Pazar Nisan 28, 2024

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (2)

1-) “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA TKP/ML’NİNTAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:

MKP III. Kongresi’nin devrimin niteliğine (ya da aşamasına) ilişkin bu söylediklerine Partizan Özel Sayı (PÖS)‘da esaslı bir itiraz söz konusu olduğundan, sorunu biraz da bu itirazlar üzerinden ele almanın tartışmalara katkı sunacağını düşünüyoruz. Ve tabii ki söylenenler karşısında tavır belirlemekte gerekiyor.

PÖS’nın konuya ilişkin itirazının özü-özeti şöyle: “(…) Anlaşılır ki en ileri bölgeler açısından bile önemi azalmasına, muhtevası büzülmesine, görevleri sınırlanmasına karşın, demokratik halk devrimi, özellikle ülkemizin geniş bölgeleri açısından tüm ülkenin iktisadi ve toplumsal yaşantısını serflik kalıntılarının baskısından kurtarması bakımından tayin edici önemini bütünüyle korumaktadır.Kaypakkaya’nın isabetli sözleriyle; “yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar.” (abç)

“Toplumsal taban olarak köylülük ayağına dayalı ulusal sorununu henüz çözememiş, bu köylüğü tarla yaşamının yalnızlığından kurtaracak iktisadi düzeyi henüz yakalayamamış, derebeyi iktisadı bekleyen feodal hukuk cenderesinin kahredici baskısını henüz üzerinden atamamış, tüm toplumsal yaşam üzerindeki gelişmenin ‘frenleyici engeli’ feodal sömürü biçimlerinin kıskacını henüz bütünüyle kıramamış, burjuva devrimleri tarihi trenini yakalamadan yabancı kapitalizmin sömürü zinciriyle eli kolu bağlanarak emperyalizmin arka bahçesine dönüşmüş olan ülkemizde devrimimiz demokratik halk devrimidir ve bu devrimin temeli ve içreği toprak devrimi tabanına dayalıdır.

“Bu nesnel gerçeğe karşın, kapitalizmin gelişme derecesini fevkâlâde abartıp feodal kalıntıları ‘öze ait’ olman bir sorun olarak ‘önemsiz’ bir şeymiş gibi görmektedir III. Kongre. Bu özümlenememiş teorik açmaz, MKP’yi tasfiyeci kulvara sürüklemiştir. Gelişmenin ‘sol’undan atağa kalkan tasfiyeci – revizyonizm, devrimin tarihsel perspektifini atlayarak demokratik devrim yerine sosyalist devrim ile devrimin temel gövdesi köylülüğe sırtını çevirerek ve de devrimci birleşik cephenin stratejik bir bileşeni olarak milli burjuvaziyi karşı-devim saflarına iteleyerek güncel görevlerine ve bu arada demokratik devrimin görevlerine sırtını dönen bir yola, tasfiyecilik yoluna Troçkizm’in tezleri üzerinden sürüklenmiştir.”[1]

Görüldüğü üzere burada inşa edilen bu itiraz esasta Kaypakkaya’nın “(…) ve feodalizm, kökünden tasfiye edilmediği sürece de (…) devrimin muhtevası, demokratik devrim kalır.”[2](abç) şeklindeki bu görüşünü referans alarak, ‘üniter ülke’ Türkiye’de gündemdeki devrimin niteliğinin hâlâ demokratik devrim olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Ve tabii haliyle de sosyalist devrim tezi ‘devrimin tarihsel perspektifi’ni atlayan ‘sol’ Troçkist ve de ‘tasfiyeci-revizyonizm’ olarak değer buluyor olacaktır. Evet, Partizan Dergisi Özel Sayısında (PÖS) ileri sürülen bu anlayış, sosyalist devrim tezini öngörüyor olması sebebiyle, MKP’ninTroçkizmin tezleri üzerinden tasfiyecilik yoluna girdiği iddiasına sahiptir.

  1. “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNUDA KAYPAKKAYA’NIN REFERANS ALINMASI” SORUNU:

Her haldeki burada öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki; devrimin aşaması veya niteliği muhtevası hususunda Partizan Dergisi Özel Sayı da ki haliyle hâlâ referans alınmaya ve sunulmaya devam edilen Kaypakkaya’nın yukarıya aktardığımız bu görüşü, genellemeci ve katı-mutlak’çı karakter arzeden bu haliyle, asla doğru ve isabetli bir referans özelliği arzetmez.

Çünkü her şeyden önce böylesi bir sav diyalektiğin çelişme yasasının ruhuna aykırı düşer. Ne demek yani “kökten tasfiye edilmediği sürece”?! Açıktır ki böyle bir kıstas olamaz. Biliyoruz ki gerek burjuva demokratik devrimi yoluyla gerekse iç başkalaşım yoluyla kapitalizmin hâkim hale gelmiş olduğu yerlerde gerek iktisadi ve gerekse kültürel – sosyal vb. alanlarda çok farklı feodal/orta çağ kalıntıları daha uzunca bir süre var olmayı sürdürmüşlerdir. Ve bunlar ancak ki çok çok sonraları sönümlenip gitmişlerdir. Dolayısıyla da devrimlerin bile ilk anda ve bir anda ‘kökten’ yani tamamen tasfiye edemediği ve ama toplum yaşamının ‘önemsiz kalıntıları’ olarak geri planlara itip attığı bu türden şeyleri de kapsayan ‘kökten tasfiye’ koşulunu öngörmenin doğru bir yaklaşım ve ele alış olmayacağı, herhaldeki, kendiliğinden anlaşılır olsa gerek.

Bu durumda demek ki feodal kalıntılar sorununu devrimin niteliği bağlamında sorgularken, baz alınacak kıstas onların şu veya bu orandaki varlıkları değil, söz konusu kalıntıların üretici güçlerin gelişmesinin toplumun ilerleyişinin önündeki baş engelleyen faktör durumunda olup olmadıkları, yani hâlâ sürecin baş çelişmesi ve sosyal devrimin baş hedefi olmak karakteri taşıyıp taşımadıklarının somut nesnel veri ve olgular üzerinden açıklığa kavuşturulması olacaktır. Şayet söz konusu kalıntılar verili anın sosyo-iktisadi gerçekliği içinde hâkim üretim ilişkileri olma vasfını esasen yitirmişlerse ve üretici güçlerin ve toplumun gelişmesinin önündeki baş engel olma özelliğini yitirmişlerse, bu demektir ki bunların şu veya bu orandaki varlıkları toplumsal bir devrim için nesnel zemin sunma karakteri arzetmiyor olacaktır. Dolayısıyla da bunların bu derecedeki varlığını yinede toplumsal bir devrimin nesnel zemini saymak, devrim teorisini Marksist-Leninistlerin temel desturu olan somut koşulların somut tahlili üzerinden kurmak değil; öznel ön kabullerimiz üzerinden kurmak olur.

Şayet çözülme sürecinin devam ediyor olmasına karşın, ancak feodal üretim ilişkileri verili anın hâkim üretim ilişkileri olma konumlarını koruyorsa, bu demektir ki feodal üretim ilişkileri hem hâlâ üretici güçlerin ve toplumsal gelişmenin baş engelleyeni olma güç ve özelliğini taşımaya devam ediyordur ve hem de bu özelliğinden ötürü de sürecin baş çelişmesi olma özelliğini koruyordur. İşte Kaypakkaya ancak ki böylesi bir somutluk karşısında; “(…) feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar.” [“Ve –demeliydi- bilmek gerekir ki bu denklem sürdükçe de” (BN)] “Köylü kitlesi önemli bir devrimci güç olarak mevcut olur ve devrimin muhtevası, demokratik devrim kalır.” Şeklindeki bu görüşlerini ileri sürme hakkı elde edebilirdi. Ancak ne var ki, görüleceği üzere, Kaypakkaya’nın değerlendirmelerinde böylesi özel bir kıstas saptaması bulunmamaktadır. Haliyle de Kaypakkaya’nın ardıllarınca referans ala geldiğimiz söz konusu genellemeci ve katı mutlakçı özellikler arzeden bu görüşü, Marksist-Leninist teoriyle örtüşük olmakta problemleri olan, öznelci bir görüştür.

TKP/ML haydi neyse de, MKP’nin devrimin niteliğini sorguladığı bir kongre ortamında dahi Kaypakkaya’nın bu görüşünü sorgulamaması, ve bizzat kendileri de “feodal kalıntılar vardır, ama belirleyici değildir” diyorken, onun ‘feodalizm kökten tasfiye edilmediği sürece devrimin muhtevası demokratik devrim olarak kalır’ şeklindeki açık-net bu belirlemesi orta yerde duruyorken dahi bu sorgulamayı yapmaması, yanlışları-eksik ve hatalı yönleri açık-tutarlı eleştiri yöntemiyle aşma yoluna değil de, tabiri caizse çaktırmadan arkadan dolanmayı tercih etmesi, besbelli ki son derece kötü bir mücadelecilik tarzıdır.

TKP/ML’nin Partizan Dergisi Özel Sayısında sergilenin tutum ve yaklaşımının ise Kaypakkaya sonrası süreçte takınılan o ‘savunmacı’ katı dogmatik/mekanik tutum ve yaklaşımın, denilebilir ki üst dereceden bir ‘tutarlılık’ ve de ‘iman gücüyle’ huşuyla devam ettiriliyor olması ve keza tabiri caizse “Kaypakkaya’ Sopası”yla farklı düşüncelerin kolay yoldan “Troçkist-revizyonist” olarak damgalanıp ‘terbiye edilmesi’ne devam ediliyor olması dışında bir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Bırakın toplumsal gelişimi ve değişimin gelinen aşamadaki gerçekliği karşısında Kaypakkaya’nın bu bariz öznelci ön kabullü görüşünü referans almanın ne kadar doğru olacağının sorgulanmasını yapmayı, hayatın nesnel gerçeklerini ‘Kaypakkaya görüşleri kalıbı’na uydurma ve bunun üzerinden yorulmama gayreti sergilenmiş ve karşı görüşlerin güya ‘bilimsel’ olan eleştirisi de işte tamamen bu ‘kalıba’ ne oranda uygun olup olmadığı ölçüsü üzerinden yapılmış. Ve tabii bu güzel de ‘mahkûm’ edilmiş(!)

Konu bağlamında bilimsel perspektif olarak Kaypakkaya’nın söz konusu görüşü baz alındıktan sonra, devrimin niteliğinin demokratik devrim olarak belirlenmesi zaten kendiliğinden/otomatikman varılacak bir sonuç olacaktır. Hele ki feodal kalıntıların hâlâ demokratik devrim seçeneğini tartışılır kılacak kadar bir hayli güçlü olduğu Kuzey Kürdistan’ı ayrı bir sosyo-ekonomik yapı değil de, Türkiye’nin ‘dengesiz iktisadi gelişme’sinin bir marifeti olarak feodalizmin görece daha az çözüldüğü, geri bıraktırılmış bir bölgesi addedip, “Türkiye-Türkiye Kürdistanı” üniter ülkesinin sosyo-ekonomik yapısını da esasen bu ‘bölge’sinin “son derece abartılmış” olan olguları üzerinden yapılırsa; ve hele de MKP III. Kongresi de, baş çelişme olmaktan çıksa da, “feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme”ninhâlâ başlıca çelişmelerden biri olarak varlığını devam ettirdiğini söylüyorsa, bu durumda elbette ki ‘Türkiye’deki devrim hâlâ demokratik devrim olmaya devam edecektir. Ve bu ‘coğrafya’da “feodalizm kökten tasfiye edilmedikçe” de böyle olmaya ‘el mecbur’ devam edecektir.

 1.2. “FEODALİZMLE – HALK YIĞINLARI ARASINDAKİ ÇELİŞMENİN NEDEN HÂLÂ BAŞ ÇELİŞME OLMASI GEREKTİĞİ” SORUNU:

İşte Partizan Dergisi Özel Sayısında sergilenen yaklaşım böylesine de anti bilimsel bir ele alışın ve uç boyutlu bir dogmatizmin değişmeksizin süregeldiğine ve hâlâ da bir ‘sürüm alanı’ bulabildiğine işaret ediyor. Şu söylenenlere bakar mısınız, bunların somut olgusal gerçeklerimizle ne türden bir örtüşmüşlüğü olabilir ki hiçbir kayıt koymadan, “bilimsel doğrularımız” mışcasına bunları sunma cüreti gösterebiliyor. Şöyle deniyor örneğin 60. Sayfada:

a-)“Feodalizmdeki çözülmenin derinleştiği ama köklüce tasfiye olmadığı”,

b-)“Ulusal sorunun çözümsüzce orta yerde durduğu”,

c-)“Emperyalizmin kapitalizm öncesi sömürü biçimlerini ayakta tuttuğu”,

d-)“Feodalizmin kendine özgü sopasının iktidara ortak olduğu”,

e) “ve dahası, tüm toplumsal yaşam üzerinde kapitalizm öncesi biçimlerin kahredici baskısının özellikle köylerde devam ettiği.”

f) ve de feodalizmin özellikleriyle kapitalizmin çizgilerinin iç içe geçtiği ülkemizde”

İşte bütün bunlardan ötürü de: “ülkemizde baş çelişmenin, elbette ki, feodal sistemle-geniş halk yığınları arasında ki çelişmeden başkası olamayacağı apaçık bir gerçektir.” (abç) denilmektedir. Görüleceği gibi son derece özgüvenli iddialı ve de kararlı net bir sonuç ortaya konmaktadır.

Evet, bunlar daha önce de ifade ettiğimiz gibi Türkiye v T. Kürdistanı sosyo-ekonomik yapılarının ortalamacı toplamı üzerinden ileri sürülüyor ve bu iki farklı soysa-ekonomik yapının farklı sorun ve haliyle de farklı olması kaçınılmaz olan farklı devrim süreçleri, ancak ki bunlardan en geri durumunda olan sosyo-ekonomik yapı özgülünde söz konusu olabilecek baş çelişme ve bunun özgün çözüm tarzı üzerinden ele alınıyor ki; zaten en başta bu ele alı tarzının kendisi sakattır.

Söylenenleri, yukarıda tanımı yapılarak baz alınan ‘baş çelişme’ zemininde Türkiye somutu nezdinde ele aldığımızda ortaya çıkacak gerçeklik şu olacaktır:

‘a’ şıkkında söylenen şeyini iddia edildiği gibi Türkiye özgülünde de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’nin ‘toplumun toplumsal evrimleşmesi sürecinde diğer tüm çelişmeler üzerinde etkili’ olma ve ‘bu çelişmelerin varlığını ve gelişmesini derinden etkileyen başta gelen çelişme’ olma şeklinde olgusal bir gerçekliğin bulunduğu verilere dayalı olarak ortaya konamaz. Bu olsa olsa en nihayetinde sadece ‘başlıca çelişmelerden biri’ olarak yer tutabilir. Çünkü önceki bölümde gerek Kongre’nin vermiş olduğu ve erekse H. Yeşil’in çalışmasından aktardığımız verilerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin bütün veriler burada özellikle de alt yapıda baskın hâkim unsurun, tartışma götürmez bir netlikle artık kapitalist üretim ilişkileri olduğu, Türkiye’nin artık her halükârda, ‘gelişmekte olan ülkeler’ listesinde, orta düzeylerde gelişmiş kapitalist bir ülke olduğunu ortaya koyar. Yani nesnel gerçeklikPartizan Dergisinin Özel Sayısının 51. Sayısında sözü edilen: “Toprağın egemenliğinden paranın egemenliğine doğru bir süreci adımladığımız, eski egemenlik sisteminden yeniye doğru ilerlediğimiz doğrudur; gelişmenin ‘yönü’nün pazarın üretici üzerindeki egemenliğine doğru, meta egemenliğine doğru bir süreci koşullandırdığı ne kadar doğruysa, (…)” şeklindeki bu dolaylı kabulün çok çok ötesinde olup, bahsi edilen yönelim ve adımların esasen gerçekleştiği ve nitel bir değişimin ortaya çıkmış olduğuna tanıklık eder.

Evet, elbette Türkiye somutunda da hâlâ çeşitli tür ve oranlarda feodal kalıntılar mevcuttur. Ancak bunlar artık çelişmenin hâkim değil, tali unsuru konumundadır. Dolayısıyla da ‘e’ şıklında ifade edilen “Tüm toplumsal yaşam üzerinde (…) kahredici baskısının özellikle de köylerde devam ettiği” şeklindeki bu uç boyutlu öznelci ezber savın herhangi bir gerçekliğin bulunmadığının, bir kez daha kalın çizgilerle altını çizmek gerekiyor.

Hal böyle olunca da çelişmenin hayli zayıflayıp gerilemiş konumda olan bu tali unsuruna, “diğer tüm çelişmeler üzerinde etkili olan” ve bu çelişmelerin varlığını ve gelişmesini derinden etkileyen” özellikler sahibi ‘baş çelişme’ değeri atfetmek, her haldeki ancak ki, kaskatı bir dogmatizmle ve kaba mekaniksel bir öznelci düşünüş tazıyla mümkün olabilir.

b’ şıkkında “çözümsüzce orta yerde durduğu” ve ezen-ezilen ulus çelişmesi varlığının bir ifadesi olarak ‘ulusal sorun’un varlığı da kendi başına ne feodal üretim ilişkilerinin hakimiyetinin bir kanıtı ve göstergesi olabilir, ve bu bağlamda ne de feodal sistemle geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme kılmaya muktedir olabilir. Çünkü bu çelişme pekâlâ proletarya-burjuvazi çelişmesinin hâkim çelişme olduğu kapitalizm şartlarında da hem varlık gösterebiliyor ve hem de bir demokrasi sorunu olarak çözüm talep edebiliyor. Nitekim biliyoruz ki bu sorun, özellikle bir ‘iç sorun’ olarak bugünde çok uluslu pek çok kapitalist ülkede hâlâ güncel bir sorun olma özelliğini koruyabilmektedir. Dolayısıyla da bu sonunun varlığı da gerek tek başına ve gerekse çelişmenin tali unsuru durumuna düşmüş daha pek çok feodal alıntıyla birlikte, ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak konumlandırma kudreti arzetmez.

‘c’ şıkkında söylenenler elbette feodal sistemin hâlâ çelişmenin hakim yönünü temsil etme özelliğini koruduğunun bir kanıtı olarak ileri sürülüyorsa da; ancak bunun tamamenfaraziyesel bir argüman olduğu, somut gerçeklik karşısında her hangi bir karşılığının bulunmadığı, yani tabiri caizse tamamıyla bir ‘şehir efsanesi’nden ibaret olduğu, somut verilere dayalı olgularca sabittir. Hal böyle olunca da Partizan Dergisi Özel Sayısında ileri sürülen bu argümanlarla, bir şeyler ispatlanmış olmuyor.

‘d’ şıkkında ifade edilen “feodalizmin kendine özgü sopasının iktidara ortak olması” meselesi de adeta T.C’nin kuruluşunun ilk yıllarındaki veya 1960’lara varan sonraki yıllarındaki o en güçlü olduğu haliyle, değişmez kadri mutlak bir ölümsüz ‘ortaklık’ ve ittifak biçimiymiş gibi sunulmaktadır.

Oysa bilinir ki bu ortaklığın gücü de varlığı da varlığının oranı da verili andaki realitesi de doğrudan söz konusu kesimlerin iktisadi gerçeklikleriyle koşulludur. Alt yapıda esaslı olarak erozyona uğramış, hakimiyet özelliğini yitirmiş ve önemsiz tali bir unsur/güç durumuna düşmüş feodalitenin iktidarda söz sahipliği artık ne kadar olabilirse, ‘feodalizmin kendisine özgü sopası’nın mevcut iktidarın karakterine katacağı ‘renk’ de ancak ki somutu üzerinden sorgulamaksızın, değişmez mutlak bir olguymuşcasına ileri sürmek, bilimsellik adına her haldeki abesle iştigalden başka bir şey olmasa gerek. Hal böyle olunca da ancak ki alt yapısal olguların verili andaki gerçekliğine denk düşecek bir gerçekliği söz konusu olabilecek böylesi bir sorunun varlığı da ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi sürecin baş çelişmesi yapmaya muktedir olamayacaktır. Kaldı ki kapitalist emperyalist sistemde hem genel olarak burjuva demokrasinin kendisi ve hem de gerek emperyalizm koşullarında kazandığı baskın gerilicilik karakteriyle ve gerekse de faşizm ya da oligarşik diktatörlük biçimiyle zaten siyasal özgürlükler anlamıyla bir demokrasi sorunu ve talebini güncel kılmaktadır da. Dolayısıyla da baskın özelliğiyle burjuva demokrasinin bir biçimini arzeder olan Türkiye’deki faşist karakterli iktidar olgusunun güncelleştirdiği demokrasi talebiyle; feodalizmin/ortaç ağa özgü rejimlerin koyu gericilik sistemlerini alternatifi olarak gündemleşen ve bu anlamıyla da demokratik devrimin başta gelen dinamiklerinden olan siyasal özgürlükler talebini aynılaştırmak ve bunu da ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi baş çelişme kılan bir diğer temel unsurmuş gibi sunmak, herhalde ki isabetli bir ele alış olmasa gerek.

Burjuva demokrasinin, gelişmesinin bir evresinde kendisini faşist veya oligarşik diktatörlük biçiminde iade etmeye yönelmiş olması, orada demokrasi talebini baş sorun haline getirebilir elbet; ancak bu, sürecin devrimini hiç de ‘demokratik devrim’ muhtevalı bir devrim kılmaz. Devrim yine sosyalist devrim olacaktır. Siyasal özgürlükler sorunu ya da diğer bir ifadeyle demokrasi sorunu da tamamen sosyalist devrimin zemin ve kapsamında çözümünü buluyor olacaktır. Şimdiden hazır reçeteler sunarak ahkamlar kesmenin bir gereği yok. Anti-faşist bir birleşik cephenin ve bunun geçici bir iktidarını gündeme getirip getirmeyeceği de tamamen proletaryanın ve halk güçlerinin andaki örgütlülüğüne ve gücüne bağlı olacaktır: Dolayısıyla da gerek faşizmin varlığını ve gerekse faşizmin hâlâ belli oranlarda feodal zorbalık tonları taşıyor olmasını demokratik devrimin temel gerekçeleri arasında sayan görüşlerin[3] pek de isabetli ele alış ürünleri olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

‘f’ şıkkında söylenenler de aynı şekilde hem feodalizmi çelişmenin hakim unsuru ve dolayısıyla hem de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi sürecin baş çelişmesi kılma özelliği taşımıyor. Çünkü söz konusu iç içe geçme durumu, çelişmede feodalizmin hâkim unsur olma durumunda da kapitalizmin hâkim unsur haline geçmesi durumunda da pekâlâ görülebilecek vasat bir özelliktir. Dolayısıyla da iç içe geçme durumu hiç de Partizan Dergisi Özel Sayısında ki anlayışın öngördüğü gibi otomatikman feodalizmin hakimiyetinin kanıtı/göstergesi olamaz. Ve dolayısıyla bu özellik hiç de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi baş-çelişme olarak göstermez, böylesi bir ele alışı haklı kılmaz.

Özetle; ileri sürdüğümüz tüm bu argümanlardan da anlaşılacağı gibi, Partizan Dergisi Özel Sayısında ki görüş ve yaklaşım, üst perdeden ahkam kesmelerle şırıngalanmaya çalışılan biçimiyle, hiç de öyle zannedildiği gibi ‘tartışılmaz doğru’ falan değil, bilakis Türkiye coğrafyası somutunda kayda değer herhangi bir karşılığı bulunmayan, son derece zorlama öznelci ve bir o kadar da kas katı dogmatik mekanik bir yaklaşım ürünüdür.

Partizan Dergisi Özel Sayısındaki bu görüşün Kuzey Kürdistan somutundaki gerçekliği ise; ileri sürülen gerekçelendirmelerden bağımsız olarak, devrimin niteliğini sosyalist olmaktan çok demokratik devrim kılacak etmenlerin daha baskın olduğu söylenebilir. (Daha önce de belirttiğimiz gibi somut verilerin tam olarak neye tekabül ettiği bizim açımızdan bir araştırma ve tahlil sorunu olmaya devam ediyor olduğundan, net/kesin hüküm tarzında görüşler ileri sürmekten önemle imtina ediyor ve ancak ki, kaba gözlemler üzerinden şekillenen kanatsal düşüncelerimizi ifade edebiliriz). Yani kaba gözlemsel verilerin bizde oluşturduğu kanaat T. Kürdistan’da feodal kalıntıların karakter ve boyutu, çelişmenin hâkim unsurunun hâlâ feodalizm olduğu yönündedir: Ve dolayısıyla da ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’ gibi gözüküyor. Dolayısıyla da T. Kürdistan’daki devrimin niteliği henüz sosyalist değil, demokratik devrim karakterindedir. Ancak Kuzey Kürdistan’ın tabi bir de ezilen bağımlı ulus olmasının var ettiği bir çelişmesi söz konusudur. Ve bu çelişmenin arzettiği keskinlik derecesi, denilebilir ki, küçük burjuva önderlikli Kürt Ulusal Hareketi’nin ateşlemesiyle keskinleşerek sınıfsal çelişmenin önüne geçmiştir. Ve bu evre itibariyle sürecin baş çelişmesi ‘ezen-ezilen ulus çelişmesi’ olmuştur. Yani özetle söylemek gerekirse 1970’li yılların sonlarından itibaren olgusal bir realite halini almış olan ulusal demokratik devrim süreci günümüz koşularında da öncelikli halini korumaktadır.

Mevcut Kürt ulusal sorununa Apoönderlikli PKK hareketinin devrimci rotayı terk ederek, ezen ulusun egemenlik imtiyazlarını tümüyle koruyan, sistem içi reformist talepler zemininde öngörülen kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, bu çelişme sürecin baş çelişmesi olmaktan çıkacak ve ama elbette ki tam özümünü bulmamış olduğundan, başlıca çelişmelerden biri olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir de. Bu aşama itibariyle sınıfsal çelişme tekrardan sürecin baş çelişmesi olarak önü çıkacaktır. Ulusal çelişmenin çözümü baş çelişmenin çözümüne bağlı olarak sürecin devrimci görevlerinden biri olacaktır.

Hali hazırda ulusal çelişmeye öngörülen bir reformist kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, diğer mevcut çelişmeler üzerinde somut olarak ne türden dinamik etkilerde bulunacağı elbette göz önünde bulundurulması ve hesaba katılması gereken bir husus olacaktır.

Hali hazırda ulusal çelişmeye öngörülen bu reformist kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, diğer mevcut çelişmeler üzerinde somut olarak ne türden dinamik etkilerde bulunacağı elbette göz önünde bulundurulması ve hesaba katılması gereken bir husus olacaktır.

Bugün hâlâ yeni demokratik devrimi güncelleyen feodal kalıntıların o gün de bu baskın özelliklerini koruyup koruyamadıklarının somut olarak sorgulanıp saptanması gerekecektir.

Özetle söylemek gerekirse Türkiye ve T. Kürdistanı coğrafyasında işte bu iki farklı sosyo-ekonomik yapı gerçekliğinin ve bunların arzettiği somut özgünlükleri üzerinden yarı ayrı ele alınmayı gerektiriyor. Ancak ne var ki gerek MKP III. Kongresi’nin ve gerekse TKP/ML’ninPÖS’te ortaya koydukları yaklaşım ve tutumlarında bu yönlü bir perspektife sahip olmadıkları anlaşılıyor. (Tabii yeri gelmişken belirtmek ve altını çözmek gerekiyor ki bu tarz bir perspektif yoksunluğu adeta mevcut tüm devrimci örgütlerin ortak paydasıdır. Konuya ilişkin sergilenen hâkim tutum, her iki yapının yaklaşımında da eski ezberin değişik biçimler altında korunup tekrarlanmasından ibarettir. Dolayısıyla da ‘devrimin niteliği’ sorununa ilişkin her iki anlayıştaki bu ‘tekçi’/’üniter ülke’ şablonu üzerinden ‘ortalamacı’ bir ele alış tarzıyla varılan ‘demokratik halk devrimi’ ve “sosyalist devrim’ şeklindeki bu her iki sonucun da “Türkiye – K. Kürdistan” diye addettikleri ‘ülkemiz’ ‘coğrafyamız’ gerçekliğiyle buluşmadığı rahatlıkla söylenebilir. Biri Türkiye’ye Türkiye Kürdistanı gömleği giydirerek Türkiye gerçekliğini es geçiyorken, diğeri ise K. Kürdistan’a Türkiye gömleği giydirmeye soyunarak K. Kürdistan gerçekliğini es geçiyor. Ve sonuçta her ikisi de Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin iki farklı devrim aşamasından oluştuğu gerçeğini es geçmekte buluşuveriyor. Tabii haliyle, bu nesnel gerçeklerin kaçınılmaz sonuçlarından olan Birleşik devrim Stratejisi olgusunu da[4] böyle es geçmiş oluyorlar.

2-) “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA BOLŞEVİK PARZİTAN’IN TAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:

Geçmeden, ‘Devrimin niteliği’ sorununda Bolşevik Partizan’dan H. Yeşil’in savunusunu yaptığı şu görüş ve yaklaşım hakkında da kısa bir değerlendirmede bulunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. “Demokratik devrim mi sosyalist devrim mi?” konulu iç tartışmalarında sosyalist devrim tezine karşı demokratik devrim tezini savunan H. Yeşil bunu özetle şöyle gerekçelendiriyor.

“Tartıştığımız ‘henüz burjuva demokratik devrimini tamamlamamış’ önemli demokratik devrim sorunlarının hâlâ gündemde olduğu, orta derecede gelişmiş, bağımlı bir kapitalist ekonomiye sahip Türkiye’de devrim aşaması sorunudur. Önce tartıştığımızın adını doğru koyalım” diyor ve bunun hemen ardından temel tezine referans ol arak “Tam da bu tartışma bağlamında Lenin’in yaklaşımı aynen şöyledir” diyerek Lenin’in şu değerlendirmesini aktarıyor:

“ ‘Her şey dediğimiz gibi oldu. Devrimin seyri gerekçelerimizin doğruluğunu onayladı. Önce ‘tüm’ köylülükle birlikte monarşiye karşı, büyük toprak sahiplerine karşı, orta çağa karşı (ve devrim o noktaya kadar bir burjuva devrimi, burjuva demokratik devrimi olarak kaldı.) Sonra yoksul köylülükle birlikte, yarı proleterlerle birlikte tüm sömürülenlerle birlikte, zengin köylüler, kulaklar, spekülatörler dahil kapitalizme karşı ve bu ölçüde devrim sosyalist devrim olacaktır. (Tam da burada MKP III. Kongresi’nin eleştiri konusu yaptığımız zengin köylüye ve ‘milli’’ortaburjuvazi’ye ilişmeyen sosyalist devrim görüşünün Lenin’deki karşılığının ne olduğuna bir kez daha dikkat çekmek isabetli olacaktır. BN). Birincisi ile ikincisi arasında yapay olarak bir Çin Seddi çekmeye, ikisini birbirinden proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesinden başka şeyle ayırmaya çalışmak, Marksizm’in en büyük tahrifidir, onu yüzeyselleştirmektir, onun yerine liberalizmi geçirmektir.”[5]

2-1) “DEVRİM AŞAMASININ PROLETARYANIN HAZIRLIK VE YOKSUL KÖYLÜLÜKLE BİRLEŞME DERECESİ KRİTERİ ÜZERİNDEN BELİRLENMEYE ÇALIŞILMASI” SORUNU:

Burada öncelikle belirtmek ve altını önemle çizmek gerekiyor ki; Lenin’den aktarılan ve de referans alınan bu görüşler aslında yanıtı aranan ‘demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi?” tartışmasında doğrudan referans alınabilecek bir içeriğe sahip değil ve dolayısıyla da isabetli bir ‘kanıt’ olarak sunulamaz. Çünkü Lenin burada önce her iki devrimin ana yöneliminin ve sınıflar arası ittifakının nasıl olması gerektiğini, sonra da demokratik devrimin sosyalist devrime dönüştürülebilmesinde aranması gereken temel kriterin ne olması gerektiğini açımlıyor. Hal böyle olunca da açıktır ki burada tartışmanın ana sorusunun doğrudan bir yanıtı bulunmuyor. Fakat böyleyken H. Yeşil ile sosyalist devrim tezi savunucuları arasındaki tartışmada Lenin’in “Proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesi” şeklindeki bu kriteri devrimin demokratik mi, sosyalist olacağını belirleyen temel ölçülerden biri haline dönüşüyor.

Aynen şöyle diyor H. Yeşil:

“(…) Fakat bizim tartıştığımız bağlamda Türkiye’de sosyalist devrimin hazırlığı olarak demokratik devrim aşamasının yaşanması zorunluluğunun tek veya esas gerekçesi faşizmin vardığı değil, çözülmemiş demokratik devrim görevlerinin ağırlığı ve proletaryanın hazırlık derecesinin ve kır yoksullarıyla birleşme derecesinin olağanüstü geriliğidir. (…)”[6]

Rahatlıkla görüleceği gibi Lenin’de demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte, ya da sosyalist devrime kalkışmada aranması gereken “proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesi” kriteri H. Yeşil de gündemdeki devrimin demokratik mi, sosyalist devrim mi olduğunu belirleyen temel ölçütlerden biri halini almış. Tabii tam da burada, sosyalist devrim tezini öngörenlerin bu kriteri bugünün ileri kapitalist emperyalist ülkeler üzerinden sorgulayan ‘karşı atak’ tutumlarına hak vermek kaçınılmaz oluyor.

H. Yeşil demokratik devrim sonrası sürecin,demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte proletaryanın gözetmesi gereken bir kriteri, bu özel ve özgün bağlamından kopararak “çözülmemiş demokratik devrim görevlerinin ağırlığı” kriteriyle birlikte, gündemdeki devrimin neden demokratik devrim olması gerektiğinin temel ölçütlerinden birine dönüştürmesi, hiç kuşku yok ki isabetsiz, yanlış ve yanıltıcı bir fikir yürütümüdür. Kaldı ki, H.Yeşil’in kendi deyimiyle, proletaryanın ‘kır yoksullarıyla birleşme derecesinin olağan üstü geriliği’ devrimin niteliğini demokratik devrim olarak belirlemeyi koşullayan bir unsur olabiliyorsa, şayet o halde bugün proletaryanın demokratik devrimin temel sınıfsal ittifakı olan Lenin’in deyimiyle “tüm köylülükle” birleşme derecesindeki olağanüstü geriliği de demokratik devrimin günün isabetli devrim aşaması olup olmadığını sorgulatması gerekmez mi?

Anlaşılacağı üzere H. Yeşil burada devrimin aşama ve niteliğini, esasen sürecin iktisadi ve sosyal olgularının öne çıkardığı baş çelişme unsuru üzerinden değil, bunun kerhen gözetilmesiyle birlikte ve ama esas olarak devrime kalkışma anının, devrimin başarıya ulaşabilmesinin koşullarından olan diğer bir kısım sübjektif unsurları baz alarak, ortaya karma eklektik suni bir gerekçelendirme teorisi sürmüş oluyor.

H. Yeşil, Lenin’den yukarıya aktarılan görüşlerini kastederek, “Eğer” diyor “Lenin çıkış noktamız olacaksa, ki bence olmalıdır, o zaman Türkiye bağlamında tartıştığımız da şu sorulara cevap vermemiz gereklidir:

a)Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıdır? Türkiye’de demokratik devrimin çözülmemiş görevlerinin devrimin önünde temizlenmesi gereken engeller içinde ağırlığı nedir?

“Eğer bu sorulara Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmıştır: Türkiye’de demokratik devrimin çözülmemiş görevleri devrimin gelişmesi açısından önemli değildir. vb. şeklinde cevap veriyorsak, o zaman tartışma gereksizdir. Sosyalist devrim gündemdedir der geçeriz.

“O bağlamda tabii şu vb. sorulara cevap verilmek zorundadır. (Kendi yanıtımızın aktarımında daha pratik olması bakımından H. Yeşil’in görüşlerini numaralandırarak aktaracağız. BN.)   

1-) “Türkiye siyasi açıdan ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ (Komintern Programı. Sayfa 61) bir ülke midir?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum)

2-) “Ekonomik açıdan küçük işletmeler ‘önemsiz özgül ağırlığa mı sahiptir?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum.)

3-) “Nüfusun yaklaşık %35’ini (her üç kişiden birini) oluşturan küçük burjuvazinin devrimde oynayacağı rol nedir? Küçük burjuvaziye rağmen, onunla ittifak gerçekleştirmeden bir devrim mümkün müdür?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum.)

4-) “Köylülük (ki nüfusun hâlâ %30’u ‘köyde’ yaşamaktadır.) devrim açısından ‘devrimci potansiyeli tükenmiş’ bir kitle midir? Yoksa hâlâ büyük çoğunluğu hâlâ devrimci bir potansiyele sahip midir?” (Ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabını veriyorum.)

5-) “Bugün emekçi hareketi açısından en gelişmiş kitle hareketi konusunda olan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi sınıfsal olarak neyin nesidir?” (Ben bu soruya Kürt ulusal hareketi, hareketin kitle tabanı açısından köylü hareketidir cevabını veriyorum.)

6-) “Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda (kültür, siyaset, bilinç, devlet yapılanması vb.) feodal artıkların, yaklaşımların, gelenek-göreneğin, alışkanlıkların etkinliği ne ölçüdedir? (Ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda feodal artıkların, yaklaşımların önemli bir etkinliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de devlet memuru kendini devletin sahibi, cahil halkın amiri olarak görür. Ve toplumun genelinde de bu böyle kabul görür. Erkek egemenliği çok önemli ölçüde feodal dönemin izlerini taşır. Geriye dönük dinci yaklaşımlar toplum içinde yaygındır. Dini cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler bugün Türkiye’de en yaygın örgütlenmelerdir. Bunların toplumdaki yaygınlığı ve etkisi, yerleşik –tabii gerici- burjuva demokrasisi sistemine sahip ülkelerle karşılaştırılmayacak kadar büyüktür. Din-devlet işleri zaten hiçbir dönemde birbirinden ayrılmamıştır. Devlet karşısında birey hiçtir. Feodalizmin artığı kimi düşünce davranış biçimleri devrimci etkinliğini sürdürmektedir. vb. vb.)” diyerek bunları ifade ettikten sonra sorunu sonuca şöyle bağlıyor:

7-)“b) Eğer bu sorulara cevaplarımız, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de devrimin önünde hâlâ çok önemli çözülmemiş demokratik devrim görevleri vardır. Anlamına gelen cevaplarsa, o zaman evethâlâ demokratik devrim mi, yoksa şimdi sosyalist devrim mi sorusuna cevap vermek için tek kıstas vardır:

“İşçi sınıfının hazırlık derecesi (bundan anlaşılan genel olarak işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi, komünist partisinin işçi sınıfı hareketi ile komünizmi birleştirme derecesidir) ve yoksul köylülükle birlik derecesi (bundan anlaşılan yoksul köylülüğün işçi sınıfının sosyalist devrim programı temelinde onunla ittifaka hazır olmasıdır)”[7]

Söylenenler böyle. Burada her haldeki öncelikle şunu ifade etmek gerekecektir: H. Yeşil’in 7. Maddede ‘b’ şıkkında dile getirdikleri, aslında sorunu esasen öznelci bir yaklaşımla ele almak anlamına gelir. Çünkü burada çok açık ve net olarak sürecin devriminin demokratik devrim mi yoksa sosyalist devrim mi olduğunu belirleyen temel kıstas, hakim üretim ilişkilerinin somut bir ifadesi olarak, verili anda üretici güçlerin gelişmesinin ve toplumsal ilerlemenin önünde öncelikli engel olan, sürecin baş çelişmesi değil; görecelilik karakteri arzedecek olan verili andaki ‘işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi, komünist partisinin işçi sınıf hareketi ile komünizmi birleştirme derecesi’ anlamında açımlanan 7işçi sınıfının hazırlık derecesi’ ile ‘yoksul köylülüğün işçi sınıfının sosyalist devrim programı temelinde’ işçi sınıfıyla ‘ittifaka hazır olması’ anlamında açımlanan işçi sınıfının ‘yoksul köylülükle birlik derecesi’ belirlemiş oluyor. Ve hem de ‘tek kıstas’ şeklindeki bu açık vurguyla! Yani burada baş çelişmenin şu veya bu olmasının pek bir önemi bulunmuyor. Öyle ki, nesnel veriler hâlâ demokratik devrimi gündemliyor olsa bile (ki yukarıdaki ifadeleriyle H. Yeşil böyle olduğu görüşündedir.) Şayet açımlanan şekliyle ‘işçi sınıfının hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birlik derecesi’, bunu değerlendirmeleriyle belirleyecek durumda olan karar merciinin kanaatine göre ‘geçer not’ alabacak derecede gelişkin ise, sürecin devrimi sosyalist, değilse, demokratik devrim olacaktır.

Yani H. Yeşil’de dile gelen bu yaklaşıma göre verili anda feodal kalıntıların üretici güçlerin gelişmesinin ve toplumsal ilerlemenin önündeki en baş engel olmasının sürecin devrimini de otomatikman insan irade ve isteminden bağımsız olarak zorunlu bir şekilde demokratik devrim kılacak olmasının pek bir hükmü olmamış oluyor. H. Yeşil’de dile gelen bu düşünüşe göre şayet işçi sınıfının hazırlık v e yoksul köylülükle birleşme derecesi sosyalist bir devrime kalkışmaya imkan tanıyacak derecede gelişkinse (tabii bu ‘derece’nin belirlenmiş somut genel geçer bir standart ölçüsü olmadığına/olamayacağına göre o özgülde bunu zorunlu olarak belirleyecek yegane ölçü, değerlendirmeyi yapacak olanların öznel düşünceleri olacaktır.), orada pekâlâ demokratik devrim aşaması üzerinden atlanabilir ve sosyalist devrim öne alınabilirmiş.    

H. Yeşil bu yaklaşımın Marksizm-Leninizm teorisi içinde bir yerlere oturtabilir mi bilemiyoruz. Düşüncemiz odur ki bu türden yaklaşımlar Marksizm ustaları tarafından Marksizm dışı düşünceler olarak payelendirilmişlerdir. Devrim aşamalarının devrimin sübjektif unsurlarının öznel tercihleriyle belirlenebileceğini öngören yaklaşımlar bilindiği üzere Lenin, Stalin ve Mao tarafından ‘sol’ sübjektivizm olarak nitelendirilmiştir.

Ve bu düşünüş tarzı bir de şöylesi bir sonucun ortaya çıkmasına yol açıyor: Mevcut hâkim üretim ilişkileri istediği kadar kapitalist olsun ve istediği kadar sürecin olgusal baş çelişmesi proletarya-burjuvazi çelişmesi olsun, şayet orada hâlâ ‘çok önemli çözülmemiş demokratik devrim görevleri’ var ise (ki, buradaki şu ‘çok önemli’ belirlememesi de haliyle görecelilik arzeden bir ölçüdür. Değerlendirene göre farklılıklar gösterecek, tartışma götürür bir kıstastır.) orada söz konusu edilen yukarıdaki şu malın tek kıstas’ olarak belirlenen ölçü elvermediği sürece sosyalist devrimin gündeme alınması mümkün olamayacak ve devrim demokratik devrim kazığına çakılı olmaya devam edecektir.

Dikkat edilirse bu yaklaşım, gerçeklendirme farklılığı olmakla birlikte, biraz da Partizan Dergisi Özel Sayısındaki yaklaşımın sıkı sıkıya referans aldığı Kaypakkaya’nın şu feodalizm kökten tasfiye olmadıkça devrimin niteliğinin demokratik devrim olarak kalacağını öngören malum yaklaşıma benziyor.

Yani özetle demek oluyor ki öngörülen o ‘tek kıstas’ koşulu yerine gelmedikçe “Kuzey Kürdistan-Türkiye” devrimi asla sosyalist devrim aşamasına geçemeyip, demokratik devrim aşamasında çakılı kalmaya mahkûm olacaktır.

Yaklaşımdaki saçmalık boyutu işte böylesine de bir derinlik arzediyor. Oysa, daha önce de vurguladığımız gibi, H. Yeşil’in ‘tek kıstas’ olarak öne sürdüğü bu koşul, sosyalist devrime kalkışmanın ve devrimi başarıya ulaşmasının sağlamanın kriterlerindendir. Bu iki koşulun zayıflığı doğrudan devrimin başarıya ulaşmasını ve yürütülmesini belirliyor olacağından; devrime önderlik yapacak komünist partisi devrimi başlatma startını vermeden önce illa ki bu kriteri gözetecektir. Ve devrimin başarısını koşullayan bu kıstası elverişli kılabilmek için illa ki var gücüyle ve tüm olanaklarıyla çalışacak ve koşulları uygun hale gelmedikçe de iradi olarak bir devrimci kalkışma çağırısında bulunmaktan özenle geri duracaktır.

Evet, H. Yeşil’in ‘tek kıstas’ olarak ileri sürdüğü kriter devrimin nesnel değil, öznel koşullarından olup, öz gerçekliği bundan ibarettir. Nitekim Leninist devrim stratejisi olarak Toplu Ayaklanma Stratejisi de esasen devrimin bu sübjektif koşullarının komünist partisince hazırlanması esası üzerine oturan bir strateji değil midir?

Sonuç itibariyle; devrim aşamasına ilişkin H. Yeşil’in yaklaşımın da üne sürülen bu ‘tek kıstas’ belirlemesi, adeta ‘işi yokuşa sürme’ işlevli, özneli yapay bir gerekçelendirme ürünü olarak, isabetli olmamıştır.

H. Yeşil’in öne sürdüğü görüşün ‘a’ şıkkında her ne kadar da şayet ‘Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmıştır veya demokratik devrimin henüz çözülmemiş birtakım görevleri mevcutsa da ancak bunlar sosyalist devrimin gerçekleşmesinin önünde engel oluşturacak türden görevler olmayıp, sosyalist devrim sürecinde de çözülebilecek karakter de sorunlarıdır diyebiliyorsak, ‘o zaman tartışma gereksizdir. Sosyalist devrim gündemdedir ‘b’ şıkkındaki ‘tek kıstas’ koşuluyla, böylesi bir yaklaşım ve tutumun hiç de doğru olmayacağının ‘Lenin kanıtı’ ile ispatlanmaya çalışıldığı da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Anlaşılıyor ki, bütün o keskin net görünümlü söylemlerine karşın H. Yeşil’in bu konuda kafası aslında hiç de netleşmiş değildir. Ama böyleyken izlemiş olduğu tartışma yöntemi ve tercih ettiği ‘ezberin tekrarı’ pozisyonu, kendisini alenen ‘minder dışı’nda güreşme durumuna düşürmüş. Sorunu teorinin öngördüğü temel esaslar üzerinden değil de kendisine çıkış imkânı sağlayacak yan-tali unsurlar üzerinden tartışmaya sokmasının hikmeti de buradan geliyor.

Örneğin ‘a’ şıkkında ileri sürdüğü ‘burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıdır?’ ya da ‘demokratik devrimin çözülmemiş görüşlerinin devrimin önünde temizlenmesi gereken engelleri çinde ağırlığı nedir?’ şeklinde ifade ettiği soruna açıklık getirmeye çalışırken; konu bütünlüğünü asla iki farklı ülke ve bu iki farklı ülkenin sosyo-ekonomik yapılarının hâkim üretim ilişkileri ve de verili süreci niteleyen baş çelişme olguları zemininde ele almıyor.[8] Tıpkı diğer birçokları gibi her iki soysa-ekonomik yapı toplamından ‘ortalamacı’ sonuçlar çıkarmayı ve devrim sorununu varılan bu öznellik üzerinden soyutlamayı tercih ediyor. Ve ama burada daha da önemlisi H. Yeşil burjuva demokratik devriminin tamamlanmamış olduğu gerçeğini dayanak yaparak, kendince ‘çözülmemiş olan görevler’i artarda sıralayarak şöylesi bir algı oluşturmayı hedeflemiş: Bakın bunca önemli görev çözülmemiş olarak bekliyor. Bunlar son derece önemli ve ağır görevlerdir. Proletaryanın hazırlık derecesinin ve yoksul köylülükle birleşme derecesinin son derece geri olduğu koşullarda sosyalist devrim tüm bu görevleri çözüme kavuşturamaz. Dolayısıyla da hayalci değil, gerçekçi olalım. Mevcut koşullarda bu görevi ancak ki demokratik devrim çözebilir.

Bilindiği üzere H. Yeşil ‘Nereden Nereye Türkiye’ başlıklı soysa-ekonomik yapı araştırması sonucunda şu hükme varıyordu: ‘(…) 1950 sonu Türkiye’si (…) feodal kalıntılar ülke geneli Kuzey Kürdistan’da birlikte ele alındığında, esas olarak üst yapıda belli ölçüde önemini koruyordu” ve “(…) GSYH içindeki sektör payları açısından 1977’de Türkiye artık bir tarım ülkesi değil, sanayi ülkesiydi; bağımlı ve geri bir sanayi ülkesi. (…)”

Bu sonuçlar baz alındığında, H. Yeşil açısından varılan bu sonuç bağlayıcı ise şayet, o halde şunu da kabullenmesi gerekir: Bu nesnel olgular sürecin baş çelişmesinin artık feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme olmadığını, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme olduğunu, var olan feodal kalıntıları özgülünde, gerileyerek aleni bir şekilde tali plana düşmüş olan ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’de dahil olmak diğer tüm çelişmelerin çözümünün artık esasen bu yeni baş çelişmenin çözümünü bulmasına bağlandığını kendiliğinden, olgunun doğası gereği, ortaya koyar.

Dolayısıyla da H. Yeşil’in neden sosyalist değil de demokratik devrim olması gerektiğinin gerekçeleri olarak ileri sürdüğü bu ‘çözülmemiş demokratik devrim görevleri’nin yaşanan sürecin baş çelişmesi olma karakterine sahip olup olmadığını sorgulaması gerekiyordu.

Doğru ve olması gereken buyken; ancak ne var ki H. Yeşil bunu yapmamıştır. Bunun yerine; şayet işçi sınıfının hazırlık ve yoksul köylülükle birleşme derecesi geri durumdaysa, bu ‘çözülmemiş görevler’in varlığının kendi başına demokratik devrimin gerekçesi olmaya yeterli geleceğinin teorisini yapmayı yeğlemiş.

H. Yeşil’in sorgulamadığı şeyi, sorduğu 6 soru üzerinden biz sorgulayalım ve bakalım söz konusu kalıntılar sürecin devriminin demokratik devrim olmasını gerçekten de zorunlu tarihi bir gereklilik olarak koşulluyor mu, hep birlikte görelim.

[1] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 55-56. (abç)

[2] İ. Kaypakkaya. Seçme Yazılar. Sayfa: 111.

[3] Bu konuda örneğin H. Yeşil’in “Demokratik Devrim mi Sosyalist Devrim mi?” isimli kitabında ve keza H. Ozan’ın age’inde sorunu ele alışları esasen işte böylesi kusurlu bir ele alışa işaret etmektedir.

[4] Burada kullandığımız “Birleşik Devrim Stratejisi” kavramı MLKP ve daha başka kesimlerin kullana geldiği, demokratik devrim ile sosyalist devrimin, mesela H. Ozan’ın ifade edişiyle: “Çağımızda anti-emperyalist demokratik devrimle sosyalist devrim., tek bir devrimci sürecin iki stratejik aşamasını oluşturur.” (Sayfa: 171) şeklinde iç içe ve artarda birleşip bütünleşmesi tarzı bir şey değildir. Bizim görüşümüzdeki Birleşik Devrim Stratejisi, Kuzey Kürdistan fiilen ayrılmadığı sürece, farklı aşamalar arzeder bu her iki ülke devriminin diyalektik birliğini sağlayıp, devrimci süreci birleşik-merkezi bir devrimle taçlandırabilmenin ifadesidir. Konuyu ele alacağımız sonraki sayfalarda buna ayrıca da vereceğimizden bu ön özet bilgiyle yetinebiliriz.

[5] Lenin. Proleter Devrim ve Dönek Kautsky’den. Lenin Seçme Eserler. c. 7. Sayfa: 204.

[6] age. Sayfa: 85.

[7] H. Yeşil. age Sayfa: 89-90-91.

[8] Aynı yaklaşım adeta birebir benzer bir ele alışla, MLKP’nin hâkim yaklaşımını da yansıtan. H. Ozan’da da mevcut. Bkz. age. İlgili bölümler.

1ci bölümü linkten okuyabilirsiniz 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-1

1882

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Son Haberler

Sayfalar

Halil Gündoğan

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Sayfalar