidir anlayışı eksiktir. Halk Savaşı kapitalist ülkeler içinde geçerlidir.[38][38]

Bu görüş, genelde Latin Amerika küçük burjuva sol hareketinde yaygındır ve daha çok da 1980 sonlarına kadar yaygınlığını sürdürdü. Günümüzde ise bu görüş, artık rağbet görmemektedir. 

Birincisi; bu görüşü savunan örgütlerin çoğunun ağır yenilgi alması ve kayıplar vererek dağılması ve çoğunun solculuktan da vazgeçmeleri, küçük burjuva emekçi kesimlerin ilgi odağı olmaktan çıkmasına neden olmuştur.

İkincisi; böyle bir düşüncenin işçi sınıfı içinde taban bulamaması.

Bu görüş ve hatta emperyalist ülkelerde “halk savaşı”nı savunan Peru Komünist Partisi Lideri Gonzolo’da vardı. Gerçi Gonzolo, “dünya çapında halk savaşı” derken, bunu çok genel bir şey olarak ifade ediyordu.  MKP, “Halk Savaşı kapitalist ülkeler içinde geçerlidir” dediğine göre, bu emepryalist bir ülkede de olabilir, her hangi bir yarı-sömürge (yeni sömürge) kapitalist bir ülkede de olabilir anlamına geliyor. Çünkü, MKP, net bir ayrım koyma yerine genel bir görüş olarak ortaya koymayı tercih etmiştir.

Halk savaşının kendine özgü bir teorisi vardır ve bu teori Mao’ya aittir. Çin’de, Vietnam, Laos, Kamboçya ve en son olarak Nepal’de uygulanmıştır. Halk savaşı, esas olarak yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde geçerlidir. Geçerli olmasının nedeni; topraksız ve yoksul köylülüğün yoğun olmasıdır. Köylülerin silahlı mücadele içinde örgütlenecek bir yapıya sahip olmaları, gerilla savaşının kırsal alanda daha hızlı gelişmesi, güçlenmesi ve düşmanın askeri saldırıları karşısında tutunması ve gelişmesinin de koşullarını oluşturur. Topraksız ve yoksul köylülüğün silaha sarılmaktan başka çaresi kalmaması, böyle bir savaşın kırsal alanda, köylüler içinde gelişmesinin, gelişebileceğinin temelini oluşturur. Ayrıca kırsal alan ile şehirlerdeki gelişmenin uçurum derecesinde dengesiz gelişmesi, bu alanlarda silahlı mücadelenin gelişmesini, daha doğrusu geri bölgelerdeki halkın silahlı mücadele içinde örgütlenmeye elverişli hale getirmesine neden olmaktadır. Gerilla savaşının kitle temeli esas olarak köylülüktür. PKK’da silahlı mücadeleye başladığında, gerillanın kitle temeli Kürt köylüsüydü. Kırsal alanda, köylülük içinde gerilla savaşının gelişmesinin temelinde toprak sorunu vardır. Köylülüğün önemli bir bölümünün topraksız ya da az topraklı olması, köylü ile egemenler ya da yerel güçler arasındaki çelişmeyi keskinleştirir ve toprak sorunun ciddiyeti köylülüğü silahlı mücadeleye iter.

Ve bu tür ülkelerde feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişmedir. Devrimin temel sorunu toprak sorunu ve devrimin karakteri ise demokratik devrimdir. Kapitalizmin gelişmesi ise oldukça cılızdır. Çin, Vietnam ve diğer ülkelerdeki halk savaşı mücadeleleri bu gerçeği doğrulamaktadır. Ayrıca en son olarak Nepal’de verilen mücadelede HS başarıya ulaşması ve burjuva demokratik devrimin gerçekleşmesi, ülkede köylülüğün, nüfusun %70’ni aşan bir orana sahip olması, toprak sorunu olması ve köylülüğün topraksız ve az topraklı olması, toprakların feodal toprak ağalarının elinde toplanması gerçekliği temelinde yükselmiş ve Nepal yoksul köylüsünün gerilla savaşı içine ve giderekte ordulşamayı getirmiştir.

Halk savaşı’nın kendine özgü ekonomik, sosyal ve siyasal gerçekliği, “isteyenin istediği zaman HS verir” anlayışıyla olamaz. HS’nın yukarıda belirttiğimiz koşulları varsa gelişir, güçlenir ve başta topraksız ve az topraklı yoksul köylülük olmak üzere, diğer emekçileri ve işçileri gerilla savaşı içine çeker ve giderek basitten karmaşığa mücadele büyür ve gerilla ordusu kızıl orduya dönüşür.

Kapitalist ülkelerde böyle bir gelişmenin sosyal temeli yoktur. Ancak, emperyalist bir işgal döneminde, kırsal alanda silahlı mücadelenin gelişmesinin koşulları doğabilir. İkinci Dünya Savaşı’nda bunun örnekleri (Fransa, İtalya vb.) yaşandı.

Kapitallist ülkelerde, işçilerin yoğun olması, meta üretiminin yaygınlaşması ve kapitalist üretim ilişkilerinin ülkenin her alanda yaygınlığı ve egemen hale gelmesi, feodal artıkları tasfiye etmesi, köylülüğün nüfusunun oldukça azalması ve mutlak oranda bunun devam etmesi, kırsal alana dayalı bir gerilla savaşının sosyal temelini ortadan kaldırdığı gibi, şehirlerde gerilla savaşının sosyal ortamını da geçersiz hale getirmiştir. Çünkü, işçi sınıfının yoğunluğu ve fabrikalarda toplu üretimi ve birliktelikleri, sınıf mücadelesinin seyrinin biçimini de değiştirmiştir. Her şeyden önce, işçi sınıfının örgütlenme biçimiyle yarı-fedal ülkedeki az topraklı ve topraksız yoksul köylülüğün örgütlenme ve mücadele biçimleri arasında ciddi bir fark vardır. Köylülük gerilla savaşı içnde örgütlenirken, işçi sınıfı, sendikalarda ve diğer kitle örgütleri etrafında örgütlenerek toplu ayaklanmaya hazırlanır ve onlar sınıf mücadelsinin en üst noktasına böyle gelebilir. Kırsal alanda köylülüğün silahlı mücadele içinde örgütlenmeleri gibi bir örgütlenme geliştiremezler. Bu ancak toplu ayaklanmaların geliştiği ve burjuvaziyle işçi sınıfının silahlı olarak karşı karşıya kaldığı süreçte, işçi sınıfı vur kaç örgütlenmelerine gider. Daha önceleri böyle bir örgütlenme içine girmelerinin sosyal koşulları yoktur. Toplu ayaklanma ve de ülkede sınıf mücadelesinin yükselmediği süreçlerde basitten karmaşığa bir silahlı mücadele içinde örgütlenmezler ve böyle bir mücadelenin gelişmesinin de pratikte yeri yoktur. Yer yer devrimci bir örgütün düşmanın teşhir olmuş elemanlarına yönelmeleri ya da gereksinmelerini karşılamak için yer yer vurkaç eylemelerine girşmesi daha farklıdır. Bu reddedilemez, ancak bu esas hale getirilemez. Oysa, silahlı mücadelenin mantığı sürekli hale gelmesi, esas mücadele biçimi olmasında kendini  bulur. 

Kapitalist bir ülkede, esas mücadele biçimi uzun süreli barışçıl mücadeledir. Bu süreçte kitlelerin (esas olarak işçilerin), toplu ayaklanmaya hazırlanması, eğitilmesi, örgütlenmesi çalışmaları yürütülür. Sendikalarda, fabrikalarda işçi örgütlenmeleri gerçekleştirilir. Emek-sermaye arasındaki çelişmenin keskinleştiği süreçlerde, devrimci durmun yükselmesi ve devrim anlarında kitlelerin sokaklara dökülmesi ve burjuvaziye yönelik mücadelesinin ileri boyuta çıkarılması sağlanır.  Grevler, genel grevler ve sokak mücadeleri işçilerin devrime hazırlanma okullarıdır. Haziran Ayaklanması (Gezi) 2013 bunun en açık örneğidir. Kitleler sokaklarda devletin kolluk güçleriyle çatışmayı göze aldı ve günlerce sokakları, alanları zaptettiler. İşte bu mücadele biçimi ve daha ilerisi kapitalist ülkelerin genel mücadele biçimlerinin örneklerini oluşturur.

Mao, kapitalist ülkeler ile yarı-feodal ülkelerdeki mücadele biçimi farkını şöyle ortaya koyar:

İktidarın silah zoruyla ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi gerek Çin ve gerekse bütün diğer ülkeler için evrensel olarak geçerlidir.

“Ama ilke aynı kalmakla birlikte, onun proletarya tarafından uygulanması, değişik koşullara göre değişik biçimler alır. Faşist olmadıkları ya da savaş halinde olmadıkları zaman kapitalist ülkeler içte (feodalizmi değil) burjuva demokrasisinin uygularlar; ... kapitalist ülkelerde proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır. Bu ülkelerde sorun,  uzun bir legal mücadele, parlamentodan biir kürüsü olarak yaralanma, iktisadi ve siyasi grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesi sorunudur. Orada örgütlenme biçimi legaldir, mücadele biçimi de kansızdır.[39][39]

Mao’nun bu önermesi, hemen hemen tüm kapitalist ve emperyalist ülkeler için geçerlidir. Ancak, bazı ülkelerde aynı şeyler birebir geçerli olmayabilir. Bu her ülkenin kendi özgül yapısıyla ilgili ve buradaki koşulları doğru değerlendiren bir KP, buna göre mücadele biçimlerini belirler. Yarı-feodal ülkelerde ise, Mao, kapitalist ülkeler için söylediğinin tersini söyler ve oralarda, başından itibaren silahlı devrimin silahlı karşı-devrimle karşı karşıya olduğunu söyler.

Kapitalist ülkelerde, uzun süreli barışçıl (kansız) mücadeleler dışında, “silahlı mücadele” adı altında, şehir gerillacılığı yapmak; kitlelerden kopmanın, kitlelerin ilerisinde ve onların içinde olmadığı bir mücadele biçimini seçmektir. Bunun adı, devrimci literatürde “Fokoculuk” ve “sol maceracılık”tır. Kitleleri örgütlemeyen bir mücadele biçimine baş vurmak bir avuç öncünün kitleler adına savaşması demektir. Yarı-feodal bir ülkede HS savunulurken, köylülüğün silahlı mücadeleye katılımı öngörüldüğü ve katıldığı için doğru bir mücadele yöntemidir. Ancak, kapitalist ülkelerde, işçi sınıfından kopuk gerillacılık sol maceracı bir mücadeledir ve kitlelerden teşhir ve tecrit olmaya mahkumdur.

MKP’nin “kapitalist ülkelerde SHS geçelidir” ve bunu yürütmek içinde askeri örgütlenmelere gitmesi, sol maceracı fokocu bir siyasal mücadele biçimidir. Latin Amerika ülkelerinde çokca denenmiş ve çok ağır bedeller karşılığında yanlışlığı görülebilmiştir. Bunun yanlışlığının görülebilmesi için bu kadar bedel ödemeye gerek yoktu. Rus Devrimi ve Çin Devrimi deneyimleri vardı. Ve bu iki devrim, genel anlamda, işçi sınıfının nasıl bir mücadele yürütmesi gerektiğinin teorisini oluşturmuştu. Bu devrimlerden ders çıkarmayan küçük burjuva solculuğu öznelci yaklaşımla, kendi niyetlerini sosyal gerçekliğin yerine koymayı seçtiler. MKP’de aynı yolda yürümeye devam ediyor. O da, öznel niyetini ülkenin sosyal gerçekliğinin yerine koyuyor. Oysa, MKP’nin “yarı-feodal” dediği süreçte HS deneyimi var. Ülke kapitalist olduğu için, bu savaşın içine MKP saflarında, bir tane köylü bile katılıp savaşmadı. Çünkü teori ile sosyal pratik birbirinin zıddı gerçekleri ifade ediyordu. MKP’nin HS teorisi MKP’nin öznelciliğini, sosyal gerçeklik ise toplumsal pratiğin somut durumunu ifade ediyordu.

Hiç bir mücadele reddedilemez, ancak mücadele biçimleri öznel niyetlerden değil, sosyal pratikten çıkarılır ve yine sosyal pratiğe uygulanır. Bu anlamda soruna yaklaşıldığında MKP’nin mücadele biçimi MLM mücadele biçimleri öğretisinin dışında sol maceracı siyasal çizginin ürünüdür. Emperyalist ülkelerde kapitalist ülkelerdir. MKP’ye göre buralarda da SHS geçerli olmalıdır. Tersini söylemediklerine göre, buna da “evet” diyorlardır. Emperyalizmi “her şeye kadir” gören anlayışlarından hareketle, bu tür ülkelerde de SHS geçerli olduğunu söylerler. Silahlı emperyalist tekeller karşısında silahlı öncülerin savaşı. Kitlelerden kopuk öncü savaşı anlayışı da buna dayanır. Öncüler, düşmana vuracak, yıpratacak, sesini duyacak ve buradan hareketle kitlelere güven gelecek, öncüsüne güvenecek ve silaha sarılacak. Che Guvera, Bolivya’ya savaşmaya gittiğinde aynen böyle düşünmüştü. Mahir Çayan ve arkadaşları şehirlerde savaşı başlattıklarında aynen böyle düşünmüştü. Şimdi MKP, daha tefaruatalı gibi görünen bir savaş vereceğini ileri sürüyor. Ve bunun adına “kır şehir diyalektiği” diyor.  Türkiye’de kırın diyalektiği şehirlerden başlıyor ve şehirin diyalektiği ise uzun süreli bir “barışçıl mücadele” içinde işçilerin devrime hazırlanmasının materyalizminde kendini bulabiliyor. MKP’nin diyalektiği tersten işlediği için materyalizmle de buluşamıyor.

6-    MKP’nin Haziran Ayaklanması’ndan Çıkardığı Ders

Her örgüt (burjuvazide dahil) farklı farklı ve elbette kendi sınıfsal duruşlarına göre dersler çıkardılar. MKP, de, 3. Kongre’sinde bunu ayrı bir başlık altında elel almış ve önemli dersler çıkardığını söylemektedir. Biz, burada, doğru olarak ve genel ajitasyon düzeyinde söylenenleri değil, esas çıkarılan “dersleri” ele alacağız.

 “Kaba mekanik materyalizmin yaşamın dinamiğinin anlamayan reçeteci yaklaşımlarına karşı perspektifimizin geniş ve nasıl olması gerektiğinin öğretti.”[40][40]

MKP’nin bu söyleminde yanlış olan bir şey yok. Sadece, kendi reçetesiyle çelişen durumlar var. MKP, kendi reçetesini HA üzerine geçirmek istiyor, ama reçete pratik harekete dar geliyor. Gerçektende Haziran Ayaklanması (HA), reçeteleri yırtıp attı. Özellikle, devrimin kırlardan şehirlere toğru parça parça yıkılacağı anlayışını birkere daha çöpe attı. Birincisi, 15-16 Haziran 1970’de olmuştu. İkincisi ise 31 Mayıs’ta başlayıp 2013 Haziran ayı boyunca devam eden Türkiye çapında kitle hareketleriyle, daha doğrusu ayaklanmalarla ortaya kondu. 

Bu devasa (devasa sözcüğünü fazlasıyla hak ediyor) ayaklanma, devrimin başından sonuna kadar silahlı mücadeleyle olacağı anlayışına bir kera daha darbe vurdu. Uzun süreli barışçıl geçen ortamlardan sonra ayaklanmaların olabileceğini ve bu ayaklanmaların öncü önderliğinde gerçekleştiği zaman daha ileri siyasal boyutlara sıçrayabileceğini de ortaya koydu.

Bu ayaklanma, şehirlerde silahlı gerilla mücadelesi analayışını da yıktı. Kitlelerin mücadelesinin esas olduğunu ortaya koydu ve kendileri adına öncü savaşçı gerillacılığı reddeti.

Bu ayaklanma, MKP’nin, HKO ve PHG gibi, kitlelerle bağı olmayan sadece ve sadece öncünün kafasında olan düşüncelerle bağının da olmadığını ortaya koydu. Kitlelerin ancak ve ancak yaşam alanlarında mücadeleye katılacağı Marksist önermesi gerçeğini bir kere daha teyit etti.

Ayaklanmaların kurumsal gibi saçmalıklar ve öznelcilikler ile bir ilşkisinin olamayacağını, ne zaman nerede patlak vereceğinin çok önceden kestirilemeyeceğini, ancak üzerinde tahminler edilebileceği gerçeğini de ortaya koydu.

Burjuvazinin, ancak ve ancak toplu ayaklanma ile yıkılabileceği gerçeğini, ve bunun nasıl olacağını yine kendi pratik mücadelesiyle gösterek öğretti.

Ha, eğer, şehirlerde, işçi ve emekçileri içinde iyi ve geniş bir örgütlenmeler yaratılabilirse, şehirlerin her ana patlayabilecek bir bomba durumuna geldiğini de göstermiştir.

MKP, gerçekten de, Haziran Ayaklanması’ndan fazla da bir şey öğrenmiş değildir. O hale “gerilla” ve HKO” derdine ve bunları, bu somut gerçeklik üzerine nasıl yamayabileceğinin öznelci çabası üzerinde kafa yormaktadır. Bir taraftan “reçetelere karşı” olduğunu ileri süüryor, ama öte yandan ise önümüze reçete koymaya devam ediyor:

Yürüyüş (yani, Haziran Ayaklanması,Y.K. notu), özel bir gerillacılık akımının değil gerillaların kitleler ile birleşmiş tamamlayıcılığını da anlatmıştır[41][41]

Ne demek şimdi bu? “Özel gerillacılık” da ne oluyor? MKP, anlaşılan gerilla savaşını kitlelerden ayrı görüyor ya da kitlesiz bir gerillacılık olduğunu düşünüyor. Oysa, daha düne kadar savunduğu köylü gerilla savaşı, köylüleri silahlı mücadele içinde örgütlemeyi amaçlayan bir mücadele biçimiydi. Şehirde ayaklanma ile gerillacılığı nasıl birleştirecek, işte bu merak konusu! Silahlı ayaklanma, kendi örgütlenmesini yaratır. Ama, bu sürece varana kadar, MKP’nin yaptığı gibi strateik bir PHG gibi fokoculuğa denk düşen bir anlayışla değil.

Topyekün bir Halk Savaşı gerekliliğinde halk kitlelerinin topyekün çok çeşitli araçlar ile seferberliğinin birleşik koordinasyonuna dikkat çekmiştir.”[42][42]

MKP’nin kafası karışık olduğunu daha önce belirtmiştim. Oturmuş bir teorik bütünlük yok. Bu nedenle de “topyekün halk savaşı” vb. gibi kavramları kullanıyor. Eğer bundan kasıt toplu ayaklanma ise, bunun Marksist literatürdeki adı var. Toplu Ayaklanmadır. Yok eğer, HS startejisine bağlı olarak sorun ele alınıyorsa, bu da kırlardan şehirlerin parça parça zaptı ve en son büyük şehirlerde toplu ayaklanma ile burjuva iktidarının ele geçirilerek yıkılması ve yeni iktidarın kurulması vardır.

“Topyekün halk savaşı”, geçmişte TDKP ile tartışmalarda vardı. Onlar, toplu ayaklanmaya da “halkın savaşı” diyorlardı. Sanki, başka bir ad veren var gibi. Elbette, sınıf mücadelesi içinde, halkın mücadelesi ve savaşı halkın savaşıdır. Ancak, bu genel bir belirlemedir. Bunun biçimlerinin ayrıştırılması söz konusudur. Toplu ayaklanma ile HS aynı şeyler değildir. Biri Paris Komünün ve Rusya’da gerçekleşerek ilkeleşmiş ve biri de Çin’de gerçekleşerek ilkeleşmiştir. Tartışılan ve sözü edilenler bunlardır. Bunların dışında da özgül gelişmeler (Küba örneğinde olduğu gibi) olabilir. Buradan hareketle, her halk mücadelesine “halkın savaşı” demek, demogojik bir söylemdir. Marksist bilgi terosinin oportünistçe bilinçli çarpıtılmasıdır. Sınıf mücadelesinin pratik deneyimlerinden hareketle kavramlaştırılan ve teorileştirilen mücadele biçimlerini aynılaştırmak, proletaryanın sınıf mücadelesini bulanıklaştırmaktır. Bu tür tartışmalara yakından tanık ve düne kadar başka siyasetlerle bu konuyu zaman zaman tartışmış olan MKP’nin, bunu oportünistçe bulanıklaştırması, “sorunu kavramamış olarak” geçiştirilemez. Bu, demogojik ve Marksist teoriyi oportünistçe çarpıtma ve revize etme yöntemidir.

Direniş, Halk Savaşında şehirlerin artan rolünü de göstermiştir. ... Bir dönemin savaş biçimini, teorileştiren alışkanlık, kültür ve çizgilerine karşı tüm ezberleri bozmuş, yeni bir devrimci savaş çizgisi ve siyaseti talep etmiştir.”[43][43]

MKP’nin ezberinin bozulduğu bir gerçek. Eğer, MKP’nin ezberini HA bozmuşsa, bunu itiraf etmeliydi. Böyle bir itiraf yok, tersine eleştiri var. “Bir dönemin savaş biçimini, teorileştiren alışkanlık” diyerek, kendini eleştirmesi gerekirken, topu taca atıyor. Geçmiş görüşlerinin üstüne çizgi çeken ve yeni bir strateji ile karşımıza çıkan MKP’dir. O, zaman, bu gerçeklikten hareketle, “Ha ezberimizi bozdu” ve “HA, alışkanlıklarımızı yıktı” demeliydi. MKP’de böyle bir kabullenme, belirleme ve alçak gönüllülük görülmüyor. 

Yine, “reçete”ye döneceğiz. MKP, her ne kadar, GEZİ’den öğrendik dese de, o bildiğini okuyor. HS ya da SHS ile önceden çizilmiş reçeteli yoluna devam ediyor. Oysa, HA, bu tür mücadele biçimlerinin esas olmadığını, esas olanın toplu ayaklanmaya hazırlanmanın ve bu mücadele biçiminin üzerinde savaş teroilerinin şekillenmesi gerektiğini öğretmiştir. İktidarı almanın yolunun toplu ayaklanma olduğunu net olarak ortaya koymuştur. Toplu ayaklanmayı esas almayan ve bunun yerine, SHS gibi mücadele biçimlerini öne çıkaran anlayışları ise, devrimci enerjilerin çarçur edilmesi olarak ortaya koymuştur. 

Haziran Ayaklanması’nın mücadele biçimleri açısından temel dersleri bunlardır.

7-    Silahlı Mücadelenin Esas Olmasının Anlamı

Bir mücadele biçimi esas alınıyorsa, bunun pratikteki anlamı; o mücadele biçiminin her yönüyle ve her aşamada öne çıkması anlamına gelir. Barışçıl mücadele biçimi esas dendiğinde, taktik ve mücadelenin diğer biçimleri bunun etrafında şekillenir. Silahlı mücadele stratejik ve esas alınıyorsa, diğer mücadele biçimleri tali, silahlı mücadele biçimleri esas anlamındadır.

yarı-sömürge, yarı-feodal ve kapitalist ülkeler içinde geçerli ve evrensel olan Halk Savaşı Stratejisi içerisinde esas mücadele biçimi silahlı mücadeledir. Diğer mücadele biçimleri buna hizmet edecek şekilde ele alınır.”[44][44]

Burada da görüldüğü gibi, MKP, daha önce savunduğu görüşten pek farklı olmayarak (sadece buna kapitalist ülkeleri de eklemiştir) halk savaşı stratejisini PKP eski genel başkanı Gonzolo gibi “evrensel” hale getirmiştir. Ancak, bunu teorik olarak ifade etmek yetmiyor. Gerçekten uygulamak gerekiyor. Böyle bir teorik önerme ortaya konduğuna göre, MKP açısından bunun uygulanır bir durumu vardır demektir. O zaman MKP’nin önünde tek bir yol kalıyor, aldığı kararları hayata geçirmek. Bir örgüt bir karar alıyorsa ve özellikle de kendisi açısından çok önemli ve yaşamsalsa, kendisinin varlık koşulu olarak öne sürüyorsa ve iktidarı almanın tek yolu ve kitleleri örgütlemenin esas biçimi olarak bunu görüyorsa, bu teorinin, örgüt açısından yaşama geçirilmemesi için hiç bir neden olamaz, olmamalıdır. MKP’de bu anlayışla ele almış olmalıdır. Ancak, biz biliyoruz ki, MKP’nin bugüne kadar olan pratiği, kendi teorisine uygun değil, tam onun zıddı olan ve kendisinin “sağcı” dediği, daha doğrusu, “sağcı oportünistler”, “pasifistler” diye nitelediği örgütlerin pratiğine benzer bir pratik duruş sergilemiştir. Hatta, silahlı mücadele savunmayan örgütlerin silahlı pratiklerinden daha geri düşmüştür.

Bugün ise MKP, daha etraflı, her yerde (kır-şehir) silahlı mücadeleyi “esas” hale getirmiştir. O zaman yer yerinden oynayacak anlamına geliyor. Silahlı mücadele esas olduğuna göre, ülkedeki sosyal ve siyasal durum, halkımızın durumu buna uygun ve MKP’nin silahlı mücadelesine destek verecek anlamına geliyor. Eğer, MKP, yeni pratiği de bundan önceki pratiği gibi olacaksa, işi bir kaç eski düşman unsurunu cezalandırmakla yetinecekse, şimdiden özeleştiri vermesi, kendisi açısından daha verimli olur. En azından kendi kendini kandırmamış olur.

Çünkü silahlı mücadele ciddi bir iştir ve eğer böyle bir karar alınıyorsa, bunun koşulları vardır anlamına geliyor. Eğer koşulları yok iken böyle bir karar alınıyorsa, silahlı mücadeleyi “barışçıl” mücadele derekesine düşürülüyor anlamına gelir. Silahlı mücadeleyi adeta bir çocuk oyuncağı haline getirmek, Marksist bir yaklaşım olamaz. Bir kere karar alındığı zaman onun gerklerini yerine getirmek durmundasınız. Tersi, ideolojik yozlaşmanın kapısını hep açık bırakmış olursunuz.

MKP, şehirlerde de silahlı mücadeleyi savunurken ya da “silahlı mücadele esas” derken, Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) tarihinden de dersler çıkarmamıştır. Ülkemiz’de 1971 hareketi dediğimiz sol hareketi içinde, THKO ve THKP-C’nin şehirlerde silahlı mücadele anlayışı vardı ve uygulamaya çalıştılar ve yenildiler. Ve daha sonra, 1975’lerden 198O’lerin sonuna kadar bir çok devrimci örgüt şehir gerillacılığını savunuyordu ve bunlarda küçümsenmeyecek eylemler gerçekleştirdler. Sonuç ise, yenilgi oldu. Daha doğrusu, şehirlerde kitleleri ayaklandıramadılar, “kurumsal” ayaklanma yaratamadılar. Ya da bu mücadeleyi başlatanların düşündüğü gibi, kitleler onları takip etmedi. Bu savaş, M. Çayan’ın da belirttiği gibi, öncü ile oligarşi ya da bir başka söylemle, burjuvazi ile bir avuç öncü arasında sürdü. Kitleler bu savaşın içine fazla girmedi. Ama, işçi ve emekçiler kitlesel mücadeleler verdiler. Onlar, fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda ve işyerlerinde, yani yaşam alanlarında mücadeleye atıldılar. Ama, öncü ile “oligarşi” arasındaki savaşa pek taraf olmadılar. Bu ülkemizin devimci hareketinin tarihidir. Bundan dersler çıkarmak gerekir. Bugün DHKP-C bu mücadeleyi sürdürmeye çalışıyor. Ancak, o, bir THKP-C gibi şehir gerillacılığını esas almıyor. Zaman zaman eylemler yapsa da, bu onun şehir gerillacılığını bir 1971’in THKP-C’si gibi esas aldığı anlamına gelmez. En azından pratiğinin bu yönde olmadığını görüyoruz.

MKP’nin sahip çıktığı TKP/ML tarihi de, kırsal alan yerine şehirde daha çok silahlı eylemleri mevcuttur. TİKKO’yu kitleler, kır eylemleriyle değil, şehir eylemleriyle tanır. Bu, en azından, 1990-1994 yılları arasında böyleydi. Ancak, görüldüğü kadarıyla bunlardan da dersler çıkaramamıştır.

MKP açısından HS stratejisi ile SHS stratejisi arasında pek de fark yoktur. Partinin, halk ordusunun  ve birleşik cephenin inşası yine silahlı mücadele içinde oluyor.

Proletarya partisi ve halk ordusu, bu savaş içerisinde adım adım inşa edilecektir. Yine bu savaş içerisinde emperyalizme, komprador tekelci kapitalizme, kapitalist büyük toprak sahiplerine ve feodalizme karşı bütün halk sınıflarının, işçi sınıfının, köylülerin ve şehir küçük burjuvazisinin ve yoksullarının birleşik cephesi gerçekleşecektir.”[45][45]

41 yıldır savaştığını söyleyen MKP, 41 yıldır; “parti, ordu, halkın birleşik cephesi silahlı mücadele içinde inşa olur” diyordu. “Ülkemizde silahlı mücadelenin koşulu var” dedikleri halde, anlaşılan, bunların inşasına 41 yıl yetmemiş. Bir 41 yıl daha bu böyle devam edeceğe benziyor.

Bir kere daha tekrarlayarak, bu bölümü kapatalım; teorik öznelcilik, yeni öznelci teorik üretiminin kaynağı oluyor.

 

8-    İdeolojik Kırılma Noktası: Halkın Devleti

Proletarya diktatörlüğü yerine proletarya ve emekçilerin yeni devleti tanımı her tür burjuva anlayışından daha keskin bir ayrışımı içermesi manasında daha sağlam ve doğru bir kavram olacağı düşüncesindeyiz. Buna proletarya ve emekçilerin demokrasisi de denebilir. Paris, Sovyetler, Kır ve Kent Konseylerinin Birliği, bunları içermektedir.”[46][46]

[1]

MKP, 3. Kongresi’nde karar altına alınan görüşlerden biri de bu. Proletarya diktatörlüğü değil, işçilerin ve emekçilerin devleti, yani halk devleti. Proletarya diktatörlüğü sorunu komünistler açısından bir ilke sorunudur. Bunun yerine, yumuşatılarak, revize edilerek ve hatta burjuvazinin kabul edebileceği bir düzeye, “halk devleti” adı altında, çekmeye çalışmak, revizyonizmdir. Bu önermeyi, MKP, MLM öğretilere daynadıramaz. Ne Marx-Engels’de vardır ne de Lenin, Stalin ve Mao’da vardır. Tersine sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğu savunulur. Birikimcilere karşı çıkan MKP, tam da Murat Belge, Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel gibi liberal solculara özgü görüşün başına “yeni” ekleyerek, bizlere “yeni” bir teoriymiş gibi sunması, Marksizmin ortaya çıkışından beri bu konunun, oportünizm ile Marksizm arasındaki kalın bir ayrım çizgisi olduğunu bilmezden geliyor gibi davranıyorlar. Oysa, Lenin ile Menşevikler arasındaki ve yine Lenin ile Kautsky arasındaki tartışmaları MKP nasıl bilmez! Bu sorun daha 1905 devriminin hemen sonunda, Marx ve Engels’in “proletaryanın devrimci diktatörlüğü” kavramının içeriğini ve Marx’ın “en önemli katkıları” arasında saydığı bu konu, Lenin tarafından da tüm oportünistlere karşı teorik olarak daha da derinleştirilmiş ve 17 Ekim Rus Devrimi ile de somut hale gelmişitir. Lenin’in söylemesine göre de, 1902/1903 yılında RSDİP[47][47] programında yer almıştır. Ancak, proletarya diktatörlüğünün gelişimi 1905 devriminin sonrasına rastlar ve ondan çıkarılan dersler ışığında Lenin tarafından geliştirilir.

Lenin, proletarya diktatörlüğünün tarihini şöyle açıklıyor:

Proletarya diktatörlüğü sorunu, istisnasız tüm kapitalist ülkelerde modern işçi hareketinin temel sorunudur. Bu sorunda tam açıklığa kavuşmak için, onun tarihini bilmek gerekir. Uluslararası bir ölçek koymak gerekirse, genelde devrimci diktatörlük ve özelde proletarya diktatörlüğü öğretisinin tarihi, devrimci sosyalizmin tarihiyle, özellikle  Marksizmin tarihiyle örtüşür. Ayrıca –ve tabii ki bu en önemlisidir- ezilen ve sömürülen sınıfın sömürücülere karşı tüm devrimcilerin tarihi, diktatörlük sorununa ilişkin tüm bilgimizin ana malzemesini ve ana kaynağını oluşturur. Her devrimci sınıfın, zafer kazanmak için kendi diktatörlüğünü kurmak zorunda olduğunu kavramamış olan, devrim tarihinden hiç bir şey kavramamıştır ya da bu alanda hiç bir şey bilmek istememektedir.”[48][48]

Devlet, bir sınıfın başka sınıflar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir anlama gelmez. Burjuvazi, ne denli “demokrasi” laflarıyla süslerse süslesin, burjuva devleti, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün aracıdır. Yani, burjuvazinin ezilenlere ve sömürülenlere karşı kurduğu bir diktatörlük, bir baskı aracıdır. İşçi sınıfı devleti de bir sınıf diktatörlüğü, burjuvaziye ve gericiliğe karşı, devrimden yana olan sınıflarla (şehir küçük burjuvazisi, az topraklı ve topraksız yoksul köylülüğün vb.) kurduğu ittifakın, proletarya önderliğindeki adıdır. Proletarya, diktatörlüğünü ilan etmeden sosyalist devletin yönetimini kendi denetimi altına almaz ve sosyalizmi inşa edemez. Burjuva liberallerin ya da “sol” liberallerin “diktatörlük” kelimesinden ürkmeleri, burjuva diktatörlüğüne karşı olduklarından değildir. Onlar, burjuvazinin iktidarının ayakta kalmasını savunuyorlar, ama işçi diktatörlüğü dendiği zaman tüyleri “diken diken” olur. Burjuvazinin sömürüsünü kutsayanlar, nedense proletaryanın halk üzerindeki sömürü ve baskıyı kaldırmasına “diktatörlük” diyerek karşı çıkıyorlar. Oysa bu diktatörlük, sadece ve sadece, sömürü ve baskı düzenini yeniden ayağa dikmeye çalışacak olan burjuvazi ve onun destekcilerine yöneliktir. Ama, proletarya ve emekçiler için ise proleter demokrasidir. Oysa, burjuva demokrasisi denen şey, sadece burjuvaziye özgürlük, işçi sınıfı ve emekçilere karşı ise en pespaye bir diktatörlük, bir baskı ve sömürü aracıdır.

 “Proletarya diktatörlüğü asla parti diktatörlüğü şeklinde ele alınamaz.[49][49]diyen MKP, hemen peşinden yukarıda aktardığımız alıntıdaki “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” revizyonist önermeyi ileri sürerek “halkın devleti” görüşünü yeniden diriltmeye çalışıyor ve  proletarya diktatörlüğüne, “komünist partisi diktatörlüğüdür” diyen burjuva liberallerine ve “sol” liberallere hak vermiş oluyor. Buradan hareketle de proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiğini açıklamaya çekiniyor. Oysa, tam da bu liberal eleştiri ve bağırtılar sonucu, bir çok komünist ve devrimci örgütler etkilenerek, liberallerin sevimli bulacağı “halkın devleti” kavramını kullanmayı seçmişlerdir. Ancak bu, salt biçimsel değil, esas olarak proletarya diktatörlüğünün içeriğine yönelik bir karşı çıkmadır. Anlaşılan MKP’de, bu “karşı eleştirileri” olumlamış oluyor ki, “... yeni devleti” önermesine sıkı sıkıya yapışmış görünüyor.

Bu konuya katkısı olması açısından Lenin’in, “neden proletarya diktatörlüğü” sorusuna verdiği yanıtı buraya aktaralım:

Marx’ın devlet üzerine öğretisinin özünü ancak, bir tek sınıfın diktatörlüğünün yalnızca genelde her sınıflı toplum için, yalnızca burjuvaziyi devirmiş olan proletarya için değil, ama aynı zamanda kapitalizmi <sınıfsız toplumdan>, komünizmden ayıran tüm tarihsel dönem için gerekli olduğunu anlayanlar kavramışlardır.”[50][50]

Hiç bir “artniyet” taşımadan soruna safca yaklaşalım: “Halkın diktatörlüğü” ya da “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” gib, kavramlar kullanılır. Ancak, bunlar gerçeği ve doğruyu yansıtmaz. Çünkü proletarya en ilerici bir sınıf olarak, diğer sınıfların sönmesini de sağlayabilecek tek sınıftır. Ayrıca, “emekçi” kavramı içinde, küçük burjuva kesimler vardır. Bunlar, sınıfların ortdan kalkmasını değil, kendi küçük burjuva çıkarlarını, yani özel mülkiyeti yeniden diriltmek isterler. Bu, niyet sorunu değil, sınıfın üretimdeki yeri ile ilgili bir durumdur. Proletarya ise bütünüyle sömürünün karşısında yer alır. Çünkü sınıfsız toplumun varlığı onun da gerçek kurtuluşu olacaktır. Onun dışında hiç bir sınıf böyle bir niteliğe sahip değildir. Sosyalizmin komünist topluma varabilmesi için proletaryanın önderlik etmesi ve kendi diktatörlüğünü, sınıf diktatörlüğünü kurması gerekir. Bu, sosyalizmin daha ileriye taşınması için gerekli ve zorunludur. Ayrıca, sosyalist devrim için diğer emekçi sınıflarla ittifak yapması, diğer emekçi sınıfın sınıfsız toplumu istediği anlamına gelmez. Bu onların sınıf karakterine terstir. Bütün bu nedenlerden dolayı da, en doğru tanım proletarya diktatörlüğü tanımıdır. Bunu başka yerlere çekmek, onu liberalleştirmenin teorik formasyonları olarak karşımıza çıkarılmaktadır. 

Sosyalist devlet ile demokratik halk devleti, ya da proletarya diktatörlüğü ile demokratik halk diktatörlükleri birebir örtüşmez. Demokratik halk diktatörlüğü proletarya önderliğinde, halk kavramı içinde yer alan sınıfların ortak diktatörlüğüdür. MKP, bunu kast ediyorsa, bunu açıkca söylemeli. Ancak onları söylediği bu değildir ve ne dediklerini bilerek söylüyorlar. Onlar, soyalizmde proletarya diktatörlüğüne karşılar. Ve sosyalizmi halk diktatörlüğü seviyesine de düşürüyorlar. Yani, sınıf mücadelesini daha ileriye taşımak ve sosyalizmin inşasını, sınıfsız topluma kadar götürme hedefini güdükleştiriyorlar. Söylemde “sınıfsız toplum-komünizm” vb. kavramlar kulanılsa da, onlar “işçi-emekçi devleti”yle, böyle bir hedeflerinin olmadığını teorileriyle ortaya koyuyorlar. Bunun siyasetteki adı halkçılıktır.

“... proletarya ve emekçilerin yeni devleti tanımı her tür burjuva anlayışından daha keskin bir ayrışımı içermesi manasında daha sağlam ve doğru bir kavram olacağı düşüncesindeyiz.”diyor MKP.

Peki, “proletarya diktatörlüğü” her türlü burjuva anlayışından, sınısfal olarak, daha “kesin ve net” bir ayrışım içermiyor mu ki, böyle bir tanımlamaya gidiyorlar. Oysa, burjuva diktatörlüğü karşısında tarihsel olarak da proletarya diktatörlüğü vardır. Halk diktatörlüğü anlamına gelecek kavramlar ya da tanımlamalar değil, tersine bu tür tanımlama ve kavramlar “her tülü burjuva” analyışına kapıları kolaylıkla açar. Nitekim, MKP’nin,  proletarya diktatörlüğü yerine “proletarya ve emekçilerin yeni devleti”ni tercih etmesinin altında yatan ideolojik nedenlerde bunlardan ayrı ele alınamaz.

“... proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz olarak, genel konuşulduğunda, sadece demokrasinin biçim ve kurumlarının değişimini değil, aynı zamanda kapitalizm tarafından ezilenler için gerçek demokrasi uygulanmasının daha önce dünyada görülmemiş bir yılğınlığa yol açan demokrasinin bir değişikliğini de beraberinde getirmek zorundadır.[51][51]

Lenin’den aldığımız bu alıntıda da görüleceği gibi, proletarya diktatörlüğü, ezilen ve sömürülen yığınlar için en geniş demokrasiyi ve özgürlük demektir. Burjuvazinin her türlü karaşama ve anti-propagandasına ve “sosyalizmin kara kitapları” adı altında karşı-devrimci yalan propagandalarına karşın, proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin, Lenin’in deyimiyle, işçi ve emekçiler için en ileri demokrasi olduğu bir gerçektir ve bu, tarihsel olarak ispatlanmıştır.

Marksizmle her türlü anti-marksistler arasındaki temel önerme olan “proletarya diktatörlüğünü”, bilen MKP, bunu temel önermeyi, çarpıtmalar içine girerek bulanıklaştırmaya çalışmış. Yukarıda onlardan aldığımız alıntının sonunda;

Paris Komünü, Sovyetler, Kır Kent Konseylerinin Birliği”, “proletarya ve emekçilerin yeni devleti”ni içeriyormuş. Yani, proletarya diktatörlüğü değilmiş.  En azından, MKP, geçmişteki yazılarına bakarsa, orada görür. Kendilerinin de bir çok tartışma yazılarında sıkça alıntıladıkları Lenin’in “dönek Kautsky”e yönelik eleştirlerine oldukça yer vermişlerdir. Bugün bunları yok sayıp ve hiç bir şey olmamış gibi ya da Marksizmin önermesiyle aynıymış gibi göstermeye çalışmaları; Marksizmin en temel sorunlarından biri olan proletarya diktatörlüğünü reddetmelerini ve bu bağlamda ideolojik kaymalarının üstünü küllemeye yönelmeleri ve salt bu konu özgülünde dahi, Marksizmden uzaklaştıklarının üstünü örtmeye yetmez. Revizyonizmde böyle bir şeydir. Burada bir anımsatmada bulunalım; işçilerin katılımı anlamında, en “saf”, en “homejen” devrim, Paris Komünü’dür. Paris Komünü’nde işçilerden başka kimse yoktu denebilir.

Proletarya diktatörlüğü sorunu, Marx’ın, Markszime en önemli katkılarından biridir. Kautsky bunu küçümsemiş ve yok saymaya çalışmıştır. Lenin bu nedenle de Kautsky’nin bu tavrını sert bir şekilde eleştirmiştir.

Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet,  proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmaz.”[52][52]

[1] 

Benim yeni olarak yaptığım; 1) Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel  evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur...[53][53]

Bunlar, Marx’a ait ve Lenin’inde Kautsky’i eleştirirken vurguladığı belirlemelerdir. MKP, “proleterya ve emekçilerin yeni devleti” ile Marx’ın “ proletarya diktatörlüğü” bir ve aynı değildir. MKP, Marx’ı revize ederken, Kautsky ve Kuruşçev’i yeniden diriltiyor.

MKP’nin, “proleterya ve emekçilerin yeni devleti” tanımı, daha öncede belirttiğimiz gibi, halkın devleti tanımının kendisidir. Proletarya ve emekçiler halk kapsamı içine girerler. MKP, bunları açık isimleri ile vermiş ki, Kuruşçev’in Sovyetler Birliği için; “Tüm Halkın Devleti” kavramıyla benzerliği olmasın diyedir. Biçim farklı, özü ise aynıdır.

            Lenin, 2. Enternasyonalin Kautsky’den sonra gelen önderlerinden Vandervelde’nin, Kautsky’e yakın görüşlerini eleştirirken şunları söylüyor:

“...<< emeğin halk devleti>>, 70 yılları Alman sosyal-demokratlarının dile düşürdükleri, ve Engels’in bir saçmalık olarak damgaladığı eski ‘özgür halk devleti’nin yeni bir baskısından başka bir şey değil. ‘Emeğin halk Devleti’ deyimi, (bizim sol devrimci-sosyalist türündeki) bir küçük-burjuva demokrata yaraşır, sınıfsal kavramlar yerine sınıf dışı kavramları geçiren bir söz. Vandervelde, siyasal iktidarın proletarya tarfından (bir tek sınıf tarafından) fethi ile ‘halk’ devletini, bundan karışıklıktan başka bir şey çıktığını görmeksizin, aynı plan üzerine koyuyor. ‘Arı demokrasi’si ile Kautsky’de de aynı karışıklık, sınıf devrimi, proletarya sınıf diktatörlüğü, (proleter) sınıf devleti sorunlarında aynı küçük-burjuva ve devrim düşmanı bilmezden gelme.[54][54]

“Halk devleti” kavramı, ne denli, “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” maskesiyle örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, ikisinin özünün aynı olduğu gizlenemez. Daha öncede, yazı içinde bir çok defa vurguladığım gibi, MKP, sosyalist devletin sınıf özünü gizlemeye çalıştığı gibi, onu, sınıf özünden kopararak halkçılaştırmaya çalışıyor.

MKP’nin, ÇKP ile modern revizyonist Kuruşçev önderliğindeki SBKP arasındaki tartışmaları bilmemesi mümkün değildir. Kendilerin “Maocu” diyenler bunları çok okumuşlardır. Bu tartışmalardan, ÇKP’nin SBKP’ne verdiği bir yanıttan kısa bir alıntı: Bilindiği gibi, SBKP XXII. Kongresi’nde, Kuruşçev, proletarya diktatörlüğünün sona erdiğini ve devletin, “tüm halkın devleti” olduğunu ilan etmişti. Ve şöyle demişti:

SSCB’de proletarya diktatörlüğü artık gerekli değildir. Proletarya diktatörlüğü devleti olarak ortaya çıkmış olan devlet, içinde bulunduğu yeni, bugünkü aşamada, tüm halkın devleti haline gelmiştir.”[55][55]

Ve  devamında ÇKP’nin buna verdiği yanıt:

 “Devletin bir sınıfsal kavram olduğunu bilmek için, Marksism-Leninizmin genel bilgisinden az biraz bilmek yeterlidir. Lenin, şunu tesbit etti: <<Devletin ayırtedici özelliği, iktidarın ellerinde toplandığı ayrı bir insanlar sınıfının varlığıdır.>> Devlet, sınıf mücadelesinin bir aletidir, bir sınıfın diğer bir sınıfı bastırma aracıdır. Her devlet, belirli bir sınıfın diktatörlüğüdür. Devlet hala varolduğu sürece, sınıflar üstünde durması mümkün değildir, tüm halkın devleti olması mümkün değildir.”[56][56]

ÇKP, o süreçte SBKP’nin revizyonist tezlerine karşı yoğun mücadele etti ve bu revizyonist teroilerden biride, MKP’nin, tarihsel tartışmaları unutturarak, “yeni” adı altında diriltmeye çalıştığı revizyonist teorik önermelerden biri de; “halkın devleti” teorisiydi  ve bunu da yine, Marx ve Lenin’den alıntılarla çürüttüler. Geçmişin mahkum edilmiş konusunu “yeni” bir teori, gibi, MKP’nin öne sürmesinin tutarlı bir yanı yoktur. Evet, kapitalizmden komünizme geçene kadar çeşitli siyasal biçimler çıkaracaktır. Demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü de bunlardan belli başlı olanlarıdır. Lenin’de belirttiği gibi bunların özü proletarya diktatörlüğüdür. Demokratik halk diktatörlüğünün özüde proletarya diktatörlüğüdür. Ne var ki, stratejik olarak sosyalizmi hedefleyen ve sosyalist devrimi önceleyen bir hareketin, bunu halkçı bir düzeye çekmesi, bildiğimiz Marksizmle değil; ama bildiğimiz, tanık olduğumuz ve MLM’lerin mücadele ettikleri revziyonizm ve modern revizyonizmle uyum içindedir. “Sol” liberal Birikim’ci, Ömer Laçiner’in; “Sosyalizmin Bunalımı: Ne Yapmalıydık” adlı kitabında bu anlayışların kendisi vardır. Marksizm karşıtı kim varsa, onları Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun karşısında “haklı” çıkarırlar. Bu nedenle, kendini Marksist saflarda görenler ile “sol”  liberallerin “ineğe inek” demeleri de aynı değildir. Onlar, ineği sağmal, Marksistler ise öncelikle canlı bir organzima olarak görürler ve “sağmal” oluşunu, tarihsel materyalizm içinde ele alıp incelerler. Bu yaklaşım, nitel bir farktır.

Engels,  “Gotha ve Erfurt Programlarını” üzerine, August Bebel’e gönderdiği mektupta, halkçı devlet sorununa da değinir ve şöyle der:

Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkacaktır.[57][57]

MKP, proletarya diktatörlüğü yerine, “proletaryanın ve emekçilerin yeni devleti” demeyi tercih ettiğine göre, ikincisinin daha “özgürlükçü” olduğuna mı karar kılmış acaba? Ya da proletarya diktatörlüğünü, sadece, burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü değil de, diğer emekçiler üzerinde de bir diktatörlük olduğu görüşünde mi? MKP’nin analıyışından çıkan ise sonuncusu oluyor. 

MKP, bir başka yerde ise şöyle diyor:

Sosyalist devrimin nihai gelişme yönü, kesintisiz ve aşamalı bir şekilde komünizmdir[58][58]

Sosyalist devrimin  nihai hedefi, komünizm ise, “bu proletarya ve emekçilerin yeni devleti”yle çelişmez mi? Sosyalizmi komünizme bu sınıflar ortak olarak mı götürecek? O zaman, proletarya dışındaki küçükü burjuva sınıflar da komünizmden yana ve sınıfsız toplumu başarıya ulaştırabilecek bir niteliğe sahip anlamına geliyor ki, bu teoriyle Marksist devlet ve sınıf terosinin bağını kurmak oldukça zorlaşıyor. Kısacası, MKP’nin kafası oldukça karışık ve teorik bir netlik yok!

MKP’nin kafa karşıklığının nedeni Marskzimden sapmasından kendini buluyor. İşte bir tanesi;

Devletin sınıf içeriği sosyalist olmalı, komünizme yönelmeli ve bu doğrultuda devrimi sürdürmelidir.”[59][59]

Bu önerme Marksizme aykırı değil ve doğru bir önerme, ama bunu proletarya önderliğinde ve proletarya diktatörlüğü altında ve yine proletaryanın kendisi gerçekleştirebilir. En azından Marksizm bize bunu öğretti. Ve bu, Marksizmin temel ilkelerinden biridir. Bu ilke, Paris Komünü sonrası Marx ve Engels tarafından daha da geliştirilirken, Lenin, Stalin ve Mao ise daha sonraki devrim deneyimlerinden çıkarmışlardır. MKP’nin yukarıdaki alıntısında doğru şeyler söylenmesine karşın, aşağıdaki alıntı onunla çelişmektedir.

Sosyalizmde önderlik meselesi, oldukça önemli, temel bir sorun ve görevdir. En başta proletarya ve halk kitlelerinin gerçek önder oldukları kabul edilmektedir.[60][60]

MKP, her ne kadar, belgelerinde “proletarya önderliği”nden söz etse de, “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” olgusu yine, sosyalist bir devlette çok partili sistemi genel bir hale getirmesi (dil ucuyla sonradan “koşullar” belirlemesini yapsa da), önderlik anlayışıyla direkt bağlantılıdır. O proletarya önderliği yerine halk önderliğini geçirmeye çalışmaktadır. Bu açık bir ideolojik sapma ve proletarya önderliğinin reddidir. Çünkü yukarıdaki alıntının başka bir yana çekilir yanı yoktur. Böyle bir yaklaşım aynı zamanda proletarya önderliğinin muğlaklaştırılmasıdır. Bu anlamda, “MKP’nin özü de sözü de birdir”, denebilir. O, halktan yana. Tarihin bir kesitine kadar “halktan yana olmak” doğruydu. Bunun tarihsel bir gerçekliği vardı. Ancak, proletaryanın ortaya çıkması ve kendisi için bir sınıf olmasının yanında, insanlığı sınıfsız, sömürüsüz ve özgür bir topluma götürebilecek yegane sınıf olması gerçeği; teorinin proletaryadan yana olmasını hem koşullamakta hem de zorunlu kılmaktadır. MKP’nin, “... yeni devleti” anlayışı, ünlü aydınlanmacı J.J.Rousseau’nun, “Toplum Sözleşmesi”nde ileri sürdüğü bazı tezlerle örtüştüğüne kadar götürülebilinir.

MKP’nin devrim konusunda da kafası karışık olmalı ki, “proletarya diktatörlüğü” kavramından, elbette, salt kavramdan değil, onun özünden, onun pratik anlamından ve işlevselliğinden çekinme ve vazgeçmedir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, sıradan bir geçiş değil ya da kapitalist devletin yerine sosyalist devleti koymak değil, öncelikle kapitalist olan ne varsa yıkmak ve yerine yensini, sosyalist olanını inşa etmektir. Kapitalizme ait ne varsa yıkılmadan sosyalizm asla ve asla inşa olmaz ve toplum sınıfsız topluma, komünizme erişemez. Sosyalizm içinde var olan kapitalizme ait olan tüm öğeler (ufak ya da büyük), sosyalizmin inşası önünde ciddi bir ayak bağı ve aynı zamanda, kapitalizme dönme tehlikesini içinde barındıran bir içerikte olur. Sosyalist devlet içinde bürokratik yapıyı kırmak ya da bunun gelişmesinin önüne geçmek; işçi sınıfının örgütlü bir şekilde devreye girmesinin tüm koşullarının oluşturulması ve sağlam bir işçi sınıfı örgtlenmesinin her alanda yaratılması ve devlet mekanizmalarının kontrolünün işçi denetimi altına alınmasıyla gerçekleşebilir. Oysa, sosyalizmde bürokratik örgütlenmenin önüne geçmenin yolu, işçi sınıfı dışında küçük burjuva emekçi kesimlerin devlete egemen olmasını sağlamakla ya da onların önder olarak önderliğe ortak etmekle olamaz. Bir taraftan, “bürokratik örgütlenmeyi önleyelim” derken, diğer yandan küçük üretimin yaygınlaşması ve giderek kapitalist büyük üretime dönüşmesinin yolları açılmış olur ve bunun sonucu, sosyalizmin yıkılmasıdır. Sosyalist devlerin yıkılmasının nedenleri arasında bunları bulabilirsiniz.

Sosyalizmin ve nihayetinde komünizmin anlamı; kapitalist olan her şeye saldırmak ve yıkmaktır. Hatta kapitalist “özgürlük” denen şeye de saldırmak ve yıkmaktır. Sınıfsız temelde özgürlüğü onun yerine kurmak ve inşa etmektir. Kapitalist “demokrasi” ve kapitalist “özgürlük”, özel mülkiyetli özgürlüğüdür. Üretim araçlarına sahip olanların özgürlüğü, ona sahip olamayanların ise köleliği anlamındadır. Emekçilerin devletinin ekonmik adı olan küçük üretim  ise, bu tip “özgürlüğün” gelişmesinin en küçük temel birimleridir. Toplumsal iş bölümü kalkmadan sosyalizmi sınıfsız (komünist)  topluma dönüştürmek ya da en azından, bürokratik gelişmeleri ortadan kaldırmak ya da devlet varken sınıfları ve sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmanın hayal olduğu görülmelidir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü altında geliştirilebilecek bir sürecin ürünü olacaktır.

MKP, her devletin bir sınıfın ya da sınıfların diktatörlüğü olduğunu biliyor, ama “proletarya diktatörlüğü” demekten korkuyor ve onu “parti diktatörlüğü”[61][61] ile aynılaştırıyor. “Parti diktatörlüğü” denen olgunun da yine bir sınıfın diktatörlüğüne denk düştüğünü görmezden geliyor. Ve böylesine proleter sınıf bakışından yoksun bir yaklaşımın, burjuvazinin komünistlere yönelik kara[62][62] propagandası olduğunu da unutuyor. Ayrıca, her devlet, sınıf içerikli ve bir sınıfın bir başka sınıf ya da sınıflar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değilidr. MKP’nin, “proletarya ve emkeçilerin yeni devleti” de, yine bir sınıfın ya da sınıfların, bu sınıflar dışında kalan sınıflar üzerindeki düktatörlüğüdür. Bunun bir diktatörlük olmadığını gizlemek, Marksist bilgi teorisiyle bir ilişkisi olmadığı gibi, burjuvazinin gerçek olmayan siyaset termonolojisinin kitlelere gerçek gibi sunulmasının ironik yöntemidir. Devletin olduğu yerde, bazı sınıflara özgürlük varken, devlete sahip olanların dışındaki sınıflar üzerinde de diktatörlük vardır. Gerçekte ise, baskı uygulayan sınıflarda özgür değildir. Gerçek özgürlük, ancak ve ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. “Proletarya diktatörlüğünden” MKP’nin korkmasına gerek yok. Ondan korkan burjuvazidir. Burjuvazi, “halk devleti” ismini de kullanır. Ama asla proletarya devletinden ya da proletarya diktatörlüğünden söz etmez. Çin emperyalist burjuvazisi, ÇKP’nin ismini kullanıyor, “sosyalizm” vb. diyor, ama, “proletarya diktatörlüğü”nü kullanmaya yanaşmıyor. Ayrıca, “proletarya diktatörlüğü” yerine, “halk devleti” vb. kavramları kullanmakla, kitleler kazanılamaz. Ya da eğer, küçük burjuva kesimlere daha şirin gözükmek için bu tür adlandırmalara gidiliyorsa, bu kez de, işçi sınıfnı kaybedersiniz. Tercih sizin!

9-    Sosyalizmde;  “Çok Partili” Demokrasi

Sosyalizm, bir proletarya diktatörlüğü olmasına karşın, sosyalist bir ülke saf proleterlerden oluşan bir yapı değildir ve ilk başta böyle olmasının ekonomik koşulları da olamaz. Özellikle yarı-sömürge olan ülkelerde “saf olmayan” yönü daha bir belirgindir. Küçük burjuva kesimlerin varlığı küçümsenmeyecek kadar çoktur. Gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelerde ise köylülüğün yok denecek düzeyde ve şehir-kır çelişmesinin oldukça geri seviyelerde olması, yani, kırın şehirleşmiş olması, küçük üretimin yaygın olmaması, küçük burjuva kesimlerin genel nüfusa oranını oldukça azaltmıştır. Bu tür ülkelerde sosyalizmin gerçekleşmesi halinde, küçük burjuva sınıfının temsilcisi küçük burjuva partilerin varlığı ile yokluğu arasında fazla bir fark olmayacaktır. Elbette, bunu ilkeleştirmek ve genelleştirmek somut koşullarla her zaman uygunluk sağlamayabilir. Sosyalizmin gerçekleşmesi ve gelişmesi her ülkenin kendi özgül koşullarıyla yakından ilgili olduğu gibi, uluslararası alanda burjuvazi ile proletarya arasındaki güç dengeleri de bu durumu yakından etkileyecektir.

Emperyalizme bağımlı kapitalist ülkelerde ya da bir başka söylemle; köylülüğün ve küçük üretimin yagın olduğu ülkelerde ise, küçük burjuva sınıfın varlığı genel nüfus içinde daha fazladır. Bu tür ülkelerde sosyalist devrimin gerçekleşmesi halinde, küçük üreticilerin sınıf temsilcisi partilerin varlığı da söz konusu olabilir. Çin’de bir süre varlıklarını korudular. Sovyetler birliğinde ise, daha devrimin başında devrimin karşısında yer aldıkları için (örneğin Menşevikler ve sağ sosyalist devrimciler) proletaryanın baskısıyla karşı karşıya kaldılar. Bundan doğal bir şey de yoktu. Devrimin karşısında yer alan, doğallığıyla karşı devrimci muamele görür. Lenin’in, Kurucu Meclisin[63][63] dağıtılmasını istemesi ve ayaklanmayı başlatması, Menşeviklerin burjuvazi (Kara Yüzler) ile uzlaşması sonucu olmuştur.

Sosyalist devrimin doğal müttefiki olan küçük burjuvazi, esas olarak devrimin safında yer alır. Ve bu sınıflar üzerinde, proletaraynın baskısı  değil, denetim ve dönüştürme mücadelesi vardır. Bu kesimlerin burjuva saflarında değil, proletarya saflarında yer almasının siyaseti izlenir ve bu sınıflar, devrimin temel müttefikleri olarak, proletaryanın yanında yer alırlar. Proletarya bu sınıfları kazanmadan devrimi gerçekleştiremez. Bu nedenle de, bu sınıfların kazanılmasına ve proleter saflarda mücadele etmelerine özel bir önem verilir. Devrimden sonra da aynı politika izlenir. 

Kautsky, “Proletarya Diktatörlüğü” adlı kitabında, Bolşevikleri ve 17 Ekim Devriminin felsefesini eleştirir ve Bolşevikleri, “demokrasiyi değil, diktatörlüğü uygulamakla” suçlar. Ve “Kurucu Meclis”in dağıtılıp sovyetler cumhuriyetinin kurulmasını, “diktatörlük”olarak eleştirir. Lenin’in, “Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky” adlı broşürü ise, buna yanıt oluşturur ve tartışmanın göbeğinde, proletarya diktatörlüğünün içeriği vardır. Kautsky, Menşeviklerin Kurucu Meclis’ini savunur. Çünkü bu meclis, özünde bir burjuva cumhuriyetinin temsilcisidir.

Bu tartışmalar, aslında tam da MKP’nin tartıştığı ve “yeni” olarak ileri sürdüğü “çok partili sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü”, “halkın devleti” vb. gibi anlayışlarla direkt ilgili olduğu için, Lenin’den bu konuda aktarmalar yapıp, sosyalist ülkeler deneyimiyle de birleştirmeye çalışalım.

Lenin, “Kurucu Meclis Üzerine Tezler”ini 19 madde halinde sıraladığı tezlerinin 3. Maddesinde şunları söylüyor:

Burjuva rejimden sosyalist rejime geçmek için, proletarya diktatörlüğünü korumak için, (işçi, asker ve köylü vekilleri) Sovyet Cumhuriyeti, yalnızca demokratik kurumların (bir kurucu meclis ile taçlandırılmış olağan burjuva cumhuriyetine göre) daha yüksek bir biçimi değil, ama sosyalizme en acısız geçişi sağlamaya yetenekli tek biçimidir de.”[64][64]

Rusya’da sosyalizme geçiş bir burjuva demokratik cumhuriyet kurumu “kurucu meclis” ile değil, sovyet tipi örgütlenme ile geçildi. Başka ülkelerde daha değişik biçimler olabilir, ancak, hepsinin ortak özü proletarya diktatörlüğü olması ve hepsinin sosyalist bir yapıya sahip olması ya da hedeflemesidir.

MKP belgelerinde, işçi, asker ve köylü sovyetlerinin içeriği ve biçimi çarpıtılmaktadır:

Lenin, Sovyet (İşçi-Köylü-Asker Konseyleri) fikri son derece önemlidir. Lenin’de bütün iktidar Sovyetlerin olmalıdır fikri vardır. Komünist partisinin değil[65][65]

Bu alıntıda da görüldüğü gibi, sanki, sovyetler, komünist partisi diktatörlüğü olarak değerlendirilmiş ve de buna MKP karşı çıkıyor gibi bir hava yaratılıyor. Bu tür benzetmeler tam da burjuvazinin, “sosyalizmin kara kitabı”nda bulunan yakıştırmalardır. Ancak, Lenin, işçi, köylü ve asker sovyetlerini proletarya diktatörlüğü olarak adlandırır. MKP, bunu adlandırmaya ise yanaşmıyor.

Yine MKP’den bir alıntı daha:

Aynı şekilde tek partili-sosyalist devlet anlayışları da insanlığa, proletarya ve emekçilere büyük zararlar vermiştir. Komünist ideolojinin kitleler içinde yanlış algılanışında bu tür uygulanan pratiklerin çok önemli rolleri olmuştur[66][66]

Bu görüş, MKP’nin sosyalizme bakışını yansıtmaktadır: “Bugüne kadar “tek partili” sosyalist sistem insanlığa büyük zararlar vermiş” ve “çok partili” burjuva diktatörlüğü gibi olmalıydı. İnsanlığa sosyalizm “zarar vermiş”! Demek istedikleri bu. Tam da burjuva liberallerin sevdiği sözcükler yığını. MKP, “tek parti diktatörlüğü” derken, aynı burjuvazi gibi; “Stalin diktatörlüğü” demek istiyor, ama, şimdilik, bunu açıktan dillendiremiyor. 

Burjuva diktatörlüğü “çok” partili olmasına karşın, gerçekte, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden ve onun siyasal temsilciliğini yapan partiler ancak hükümet olabilirler. O partiler, tekelci burjuvazinin parlamentodaki temsilcileridir. Ama, asla kitlelerin, yani, işçi ve emekçilerin temsilcileri değildir. MKP bunu bilir. Tam da durum böyleyken, “tek partili sosyalist devleti” burjuva diktatörlüğünden daha kötü göstermesi, saflıktan ya da teorik kavrayışsızlıktan değil, ideolojik bir kaymadan ileri geliyor. 

Proletarya diktatörlüğü altında küçük burjuva partilerin varlığına izin verilebilir. Ancak, sosyalizme karşı çıkmadıkları sürece. Karşı-devrim cephesinde yer almadıkları ve sosyalizmi yıkmak için komplolar ile uğraşmadıkları sürece. Küçük burjuvazi ve elbette küçük burjuva üretimi var olduğu sürece, sosyalizm karşıtı düşünceler de her geçen gün yeşerecek ve sosyalizmi yıkmaya yönelecektir. Bu işin sınfsal doğası gereği böyledir. Çin’de küçük burjuva partiler vardı. Ama, Çin’de proletarya diktatörlüğü yıkılmaktan kurtulamadı. Sosyalist ülkelerin geriye dönüşünün özü, “çok partili” olmamasıyla yakından bir ilişkisi yoktur. Bunun altında yatan daha başka nedenler vardır. Ve kapitalizmden sosyalizme geçiş uzun bir tarihsel sürecin sorunudur. Geriye dönüşleri bu sürece bağlı olarak ele almak gerekiyor.

Geriye dönüşlerin nedeni, “çok partili” olmaktan öte şeylerde aranmalıdır. Sosyalist ülkeleri, Venezüela’daki Chavez gibi ya da daha önceki Şili’de Allende yönetimi gibi görüyorlarsa bunu açık söylemelidirler. Allende’nin sonunu biliyoruz. Üstelik, Allende, Şili burjuvazisinin mülksüzleştirmediği gibi sosyalizmi de kurmadı ve böyle bir niyeti de yoktu. Yapmak istediği, sadece ve sadece kapitalizmi reforme etmekti. Yoksul kitlelere, ekonomiden biraz daha fazla pay ayrılmasını ve demokratik ortamın genişletilmesini istiyordu. Ve bugünkü Venezüela yönetimi de aynı durumda. Orada hala burjuva diktatörlüğü var ve reformist hükümet, işçi ve emekçilerin daha az sömürülesini ve yoksulluğun azaltılmasını istiyor ve bunun mücadelesini veriyor. Ancak, burjuvazi de boş durmuyor ve “sosyalist” hükümeti yıkmak için yoğun bir çaba gösteriyor. Eğer, hükümet Venezüela burjuvazisine direkt yönelirse, sonuç 11 Eylül 1973 Şili’si gibi olabilir. Venezüla ve ABD burjuvazisi, darbeyi bir kere açıktan denedi, ancak kitlelerin Chavez’e sahip çıkmasıyla önlendi. Emperyalist burjuvazi ve Venezüela burjuvazisi reformist hükümete dahi tahammülleri yoktur ve olamaz. Şu anda, hükümeti yıkmak için her türlü sobatajı yapmaya çalıştıkları gibi, ellerindeki tüm olankları da bunun için kullanıyorlar. 

Daha önceleri, yine Nikeragua’da Sandinista yönetimi örneğinde gördük ve seçimler oldu, Sandinistler kaybetti. Sandinistlerin sosyalist bir programa da sahip değillerdi. Programları, burjuva demokratik devrimle sınırlıydı.

Bilindiği gib, Prachanda önderliğindeki NKP(M), iktidarı almak üzereydi. O tek başına iktidarı alma yerine diğer partiler ile anlaştı. Önce, ortak hükümet kurdular, sonra ise NBKP (sonradan bir başka partiyle birleşerek, Nepal Birleşik Komünist Partisi-Maoist adını aldılar) tek başına hükümet oldular. NBKP(M), Nepal krallığını yıkmakla yetindi ve burjuva demokratik devrimle kendini sınırladı. Buna da “21. yüz yıl Marksizmi” adını verdi. Yani, devrimi ileri götürme yerine, devrimi burjuvaziye teslim etti. Daha doğrusu kendisi burjuvaziye teslim oldu ve onun adına iktidarda kaldı. 

MKP, Nepal’i eleştiriyor. Neden eleştirdiğini anlamak zor. Çünkü, NBKP(M), aynı MKP’nin dediği gibi yaptı. Seçimlere girdi. Bütün partilere “özgürlük” verdi. Ve “eşit” koşullarda yarışmaya başladılar. NBKP(M) önderi Prachanda’nın savunduğu da MKP’nin “çok partili sosyalist halk devleti”nden pek farkı yoktur. O, bunun teorisini oluşturdu. Komünistlerin burjuva partileriyle birlikte seçimlere girerek yarışmasını savundu. Ve bu savunduklarını pratiğe uyguladılar. Şu andada birlikte “yarışıyor”lar.

Nepal’li yoldaşlarımızın burjuva demokrat bir sapmadan burjuva demokrasisine meyleden yörüngesinden söz etmek isteriz.”[67][67]

Evet, MKP’nin “Nepal’li yoldaşları” gerçekten de devrimi  bile bile burjuvaziye teslim etti. Ama, hangi anlayışla? MKP’nin “proletarya ve emekçilerin yeni devleti”, yani, “halkın devleti” ve “çok partili sosyalizm” analayışıyla. NKP(M)’nin bu dönekliği çok önceleri görülüp eleştirildi.[68][68] MKP, daha  o zamanlarda NKP(M)nin propagandasını yapıyordu. Hala, “yoldaş” dediklerine göre, “hafif bir sapma” olarak ele alıyor olmalılar. NBKP(M), şu anda reformist bir parti durumuna geldi. İleride nereye evrilir bilinmez. MKP, bunlardan söz etmiyor, NBKP(M)’nin durmunu “sapma” olarak ele alıyor. Prachanda’nın yönetimindeki bu partinin çizgisi komünist çizgiden sadece “sapma”, ama hala komünist görülüyorsa, MKP, komünist çizgiden “sapma” ile o çizginin karşısında yer alamnın ayrımını yapamıyor demektir. Böylesi bir yaklaşım da MKP’nin çizgisinin bulanıklığına işaret ediyor.

Sonuç olarak, küçük burjuva partilere izin verilmesi sorunu, devrimin koşularıyla yakından ilgilidir. Bunu ilkeselleştirmek, sistemli hale getimenin teorisini yapmak yanlıştır. Proletarya, devrimi başardığında, o günün koşulu bunu gerektiriyorsa, yani, ititfaklar ve devrime katılanların durumu bunu zorluyor ve gerekli kılıyorsa, proletarya, sosyalizm karşıtı olmadıkça, bu tür özgürlüklere izin verecektir. Sorunu, ilkeselleştirmek değil, kendi özgül durmuyla ele alamk en doğru olanıdır.

10-    MKP, Kürt Ulusal Sorunun Neresinde Duruyor?

Elbete, her devrimci ve komünist hareket, Kürt ulusal sorunu ve bu bağlamda da Kürdistan sorununa kapalı kalamaz. Bir şekilde bu konuyla ilgilenmek ve çözümler üretmek durumundadır.

MKP, I. Kongresi’nde, kendisinin, “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” temsilcisi olarak adlandırdı. Yani, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının partisi olduğunu ilan etti. “Kuzey Kürdistan” kavramını kullanması, Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) açısından olmasa da, kendi tarihi açısından ileri bir adımdı. Ancak, bunun devamı gelmedi. Böylesi bir çıkış,  en azından seksiyon örgütlenmesini gündeme getirmesi gerekirken, bunu gözardı ettiler ve bugün ise “Birleşik Kürdistan”ın esas alınması gerektiği noktaya geldiler.

MKP, 3. Kongre Belegelerinde, “Ulusal Sorun Üzerine” başlıklı bölümde şöyle diyorlar:

Kürdistan ulusal sorunu aynı zamanda, özünde ve doğrudan bir Kürdistan sorunudur! Eklenmelidir ki, Kürdistan sorunu, özellikle Güney kuşağında Batı Kürdistan-Rojava’da kendisinin ilan eden Kürt yönetimi gerçekliği ile birlikte Birleşik Demokratik Kürdistan şiarını güncel mesele haline getirerek öne çıkarmıştır.”[69][69]

MKP açısından, Kürt ulusal sorunu bir “Kürdistan” sorunu haline gelmişse ve yine Kürt ulusal sorunu, Birleşik Demokratik Kürdistan (BDK) sorununu “güncel” hale getirmişse, bu görüşleri savunanların, Kürt ulusal sorunun teorik çözümlemesi de bu doğrultuda olmak zorundadır. Ne var ki, MKP’nin “güncel çözüm” teroisi buna uygun değil, o eski görüşlerini devam ettirmektedir. Bunu az sonra alıntılarla göstereceğiz.

BDK sorunu konusunda, doalylı olarak PKK’yı eleştiren MKP, şöyle diyor:

Kürdistan olgusu veya bağımsızlık talebinden kopuş (ve hatta bugün siyasi statüler bakımından gelinen aşamada birleşik demokratik Kürdistan şiarından kopuş bile) ulusal sorunun negatif yönelimle ele alınarak, eşit olmayan ve ezen egemen ulusun ayrıcalık hakkı lehine bir çözüme ikna olma anlamı taşır.[70][70]

Burada söyelenenler daha nettir. MKP açısından; BDK’ı esas almayan, Kürt ulusal sorununun çözümünü BDK’ya dayandırmayan ve bağımsızlık talebinden kopuk bir hareket, ezen egemen sınıfların lehine bir çözümden yana olduğu anlamına gelir. Böyle bir programı, ezilen ulusun önüne çözüm olarak koyan MKP, aynı konuda kendi önüne nasıl bir çözüm programı koyuyor, ona bakalım:

Partimiz ulusal sorun ve uygulanan milli zulmü doğru tesbit eden bir teorik çerçeveye sahiptir. Bu teorik doğruyu pratiğe geçirmede oldukça yetersiz bir durumdayız. Komünist önder Kaypakkaya yoldaşın ulusal soruna ilişkin belirlemeleri Türkiye-Kuzey Kürdistan açısından en ileri kavrayışı simgelemektedir. Ulusal sorunun çözüm yönelimi olarak sosyalist çözüm olan geniş bölgesel özerklik ve yerel kendi kendini yönetim projesi....”[71][71]

MKP’den aldığımız yukarıdaki iki alıntı içindeki anlayışla, son “çözümleme” anlayışı bir birinin zıddıdır.  Bir taraftan BDK’nın “güncel hale geldiği”ni söyleyeceksin ve bunun propagandasının yapılmasını önereceksin ve hatta BDK savunmayan bir anlayışın, ezen egemen ulusun egemen sınıflarına hizmet edeceğini söyleyeceksin, öbür yanda ise, örgüt olarak kendi önüne açıktan BDK’ı savunmayı koymayacaksın? Bu tutarsızlıktır. “Biz bunu ezilen ulsu hareketi için söylüyoruz” gibi açıklamalar olursa da, sorunun özünü değiştirmez. Komünistler, kendi önlerine somut çözüm programları koyarlar. Ezilen ulus adına sözcüklük yapmazlar. Ezilen ulus burjuvazisinin çözümü açıktır. O kendi ulusunun ve elbette, ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda bir çözümü “en doğru çözüm” olarak koyar. Ezilen ulusun çözüm programı içinde, ezilen ulus işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarları yer almaz. Daha çok ezilen ulus burjuvazisinin çıkarları yer alır. Ama o, bu “çıkarları”, herkesin “çıkarı” olarak gösterip, ezilen ulus işçi ve emekçilerinden destek ister. Aynı Güney’de, Barzani’nin KDP’sinin, Talabani’nin YNK’sının yaptığı, ama sonucun, Kürt işçi ve emekçilerin aleyhine, yerli ve uluslararası sermayenin ise lehine döndüğü pratik çözüm, ve Kuzey’de ise Öcalan’ın önderliğindeki PKK’nın yapmaya çalıştığı ve gerçekleşirse çözüm, sonucun Güney’den farklı olmayacağı gerçeği...

Bütün bunlara rağmen, komünistler, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını (UKKTH) kayıtsız şartsız tanır ve bunun mücadelesinin verir. Ama, pratik çözüm konusunda, ezilen ulus burjuvazinin lehine, ezilen ulus işçi ve emekçilerin ise aleyhine çözümü aktif olarak desteklemez ve buradan hareketle de ayrılğa; proletaryanın genel sınıf çıkarları açısından yaklaşır. Pratik çözüm sorununu, proletaryanın sınıf çıkarları ve proleter devrimi güçlendirme açısından ele alır. Ama, ezen ulus burjuvazisi gibi ayrılığın önüne set ve zorbalık çıkarmaz, karşı çıkışı propaganda düzeyinde kalır. Bu, 17 Ekim Rus Devrimi sonrası SSCB’de kanıtlanmıştır.

Bir komünist hareket, BDK’ı güncel bir sorun olarak değerlendiriyor ve ulusal sorunu; ülke, Kürtler özgülünde ise Kürdistan (bir ülke ve vatan) olarak ele alıyorsa ve bunun somut hale geldiğini belirliyorsa, onun yapacağı şey, bunun açıktan propagandasını yapmaktır. Çünkü böyle bir belirleme, ayrı örgütlenmeyi de beraberinde getirir. MKP; artık kendini “Türkiye ve Kuzey Kürdistan”ın temsilcisi olarak göremez. İkisinden birini tercih etmek durmundadır. Türkiye “temsilciliğini” tercih ediyorsa, ayrı bir Kürt komünist partisinin kurulmasını savunmalıdır. Savunulan görüşler, böylesi bir pratik gelişmeyi de beraberinde getiriyor. Bu yapılmadığı zaman, teori ile pratik çelişir. MKP, bu çelişki içindedir. 

Kürt ulusal sorunu, Türk komünistleri açısından, eğer sorun, BDK sorunu haline gelmişse, “geniş bölgesel özerklik ve yerel kendi kendini yönetim” sorunun bir anlamı kalmaz. Çünkü sen, çeşitli uluslardan proleterlerin ve emekçilerin birliğini değil, ayrılığını savunur durumdasın. MKP’de teroi-paratik birliği yoktur. Netlik olmadığı için, birbirini redden eklektik görüşler mevcuttur. Bir çok kez yinelediğim gibi, MKP’nin teorik bütünlüğü; onun ekliktik görüşleri bütünlüğünü içeriyor.

Kürt ulusal sorunu, “Kürdistan” ve BDK sorunu haline gelmişse, açıktan Kürtlerin ayrılığı savunulmalıdır. MKP açısından tutarlılık böyle olabilir. Bir tarfta ayrılık görüşleri konulacak ve bunun gerekçeleri sıralanacak, öbür yanda ise, geniş bölgesel özerklik...” vb. savunulmaya devam edecek. MKP, ne ayrılıktan yana açık bir tavır koyabiliyor ne de birlikten yana bir tavır alabiliyor. O, “iki derede bir arada kalmış” vaziyette, Öcalan’ın dediği gibi, “arafta” bekliyor.

Kaypakkaya’nın ulusal sorun konusunda görüşlerinin doğru olduğunu savunmaya devam eden  MKP; o zaman Kaypakkaya’dan öğrenmesini de bilmelidir:

Hangi ulustan olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurması sorununa, devrimin gelişmesi, güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurması, Türkiye Kürdistan’ın da proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması olanağı artacaksa, hangi ulusatan olursa olsun, sınıf billinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı destekleyecektir.[72][72]

Ulusal sorunda, Marksist görüş budur. Hiç bir ulusalcı kaygı olmadan, sadece ve sadece proletaryanın sınıf çıkarları açısından soruna yaklaşmak, en doğru yöntem olduğu gibi, ulusal sorunun çözümü açısından da en doğru bir yaklaşımdır.

MKP, “bağımsılık” talebinden vaz geçmeyi (kendi deyimiyle “kopuş”), ezen egemen ulusun çıkarına görüyorsa, Kürdistan’ın bağımsızlığını kendi programına alması gerekirdi. Böyle bir çözümü ve programı yok. Daha doğrusu, onun önerisi PKK’ya yönelik. Ama kendine yönelik ise böyle bir çözümü net olarak ortaya koymaktan kaçınmış. “Bağımsız Kürdistan”ı savunmama;, “eşit olmayan ve ezen egemen ulusun ayrıcalık hakkı lehine bir çözüme ikna olma anlamı” taşıyorsa, bu MKP içinde geçerli olmalıdır. Ulusal hareketlerin mutlak bir şekilde “bağımsızlığı” ya da “ayrılmayı” savunması zorunludur, savunmazsa “ulusal hareket olmaz” ya da “ezen egemen ulusa hizmet eder” diye bir yaklaşım mekanikliktir. Soruna, ezilen ulus burjuvazisinin en gerici kesimi açısından yaklaşmaktır. Komünistler -yukarıda da belirttiğimiz gibi ve Kaypakkaya’nın da özel olarak vurguladığı gibi-, soruna böyle değil, Kaypakkaya gibi yaklaşır. MKP, bu yaklaşımdan oldukça uzaklaşmıştır.

PKK’nın, “ayrılmak” istememesi, eşit haklar temelinde birlikte yaşamak istemesi, neden Türk egemen sınıfların lehine” olsun ki? Komünistler açısından ulusal sorunun demokratik bir şekilde çözülmesi ve halkların kardeşliğinin sağlanması, ezen ulus milliyetçiliğinin kırlması, desteklenecek bir gelişme olur. Komünistler, çok zorunlu olmadıkça ulusların küçük ülkeler şeklinde birbirinden ayrılmasını değil, birlikte –eşit haklar temelinde- yaşamasını savunur. Bunu savunmayan emperyalistler ve işbirlikçi burjuvazidir. Emperyalizmin politikası; “böl-yönet”tir. Ve bunu en yakınımzda, (Irak ve Suriye örenğinde olduğu gibi) yaşayarak görüyoruz. Türkiye’de bu durmdan işlenen ve güncel yaşama yansıtılan bir politikadır. Ulusal çatışmaların yanıda dinsel çatışmaların devreye sokulduğunu biliyoruz. Durum bu iken, bir ulusal harekete, “neden ayrılığı savunmuyorsun” diye  eleştiri getirmek, Marksist bir yaklaşım değildir.

Eğer, Kürtlerin ayrılması ve ayrı bir devlet kurması, bütün uluslardan (Türkiye ve Kürdistan’da) işçi ve emekçilerin çıkarınaysa, bu elbette desteklenir ve savunulur. O zaman, ezilen ulus hareketi ayrılığa karşı çıkıyorsa ve işçi ve emekçilerin lehine değil, ezen ulus egemenlerin lehine bir tavır alıyorsa, eleştirilir ve teşhir edilir.

MKP, ulusal sorun konusunda daldan dala atlıyor. BDK, Kürdistan, “en geniş bölgesel özerklik”, yani bir arada yaşamak ve PKK’nın “ulusal hakları” taleplerinin desteklenemsi....

Kürt ulusu özgülündeki ulusal soruna doğru yaklaşmakla beraber, pratiğimiz arasında ciddi anlamda sorunlu bir durum söz konusudur. Ulusal sorunun çözüm projesinin pratikte siyaset olarak uygulayamamak ve bunun üzerinden örgütlenememek, ulusal sorunu Kürt ulusal hareketi olan PKK özgülünde tartışmaya varan yaklaşıma dönüşmüştür. PKK realitesi atlanamaz bir durumdur.

“Sorun demokratik hakların örgütlenmesi sorunudur. Bu anlamada PKK’nın Kürt ulusal haklarında ortaya koyduğu talepleri biz de sahiplenip desteklemeliyiz.[73][73]

Bir komünist hareketin, ulusal soruna ilişkin görüşlerinin çözüm anlamında hayat bulması, esasta devrimle beraber olur. Ondan önceki çözümler üzerinde propaganda anlamında etkisi olur, ama tam da onun istediği gibi çözüm olamaz ya da olmayabilir. MKP’nin alıntının ilk paragrafındaki sonucu ikinci paragrafta kendini ortaya koymaktadır. PKK’nın taleplerinin desteklenmesi. PKK; bütün görüş ve önerileri, taleplerini, “Kürtlerin genel talepleri” olarak ve bir ulusun “demokratik hakları” çerçevesinde ele alıyor ve sunuyor ya da böyle olduğunu ileri sürüyor. PKK’nın “bütün taleplerinin desteklenmesi” anlayışı, ezilen ulus burjuvazisinin tüm taleplerinin desteklenemesi anlamındadır. Ezilen ulusun ulusal demokratik hakları ile o ulusun temsilcisi olan siyasetin, bütün taleplerinin “sahiplenilip desteklenmesi” aynı şeyler değildir. MKP, ezilen ulus hareketinin ikili niteliği olduğunu ve bunlardan birincisinin ilerici ve desteklenir olduğunu, ikincisinin ise gerici ve desteklenemez olduğunu gözardı ederek, her ikisini de aynı kefeye koyuyor.

Kaypakkay’dan[74][74] özetlersek: Birincisi; ezen ulus egemenlerinin milli zulmüne karşı ezen ulusun demokratik eylemidir. Bunun amacı milli zulmü kaldırmayı ve ayrı devlet kurmakta dahil, ulusal demokratik hakları kazanmayı amaçlar.

İkincisi; ezen ulus (Kürt) burjuvazisinin kendi ulusal kimliğini öne çıkararak, Kürt işçi ve emekçilere karşı, kendisinin ve Kürt toprak sahiplerinin ayrıcalıklarını ve üstünlüklerinin gerçekleştirmeyi amaçlayan gerici istemleridir.

 PKK’nın “Gezi”ye ve en son AKP’ye yönelik “yolsuzluk operasyonuna” karşı tavırları açıktır. O kendi sınıfsal çıkarları açısından yaklaştığı için, işçi ve emekçilerin çıkarlarıyla onun çıkarları çakışmıyor. İşçi ve emekçilerin lehine olan gelişmeleri kendi aleyhine olarak ele alabiliyor. MKP’nin bunları bilmesi gerekiyor. Kaypakkaya’yı “önder” görenlerin, onun görüşlerinin tersi ezen ulus miliyetçiliğine düşüyorsa, onun görüşlerini savundukları ya da kavradıkları da şüpheli bir durma dönüşüyor. PKK, açısından bütün bunlar “Kürt ulusal hakaları” içindedir. Hatta, PKK’nın eş başkanlarından Bese Hozat’ın, en geri Türk egemen sınıf ırkçılığı kokan, “Ermeni, Yahudi, Rum lobileri” vb. açıklamaları da, “Kürt ulusal hakları” çerçevesinde ele alınıyor. Bugün AKP’ hükümetinin desteklenmesi, PKK’nın “çıkarına” görülüyor. Ancak, bu, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının çıkarına değildir.  Örenğin PKK; UKKTH’ı Kürt ulusu özgülünde savunmaktan vazgeçti ve de bunu –şimdilik- Türk egemen sınflarına şart olarak ileri sürmüyor. Ezilen bir ulusun ayrılma hakkının olması ayrı, ayrılma hakkının gaspedilmesi ayrı şeylerdir. Biz komünistler, ezilen ulusun ayrılma hakkının olmasından yanayızdır. Onun bu hakkı nasıl kullanacağı ise onun tercihidir. Bu ulusal demokratik bir haktır.

11-  MKP’nin Kendi Tarihine İlişkin Yaptığı Özeleştirisi Samimi Değildir

MKP,yaptığı 3. Kongre’de,  1. Ve II. Kongrelerini onaylıyor. Sadece, sosyoekonomik yapıda “tutuculuk” olduğuna karar kılarken, “tarihi muhasebe”lerini ise onaylıyorlar. Ve şöyle diyorlar:

Bilindiği gibi gibi muhasebemiz, genel olarak tarih bilinci ve olayların, gelişmelerin ele alınıp açıklanması konularında bilimsel bir bakışa sahiptir.”[75][75]

Bunları ileri sürebilen MKP, ya 3. Kongre’sinde aldığı kararların teorik olarak temelden I. Ve II. Kongre kararlarıyla tezat teşkil ettiğinin farkında değil ya da farkında, ama bunları gizleme amacında.

MKP 3. Kongre’nin teroik olarak diğer iki kongreden farklarını biz ortaya koyalım.

1. Ülkenin sosyo ekonomik yapısı; yarı-sömürge kapitalist. I. ve II. Kongrede; “yarı sömürge-yarı feodal”

2. Devrimin yolu; Sosyalist Halk Savaşı Stratejisi. I. ve II. Kongrelerde; Halk Savaşı stratejisi.

3. Devrimin karakteri; sosyalist devrim. I. ve II. Kongrede; demokratik halk devrimi

4. Baş çelişme; emperyalizm ve komprador burjuvazi ile geniş halk yığınları arasında. I. ve II. Kongrelerde; feodalizmle geniş halk yığınları arasında.

5. Sosyalist devletin niteliği; proletarya ve emekçilerin yeni devleti. I. ve II. Kongrelerde; demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü.

Bu sıraladığımız belirlemeler, temelde birbirine zıt belirlemelerdir. MKP, bu belirlemeleri, ülke yeni değiştiği için değil, ülkedeki gelişmeleri zamanında görmediği ve “tutucu” davrandığı için yapamamış. Çünkü MKP 3. Kongre’sine göre, ülke 1990’lardan beri “kapitalist”miş ve MKP ise her üç Kongresi’ni 2002-2013 yılları arasında yaptı. 

Bütün bu temel teorik belirlemeler ortadayken, sorunu basit bir “tutculukla” geçiştirmek ve bunun adına “özeleştiri” demek, bir devrimci hareket için kabul edilemez olmalıdır. Kaypakkaya’nın en önemli görüşleri yok olmuş. Düne kadar o görüşleri savunmayanlar, MKP tarafından “revizyonist”, “troçkist” olarak nitelendiriliyordu. Kaypakkaya’nın “11 İlkesi’nden şaşmak, revizyonizmdi”[76][76]. Şimdi ise kendileri o ilkeleri rafa kaldırmış ve buna rağmen, soruna  basit bir teori değişikliği olarak ya da taktiksel bazı değişiklikler olarak bakılmasının, MLM literatür ve Marksist bilgi teorisiyle bir ilişkisi yoktur. Bu açıktan kendi stratejik hatalarını, stratejik sapmalarını taktiksel düzeye indirme  ve de gösterme çabalarıdır. Böyle bir yaklaşım tam da küçük burjuva oportünizmine has bir karakteristiktir.

MKP, hemen hemen çoğu konularda –bunların neler olduğunu yazı içinde ortaya koyduk-, devrimin temel sorunlarında görüşlerini stratejik olarak değiştirmiştir. Kendi geçmişlerine samimi bir şekilde sahip çıkamayanlar, kendi hatalarını dürüst bir şekilde ortaya koyamayanlar, kendi teorik oportünizmini deşifre edemeyenlerin özeleştirileri inandırıcı olamaz. Ne yazık ki, MKP’nin özeleştirisi de samimi olmamıştır. 

Aslında, MKP’nin kendi hatalarına yaklaşımları, 1. Kongrelerindeki anlayışta kendini bulmaktadır. O günden bugüne kadar da aynı şekilde devam ettirmişlerdir. “1.Kongre Muhasebesi” dedikleri şey; subjektivizm, abartma, dogmatizm, inkarcılık, kendi hatalarını gizleme ve bol magazinli bir “değerlendirme”den başka bir şey değildir. “tarihi Muhasebe” dedikleri döküman, çarpıtma[77][77] ve teorik yanlışlıklarla ve öznelciliğin uçlara vurduğu bir belgedir. 

I. ve II. Kongre, yukarıda maddeler halinde sıraladığım, yeni görüşler ile stratejik olarak farklı görüşlerin temelinde yapılmış ve o görüşlerin üzerinde strateji ve taktik politikalarını şekillendirmiştir. Sadece bu açıdan bakılsa bile, önceki kongrelerinin “esas olarak doğru kararlar” alması söz konusu olamaz. Bu bilime terstir. Zaten, MKP’de her kongresinde bol bol “subjektivizm ve dogmatizme düşme” özeleştirisi mevcuttur. Bu kongre de var ve şöyle diyorlar:

I. Kongre, somut hedefler ve görev planlamaları bağlamında esasta doğru zemindeydi ama stratejik görevleri döneme indirgemesi hatalıydı. ... 2. Kongremiz  bu konuda I. Kongrenin yaklaşımını sürdürerek hatalı olarak dönemsel temel görev tesbitine giderken, örgütsel gerçeğinden de ileri görevler tesbitine düşerek sol sübjektif tesbitlerde bulunmuş oldu.”[78][78]

Devrimci bir hareket sık sık, “dogmatik ve sübjektif” hatalardan söz ediyorsa, temel teorik görüşlerinde ciddi sorun var demektir. Daha doğrusu, savunmaya çalıştığı Marksist teoriyle kendi somut teorisi arasında ciddi çelişki vardır. Yani, sosyal koşulları yansıtmayan teorilerinde sıkıntı var anlamına gelir. Açın MKP’nin de üç Kongre belegelerini, hemen hemen aynı “sübjektif” hataları görürsünüz. MKP’de, kendi teorisiyle Marksizm arasındaki çelişkiyi “sübjektivist hatalar” ile kapatmanın yolunu seçiyor. Ancak, anahtar kilide yine de uymuyor.

Yukarıdaki alıntıdaki birinci cümlede; hedefler, planlamalar “doğru”, ama, “stratejik görevleri döneme” indirgemeye çalışmaları, yani, stratejiyi taktik olarak ele alması, daha cümlenin başındaki “esasta doğru zemindeydi” ile çelişmektedir. Kendine Marksist diyen ve Marksizmi “en doğru” şekilde kendilerinin temsil ettiğini savunan bir siyasal yapı, strateji ile taktikleri birbirine karşıtırıyorsa, daha baştan Marksizmin temel teorik görüşleriyle sorun yaşıyor ve onu kavramamış, sadece devrimci olma yönünü kendine almış demektir. Ancak, Marksizm, dünyayı değiştirmek, bulunduğu koşullara saldırmak ve o koşulları devrimci bir şekilde değiştirmekle olabilir. Bu da gerçekten yaşayan marksizmle gerçekleşebilir.

Daha önce de yazı içinde vurguladığım gibi, MKP, tarihi boyunca “sübjektizvizm” hastalığından kutulamamıştır. Bu kongresinde de sübjektivizmle ilgili özeleştiri verirken, I. ve II. Kongreleinde de özleştirileri mevcutut. İşte en yakın örnek, II. Kongre Belgelerinden:

Siyasal, askeri, ve örgütsel alanlarda yapılan hataları bir bütün olarak incelediğimizde bütün bu hatalara partiyi sürükleyen nedenlerin ideolojik araka planında sübjektivizmin yattığını görmekteyiz. Obejektif olanla sübjektif olanı birleştirememe, kendi gücümüzü abartma gibi somut hatalı tahlili; kısaca öznelcilik hatalarımızın  ideolojik kaynağını oluşturmaktadır.”[79][79]

MKP I. Kongre’sinde de buna benzer bir çok değerlendirme var. Neredeyse kelimesi kelimesine aynıdır. Ancak, bu sübjektivizme neden olan, MKP’yi bu sübjektivizm içinde kalmaya zorlayanın ne olduğu ortaya konmalıdır. En azından MKP, kendi siyasal tarihini incelemeye aldığında, neden böylesine ideolojik “sübjektif” hatalar işlediğini ya da düştüğünü sorgulamalıydı. Bunun teorik arka planını ortaya koymalıydı ki, özeleştiri analşılabilir olsun. Bu onda yoktur. Sadece genel bir belirleme ile yetinilmektedir. Oysa bunun teorik arka planında MLM bilimin kavranmaması, Marksizm yerine küçük burjuva oportünist teorilerin Marksizm adına savunulması vardır. MKP’de diyalektik materyalist yöntem yoktur. Bu nedenle, MKP, 4. Kongresinde de aynı “sübjektivzm”den özeleştiri yapacaktır. Bunu nereden çıkarıyoruz: MKP; bütün kongrelerinde birbirinin benzeri özeleştir yapmıştır. Bunun öznelcilikten kaynaklandığı, yani, somut koşulların somut analizi yerine kendi öznel dünyalarını gerçeğin yerine geçirmelerinden ileri geldiği açıktır. 3. Kongrelerinde de somut koşullarla uyum sağlamayan onun ruhuna aykırı olan mücadele biçimleri saptamışlar ve bunun yaşama geçirilmesi kararını almışlardır. Bu öznel dünyanın kararları, gerçek dünyanın koşullarına uymayacaktır. Bu bilinen bir gerçektir. Bunu bilmek için Marksist olmaya da gerek yoktur. Bu anlamda da MKP’nin “teorik özeleştiri”si de kendi gerçekliklerini yansıtmıyor.

MKP, TKP/ML ile yaşadığı 1994 yılı ayrılık sürecinde, “kilikler” sorununda da özeleştirisi samimi değildir;

Fakat muhasebemiz sorunu parti sorunu olarak görüp açıklamak yerine, klikler ve klik başlarıyla ayrılığı açıklıyor. Bu yaklaşım fiilen muhasebeyi yapan yoldaşların kendilerini akladığı eleştirisi veya önyargısına yol açıyor[80][80]

Evet, MKP, II. Kongre’sinde I. Kongrelerindeki “deşifrasyon ve teşhir”e yönelik kısmen özeleştiri yapıyor. Ama, bunun neden böyle yapıldığını, “muhasebe”lerindeki magazinsel yönün neden ağırlık taşıdığını, “klikler savaşı” ve “klik başları” diyerek, bir Ajanın başını çektiği kliğin içinde ve yönetiminde yer aldıkları halde, kendilerini neden bu gelişmelerin dışında tuttukları hiç sorgulamıyor ve de bunun ideolojik nedenlerinden ve bunun ideolojik çürümüşlüğün dışa vurumu olduğu gerçekliğinden kaçınılıyor. Her şeyden önce,”Ajan” dedikleri bir klik “şef”inin emri altında ve genelde onun yönlendirmesiyle hareket eden bu yöneticiler, bu kişinin ajanlığını ve yaptığı provakasyonları, derin ideolojik zaafları nedeniyle görmediklerinin özleştirisini verecekleri yerde, başka kişiye saldırma ve teşhire yönelmeleri, hedef şaşırtmaları, samimi olmadığı gibi, tam da kendi hatalarını, kendi ciddi ideolojik zaaflarını gizlemenin yöntemini izlemişlerdir. Bu nedenle, onların kendi zaaflarını gizlemeleri “önyargı” değil bir gerçektir. MKP, bunun özeleştirisini vermelidir. Ve hala MKP, bunca yaşanan gerçekliklere karşın; “fiilen muhasebeyi yapan yoldaşların kendilerini akladığı eleştirisi veya önyargısına yol açıyor” demesi, özeleştiri yapamamkta direndiğini gösteriyor. Ve bu “muhasebe”; kendi içlerinde, en üst düzeyde, yönetici organda ve yönetici organlarında etkin bir kişinin, yine kendileri tarafında “ajan olduğu” deşifre edilmesi ve yine kendileri tarafından “ajan olduğu için” ölümle cezalandırılması gerçeği varken, yapılıyor. İnsan önce, dürüst olur. Bu ajanın yönlendirmesiyle bir örgütü böleceksin[81][81] ya da bölünmesine neden olacaksın, öbür taraftan bu ajanın yönlendirmesi altında olduğunu gizleme telaşı içinde, başka insanı “teşhir”e yöneleceksin! Ve “ajan”ı teşhirden çok, diğer devrimci insanı teşhire yönelip, hala ajanı koruma ve masum hale getirme yöntemi izleyeceksin. Bir devrimci hareketin yapmaması gereken şey budur. Ve bütün bunlar ortadayken; “kendini aklama önyargısına yol açıyor” diyerek, “önyargı” olmayan, ama gerçek olanı ve o günkü örgütsel zaaflarınızı ve bunun ideolojik nedenlerini gizlemeye çalışacaksınız! Bu özeleştiri değildir. 

Bir kişi, önce, “ikinci İbrahim” diyerek övülüp öne ve adeta tapılma mertebesine çıkarılıyor ve sonra ise bu kişinin polis ajanı[82][82] olduğu çok sonraları ve bir sürü badirelerden ve ağır bedellerin ödenmesinden sonra açığa, ancak çıkarılabiliyorsa, burada, o ajana o “mertebeyi” yakıştıran, veren ve orada uzun bir süre tutan ideolojik duruş sorgulanmalıdır. Bunun dışında, başka yerlerde, başka bir şeyler aramanın hiç anlamı kalmıyor. Eğer, kendine “komünist” diyen bir illegal örgütün en üst mevkilerine kadar çıkarılmış bir polis ajanın bir illegal örgüt için neler yapabileceği tahayyül edilemiyor ve bunun idrakına dahi varılamıyorsa, burada, salt siyasal duruş değil, esas olarak idelojik duruş sorgulanmalıdır. Sizin “muhasebeleriniz”de bu sorgulamalara yer yoktur. Bir polis ajanın ağızından, devrimci bir örgüte “mafya hizibi”nin yakıştırmanız ve onun “şefi” olarak öne çıkardığınız kişiye yönelik, yalan-yanlış magazinsel haberleriyle süslenmiş bir “muhasebeniz” vardır. Bunlara ek olarak; bir örgütü, bir konferansında (Kardelen Harekatı)[83][83] “az kalsın konferansı –konferansa katılan delegelerin çoğunluğu bağlamında- ajanlar ele geçirecekti[84][84] duruma gelmişse, bu yapı, anlayış, ideolojik, siyasal ve örgütsel duruş ve teorik belirlemeler bütünsellikli olarak sorgulanmalıdır. Ve bir devrimci örgütü, yine kendi deyimleriyle, adeta “ajanlar yuvası” haline getirenler ve getirilmesine zemin hazırlayanlar sorgulanmalıdır. Bunların bütünsellikli özeleştirisi verilmeli ki, özeleştiri, devrimci bir özeleştiri olarak yerine otursun. Özeleştiri, başkalarını eleştirmek değil, kendini eleştirmek ve kendini sorgulamaktır. Bunu yapabiliyorsan ve bundan doğru dersler çıkarabiliyorsan, doğruları da bulabilirsin.

Muhasebe belgemizde kimi sorunları, içlerinde halen mücadele içerisinde olan bazı kişilerin de bulunduğu isimler vererek açıklamıştır. Bu durum söz konusu kişilerin uzun  süre mağdur olmalarına neden olmuştur. İsimleri verildiği için partimiz söz konusu kişilerden özür diler”[85][85]

MKP, kişilerden, “isimleri verildiği”  için özür diliyor. Ama, kişilerin yalan yanlış magazinvari bir şekilde teşhir edilmesine ise hiç bir şey demiyor. Bunun anlamı, bu teşhirin içeriğini onaylamaktır. MKP, burada özeleştiri vermesi gerekirdi. Sübjektif ve önyargılı olarak başkalarını teşhir edeceksin, ama kendi büyük suçunu, bir örgütü ajanların yuvası haline getirdiğini gizlemenin telaşıyla başka yerlere saldıracaksın ve hala sorunun kaynağını kendinde değil, teşhir ettiğin kişide (ya da kişilerde) arayacaksın. Böyle bir özür kabul edilemez. Özür, gerçek yerini bulmamış, tersine, MKP’nin kendi hatasının açığa çıkarılmasının ve deşifre edilmesinin yöntemi olmamıştır.

MKP I. Kongre belgesinden:

Sonuç itibariyle AK kliğinin başı NT düşman unsuru çıktı. Partiyi bölmek, parçalamak o süreçte onun asli görevleri arasındaydı. AK üyeleri de bunun hain amaçlarına alet oldular.”[86][86]

Buna katılmamak elde değil ve doğru bir belirleme.  Ancak, bu AK kim? Burasını hiç açmıyor. MKP’nin önceli olduğu vurgulanmıyor. Yani, daha somutlarsak, MKP, AK (askeri Komisyon)’nun kadrolardan oluştu. MKP yöneticilerinin (I. Kongre MKP’si) AK’nın da içinde ve etrafında yer aldı. Onunla birlikte, yani kendi deyimleriyle ajan NT’nin önderliğinde yer aldılar. Burası net ortaya konmalı ki, özeleştiri özeleştiri olsun.

Yukarıdaki alıntıyı yalanlayan, “polisin” örgüt içindeki rolünü küçük göstermeye çalışan bir yaklaşımı, aynı belgeden buraya aktaralım;

Sonuç olarak ayrılığın esas sorumlusu HH ve denetimindeki OPO kliğiyken, sol sekter tasfiyeci AK kliği de ikinci derceden rol oynamıştır.”[87][87]

Yani, MKP, NT’yi burada aklamıştır. O hala, polisin kendi örgütleri içinde neden o kadar en üst düzeyden en alta kadar organik hücre örgütlenmesine gittiğinin idrakına varamamıştır. Onun düşmanı; polisin provakatörlüğünü teşhir eden ve karşı çıkan ve bu tür karşı-devrimci provakatörlüğü ancak bir “ajan”ın yapabileceğini ileri süren HH[88][88] ve OPK’dır. MKP’nin bu yaklaşımı, onun, ideolojik-siyasal duruşunun ve teorik seviyenin göstergesidir! MKP, 3. Kongresinde, bunu görüp özeleştiri vermeliydi. Her şey açık ve net iken, MKP 3. Kongresi, “NT’nin başını çektiği AK kliği” içindeki yoldaşlarının, “kendilerini aklama önyargısı oluşmasının” oluşmaması çabası içine girmiştir. MKP 3. Kongresi, I. Kongresi’ndeki aynı anlayışı devam ettirmiştir. Bu nedenle, yapılan “özürün” ise ayakları havada kalmıştır.

Bu bölümün başında, MKP’den yaptığımız alıntıda söylenenlere geri dönersek; “muhasebe”, “tarih bilinci” ve “bilimsel bir bakış” birbirine uygunluk gösteriyor mu? Elbette ki hayır! Söylenmiş olması için söylenmiş, içerik ve biçimi birbirinden farklı boş sözcükler yığının, peş peşe sıralanmasının okuyucuya takip ettirilmesine dönüştürülmüştür. Bütün bunlardan dolayı, MKP, kendi tarihine ilişkin dürüstçe bir özeleştiri yapmadıkça, sol tarafı hep eğik kalacaktır.***Ocak 2014

 

Kaynakça:

 

Başkan Gonzolo Konuşuyor-1988, Röportaj-Broşür

Halil Gündoğan, MKP Tarihi Muhasebesinde Dogmatizm ve Öznelcilik

İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar

Lenin, SE, C.7

Lenin, Devlet ve İhtilal

Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky

Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir

MKP Kongre Belgeleri (I. II. III.)

Mahir  Çayan, kesintisiz, I-II

Mao Zedung Seçme Eserler, C. I, C. II

Marx-Engels,  Gotha ve Erfurt  Programlarının Eleştirisi

Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri

POLEMİK; Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında

Stalin, Leninizmin Sorunları

Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek

Yusuf Köse, Nepal Halkının Kerensky‘e Değil, Lenin‘e İhtiyacı Var ve Nepal Devriminin Sorunları

Yusuf Köse, Yüz Yıllık Yanlızlığı Yıkan Gerillalar


[1][1] MKP 3. KB, sf. 89

[2][2] Bkz. Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, “Sososyoekonomik Yapı” bölümü

[3][3] Agb, sf. 91

[4][4] Agb, sf. 90

[5][5] Agb, sf. 257

[6][6] Agb, sf. 90

[7][7] Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir, sf. 176, 4. Baskı, Sol yayınları

[8][8] Agb, sf. 93

[9][9] Bkz. Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, sf. 135

[10][10] Stalin, Leninizmin Sorunları, sf. 72, 1. Baskı, Sol Yayınları

[11][11] Stalin, age, sf. 72

[12][12] Mao Zedung, Seçme Eserler C.1, sf. 417, Çelişme Üzerine, 2. Baskı, Aydınlık Yayınları

[13][13] Mao Zedung, SE, C.1, sf. 417

[14][14] Agb, sf. 96, aç Y.K.

[15][15] Agb, sf. 94

[16][16] Agb, sf. 94

[17][17] Agb, sf. 94

[18][18] Agb, sf. 257

[19][19] Agb, sf. 257

[20][20] Agb, sf. 94, aç Y.K.

[21][21] Agb, sf.95

[22][22] Agb, sf. 95

[23][23] Agb, sf. 97, açY.K.

[24][24] FARC-EP( Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia-Ejército del Pueplo): Kolombiya Devrimci Siahlı Güçleri- Halk Ordusu. Daha geniş bilgi için, “Yüzyıllık Yalnızlık’ı Yıkan Gerillalar” başlıklı yazıma bakılabilir. http://yusuf-kose.blogspot.com

[25][25] ELN : (Ejército de Liberación Nacional) Ulusal Kurtuluş Ordusu.

[26][26] Agb, sf. 101

[27][27] Agb, sf. 101

[28][28] Agb, sf. 100-101, açY.K.

[29][29] Emperyalist ve kapitalist ülkelerde halk savaşını Peru Komünist Partisi lideri Gonzolo savunuyordu.

[30][30] Bkz. Yusuf Köse, tarihin Önünde Yürümek, “sosyo ekonomik yapı” bölümü

[31][31] Agb, sf. 134

[32][32] Agb, sf. 98

[33][33] Agb, sf. 133

[34][34] Agb, sf.134

[35][35] Agb, sf. 133-134

[36][36] Mahir  Çayan, Kesintisiz Devrim, sf.159, “Stratejik Hedefimiz Anti-Emperyalist ve Anti-Oligarşik Devrimdir” başlıklı bölümü, Devrimci Sol Yayınları

[37][37] M. Çayna, age, sf. 159

[38][38] Agb, sf. 97

[39][39] Mao Zedung, SE, C. II, sf. 261-262, 2. Baskı, Aydınlık Yayınları

[40][40] Agb, sf. 205

[41][41] Agb, sf. 213

[42][42] Agb, sf. 213

[43][43] Agb, sf. 213

[44][44] Agb, sf.273

[45][45] Agb, sf, 373-374

[46][46] Agb, sf. 119-120

[47][47] Lenin, Seçme Eserler, C.7, sf. 255,  “Diktatörlük Sorunun Tarihi Üzerine” (1920) bölümü

[48][48] Lenin, SE, C.7, sf. 255

[49][49] Agb, sf. 119

[50][50] Lenin, Devlet ve İhtilal, sf.50, 6. Baskı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

[51][51] Lenin, SE, C.7, sf. 245, Birinci Basım,  İnter yayınları,

[52][52] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf.41, Üçüncü Baskı, Sol Yayınları

[53][53] Marx-Engels, Felsefe İncelemeleri,sf. 182, Marx’tan Joseph Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852, açY.K.

[54][54] Lenin, Proleter Devrimi Ve Dönek Kautsky, sf. 117

[55][55] Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında POLEMİK, sf.501, “Kuruşçev’in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler” (4 temmuz 1964)“ bölümünden, 1. Basım, İnter Yayınları

1. Basım, İnter Yayınları

[56][56] POLEMİK, sf. 501

[57][57] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, sf. 57, 3. Baskı, Sol yayınları

[58][58] Agb, sf.261

[59][59] Agb, sf. 116

[60][60] Agb, sf. 117

[61][61] Bkz. Agb, sf. 119

[62][62] Ve bazı küçük burjuva ve troçkistlerin, “parti diktatörlüğü” kavramı adı altında Stalin ve Mao’yu hedef aldıklarını ise görmezden geliyor. Özellikle troçkist F. Başkaya, bir  Marksist tarih çarpıtıcısı olarak, her kitabında, konusu olsun olmasın,  ama mutlaka, Mao ve Stalin’ düşmanlığını dile getirmesi tesadüf olmamalıdır. O, bu konuda, emperyalist tekelci burjuvaziyle yarışmaktadır. Kullandıkları düşmanlık argümanları aynıdır. O, kenidini, “marksist” kılıf altında gizleyerek, Marksizm düşmanlığı yapıyor. Bir troçkisten bundan başka bir şey de beklenmez. Ne var ki, kendine marksist diyenlerin bir çoğu da bu tür Marksizm düşmanlarını çarpıtmalarından kendilerine teori üretiyorlar.

[63][63] Bkz. Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, “Kurucu Meclis Üzerine Tezler” makalesi

[64][64] Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, sf. 107, 5. Baskı, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

[65][65] Agb, sf. 107

[66][66] Agb, sf. 116

[67][67] Agb, sf. 111

[68][68] Bkz. Yusuf Köse, “NEPAL HALKININ KERENSKİ’YE DEĞİL, LENİN’E İHTİYACI VAR VE NEPAL DEVRİMİ’NİN SORUNLARI“ Şubat 2011, http://yusuf-kose.blogspot.com

[69][69] Agb, sf. 144

[70][70] Agb, sf. 145

[71][71] Agb. Sf, 153

[72][72] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 252, “Türkiye’nin Sınıf Bilinçli Proletaryası, Kürt Ulusunun Ayrılmasını Ne Zaman Destekler Ne Zaman Desteklemez?” Umut Yayımcılık

[73][73] Agb., sf. 153

[74][74] Bkz. İbrahim Kaypakkaya, age, sf. 232-233

[75][75] Agb, sf.232

[76][76] Bkz. MKP I. Kongre Belgeleri -1, İdeloji: MarksizmLeninizmMaoizm

[77][77] Bkz. Halil Gündoğan, “MKP’nin Tarihi Muhasebesinde Dogmatizm ve Öznelcilik” kitabı

[78][78] Agb, sf. 228

[79][79] MKP II. Kongre Belgeleri, sf. 33 “17’lerin Değerlendirmesi” bölümünden, (Broşür)

[80][80] Agb, sf. 232

[81][81] MKP I. Kongresi, “muhasebesi”nde, ajan örgütlenmesini “zımnen” kabul eder, ama onun örgütü böldüğünü kabule yanaşmaz. Devrimci bir örgütte siyasal körlük, ideolojik çürümüşlüğün koşullandırması olarak ortaya çıkar. Çürümüşlüğü kapamanın yolu olarak da; iğneyi kendilerine# çuvaldızı ise  başkalarına batırma yöntemini seçerler. Ve bunun adı ise “özeleştiri” olur.

[82][82] Üstelik, bu kişi, tavrırlarıyla devrimci olmadığını gizleyen değil, açığa vuran birisiydi. Bazı köylülerin “Yeşil’in kopyası” dediği adama, MKP’nin ileri kadroları bu konuda, nedense miyopluklarını uzun bir süre devam ettirdiler ve  artık “ortalık ajandan geçilmeyecek “ bir duruma geldikten sonra uyanabildiler(!)

[83][83] MKP I. Kongre Belgeleri -3, sf.467 (TKP(ML)’den Maoist Komünist Partisine Bu Tarih Bizim)

[84][84] Bkz. MKP’nin önceli TKP(ML)’nin 1999 yılında yaptığı “Merkezi Konferans Belgeleri”

[85][85] Agb, sf. 224

[86][86] MKP I. Kongre Belgeleri-3, sf. 453

[87][87] MKP I. Konkre Belgeleri-3, sf. 455,

[88][88] Ayrıca Bkz. Halil Gündoğan’ın „Metris’ten Munzurlara-2“ yakında çıkıyor.

 

 

97982

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de  aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)

Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..

“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)

7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor

Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.

Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?

Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)

Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7

Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler

Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve  bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde  emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek

Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi

Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)

Sayfalar