Salı Mayıs 7, 2024

Devrime kendini adamak üzerine…

Adanmışlık, sınırsız katılım demektir. Koşulsuz bir bağlılığı, devrime dair en üst boyutta bir istenci ve engel tanımayan bir azmi koşullar. Ancak, adanmışlığı bir kavram olarak tarif edeceğimiz komünist devrimcilik olunca buna bir dizi kriteri daha dahil etmeliyiz.

Marksizm’in teorik gerçeklerini ve ideolojik çizgisini kavrama ve geliştirmedeki çaba, kitlelerle politik temelde kurulacak düzenli bağ, örgütlü yaşamda ve çalışma tarzında disiplin, faaliyete dair geliştirici ve yaratıcı pratik vb. şekilde özetleyeceğimiz kriterler, üstte bahsettiğimiz militan özelliklerle birleştiği zaman, devrimi somut bir güce dönüştürecek olan kadro gerçekliği açığa çıkmaktadır. Bu kadro gerçekliği kitlelerin bağrından çıkan ve ona dönecek olan kudreti ile yaşamı yönetir. Kadro bu özellikleri ile girdiği her alanda yeni bir kültür ile donanacak ve politik bir müfreze olarak üretim gücü güçlenecektir.  Ancak burada dikkate değer mesele, tüm bu tanımların “ideal olan” olarak tabir edilmesi ve güncel realite ile ciddi bir açı farkı barındırmasıdır. TDH’ın bütünü açısından yaşanan kimi yetmezliklere doğrudan işaret eden bu tablo, esas itibari ile önemli bir tartışma konusuna da kapı aralamaktadır.

Şöyle ki, Stalin yoldaşın ifadeleri ile “doğru siyasal çizgi bir kere belirlendi mi, her şeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de belirleyen” kadrolardır. Ancak geçtiğimiz sayılarda da tartıştığımız, politik çizginin silikleşmesi ve örgütlü çalışma tarzının yitimi meselesinin açığa çıkarttığı tasfiyeci ve bürokrat tarz, ilk ve en kapsamlı etkiyi kadro gerçekliği içerisinde üretmekte; bu da devrimci adanmışlık ve militan ruhun dejenerasyonunu, kadroların niteliksizliğini yaratarak son kertede devrimciliği içi boş küfeye çevirmektedir.

Dejenerasyon…

Kastettiğimiz içerik itibari ile ilk olarak altı çizilmesi gereken mesele, kadro niteliğinden yoksun kadrolar gerçekliğinin yarattığı dejenerasyona dairdir. Bahse konu dejenerasyon, temelde bir önderlik boşluğuna ve doğru bir kadro politikasının eksikliğine işaret etmekte, bunun yarattığı çarpık sonuç, kitle pratiğinden öğrenmeyen, yetersiz ve memur zihniyetli bir kadro yapısı doğurmaktadır. Bu temelde açığa çıkan tablo ise, devrimin ihtiyaçlarına uygun bir örgütsel esneklik yerine kitlelere karşı katı, sekter, değişime kapalı ve iç yapıda liberal, “adamcı”, apolitik bir kadro profili açığa çıkartmaktadır.

Mao Zedung’un  “Liberalizm ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yanadır; bu yüzden yozlaşmış ve bayağı bir tavra yol açar, Parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasi soysuzlaşmayı doğurur” şeklinde ortaya koyduğu liberalizm teşhisi bahsini ettiğimiz dejenerasyona da işaret etmektedir. Komünist kadrolar her şeyden önce politik çizgide sebat eden, onu üreten-sınayan ve örgütlü güce dönüştürendir. Bu, Mehmet Demirdağ yoldaşın ifadesi ile Proletarya Partisi’ni devrime götürmenin formülasyonundan birisidir. Diğer bir ifadeyle bu “Partiyi korumak”tır. Liberalizm ve ortaya çıkan siyasal soysuzlaşma ayakları net bir ideolojik çizgi ve doğrudan kitle pratiğinde sınanmışlık temellerine basmayan bir örgütsel faaliyeti ortaya çıkarır. Hal böyle olunca devrimci teori ve politikayı anlamayan, dogmatik, ilkelere yaslanmayan, ancak tüm bunları da ahkam keserek savunan lümpen bireyler ortaya çıkar. Bu tür bireylerin kurutucu ve çürütücü etkisi vardır. Tüm niteliksizlikler burada toplanır ve bu niteliksizlik politika olarak devrim mücadelesini kurutur-çürütür. Son kertede bu durumun üreteceği neticenin, devrimciliği kitlelerin ihtiyacına göre şekillendirmek yerine kendi yetersizliğine göre revize ettiği, bu temelde kabul edilmelidir. Dolayısıyla bu tür bireylerin kendilerini devrime adamadıkları, aksine devrimi kendilerine adayarak devrim mücadelesini değersizleştirdikleri ve devrimci müfrezeyi çürüttüğü aşikârdır. Komünist kadroların “partiyi koruma” görevi kimi zaman bu temelde ortaya çıkar.

Fikirleri değiştirmek, kadrolardan yararlanmak

Burada kısaca çerçevelendirerek örneklendirdiğimiz kadro yapısı, kuşkusuzdur ki, belirli bir çalışma tarzına ve önderlik yöntemine işaret etmektedir. Tren yanlış yola gidiyorsa ya da bir türlü hedefine ilerleyemiyorsa, lokomotifin durumu bu temelde irdelenmelidir. Bu noktadaki öncelikle dikkate değer boşluk, kadro politikasında oluşmaktadır. Şöyle ki, devrimcilik, samimi bir bağı ve adanmışlığı gerekli kıldığı kadar, ideolojik, politik bir niteliği ve siyasal kapasiteyi de gerekli kılmaktadır. Mao’nun “Önderlik son tahlilde iki temel sorumluluğu içerir: fikirleri geliştirmek ve kadrolardan iyi yararlanmak” tanımı, sorunun hem bir ideolojik-siyasi gerilik sorunu olduğuna hem de soruna karşı müdahale edilememesinin, müdahale misyonuna sahiplerin sorunun merkezi olduğuna dikkat çekmektedir.

Bu temelde örgütsel demokrasiyi, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını dinamik şekilde işletmeyen bir yapının, “profesyonel yöneticiler” ile “bireye örgütlenenler” ikilisinden ibaret olduğu açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Net olan şudur ki, MLM ilkelere göre örgütlenmeyen, ideolojik donanımdan yoksun, kitle pratiğini örgütsel olarak dönüştürücü bir güç şeklinde kavramayan bir yapının ürettiği örgütlülüğün, son kertede örgütsüzlüğe dönüştüğü görülmelidir. Zira devrime hizmetini liyakatle yerine getiremeyen bir politik organizasyon, günden güne örgüt niteliğini kaybetmeye mahkumdur. Bu temelde sıkıntıya dair Stalin Kadrolar Üzerine adlı makalesinde, “Kurtulmak zorunda olduğumuz (…) çalışmamızı frenleyen, onu güçleştiren ve ilerlememizi engelleyen iki militan tipimiz daha var.  Bu militanların birinci tipi, geçmişte hizmet etmiş, şimdi de büyük adamlık taslayan kişilerdir; bunlar, parti ve Sovyet devleti yasalarının kendileri için değil, avanaklar için yapıldığını düşünürler. (…) Sovyetler iktidarının geçmişteki hizmetleri yüzünden kendilerine çatmayı göze alamayacağını umuyorlar. Bu kendini beğenmiş büyük beyler, kendilerini yeri doldurulamaz sanıyorlar ve ceza görmeksizin yönetici organların kararlarına karşı gelebileceklerini sanıyorlar. Bu militanlara nasıl davranmalı? Hiç duraksamadan, geçmiş hizmetlerine hiç bakmadan, bunları yönetici görevlerden almak gerekir. (…)  Şimdi de ikinci tipe bakalım. Gevezelerden söz etmek istiyorum, namuslu gevezeler de diyebilirdim, evet bu namuslu, dürüst, Sovyet iktidarına bağlı, ama ne olursa olsun bir şeyi düzenlemek, yönetmek ellerinden gelmeyen adamlardan (…)” şeklinde tanımlamakta ve saflarda yaratılan dejenerasyonu özetlemektedir.

Sonuç olarak, devrime adanmışlık, ihtiyaç duyulan militan kişiliğin temel kriterlerinden birisidir. Ancak, bu adanmışlık MLM ideoloji ile beslenmeyip, kitle pratiğinde sınanmadığında; örgütlü yapı, kadroların fikir ve inisiyatiflerini açığa çıkartabilecekleri demokratik kanallarla örülmediğinde, örgütlülük tekkeye dönüşmeye, faaliyet ise günü kurtaran pratiklerin dışına çıkamamaya mahkûmdur. Devrimin gerçek kılınabilmesi için, öncelikle bunu gerçek kılacak kadrolar üretilmek zorundadır. Bu temelde bir dönüşüm, “tarihin olumlu birikimine” havale edilemeyecek kadar önemli, özel politikaları ve yaklaşımı gerekli kılacak kadar acildir.

45422

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar