Cumartesi Nisan 27, 2024

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)

Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)
MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-IIIÖcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Bir, birbuçuk ay gibi sancılı bir sürecin ardından, ölüm onu yaşamdan tamamıyla koparıp aldı maalesef ki.

Sosyalizm ve komünizm ideali uğruna ömrünü tereddetsüce mücadeleye adamış ve en zorlu süreç ve alanlarda görevler üstlenmiş bir kavga emekçisiydi o.

Onun bu özelliğinin bir tarihi kesitini, “Dersim Dağlarında” isimli kitabımda, bir miktar da olsa, kayıt altına almıştım. Şimdi, onun anısına, o bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.                

“Zeynel olarak benim komutam altındaki gerilla gücümüz ise Ovacık, Munzur yaylaları ve Kemah’ın bir kısım köylerini de kapsayan ve keza Mercan Dağı eteklerinde bulunan Erzincan köylerinde yoğunlaştık.

İlk acil işlerimizi hallettikten sonra, basım birimimizi de yanımıza alarak, Ovacık’ın Mercan vadisi ve “Yasak Mıntıka” hattında bulunan köylerde faaliyete çıktık.

Bu faaliyeti yürütüyorken; Hürmek’e verilmiş bir randevu ulaştırıldı. Mecburen döndük Hürmek’e. Meğerse randevu Tufan yoldaştanmış… Kemah’ın Gamarik köyünde oturan ve ama aslen Ovacık Ortinikli olan, eski mahpushane arkadaşımız Turan Talay’ı da kılavuz olarak almış yanına. Şahverdi’ye uğrayıp, kardeşim Ali’yi de önlerine katıp Hürmek’e gelmişler.

Tufan ile birlikte üç arkadaş daha vardı. Firar çalışmalarımızda çokça emeği geçen Cemal, keza dışarıda bizikarşılayanlardan sevgili Çako İsmail ve 1992 yılında, İstanbul Maltepe’de vuruşarak yıldızlaşan Partizanlardan Hasan Demir yoldaş da vardı.

Ha bu arada Tufan, Turan Talay’ı da yerleşik faaliyet yürütmeye ikna ettiğini de çıtlatıverdi. Silah ve insan aktarımı konusunda görev almayı da kabul etmiş.

Turan’ın tekrardan örgütlü mücadeleye ikna edilmiş olmasına sevindim. Bunlar, hakkını teslim etmek gerekir ki Tufan’ın ısrarlı çaba ve emeklerinin sonucuydu. Kesinlikle, hemen hemen tüm eski tanışlarının peşine düşmüş ve kalmışsa içlerinde küllenmiş küçük bir kıvılcım, onu azimle harlamaya ve kişileri yeninde mücadele saflarına katmaya çalışıyordu. İşte Turan da bunun örneklerinden biriydi.

Turan, köye yerleştiğini ve arıcılık yaptığını söyledi. “Arıları arazide bırakıp geldiğimden; bir an önce dönmem gerekiyor” dedi. Kendisiyle bağlantı kanalları ayarlayıp, yolculadık.”

“Ergan yaylaları arasındaki turlamamız iki günümüzü aldı. Oradan tekrar Kemah köylülerinin yaylalarına döndük.

Turan Talay’dan, taraftarımız olduğu ön bilgisini aldığım gençten bir arkadaşa uğradık. O esnada yaylada olması işimizi kolaylaştırdı. Turan’a bir not iletmesini rica ettik. İkiletmeden kabul etmesine sevindik.

Turan’a; iki gün sonrasına (olmazsa beşinci güne) randevu verdik. Şansımız yaver gitti, ilk randevuya gelip yetişti.

Turan ile onların ve civar köylerin insanlarının ve arazisinin genel durumu ve keza devletin o yöredeki resmi ve gayri-resmi varlığı ve hareket tarzı hakkında konuştuk. O yöreye inip faaliyet yürüteceğimizi söyledik. Kendisinin ve diğer köylerdeki taraftarlarımızın ve örgütlü sempatizanlarımızın ne tür imkânlar sunabileceğini sorduk.

Siz yeter ki gelin, biz her türlü imkânı sunarız size” dedi. Sevinçli ve coşkuluydu. Turan’ın bu hali bizi de sevindirdi. Yol yolak hakkında bize teferruatlı bilgiler verdi. İlk önce kendisine uğramamızı, yöreyi kendisi rehberliğinde tanımamızı istedi. Canımıza minnetti, hemen kabul ettik. Arılarının ve çadırının yerini tarif etti. Hangi yoldan gelirsek, nasıl bulacağımızı inceden inceye anlattı. Öyle bir anlatışı vardı ki insanda adeta; “gözü kapalı bile gider o çadırı bulurum” duygusu uyandırıyordu.

Turan bu arada boş durmayıp; Coşkun ve Erzincan merkezde oturan amcamoğlu Resul ile de bağlantıya geçmişmiş. Resul’un şehir merkezinde olmasından hareketle; erzak-malzeme ve insan aktarımını nasıl organize edebilecekleri üzerine görüş alış-verişinde bulunmuşlarmış. 

Sizinle görüşmemiz iyi oldu. Neleri nasıl yapmamız gerektiğini daha iyi ayarlayabiliriz” dedi… Memnuniyetle görüyordum ki Turan bu işe tüm benliğiyle dâhil olmaya karar vermişti. Bu çok güzeldi ve bize büyük kolaylıklar sağlayacaktı.

Turan’a öncelikle, hem kendi bulunduğu hattaki arazide ve hem de Ergan hattındaki arazide, sadece kendisinin ve Resul’ün bileceği küçük çaplı iki ara istasyon depoları hazırlamalarını söyledim. 

“Gelen malzemeyi, hangi hat daha kolayınıza gelirse, götürüp o hattaki depoya yerleştirip, sağlama alırsınız. Daha sonra bu depoların yerlerini bizden bir-iki arkadaş da gösterirsiniz ve böylece malzeme aktarımı daha bir kolaya binmiş olur. Bu, hem malzemeyi riske sokmaz ve hem de günlerce randevu peşine koşma durumunu ortadan kaldırır. ‘Şu şu malzeme falanca hatta’ diye bilgi ulaştırmanız yeterli olacak” dedim.

Turan’ın aklına yatmış olmalı ki hemen pratik çözümler önerdi:

Büyük malzemeleri de alabilecek büyüklükte su geçirmez ve kolay kolay kırılmaz bidonlar var. Onları gömeriz toprağa. Böylece öyle ahım şahım depolar kazmaya da gerek kalmaz. Sonra olmazsa şu fiberglas sutanklarından alıp gömeriz. Malzemeler onların içinde zarar görmeden yıllarca kalabilir. Hele bir de gresledikmiydi, hiçbir şeycik olmaz, gider öylece sapasağlam kalırlar” dedi. 

Son derece pratik ve işe yarar önerilerdi. “Tamam, işt işte aynen de bu dediklerinden yaparsınız” deyip onayladım kendisini ve böylece bir sorunumuzu da elbirliğiyle hal yoluna sokmuş olduk.

Randevulaşıp Turan’ı yolculadık. Bu kez biz ona gidecek ve “organik” diyerek de o çok övdüğü bal’ının tadına bakacaktık.”

“Gündüzümüzü, Kemah ve Erzincan merkez hattına bakan bir kayalıkta geçirdik. Rakımımız herhaldeki 2500 ile 3000 metre arası bir şeydi. Yani koca bir dağın zirvesindeydik ve ama yine de küçük bir kayalık siperliğindeydik; başka da örtüleyecek uygun bir yer yoktu.

Arazi ve diğer koşullar da elverişli olduğundan, silah ve çantalarımızı şallarımızla örterek, akşam karanlığını beklemeden ikişerli-üçerli gruplar halinde erkenden yola koyulduk.

Uzunca bir yolculuğun ardından, dağı nihayet geride bırakıp, aşağılara inebildik. Dağ yamacından ilerleyen yola girip, verilen tarif üzerine ikinci belirgin nokta olan Çamlık’a ulaştık. Turan bize: “Çamlık’a sapan tali yollar var. Bunlar sizi yanıltabilir. Bu yüzden en işlek yoldan sakın ayrılmayın, yol sizi bir sırtın ucuna getirecek. Orda durun ve sağ tarafa dönün yönünüzü. İlerde, dağın eteklerine doğru açılan vadiyi hemen göreceksiniz zaten. Orası Meyvanlı vadisinin girişidir. Hemen boğazındaki köy de Meyvanlı’dır. Dur- duğunuz sırt ile vadi girişi arasındaki arazide, hemen sırtın biraz ön açıklarında, dağa yakın bir düzlükte bir beyaz dik çadır göreceksiniz. İşte o çadır benim çadırım. Hâlihazırda tek, ama galiba hep tek kalır, oraya başka kimse gelmez. Günün her saati orda olmuyorum. Bu yüzden uzaktan iyice denetleyip öyle gelin. Ben olmasam da siz orda kalıp dinlenebilirsiniz. Erzak falan bulunur, karnınızı doyurmanıza yeter, sıkıntı çekmezsiniz. Ben genelde gece yarısı sonrası, aha çok da sabaha karşı uğrarım” demişti.

Turan’ın tarif ettiği çadırı görmemiz hiç zor olmadı. Hemen 300- 400 metre kadar ilerimizdeydi. Başka da çadır olmadığı gibi, ortalıkta göze ilişen kimseler de yoktu.

Çevre denetimi yapıp indik aşağı. Çadır emrimize amade, öylece bomboş bekliyordu. İçinde küçük bir pikniktüpü, demlik, bardak, çay, ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık ve tabii bal ve keza iki küçük tabure ve bir de bir kat yatak vardı. Ha, bir de yarım şişe rakısı vardı.

Kovanlarını bir fukara korkuluğa emanet etmişti. Güya onları ayıdan işte bu korkuluk koruyacaktı. Bizi kale almamış olmalı ki umurunda bile olmadık korkuluğun. Demek ki o sadece ayılara karşı programlanmıştı.

Kendi evimizdeymişiz gibi rahattık. Çay yapıp karnımızı doyurduk. Balı, övdüğü kadar varmış, gerçekten de kaliteliydi… Turan yoldaşımız o rakıyı tabii ki bizim için ayırmamıştır; ama biz öyle varsayıp, onu da bir güzel hallediverdik. Fena da olmadı. Alışık olmadığımızdan olsa gerek ki az biraz da çakırkeyf olduk.

Gece boyu Turan’ı boşuna bekledik, gelmedi veya gelemedi… Gecenin tek istenmeyen konuğu, bize ve korkuluğa rağmen kovanlara yanaşma cüreti gösterebilen kocaman bir ayıydı. Nöbette hangi yoldaş vardı net olarak anımsamıyorum, muhtemelen Hasret yoldaştı: 

Yoldaş, Zeynel yoldaş, kalk kalk kocaman bir ayı geldi.” Diyerek bilgilendirdi beni.

Belliydi ki hayli ürkmüştü. “Tamam, sakin ol” deyip, onu da yanıma alarak dışarı çıktım. Aşırıya kaçmamaya da özen göstererek, sağa sola vurup gürültü çıkarttık. Hayvancağız bu şamatamızı pek de kaale almadan, sakince sıvışıp gitmeyi yeğledi. Şanssız gününde olmalıydı. Homurdanması muhtemelen bunun ifadesiydi.

Sabah erkenden, suyumuzu ve bir miktarda yiyecek alarak, karşı kayalığa çekildik. Birkaç saat sonra Turan göründü. Çadıra girip, hemen az sonra da çıktı. Gelmiş olduğumuza yorumlamış olmalı ki etrafa ve ama esasen de dağın eteğindeki kayalıklara göz gezdirmeye başladı.

Tabii Turan tecrübeli ve tedbirli bir yoldaştı. İhtiyatlı davranıyordu. Başka gruplar veya tim de çadırına konuk olmuş olabilirdi. Hatta köylüler bile çadıra girip erzağı kullanmış olabilirdi. Zayıf olasılıklar da olsa, Turan bunları hesaba katar, öyle davranırdı. Tim olasılığı tedbirli olmasını da gerektiriyordu. Çevrede sotaya çekilip gözetleme de yapıyor olabilirlerdi.

Turan bütün bunları hesaba katarak, Kürtçe ve dolaylı göndermelerle kendisinin geldiğinin mesajını verdi.

O bizi göremiyordu, ama biz onun her hareketini görüyor ve sesini de rahatlıkla alıyorduk. Kürtçe seslenerek yanıt verdik. Yerimizi tarif ettik. Arılarıyla ve etrafla ilgilenip biraz oyalandıktan sonra, çıkıp yanımıza geldi. Epeyce bir süre sohbet ettik. O anlattı biz dinledik, biz kısa kısa sorduk o uzun uzun izah etti. Yöre insanını, araziyi, köyleri ve yolları inceden inceye anlatıp bilgilendirmeye çalıştı. Hangi köylerde kimlerden sakınmamız gerektiğini, kimlere nasıl davranmamız gerektiğini, dağa çıkış yollarını, vadilerin özelliklerini, Dere Şoran ve Meyvanlı gabanının güzelliklerini, elverişli koşullarını, geçip geldiğimiz Çamlık’ın ince detaylarını, adeta resmedercesine, nakış nakış işleyiverdi. Konuşmayı da, sohbeti de seviyor ve iyi de beceriyordu. Lafı bol bir yoldaştı ve herhangi bir konuda saatlerce konuşabilirdi. Laf lafı açtı ve öğlene kadar sohbet ettik. Akşama çadırda buluşmak üzere onu yolculadık ve biz de uyumak üzere kaya gölgeliklerine çekildik.

Akşam karanlığı bastırınca Turan ile buluşup, köyü Gamarik’e doğru yola koyulduk. Yol boyu Gamarik’i ve Gamariklileri anlattı. Daha önceden de yoldaşlar gelip giderlermiş. Köylüleri arasında ihbarcı yokmuş, ama ağzı pek gevşek bazı tipler varmış. 

Sarhoş olduklarında ağızlarının kontrolünü kaçırabilirler ve her şeyi olur olmaz yerlerde konuşabilirlermiş. İşte onlardan uzak durmalı ve es kaza karşılaşıldığında da ciddi gözdağı vermeliymişiz. Onlar ancak böyle zaptedilebilirlermiş vs. vs. Sohbet bu minvalde devam ederken; yol bitmiş, evlerine ulaşmıştık.

Köyün araba yolu üzerinde ve köye aşağıdan girişindeki ilk evlerdendi. İki katlı tipik bir köy eviydi. Arka kısmındaki tarla ve bahçe, hemen az ilerideki derince dere yatağıyla buluşuyordu bu arazi.

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı, zayıf, zarif ve güzelce biriydi. “Annem” dedi Turan. Ana oğlunu ve bizi içeri davet etti. Turan önceden bahsetmiş olmalı ki bizi bekliyormuş gibi bir havası vardı…

Evet, meğerse Turan bizden bahsetmişmiş. Onun için, bizim ayrıca özel bir önemimiz varmış. Dersim’den geliyor olmamız önemliymiş.

Kadıncağız bizimle Dersim havasını soluyup özlem gideriyor gibiydi… Bahsetmiştim, aslen Ovacıklıydılar. Yıllarca önce göçüp Gamarak’e gelmişler…

Bu yaşlı Dersim kadını herbirimizi sıkı sıkı kucaklayıp öptü ve bir bir sıraladı: “Sen Dersimlisin”, “Sen Dersimli değilsin” diye de tahminlerde bulunuyordu. Ama asla hemşeri kayırması yapmadı, herbirimizi has evlatlarıymışız gibi sahiplendi.

Sonraki süreçte çokça yardımı ve büyük desteklerini alacağımız bu yaşlı Dersim kadını o gece bizi bir güzel ağırladı, bir yığın ikramlarda bulundu. Herhalde ki yerimiz, onun en değerli misafirleri arasındaydı.

Gece geç saatlerde, meşhur değirmenci, değirmen ustası Çıtak amca çıkıp geldi. Bizim köyün değirmeni de dahil, o yakın yörenin herhaldeki tüm değirmenleri Çıtak amcanın elinden çıkmıştı.

Hal hatır faslından sonra, Ovacık’ta hangi köylere gittiğimizi, hangilerini bildiğimizi sordu. Gittiğimiz ve bildiğimizi söylediğimiz köylerin değirmen ve değirmencilerini sordu. Tabii Şahverdi’den de Kavrulmuş’ları sordu. Değirmen onlarındı, ayrıca da kirveymişler.

Hayli sert mizaçlı bir insandı Çıtak amca. Ama az bi hasbihal edince, yumuşacık-sevecen bir yürek taşıdığını hemen anlayıverirdiniz. Nedense hep de böyle olurlardı bu tip insanlar, değil mi?

Ve anlayacaktık ki, Çıtak amcamız da evde bir hayli huysuz ve geçimsiz biriymiş. Eşine karşı kaba kuvvet uyguladığı da olurmuş. Önceleri daha sıklıklaymış, ama Turan’ın evde olduğu dönemler bu şiddet unsuru, yok denecek derecede azalırmış. Ama elbette küfürleri ve ağır münakaşaları sıklıkla olurmuş… Ana Turan’dan destek alır ve bir güzel diklenir ve de kendini ezdirmezmiş Çıtak’a. Bizim varlığımız ise ana için apayrı bir güvence oldu: 

Haydi bundan sonra da dellen bakiyim. Vallaha seni hemen kirvelere şikâyet ederim” diyordu. 

Turan bu duruma kıs kıs gülerken, Çıtak amcamız da mahcup vaziyetlerde: 

Bakmayın siz ona, abartıyor. Her evde zaman zaman küçük kavgalar sürtüşmeler olur” diyordu. 

Ama gözdağını ciddiye aldığı da her halinden belliydi. Her iki tarafı da dengeleyecek bir tavır koymamız gerekiyordu. Zordu elbet, ama onların özgülünde gerekli olanı buydu…

Daha sonraları Turan’dan öğrenecektik ki, ilişkileri nispeten daha düzelmişmiş. Ana bizim varlığımızla daha bir özgüvenliymiş. Çıtak amcamız ise daha ölçülüymüş. Ana önceleri “Bak Turan’a söylerim” derken, artık “bak vallahi billahi gençlere söylerim” diyormuş. Çıtak amca elbet devrimcileri tanıyan, bilen biri, öyle boş korkular edinecek biri değil, ama haksızlıklara ve özellikle kadına karşı şiddet uygulamalarına karşı işin şakaya gelir yanının olmadığını da öğrenmiş olduğundan, kendisine otokontrol uygulamayı tercih edecek kadar aklı başında biriydi.

Bu güzel insanlarımız o sonbahar, kış ve ertesi yılın ilkbaharında bize gerçekten büyük desteklerde bulundular. Evleri ve olanakları hep bize sunulu oldu. Hele ana adeta bağlanıvermişti.

Kışın barınakta kapalı kaldığımız o süre boyunca lokmalar boğazından geçmez olmuşmuş. Güzel yemekler pişirdiği her seferinde:

 “Ula Turan, ana kurban sen o yoldaşların yerini biliyorsundur, al bu yemekleri götür yesinler. Yazık, şimdi kim bilir belki de yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştır” diyormuş. Turan da her seferinde: 

Deli deli konuşma ana, onlar hiç yerlerini bana söylerler mi? Sen rahat ol, onların her bir şeyi var. Güzden torbalarla, kasa ve tenekelerce erzak aldık. Onların yemeği de, ekmeği de kolay kolay bitmez” diyerek, yatıştırmaya çalışıyormuş.

Anamız gerçekten çok da soğukkanlı ve cesur biriydi. Bir keresinde, Batıdan yoldaşlarla olan bir randevudan ötürü; Nuray, ben ve sanırım Çakır İsmail, evinde konuğu olduk. Çıtak amca nereye gitmiştiyse, evde değildi. Turan da gelecekleri almak üzere şehir merkezinde bekliyordu.

İkinci gün gündüz diğer iki oğlu, gelinler ve torunlarından Evrim, Nurhak, Özgür, Devrim ve isimlerini anımsayamadığım diğer kardeşler bizi ziyarete geldiler. Gün boyu bizimle kaldıktan sonra, akşama herkes kendi evine gitti.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, kapı önünden bazı sesler oluştu. Ana bizim bir şey dememize ve yapmamıza fırsat bırakmadan hemen harekete geçip, arka odaya aldı bizi: 

Siz burada durun. Bakın bu pencere arka bahçeye açılıyor. Kötü bir şey olursa, benim konuşmalarımdan anlarsınız zaten. O zaman buradan çıkar, kendinizi hemen o arkadaki dereye atarsınız. Ben şimdi kapıya gidiyorum, kulağınız bende olsun” deyip kapıyı kapatıp aşağı indi. İşte böylesine fedakâr ve cesur bir kadındı da.

O çıktıktan sonra biz arkayı kontrol ettik, ortalık sakindi. Konuşmaları rahatlıkla duyabiliyorduk. Gelenler devrimci yapıların gerillalarıydı, ama kimlerdi çıkaramadık. Az sonra ana gelip “rapor” unu verdi: 

Başlarında Cebo diye biri var. Üç kişiler. Ekmek almaya gelmişler. İçeri buyur ettim. İstiyorsanız gelin görüşün, yoksa burada sessizce oturun” dedi.

Gelenlerin DABK’çı yoldaşlar olduğu anlaşılınca, ‘siperimizden’ çıkıp, yanlarına gittik. Dediklerine göre, öylesine bir uğramışlarmış…

İşte bu güzel yaşlı anamız bizi böylesine candan duygularla bağrına basıyor, koruyup kolluyordu. Onu ve Çıtakamcayı sevgi ve saygıyla anıyorum.

Turangildeki bu sıradışı bekleyişimiz nihayet üçüncü gününde sona erdi. Turan ile amcaoğlu Resul, yanlarında Tufan, Coşkun ve ilk kez karşılaştığımız bir genç ile birlikte çıkıp geldiler. ‘Bagaj’larında bir adet roket atar ve iki adet kleş vardı. Tabii belirtmem gerekiyor ki silahlar ayrı kanaldan gelmişti. Tufan’ın gelişiyle denkleşince; Turan ve Resul aynı yol ve araçlarla, hepsini topluca alıp bize getirmişlerdi.

1991 yazı sonlarında gelen bu roketatar, daha önce de ifade ettiğim gibi, ilk roketatarımızdı. Daha öncesinde böyle bir silahımız olmamıştı. Hâlihazırda DABK’çılarda da yoktu. Hevallerin Dersim birliklerinde var mıydı bilmiyorum, biz denk gelmedik. Halkımızın ilgi ve merakla incelemesinden anlaşılıyordu ki ilk kez karşılaşıyorlardı.

Tufan’ın geliş nedeni ise, konferans hazırlıklarının tamamlanmak üzere olduğunu bildirmek ve katılıp katılmayacağımız hususunda son bir kez bizimle görüşmekmiş.

Ben ve Şerif’in, önceki kararımızda bir değişiklik olmadığını yineledim: 

Keşke katılabilseydiniz. Senin açından iyi de olurdu, bu senin için bir ilk olacaktı; bu deneyimi yaşaman iyi olurdu” dedi.

Kuşkusuz ki haklıydı, benim için önemli bir tecrübe ve kazanım olacaktı. Ancak yine de o süreçteki öncelik tercihlerim doğrultusunda hareket etmeyi daha isabetli buldum.”

“Çok da fazla gecikmeden kışlık üslenim yerimizi belirlememiz ve hazırlıklara başlamamız iyi olacaktı. Hatta uygun yeri bulursak, barınağı bir an önce yapıp aradan çıkarmanın daha da iyi olacağını düşünüyordum.

Uygun arazi konusunda Turan’ın görüşlerine ihtiyacımız vardı. Oturup bu mevzuyu enine boyuna sorguladık. Meyvan ve Dere Şoran Gaban’ı ile birlikte bir de Çamlık’ı önerdi. Ancak ne var ki Gabanların her ikisi de çok işlekmiş. Devrimci grupların, yaylacı ve avcıların sıkça kullandığı bu iki vadide açık verip deşifre olma yüzdesi hayli yüksekmiş.

Çamlık’a da odun kesmeye, ayı ve domuz avına gelenler olurmuş, ama yine de Gaban’daki kadar işlekolmazmış. Ve ayrıca iç kısımlarda pek fazla uğrak yeri olmayacak uygun yerler bulmak mümkünmüş. Turan’ın arazi olarak tercihi Gabanlardı. Ama deşifre olma riski fazla olduğundan : 

Bence Çamlık daha uygundur. Tercih sizin. Yapın hesabınınızı, kararınızı verin. Ama sakın mesuliyeti bana yıkmayın” dedi.

Karar verebilmemiz için Çamlık’ı yakından görüp tanımamız gerekiyordu. Ertesi gün Çamlık’a gitmek üzere buluşma ayarladık.

Turan bize Çamlık’ın her bir yerini gezdirdi ve teferruatlı bilgiler verdi. Kendince olabilir dediği noktaları gösterdi…

Evet, olabilecek yerlerdi. Sonuçta, yakınında çeşmesi de bulunan bir yamaç dere yatağı kuytuluğunu uygunbulduk. Diğer yerlerin çoğu kışın ve yaprakların dökük olduğu süreçlerde, çevredeki yükseltiler karşısında örtüsü pek bir zayıf kalan yerlerdi. Ama bahsettiğim kuytuluk gözden ırak olması yönüyle avantaj sunuyor gibiydi. Yoldaşlarla oturup seçenekler üzerinde kısa bir değerlendirme yaptık. Sonuçta ba- rınağımızı Çamlık’ta yapmaya karar verdik.

Hazırlıklarımızı görüp hemen faaliyete koyulduk. Sıkı bir çalışmayla, kısa sürede barınağımızı yapıp bitirdik. Bu arada Turan da boş durmayıp, erzak işiyle uğraştı. Onun bıraktığı yerlerden erzağımızı da taşıdık mıydı, kışlık üslenim sorunu esasen halledilmiş sayılırdı.

Büyükçe bir su tankı aldırdık. Aynı orman içinde bir başka uygun noktada toprağa gömdük. Erzağımızın veyedek silah-cephane vb. Şeylerimizin önemlice bir kısmını buraya yerleştirdik. Diğer erzağımızı, sıkı bir çalışmayla, üç-dört gecede barınağa taşıdık. Bu taşıma faaliyeti sürüyorken ; Batıda olan Nuray’da çıkıp geldi. İyi de oldu. Çünkü Nuray hem komutan yardımcımızdı ve hem de grubumuzun tecrübeli iki-üç kişisinden biriydi. Nuray’ın gelmesiyle grubumuzun ana bileşimi de esasen netleşmiş oluyordu. Geleceklere kapımız açıkken ; ancak, mevcut bileşim içinden, yani barınak ve depo yerini bilenlerden, gitmek isteyenlere kapılar bahara kadar kapalı olacaktı. Çünkü aksi takdirde, ciddi şekilde güvenlik riski oluşurdu.”

“Barınak ve erzak sorunumuzu böylece halletmiş ve elimizi önemli oranda rahatlatmıştık. Şimdi artık daha rahat bir şekilde diğer normal faaliyetlerimize yönelebilir, kalan zamanı daha rasyonel kullanabilirdik.

Hem yedek bir sığınak yeri bulabilir miyiz diye ve hem de araziyi tanıma adına, Karasu ırmağının öte yakasındaki karşı araziyi keşfetmek iyi olacaktı. Gerilere, Refahiye hattına ve keza Kemah’ın ardına doğruuzanan bu arazi, karşıdan adeta “gel gel” diye el edip duruyordu. Barınağımızı kapatıp, ince kamuflajını da yaptıktan sonra, Turan ile buluşup, Karadağ’a gitmek üzere yola koyulduk.

Erzincan merkezin Kemah yönünden girişinde Kemah Boğazı (Erzincan Kızılbaşlarının inanışına göre rivayet olunur ki bu boğaz önceleri kapalıymış ve Erzincan ovası küllüm su altında, adeta büyük bir gül imiş. Melik Şah’ı ziyaret giden Hz. Ali bu durumu görmüş ve bir Zülfükâr darbesiyle aradaki bu dağı ikiye ayrıp, suya yol vermiş. Bugünkü Kemah Boğazı işte böyle oluşmuş. Ve Erzincan ovası da bugünkü güzelliğine ve bereketine işte bu sayede kavuşmuşmuş.) denilen yerde, tren yolu köprüsünü kullanarak suyun karşı yakasına geçtik. Kemah-Erzincan karayolu, kâh sağından, kâh solundan olmak üzere Karasu’ya paralel ve hemen kenarından geçiyordu. Kontrollü bir şekilde bunu da geçip, yukarılara doğru ilerleyen küçük bir vadiye daldık.

Turan rehberimiz, ama aslında o da araziyi bilmiyor. Sadece bazı köylerine birkaç kez gitmişliği varmış.Anlayacağınız, karşıdan dürbün ile gözetlediğimiz, köy ve köylüleri hakkında ancak ki çok yüzeysel genel bir bilgiye sahip olduğumuz ve ama esasen bilip tanımadığımız bir arazideydik.

Vadi boyu yukarılara doğru yol aldık. Sabah olduğunda, Karadağ’ın Erzincan merkeze bakan yüzündeydik. Az yukarılardan Erzincan şehri ve ova köylerinin büyükçe bir bölümü görüş erimine girerdi… Turan’ın söylediğine göre burası bir nevi avlak alanıymış da. Erzincan’ın iti-miti, polisi-askeri, bürokratları ve keza varlıklı kimi av meraklıları sıklıkla buraya keklik, bıldırcın, tavşan ve tilki benzeri hayvanları avlamaya gelirlermiş. Akıl edip de bu özelliğini daha önceden söylemiş olsaydı, herhalde yedek sığınak yeri bulma fikrini kafamızdan silip öyle gelirdik. Neyse, her halükârda bu araziyi birazcık da olsa tanımak, bilmek iyi olacaktı.

Turan’ın anlattığına göre Dere Şoran Gabanı hizasından alarak Kemah Boğazı’na kadar uzanan bu arazideki köylerin çoğunda Kürt kökenli insanlar yaşamaktaymış. Ancak ilginçtir ki yaşlılar hariç, yeni genç nesiller Kürt olduklarını bilmezlermiş. Büyükçe bir kısmı da Kürt olduklarını kabul etmezmiş: “Öz be öz Türküz” derlermiş.

Bu yöre köyleri de dâhil olmak üzere köylerin tamamına yakını eskilerden Kemah beylerinin mülkiyetindeymiş. Sonraki yıllarda köylülere devredilmişmiş.

Bir-iki yıl kadar önce, yörenin Kürt kökenli insanlarından ötürü, yine bu yöre Kürtlerinden bir PKK’li komutasında, küçük bir gerilla grubu gelmişmiş. Birçok köye girip çıkmışlar. Ancak ne var ki çok geçmeden ihbar edilmişler. Gamarik köyünün karşısına düşen vadideki köylerden birinin çıkışında pusuya düşürülmüşler. Çatışıp çıkmışlarsa da, ancak, iki veya üç kişilik bir kayıpları olmuş. Grup komutanı Merteklili Ali Rıza, grubu alıp Dersim’e geri dönmüş. Ve galiba bir daha da suyun bu yakasına geçen olmamış…

Öğlene kadar çalılıkların gölgesinde yatıp uyuduk. Sonra, ortamın sakin oluşundan da hareketle, biraz daha yukarılarda bulunan kayalığa geçtik. Takriben Karadağ’ın ortası denilebilecek bir yükseklikteydik. Bu hiza itibariyle köyler daha altlarda kalmıştı. Hizamızda, nispeten yakın, tek bir köy vardı. Bu da bir Kürt köyüymüş… Daha yukarılarımızda yayla yerleri de vardıysa da, ama yaylacıları yoktu, boş yerlerdi.

Alana, önemli oranda hâkim olan bir noktadaydık. Genişçe bir görüş açısı sunuyordu… Dün konakladığımız arazi, bugün tam karşı cephemizdeydi… Dürbünle, barınak noktasına ince ayar çektik. İyiydi yerimiz, duman çıkarmadıkça, buralardan fark edilmesi pek olası görünmüyordu.

Karşı dağdan Munzur Dağı’nın eteklerini, Meyvanlı ve Dere Şoran vadilerinin girişlerini seyretmek, insanda apayrı duygular yaratıyor gibiydi. Çok farklı ayrıntılar görüngüye giriyordu. Ordayken, yani içindeyken arazinin bunca detayının pek de ayırdında olamamıştım doğrusu. Bu durum tuhafıma gitti…

O gün öğleden sonra, yine uygun bir kamuflajla, arazi keşfine çıktık. Barınılabilecek bir arazi olmadığı kesindi. Erzak depoları ve kısa süreliğine kalınabilecek sığınaklar yapmak mümkündü elbet. Ancak avcıların uğrak yeri olmasından ötürü oldukça riskliydi… Araziyi gezip tanımış olmayı; “kötü günün kârı” sayıp, keşif faaliyetimize son verdik.

Bulunduğumuz vadi uygun olduğundan, karanlığın çökmesini beklemeden erkenden yola çıktık. Vadinin bizi tam olarak nereye çıkaracağını bilmiyorduk. Ama muhtemelen Kemah Boğazı’na daha yakın bir yere iniyordu…

Evet, tahmin ettiğimiz gibi, boğazın dibinde bir yere gelmiştik. Eranus-Caferli köylerine giden araba yolu sapağındaydık. İyi bir denk gelmeydi... Yolu ve köprüyü denetleyerek karşıya geçtik.

Köprünün öteki yakasında ve hemen Karasu’nun kenarında küçük bir köy vardı. Turan ismini falan biliyormuş. Şahsen tanıdığı insanlar da varmış. Ama hiç uğramadığı bir köymüş. Alevi ve ilerici-demokrat insanlarmış. Hatta İstanbul’da kalan gençlerden bazıları Partimiz taraftarıymış da.

Yol üstüydüyse de ancak ta buralara kadar inebileceğimiz normalde kimsenin pek aklına gelmeyeceğinden, aslında pekâlâ da sakin ve güvenli sayılabilirdi. O esnada bir ihbar almadıkça, kimsenin bura- larla ilgileneceği de yoktu. Bu yüzden de rahatlıkla bu insanlarımıza uğrayıp tanışabilirdik.

Öncü biriminin başına Nuray’ı verip, köye giriş yaptık. Hiç, ama hiçbir yabancılık göstermemeleri, “biz Partizanlıyız” demiş olmamızı bu kadar sıcak bir ilgiyle karşılamaları beni de diğer yoldaşları da şaşırtmıştı doğrusu. Öyle bir havaları vardı ki gençlerin, sanki de bekleyip durdukları çok sevdikleri-değerli misafirleri hele şükür nihayet gelmişlerdi de onlar da bunun sevincini yaşıyorlardı. Turan bile bu kadarını beklemiyor olmalıydı ki o da biraz şaşkındı.

Bazen ilginç denkleşme ve tesadüfler olabiliyor işte. Meğerse Turan’ın bahsini ettiği o taraftarlarımızdan birinin ailesine konuk olmuşuz. Köye ilk girişte, kendimizi tanıtmak maksadıyla Nuray’ın; “Korkmayın biz Partizanlıyız” sözü, o an itibariyle işin rengini değişivermiş.

Partizan’ı ve gerillayı biliyorlarmış, ama o güne kadar hiç karşılaşmamışlarmış. Birden böyle sürpriz yaparcasına karşılarına çıkmış olmamız büyük bir heyecan ve sevinç vesilesi olmuştu.

Bu öykü gerçekten güzeldi ve doğrusunu isterseniz Partizanlı olma gururumuzu okşamış ve bizi onurlandırmıştı.

Evler zaten birbirine kapı komşu vaziyetteydi. Gelişişimiz hemen duyuldu ve haliyle diğer aileler de bizi görmeye geldiler. Ortalık şen şakrak olmuş, adeta düğün yerine dönmüş gibiydi.

Sohbeti, onların bize ilişkin merakları yönlendirmekteydi. İlginç şeylerdi merak ettiklerinden bazıları. Aramızda tek kadın gerillamız Nuray yoldaştı. Genç kızlarımız onu adeta esir almışlardı. 1,86’ lık, upuzun dal misali boyuyla, güzelliği ve çalımıyla, kadın olarak kuşan- mış olduğu özgüveni ve ataklığıyla, onları kendisine çeken bir mıkna- tıs gibiydi adeta. Her biri ona sorular yöneltiyordu. Gerilla yaşamının onu zorlayıp zorlamadığını, annesini-babasını, kardeşlerini ve evini özleyip özlemediğini, evli olup olmadığını, kaç yıllık gerilla olduğunu, kışın nerede kaldığımızı, temizliğimizi nasıl yaptığımızı, ne yiyip ne içtiğimizi vs. vs. daha bir yığın soru…

Onlara kalsaydı, sabaha kadar bizi bırakmayacakları kesindi. Ancak ne var ki gündüz kalmaya uygun bir yer değildi. Dolayısıyla da mecburen, daha uygun bir araziye çekilmemiz gerekiyordu.

O iki-üç saat nasıl geçmişti hiç anlayamamıştık. Onlar da biz de mest vaziyetlerdeydik… Ama kalkmamız gerekiyordu. Bu netleşince, hemen seferber olup, bir yığın erzakla çantalarımızı tıka basa doldurdular. Bir-iki poşet sebzeyi de ellerimize tutuşturdular. “Ne olur yine gelin” diyerek, bizi yolculadılar. 

Pür neşeye kesilmiş vaziyetlerde, Caferli köyüne doğru tırmanışa geçtik.

Turan, Caferli’den bir önceki köy olan Eranus’a kadar bize eşlik etti. Tanındığı için, bizimle görülmesi iyi olmazdı. Eranus’ta uğrayacağımız kişiyi ve evini tarif etti. Caferli’deki bazı insanların ismini verdi ve sıkı sıkı onlardan kendimizi sakınmamızı tembihledi.

Turan’ın ikaz ettiği ve kendimizi sakınmamızı istediği kişilerden biri de, Şixo amcamın bacanağıydı… Caferli’den, eskiden beri, ihbar yapılageldiği söyleniyordu. Şerif yoldaş da bu konuda beni ikaz etmiş ve bazı kişilerin güvenilir olmadığını söylemişti. Tabii ihbarın kim veya kimler tarafından yapıldığı netleştirilmiş değildi. Anılan şahsi- yetler, değişen oranda, olası şüphelilerdi sadece.

Gündüzü mecburen Caferli arazisinde geçireceğimizden ötürü, Turan işi sıkı tutuyordu. O köyde hiç kimseye uğramadan, doğrudan Şixo amcamın kızının evine gitmemizi istiyordu. Amca kızım, teyzesinin oğluyla evliymiş. “O delikanlı kesinlikle dürüst, güvenilir biridir” diyordu Turan. Ama ilginç tarafı, o delikanlının babası da ismi geçen baş şüphelilerden biri. Turan ile Eranus’un yakınlarında vedalaşıp ayrıldık. Tarif ettiği evi bulmamız pek zor olmadı. (…)”

“(…) Köyler arası patika yollardan geçerek doğrudan Gamarik tarafına geçtik. Gündüzü uygun bir yerde geçirdikten sonra, akşama duldalardan geçmeye özen göstererek Turangile indik. Şansımız yaverdi, Turan evdeydi. Meğerse “Bu aralar gelme zamanlarıdır” diyerek son bir-iki günde kendisini köye kilitlemişmiş. Duyarlı-titiz biriydi Turan, ondan da bu beklenirdi zaten. Bir hafta kadar önce, 3. Ordunun merkezi de olan Erzncan merkeze yakın bir beldede, jandarma karakoluna yönelik gerçekleştirdiğimiz eylem günü ve ertesi gününü de şehir merkezindeymiş.  “Ortalık bir hayli hareketlendi. Yorumlar gırlaydı. Söylentilerin ise bini bir paraydı… Kesimlerin tepkileri farklı farklıydı… Solcu, Kızılbaş ve Kürtlerin gözlerinin içi gülüyordu. Faşist ve gerici kesimler hırslarından kuduruk vaziyetteydiler. Kin kusuyor, nefretlerini dillendiriyorlardı. Sıradan Türk-Sünni vatandaşlarda ise daha baskın olarak korku ve kaygı belirgindi.

Eylemi kimin yaptığı bilinmiyordu. Rivayetler muhtelifti. Kimi PKK, kimi TİKKO yapmıştır diyordu. Biz el altından ‘TİKKO yapmış’ diye laf yayıyorduk… Roket kullanılmış olması bayağı bir ilgi uyandırmıştı. Ve bu hususta da farklı yaklaşım ve yorumlar vardı. Roketin karakolun üzerinden boşluğa atılmış olmasını bilinçli bir tutum olarak addedenler vardı. “Amaç gözdağı vermekti” diyorlar ve bu sebeple de “bunu PKK değil, TİKKO yapar!” sonucunu çıkarıyorlardı. İlginç yorumlardı doğrusu… Tabii esas konuşulan, üzerinde en çok durulan yön, Üçüncü Ordu ve şehir merkezinin dibinde roketli bir eylemin gerçekleştirilmiş olması cüretiydi. Kimse karakola fiilen ne tür bir zarar verildiği ve zayiatın ne olduğuyla ilgili değildi… Devlet güçleri resmen kudurdu. Ergan tarafına tank ve panzerlerle gittiler. Helikopterler Mercan Dağına sefer üzerine sefer düzenledi. Saatlerce dağ bayır bombalanıp kurşunlandı. ‘Onların leşini getireceğiz’ havasıyla yola çıktılar, ama akşama süklüm püklüm vaziyetlerde döndüler. Tabii biz de rahat bir nefes aldık. ‘İlk gün yakayı kaptırmadıklarına göre, demek ki yerleri sağlam’ diye yorumladık ve sevindik. Sahi nereye gittiniz, ne yaptınız? Adamlar ilk andan itibaren sabaha kadar dur durak bilmeden dağ hattını ateş altına aldılar. Oradan çıkmanın imkânı yoktu. Yoksa siz kurnazlık yapıp ovadan mı çekildiniz? Onlar boş dönünce bizim yorumlar ova üzerinde yoğunlaştı. Sahi nerden çekildiniz?”

Turan’a neyi nasıl yaptığımızı, nereden nasıl çekildiğimizi, nerede kaldığımızı ve eylemden birkaç gün sonra Ergan’a yaptığımız ziyareti, dağ yolculuğumuzu ve Caferli ziyaretimizi ballandıra ballandıra anlattık. Her seferinde bir yoldaş devreye giriyor lafı alarak devam ediyordu. Eksik kalan veya atlanan yer oldu muydu hemen bir başkası devreye girerek orasını tamamlıyordu.

Roketin basit bir teknik hata yüzünden hedefini tutmamasına üzüldü. Ama bunu yine de öne çıkarmaya değer bulmadı. Eylem iyi bir etki bırakmış ve güçlü bir propaganda vesilesi olmuştu. 

Algılanışı önemliydi” diyordu. “Eylem sonrası onca güç ve olanağa rağmen düşmanın eli boş dönmesi on roketlik etkiden daha güçlüydü. Eylemin kitleler nezdindeki başarı kriterini aslında burası oluşturdu. Kimse karakol zaiyatının boyutları derdinde değildi.

Velhasıl eylemimizin dış çeperden algılanışı ve yarattığı etki işte böylesine farklı, ilginç ve hoştu.”

“Bazı ufak-tefek eksikliklerimiz vardı. Onları halledip, barınağa öyle gitmeye karar verdik. Turan sağ olsun kar ayakkabılarımızı hazıretmişti. Bir kısmı hedikti ama olsun, onlar da iş görürlerdi. Anamız da nazı geçen komşularının yakasına yapışıp bizim için birer çift yün ve kıl çorap toplamış. Her fırsatta kışı nerede ve nasıl geçireceğimizi soruyor, bizim için tasa çekiyordu. Yaptığımız açıklamalar nedense onu teskin etmiyordu. Aklına yatmıyor olmalıydı; “Yazıda-yabanda metrelerce karın ve yerin altında nasıl yaşanır a be evlatlarım?” diyordu. 

Bir seferinde Turan’a: “Ula Turo, evin altında bir yer yap orda kalsınlar oğlum. Hiç olmazsa günde bir öğün sıcak yemek pişiririm kendilerine. Yerleri sıcak olur. Rahat rahat banyo yaparlar. Akşam gelir bizimle vakit geçirirler. Olmaz mı?” demiş. 

Turan da: 

İyi olur aslında, ama sen dakka rahat durmaz ikide bir onlara bakmaya gidersin. Bu yüzden de bir gün açık verirsin. Başkaları öğrenirse ne olur hiç düşündün mü? Hiçbir şey olmazsa, devletin kulağına giderse seni, babamı ve beni hapse atarlar. Bunu mu istiyorsun anacağım?” demiş ve böylece anacığımızı o fikirdenvazgeçirmiş.

Vedalaşma vakti gelip çattığında her birimizi sıkı sıkı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü. Nure’ye son bir umutla: 

be kızım bari sen kal burada. Soran olursa ‘Turan kaçırmış, gelinimdir’ derim. Kime neymiş, hesap mı vereceğiz?” dedi. 

Güldük tabii. Anladı ki bu da olmayacak. Sonra bana dönerek: “Zeynel, oğlum yeriniz çok uzak değilse yağışlı havalarda çıkın gelin. Burada yıkanır temizlenirsiniz. Sonra yine gidersiniz. Kar izinizi örter nasılsa. Olmaz mı?” dedi. Benim için o an onun o güzel duyarlı yüreğini hoş tutmak öne geçmişti: 

Tamam anacağım. Sen merak etme uygun havalarda çıkar geliriz” dedim. Bir an yüzü aydınlanır gibi oldu, galiba inanmıştı.  Onu öylece ardımızda bırakıp yola koyulduk.

Sefer yapmamak için erzağımızın tamamını sırtlandık. Koca bir çantayı da Turan sırtladı. Çamlığın altına kadar bize eşlik etti. Barınağa gelip biraz dinlenmesini ve kahvaltı yapmasını teklif ettiysek de köylüler henüz uykudayken dönmesinin daha doğru olacağını söyledi. Israr etmedik. Çok acil bir durum olursa, geldiğimiz bu dere yolunu takip ederek birbirimize ulaşabileceğimizi dillendirdik ve baharın buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldık.”

“Tarihini birebir anımsamıyorum, muhtemelen kışın üçüncü çeyreği içindeydik. Sabah bir kalktık ki nöbet değişimi olmamış. Amasyalı’nın silahı teçhizatı yatağının üstünde öylece duruyor. Yanında da bir pusula: 

Yoldaşlar! Özür dilerim. Gitmek zorundayım. Kızımı çok özledim, tahammülüm kalmadı. Baharın geri döneceğim” diyordu. 

El bombası ile avcı bıçağı kütüklüğünde değildi, almış olmalıydı. “Başka ne almış?” diye bakınırken, anlaşıldı kiecza dolabından bir şişe de saf alkol almış.

Evet, işte aynen de böyle yaptı Amasyalı delikanlı! Tabii ki çok kızdık. Nasıl kızmayacaktık ki, bu kış ortasında yapılacak şey miydi yani. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiştik, şunun şurasında ne kalmıştı ki bahara? İnsan ne yapar eder sıkardı dişini de, “yoldaşlarım” dediği insanların hayatını riske atmayı göze almazdı.

Notundan ve aldığı malzemeden hareketle söyleyebilirdik ki bu delikanlı isteyerek ve bilerek bize zarar verecek biri değil. Ama ya yolda ele geçer ve ağır işkencelere dayanamayıp konuşursa?

Bir olasılık! Ama gerçek olması halinde de işimiz bir hayli zora binerdi… O karda kışta pek fazla alternatifimiz de yoktu. Yaz değildi ki hemen çekip başka yere gideydik. Her şey bir sorundu kışın.

Nöbeti sabaha karşı devralmıştı. Henüz çok zaman geçmiş değildi. Kar çoktu, öyle kolayca vurulup gidilebilecek gibi değildi. Ama bu kitapsız hem güçlü bacaklara sahipti ve hem de dere boyunu tercih ederek kolayca aşıp gidebilirdi… Olsun, biz yine de buna alt köylerde, olmadı şehir yolunda, olmadı şehir merkezinde yetişebilirdik… O halde öncelikle ona yetişmeye çalışmalıydık. Kararımız bu yönlü oldu.

İzlerini takiben inmeli, sonra da Turan’ı devreye sokmalıydık. Bunun için Ulaş kuşanıp düştü yola. Biz de her olasılığı hesaba katarak hazırlıklara giriştik.

İzleri, Gemarik’e uğramadan, yan taraftan vurup köy yoluna inmiş. Bundan sonrası artık Turan’a ait olduğundan, Ulaş mecburen Turan’a yönelmiş.

Sabahın köründe Ulaş’ı tek başına ve telaşlı gören Turan, haliyle kaygılanmış: “Ne oldu, yoldaşlar nerde, herkes iyi mi?” diye peş peşe sıralanan sorular yöneltmiş.

Ulaş olanı biteni olduğu gibi aktarmış. Turan bir taraftan bize bir şey olmamış olmasının sevinci içindeymiş, öte taraftan da Amasyalıya basmış küfrü. (Ama hem de ne küfürler; Ulaş yüzü kızararak aktarmıştı.)

Turan, kızıp köpürerek zaman yitirmenin sırası olmadığının bilinciyle hemen harekete geçmiş. Ulaş’a: “Akşamakadar beni evde bekle. Köyden bir arkadaşın arabasıyla Amasyalı’nın peşine gidecem” demiş ve çıkıp gitmiş.

Akşamüzeri de dönüp gelmiş. Amasyalıyı şehir merkezinde otogara yakın bir yerde, yolda yürürken bulmuş. Alıp sota bir yere götürmüş. Kızmış, çekiştirip hakaretler etmiş. Amasyalı hiç karşılık vermemiş. Son derece mahcup, öylece sineye çekmiş. Turan biraz durulunca da davranışını açıklamaya çalışmış. Notta yazdığı şeyleri tekrarlamış. Yaptığının çok yanlış bir şey olduğunu bildiğini, ama bu saatten sonra artık yapılabilecek çok fazla bir şeyinin olmadığını söylemiş. Yakalanması halinde kullanmayı düşündüğünü söylediği bombayı Turan’a teslim etmiş. Yabani hayvanlara karşı yanına aldığını söylediği bıçağı ise araba yoluna indikten sonra attığını söylemiş.

Turan kendi içinde bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, buraya kadar gelmiş birini alıp geri götürmeyi pek isabetli bulmamış: “En iyisi mi kendi ellerimle sağ salim gitmesini sağlayayım” demiş. Götürüp lokantada karnını doyurmuş, cebine yol parası ve biraz da harçlık koymuş. Sonra da otobüse bindirip yolcu etmiş.

Akşamın daha erken saatleriydi ki Ulaş çıkıp geldi. Yüz ifadesi iyimserlik sinyalleri veriyordu. Bu, her şeye rağmen iyiye işaretti. Oturmasına bile fırsat vermeden, öyle ayaküstü, olanı biteni bir çırpıda ağzından çekip aldık.

Turan’ın içi rahatmış. Amasyalı için: “Yanlış yaptığını biliyor. Efendi ve her şeye rağmen dürüst bir delikanlı. Zarar gelmez” demiş.”

“Sanırım Mart ayını geride bırakmak üzere olduğumuz günlerdeydik. Nöbetteki yoldaş Turan’ın geldiği bilgisini ulaştırdı. Karşılaması ve daha geniş denetim için bir yoldaşı gönderdik. Hani nasılsa artık bahar geldi, şunlara bir uğrayayım diyerek gerçekleştirmek istediği öylesine bir ziyaret miydi, yoksa önemli bir bilgi mi getiriyordu? Dişimizi az biraz sıkıp sabredebilirsek şayet, az sonra bunu öğrenebilecektik.

Turan nihayet gelip kavuştu. Biraz soluklanır soluklanmaz anlatmaya koyuldu. Meğerse aralarında Topçu (Doğan Karadağ), Yeter (Zeyno), Yılmaz ve Ramazan’ın da (Erhan Öztürk’ün) bulunduğu Cebo (Kâzım Ekinci) komutasında bir DABK’çı grup gelmiş ve acilen bizimle görüşmek istiyorlarmış. Bu mümkün değilseymiş; bir bilgiyi tez elden Partimiz yetkililerine ulaştırması için Turan’dan kuryelik yapmasını isteyeceklermiş: “Zeynel buralardaysa onunla görüşmemizi sağla” demişler. “Ben de kalkıp size geldim” dedi.

Bu karda kışta onca riski de göze alarak dağları aşıp ta buralara kadar indiklerine göre, demek ki gerçekten de acil ve de önemli bir durum söz konusuydu, görüşmemek olmazdı.

Barınaktan çıkmak için ortam henüz pek elverişli değildiyse de mecburen bunu göze alacaktık artık. Hepi topu altı kişiydik zaten, toparlanıp hep birlikte gidebilirdik. Çantalarımızı sırtlanıp, barınağımızın kapısını da sıkıca kapatıp düştük Turan’ın ardına. Bakalım DABK’çı yoldaşlarımız ne için gelmişlermiş onca yolu?

Gelişmeler üzerine Turanla laflaya laflaya köye vardık. Anamız içeri gelmemizi bekleyememiş, yavrucuklarını kapı önünde sarmalayıverdi. Meğer ne çok özlemişmiş… Sevinç ve mutluluğu görülmeye değerdi doğrusu.

İçeri geçtiğimizde (diğer karşılaşmalarımızdan farklı olarak) DABK’çı yoldaşlarımız da hep birlikte ayağa kalktılar. Sevinç ve coşkuyla her birimizi sıkıca kucakladılar, kucaklaştık. Kısa bir hoşbeşin ardından, Cebo, özel olarak görüşmek istediklerini belirtti. Kalkıp yan odaya geçtik.

Geliş nedenlerinin özeti; kendi örgüt iradelerince almış oldukları birlik kararını bizim önderliğimize resmeniletmek ve acilen bir görüşmenin yapılmasını sağlamakmış.

Birlik çağrılarımızı ısrarla geri çeviren önceki tutum ve anlayışlarını mahkûm ettiklerini, 1972 programı temelinde iki yapının birliğini mümkün gördüklerini ve bunun gerçekleştirilebilmesi için yapılması gerekenleri yapmaya karar verdiklerini ifade etti. Bu kararlarını bir an önce MK’mıza iletebilmek için buraya geldiklerini dile getirdi. Beni bulamamaları halinde Turan’dan yardım talep edeceklermiş. “Acele”lerinin nedeni ise hiç olmazsa ilk görüşmenin bahar faaliyetlerine başlamadan önce gerçekleşmesini sağlamakmış.”                                        

“1993 yılı Mayıs ayının ilk haftası itibariyle batı delegelerini almaya başladık. Kuryelerimizin biraz daha rahat hareket edebilmeleri gayesiyle Göldere vadisindeki Ayvaz tarlasını sabit buluşma noktası olarak belirledik. Maksat, gün ve saat koşuluyla sınırlanmadan gelebildikleri, ulaşabildikleri her fırsatta gelebilsinlerdi.

Gerek gelecek delegeleri ve mola verip dinlenmesi gereken kuryeleri ve gerekse gerillayı barındırmak amacıyla arazinin uygun bir noktasında, biri, o koca çadırımız olmak üzere dört çadır açtık. Açmak zorundaydık çünkü başka türlü (özellikle de geceleri) o arazide kalmanın mümkünatı yoktu. Her taraf karla kaplıydı ve oralar hâlâ kışın hükmündeydi.

Kamp kurmamızın bir diğer gereği de o süreçte, yakın köylerden mümkün mertebe izole olma tercihimizdi. Bir toplantı için toplanmakta olduğumuzun bilinmesini istemiyorduk. Güvenlik açısından önemli bir ayrıntıydı aslında.

Delegelerin aktarımı ay ortalarına doğru hızlandırıldı ve sanırım Batı delegelerinin tamamı 18 Mayıs öncesi alanımıza ulaştırılmış oldular. Bu zorlu görevi layıkıyla, başarıyla yerine getiren kahraman kuryelerimiz yine Coşkun, Turan Talay, Resul Gündoğan ve Hüseyin Şimşek’ti. (Cemal kod ismini kullanan arkadaş.) Gerçekten de son derece özverili bir didinmeyle bu zorlu görevi yerine getirdiler. Erzincan şehir merkezinden alınmaları, dağa sınır köylere aktarılmaları ve oradan da 8-10 saatlik dağ yolculuğuyla bize ulaştırmaları ve bunu o kısa sürede defalarca kez tekrarlanmaları, takdir edilir ki hiç mi hiç kolay değildi. Özcesi kuryelerimiz takdirlik işleryapıyorlardı.”

“Yeni gelen taze-dingin gücün de yoğun katılımıyla, bir gayrete gelip, Pülümür ve Erzincan (ve ama ağırlıkla Erzincan) hattından taşıdığımız bir yığın kereste ve diğer branda naylon gibi gereçlerle barınağımızın damını tez zamanda kapatıverdik. (1993-1994 kışı) Kışlık erzağımızın hemen hemen tamamını Resul Gündoğan (Hikmet) ve Turan Talay’ın (Uzun’un) sevk ve idare ettiği Erzincan faaliyetçilerimiz ve taraftar köylü kitlemiz sayesinde kısa sürede karşılamayı başardık.

Taşınan erzak hiç de öyle az şey değildi. 50 yetişkin genç insanın 5-6 aylık, pekçok türden ihtiyacıdır söz konusu olan… Keza yakacak odunumuz olmadığından ekmek ve yemek pişirmek için mecburen tam 80 adet orta boy mutfak tüpü taşıdık. Ezici çoğunluğunun sigara tiryakisi olduğu onca insanın sigara ihtiyacı bile âlâsından iki katır yükü kadar bir şeydi.”

“Ali Haydar’ın (Kemal Kutan’ın) o geceki uğraşları sonuçsuz kaldı, telefon bağlantısı sağlayamadı… Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkıp başka evlere gittik. Birkaç saat kadar köylülerle sohbet ettikten sonra, sabaha karşı ayrılıp araziye çıktık. Konaklayacağımız yere vardığımızda ortalık artık iyiden iyiye ışımıştı.

Sanırım Ali Haydar’ın telefon etme uğraşı bir hafta on gün kadar sürdü. Ancak artık o ilk günkü gibi hep birlikteköye inmiyorduk. Nispeten daha küçük gruplarla gidip geliyordu. Ve ama şu netti ki başta Zeynel olmak üzere, kendilerince “mim” koydukları yoldaşları artık köye götürmüyorlardı. Nure defalarca talepte bulunmasına rağmen, yine de götürmediler.

Öyle anlaşılıyordu ki bu bir hafta on günlük bağlantı kurma uğraşıda sonuçsuz kalmıştı. Tedbir icabı artık bir yer değişikliği de kaçınılmaz olmuştu… Ve işte bu gereklilikle yine bir sabah vakti, hafif puslu bir havada, düştük karlı dağ yollarına. Tutulan istikametten anlaşılıyordu ki bu kez de şanslarını Kemah hattında sınayacaklardı.

Zine Gediği ile Ağbaba Dağı arasından bir yerlerden Molla Dağı’na geçtik. Oradan da Meyvanlı Gabanı’na. Gaban’ı ortalayan uygun bir yerde kamp kurduk. Anlaşılan, sonuç alana kadar buralıydık… Artık öyle cümbür cemaat değil, küçük küçük gruplar halinde köylere gidilecekti. Ancak özellikle ben, gidişlerin dışında tutuldum. Eleştiri konusu yapıp gerekçesini sorduğumda; “Özel herhangi bir nedeni yok. Sadece böylesini daha uygun buluyoruz” dediler.

İlerleyen günler içinde, benim eski ilişkilerimden konaklama yerine getirilen milislerimiz oldu. Binbir numara çevirdiler bunlarla baş başa kalmayayım diye. Hani derler ya; “sormuşlar adama ‘komşunu nasıl bilirisin?’ diye. ‘Kendim gibi’ demiş”. Akıllarınca hem benim bunları hizipsel amaçlarla örgütlememi ve hem de köyde neler çevirdiklerine dair bilgi almamı engelliyorlardı.

Meyvanlı Gabanı’nda sanırım iki hafta falan kaldık. Onlar bu süre boyunca hemen hemen her gün köylere gidip geldiler. Tek bir dertleri vardı: Laz Nihat ile Telefonlaşabilmek.

Sonraki süreçte Turan Talay, bu görüşmelerden birine istemeden kulak misafiri olan bir arkadaşın kendisine aktardıklarını aktaracaktı. Ali Haydar telefonun öbür ucundakine kelimesi kelimesine olmasa da yaklaşık ifadelerle şu cümleleri kuruyor: “Biz hazırız. Siz tamam dediğinizde harekete geçeriz. Tarih olarak Partinin kuruluş tarihine denk getirilmeye çalışılmasının çok isabetli olacağı…

Evet, Ali Haydar’ın telefon konuşmalarının ve kontak kurma ısrarının sis perdesi, bu cümlelerle deşifre oluyordu olmasına da ancak her şey için artık çok geç kalınmıştı.”

*** 

Turan Talay’ın, denilebilir ki hayatın ve mücadelenin her kesitinde emeği ve değerli katkı ve hizmetleri olmuştur. İşte bunlar, onu ölümsüz kılan değerlerdir de.

Yoldaşlarının, dostların ve halkının gönlünde yaşamaya devam edeceksin sen Turan Talay. Bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyorum seni “huysuz ihtiyar.”

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

Hatırlanacağı üzere bundan bir süre önce eski ABD Başkanı Trump da dünyanın top yekün bir nükleer savaş tehdidi altında olduğu uyarısında bulunarak şu sözleri sarf etmişti:

“Bu, Biden yönetiminin liderliğinde top yekün bir nükleer Üçüncü Dünya Savaşı’na yol açabilir. İster inanın ister inanmayın, ondan çok uzakta değiliz.” (2)

Yapılan haber de konu şu sözlerle aktarılıyordu: “Eski ABD Başkanı Donald Trump, Washington’da ‘savaş yanlısı’ bir düzen olduğunu öne sürerek, ‘3. Dünya Savaşı hiç bu kadar yakın olmamıştı’ dedi.”

Gayet tabii ki dünyada bir 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı rüzgarının şiddetlenerek artmakta olduğu ve maalesef ki bugün dünyada savaş etmelerinin esas hale geçtiği yönündeki tespitleri çok daha önceden yapanlar da oldu. (3)

Bir bütün olarak insanlığa ve doğaya ölümcül/yıkıcı etkileri olacak yeni bir dünya savaşı kabusunu yaşatacak olan emperyalist/kapitalist barbarlığın karşıt kutuplarda yer alan bu iki önemli temsilcisinden artarda gelen, ‘tehdit’boyutu da taşıyan bu uyarılar, aslında yeni bir dünya savaşı (ve hem de bu kez nükleer bir savaş olacaktır kaçınılmaz bir sürüklenişle.) olasılığının artık ne kadar olgunlaşmış yakın bir tehlike olduğunun da yalın birer ifadesidir aslında.

Bazı sol-sosyalist ve komünist çevreler ise; artık iyice ayyuka çıkmış olan bu gerçekliği, adeta büyük bir miyopluk ve aymazlık örneği sergilercesine, es geçmeye devam ediyor. Bunlara göre savaş etmenleri biraz artmış olsa da ama dünyada hali hazırda esas akımhala devrim etmeniymiş. Dolayısıyla da gerçekleşecek devrimler yeni bir emperyalist dünya savaşının çıkmasını engelleyeceğinden, kaygılanmaya da gerek yokmuş.

Yani özcesi, saflarımızda “sol-komünizm bir çocukluk hastalığı” yaygın bir virüs olarak maalesef ki hala devam ediyor.

Hiç, ama hiç mi hiç şakası yok; emperyalist/kapitalist barbarlığın zorba baş aktörleri arasında artan oranlarla tırmanışa geçen ölümcül rekabet, bir türlü atlatılamayan süreğen karakterli iktisadi krizler, dünya pazarlarını yeni baştan yağmalamayı ‘tek seçenek’ haline getirmiş olduğundan; artık kontrol edilmesi zor bir hızla, ‘dönülmez yol’ virajına doğru bodoslama sürüklemekte onları.

‘Dünya barışı’, her geçen gün katlanarak arttan oranda, artık çok daha büyük bir tehdit altına girmiş bulunuyor. Öncelikli olarak bunun kabul edilerek, dünya halklarına ilan edilmesi bir zaruriyethaline gelmiştir.

Ve de “3. Dünya Savaşına geçit yok. Emperyalist paylaşım savaşına hayır.” Vb. şiarlar etrafında acilen örgütlü bir güç oluşturmak, ertelenemez tarihi bir görev ve sorumluluk olmuştur.

Hiç zaman yitirmeden sokakları, meydanları, üretimden gelen gücümüzle savaş gereçleri üreten fabrikaları, okulları ve de parlamento meclislerini savaş karşıtı cephenin sesini yükselteceği platformlara çevirmek, anın görevleri arasına girmiştir.

Tarihitecrübelerle sabittir ki bu türden tarihi görev ve sorumlulukların yerine getirilmesin de öncelikli görev elbette ki sol-sosyalist ve komünist güçler başta olmak üzere tüm ilerici-demokrat çevrelere, kadın örgütlerine, doğayı koruma görevi edinmiş örgütlü kurum ve kuruluşlara, burjuva aydınlara ve savaş istemeyen tüm toplumsal kesimlere düşüyor.

Yine tarihi tecrübelerle sabittir ki bu tür durumlarda etkin ve caydırıcı büyük toplumsal tepkiler örgütlenmedikçe (veya bunda geç kalındığında); cehennemin kapıları ardına dek açılmış olacaktır.

 Bir süreden beridir, artık çok daha keskinleşmiş olarak, emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çelişme, sürecin baş çelişmesi haline gelmiştir. Haliyle de bu tür durumlarda öncelikli temel görev, saldırgan emperyalist devletlerin teşhir ve tecriti propagandasıyla birlikte, onların ‘iç cephe’ tahkimlerini ve diğer stratejik savaş hazırlıklarını sabote edip, boşa çıkarmak olacaktır. Bu, elbette ki bu ülkelerde sınıf savaşımında okun sivri ucunun savaş kışkırtıcısı ve istemcisi tekelci burjuvaziye ve bizzat emperyalist devletin kendisine ve doğrudan temsilcilerine yöneltilmesini gerektirecektir.

Bu süreçte, ‘dünya barışının’ baş düşmanı anlamında, dünya halklarının baş düşmanı elbette ki ABD emperyalizmi ve onun askeri otoritesi altında daha şimdiden tereddütsüzce saf tutmuş emperyalist devletlerdir. Dahaspesifik olarak ifade edilecek olursa; ABD ve NATO’ dur.

Yüksek sesle ve güçlü kitlesel eylemliliklerle bu iki güç odağı teşhir edilmeli ve NATO’nun derhal dağıtılması istenmelidir.

Keza teşhir edilmeli ve dünya halkları ikna edilmelidir ki bugün Ukrayna cephesinde tırmandırılarak sürdürülmekte olan savaş, aslında asla Rusya-Ukrayna savaşı değildir. Bu savaş doğrudan ABD ve NATO’nun Rusya ile savaşıdır. Ukrayna devleti bu savaşta bir ‘taşeron’ olarak kullanılmaktadır. Tüm olgularla sabittir ki kendisine ihale edilmiş olan bir ‘vekalet savaşı’nı sürdürüyor kendi halkının kanı canı pahasına.

Görünür boyutuyla Rusya ile ABD ve NATO güçleri arasında süren bu savaş, aslında ABD ile Çin arasında, çok da uzak olmayan bir gelecekte, yaşanacağı kuvvetle muhtemel olan ‘zorunlu’ kapışmanın ön evre savaşları kapsamındadır.

Yani o büyük kapışmaya hazırlık kapsamında geliştirilen bir stratejinin; alan tutma-saha kaybettirme, cephe genişletme-güç kaybettirme ve yıpratarak zayıflatma, karşılıklı reaksiyon ölçme ve karşılıklı olarak rakibin savaş kabiliyetlerini ve kapasitesini sınama tarzında, bir nevi, sahada fiili ‘savaş tatbikatları’/’provaları’ yaparak, savaş hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlar.

Görmek isteyenlerce aleni olan bu durumu, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in söz konusu NATO Liderler Zirvesi’nin akabinde, bir soru üzerine yaptığı itiraf vari şu açıklamasında da esas karın ağrılarının Çin ve pohpohladıkları ‘Çin korkusu’ ile hem Batılı diğer emperyalist güçleri ve hem de “NATO’nun Hint-Pasifik bölgesi ortakları olan Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Japonya” yı, ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altında daha sıkı kenetlenmeye motive etmek olduğu ve keza hem de yeni bir paylaşım savaşında NATO’ya tam olarak nasıl bir rol biçtiklerini de  görmek pekala mümkün. Şöyle diyor ‘ekselansları’:

“Çin’in 2035 yılına kadar Kuzey Amerika ve Avrupa’nın tamamına, yani NATO topraklarına ulaşabilecek füzelerde 1500 nükleer savaş başlığına sahip olmasını bekliyoruz. Çin’in ne kadar yakınımıza geldiğini görüyoruz.” (4)

ABD ve NATO, gerek Avrupa ve Asya kıtasındaki stratejik jeopolitik konumu ve gerekse sahip olduğu büyük askeri kapasitesiyle Çin’in en güçlü müttefiki Rusya’yı, uzunca bir süreçte kurguladığı ‘kuşatarak sınırlayıp daraltma’ ve tali sahalarda ‘yıpratarak güçten düşürme’ savaş senaryosu gereğince nihayet Ukrayna’da bu tezgaha çekmeyi başardı. Öyle ki Avrupa’nın göbeğinde oluşturulan ‘Rus saldırganlığı’ algısıyla, daha kısa bir süre öncesine kadar işlevsizleştiği gerekçesiyle kimi çevrelerde dağıtılması bile tartışma konusu yapılan NATO, oluşan bu algı ve pompalanan korku senaryolarıyla, birden kıymete binmekle kalmayıp, ABD ve Batı Avrupalı emperyalist güçlerin kıymetlisi oluverdi. Böylece ABD emperyalizmi bir taşla birkaç kuşu birden vurarak hem Avrupalı başlıca emperyalist güçleri ‘soğuk savaş’ döneminde olduğu gibi yeniden NATO şemsiyesi altında toplayarak ve hemde yeni üye devletler ile etki ve nüfuz alanlarını Baltık kıyılarına dek genişleterek, kelimenin gerçek anlamıyla, Rusya’nın ta burnunun dibine kadar sokulmuş oldu.

İşte bütün bunlar ABD’nin kendisine ‘ölümcül rakip’ olarak ilan ettiği Çin ile kurguladığı olası o nihai top yekün savaşın ön hazırlıkları olarak okunmalı ve bu işin hafife alınır bir yanının kalmadığının bilinciyle, bu gidişe dur diyebilecek dinamikleri derhal harekete geçirmeye odaklanılmalı. Aksi takdirde her şey için çok geç kalınabilir.

---------------------------------

  1. Cumhuriyet Gazetesi
  2. Haber Türk
  3. Örneğin benim “Dünyada artan savaş etmenleri ve bu eksende sürecin ana taktiği” başlıklı yazım ve keza MLDP‘nin ve İCOR bileşeni başka parti ve grupların ilgili bildirileri.
  4. mynet

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü farklı toplumsal kesimlerin günü ve geleceği yorumlayışları, güne ve geleceğe dair istem ve beklentileri birbirinden farklı olduğundan; bunların her birinin kendi siyasal programları ve şiarlarıyla, bunun ifadesi olan kendi öz siyasal örgütlükleriyle toplumsal mücadelede yer edinme istem ve gayretleri, eşyanın tabiatı gereği, normal bir durumdur.

Gelişmiş kapitalist toplumların aksine, toplumun sınıfsal ayrışmasının henüz yeterince tamamlanmadığı geri sosyo-ekonomik yapılardaki ara tabakaların yaygınlığı ve çok parçalı oluşunun da etkisiyle, bu tür toplumlarda devrimci hareket zaten çok parçalı bir yapı özelliğinde olur. Buna birde aynı sınıfsal kesimlerin farklı, nispeten farklı veya tamamen farklı siyasal program/strateji ve taktiklere sahip, ‘gerçek temsilci benim’ iddiası güden birden çok öznenin ortaya çıkması durumu da eklendiğinde, tablo daha da karmaşık ve ‘zengin’ bir görünüm kazanmış olur.

Sınıf savaşımının doğası, ‘aynıları aynı, ayrıları ayrı yerde’ konumlanmaya yönlendireceğinden; mücadelenin seyri içerisinde, bir kısmı elenerek saf dışı kalırken, bir kısmı da bir şekilde birleşerek, yoluna devam edecektir.

Yani bu anlamda TKKDH’nin çok parçalı yapısının hiçte öyle ‘anormal’   bir durum olmayıp, toplumsal realitenin bir tezahürü olduğunun görülmesi gerekiyor.

Ve keza görülmesi gerekiyor ki bu türden toplumlarda hem toplumun demokrasi bilinci ve düzeyinin geriliği ve hem de günün gelişen ve değişen koşullarının ele alınıp yorumlanmasında ve tutum belirlenmesinde gösterilen tavırlar üzerinden de örgütler kendi içlerinde kolayca kopuşup, farklı örgütsel yapılar olarak, bölünebiliyor. Öyle ki taktiksel veya örgütsel işleyişe ilişkin bazı anlaşmazlıklar üzerinden bile bölünebildiklerinin yığınca örneği söz konusu olabiliyor. Kuşkusuz ki burada küçük burjuvaziye has o tipik ‘mülkiyet’ hırsı ve tutkusunun da arka planda etkin rol oynadığı, yadsınamaz bir olgudur.

Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer olgu da şu ki; düşmanın ‘böl parçala yönet’ siyasetinin de bu bölünüp parçalanmalarda önemli bir rolü söz konusu olabilmektedir. Bu yöntemle düşman hem toplumu din/inanç, milliyet, cins ve sınıfsal farklılıkları üzerinden sürekli bir şekilde ayrıştırarak bölüp parçalamakta ve hem de işçi sınıfı ve diğer devrimci-ilerici emekçi kesimleri ve bunların siyasal, iktisadi ve kültürel örgütlü yapılarını, içlerine sızdırdığı veya bir şekilde sattın aldığı elemanları aracılığıyla her vesileyle bölüp parçalayarak zayıf düşürmeye çalışmaktadır. (Tarih, bunun tipik ve ibretlik örneğine 1994 yılında TKP/ML saflarında yaşanan parçalanmayla tanık oldu. Başka bir örneği de yok herhalde. Karpuzu ortadan ikiye böler gibi Partiyi bölüp parçalayan bu karşı-devrimci darbenin kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğinin tüm detayları gerek “MKP’ de Siyasal Öznelcilik Ve Dogmatizm” ve gerekse de “Dersim Dağlarında” isimli kitaplarda okunabilir.)[1]

Devrimci hareketin neden bu kadar çok örgütten oluştuğu ve neden bu kadar çok bölünüp parçalandığı meselesi işte bütün bunların toplamıyla izah edilebilir ancak ki.

Tabii ki bu, sorunun sadece genel ele alınışına ilişkin olarak böyledir. Fakat bu kadarı TKKDH de ortaya çıkan ve yaşanan bölünme ve parçalanmaları izah etmeye yeterli gelmez. Çünkü özgün olan yanlar var ve bunların mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.

’71 devrimci kopuşuyla vücut bulan TKKDH nin taşıyıcı kolonları olarak THKP/C, THKO ve TKP/ML baz alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, şöylesi çarpıcı ve tipik bir ortak payda ile yüz yüze gelinecektir.

Bu her üç oluşum da içerisinde yer aldıkları reformist, pasifist ve parlamentarist yapılardan, devrimci alternatif bir itirazla kopmuşlardı. Ve her üçü de karizmatik birer lider etrafında bir araya gelen çok az sayıda kadrodan oluşan bir ‘kadro hareketi’ özelliğindedir. Ancak özellikle THKP/C ve TKP/ML de, lider dışındaki diğer kadrolar, teorik ve siyasal donanımları bakımından yolun daha çok başında olan, bir bakıma ‘vasat’ denilebilecek özelliklere sahip kadrolardı. Dolayısıyla da denilebilir ki THKPC Mahir Çayan ile, TKP/ML ise İbrahim Kaypakkaya ile özdeştir. Yani bu iki tarihi şahsiyettir örgütünün beyni ve kalbi.

THKO biraz daha istisnadır bu konuda. Çünkü her ne kadar da Deniz Gezmiş ile özdeşleşmişse de ama Deniz örgütün her şeyi, özelliklede beyni, yani baş ideoloğu ve teorisyeni değildir. Örgütün beynin esasen Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil olduğu yönündedir yaygın kanı.

Ve bu her üç örgüt de uzun soluklu bir ideolojik-siyasi mücadele seyrinde ideolojik-siyasi hatlarını oluşturup olgunlaştırarak, gerçek anlamda bir “öncü kadro hareketi” olarak vücut bulmuş değildir. Ve bu ayırt edici özellik, aslında bunların en başta gelen handikaplarından biridir de.

Her üç hareket de liderlerinin kafasında belli yönleriyle şekillenip formüle edilmiş devrimci itiraz ve alternatif siyasal hat ile kopuşmuş ve alelacele oluşturulmuş ve ama kuruluşunu dahi tamamına erdiremedikleri birer örgütsel formasyon ile sıcak mücadeleye adeta balıklama dalıvermişlerdir.

Yani her üç örgüt de hem kolektif bir irade ürünü olarak devrim teorisini, hem bunu hayata geçirecek asgari bir önder kadro gücü oluşturamadan ve hem de örgütlü yapılarına henüz gerçek savaşçı bir örgüt kabiliyeti kazandıramadan, düşmanın azgın saldırılarıyla, başta örgütün beyni ve kalbi olan lider ve önder kadrolarının ezici çoğunluğu fiziki olarak tasfiye oldu.

Bu aşama itibariyle bu her üç örgüt de adeta kaptanını yitirmiş, tayfasıyla okyanusun azgın suları arasında ‘can havliyle’ hayatta kalma ve sakin bir limana ulaşmaya kilitlenmiş bir ‘gemi’ haline düşmüşlerdi. Yani özetle, kaotik bir durum oluşmuştu.

Başsız kalan ikinci-üçüncü kademeden kadroları bir arada tutacak ikinci bir ‘güçlü lider’ profili de olmadığından, her biri kendince yorumlamaya başladı kendilerine kalan ‘mirası’. Ve böylece o üç yapıdan her biri önce ikiye, sonra üçe, beşe ayrışarak ‘çoğaldılar’.

Ayrışanların ayrışması esaslı ideolojik-siyasi tartışmalar üzerinden ortaya çıkan farklı ideolojik-siyasi çizgiler ayrışması tarzında olmadığından (özellikle de Kaypakkaya ardıllarında ki), bölünüp parçalanmaların sonu bir türlü gelmek bilmedi.

Süreç içerisinde yapı içi ideolojik, siyasi ve örgütsel sorunlar toplamında yaşanılan verimli tartışmalarla ortaya çıkan kolektif iradeyle örgütlerini yeniden inşa etmeyi bir şekilde becerenler, nispeten bir iç istikrara kavuşmuş olarak, örgütsel birliklerini sağlamayı ve sürdürmeyi başarmışlardır (buna iyi bir örnek olarak TKP/ML Hareketi, TKİH ve TKP/ML Yeniden İnşa Örgütü’nün MLKP çatısı altında kendilerini yeniden örgütlemeyi başarmaları gösterilebilir) denilebilir. Elbette ki bunlar göreceli ve koşullu hallerdir. Sınıf mücadelesi sürdükçe, bu mücadelenin koşullarındaki değişim-dönüşümlere koşut olarak, irili ufaklı yeni yeni saflaşmalar ve ayrışmalar da ille ki ortaya çıkabilecektir. Bu, sınıf mücadelesinin iç bünyedeki yansısı, yan etkileri ve sonuçlarının bir ifadesi olarak, bir bakıma ‘normal’ ve ‘kaçınılmazdır’ da.

Özetle, TKKDH’ deki bölünüp parçalanma kısır döngüsünün işte böylesi özgün bir boyut ve özelliği de söz konusudur.

2-Birlik sorunu.

Farklı muhtevalar arz ettiğinden ötürü birlik sorununu; 1) sürecin baş çelişmesi ve baş düşmanına karşı aktif siyasal mücadelenin bir unsuru olarak, birleşilebilecek tüm güçler ile birleşme siyaseti olarak, 2) sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği ve 3) komünistlerin birliği şeklinde olmak üzere, farklı kategorilerde ele almak gerekiyor.

1 ve 2. Kategorideki birlik sorunu, daha çok, dönemsel ve taktiksel ve de çok farklı biçim ve kapsamlar arz ederken; 3. Kategorideki birlik sorunu ise esasen stratejik olup (değişen modeller arz etmekle birlikte) tek biçimlidir.

İlk iki kategoride ki birlik sorunu, dönemin verili somut sorun ve görevlerinin çözümü temelinde varlık koşulu bulabilirken; bu anlamıyla da geçici ve taktiksel güç birliktelikleri, işbirlikleri ve cephesel ittifaklar biçimlerinde kurulup, sürecin sona ermesiyle de dağılıp, tekrardan gündeme gelmesi ise, yeni koşulların ihtiyacına uyarlıyken; komünistlerin birliği ise, temel ve ilkesel/stratejik konularda aynı ideolojik ve siyasal programa sahip olmalarına rağmen dağınık duran, çok parçalı ve çok başlı olan güçlerin gerek ülkesel ve gerekse de uluslararası bazda tek bir çatı altında birleşip merkezileşmesini ifade eder.

Ve tabii ki bu her iki halde de ‘birlik sorunu’, birliğin kuruluş amacına uygun olarak hedeflenene varıncaya dek, sağlanması ve korunarak güçlendirilmesi sorunudur da aynı zamanda. Yani birliği gerekli kılan koşullar ortadan kalkmadan ve amaçlar üzerinde ilkesel ve stratejik konularda ayrışma ve saflaşmalar yaşanmadığı sürece o birliğin özenle korunması, korunmasının becerilip başarılması sorunudur da aynı zamanda. 

Bilinir ki toplumsal sorunların çözümü, çözümü talep eden güçlerin asgari müşterekler üzerinden birliği ve mücadelesi sağlanamadan pek mümkün olmuyor/olamıyor. Bu yüzden de her sürecin özgün siyasal ve toplumsal sorun veya sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla, sorunların çözümünü isteyen ve bu çözümden menfaat elde edecek güçlerin birliğini oluşturarak onları mücadeleye ortak etmek hem bir görev ve sorumluluktur ve hem de çözümü mümkün kılmanın olmazsa olmaz şartlarından biridir. İktidar hedefli, halk saflarında mücadele yürütme ve siyaset yapma iddiasına sahip her siyasal öznenin varlık nedenidir de bu.

1.Kategori bağlamında, örneğin Erdoğan iktidarının özellikle de son süreçte daha bir tırmandırıp keskinleştirerek gündeme oturtma hesapları yaptığı ve giderek de keskinleşeceği besbelli olan bir şeriat-laisizm sorunu söz konusudur. Toplumu ciddi şekilde tehdit eden bu yakın tehlikenin savuşturulmaya çalışılması, başta kadınlar ve aleviler olmak üzere tüm ilerici demokrat toplum kesimlerinin ortak talebi olarak şekillenmişken, böylesine güncel bir demokrasi talebi ve mücadelesinin elbette ki sahiplenilmesi gerekiyor değil mi, kendilerini en azından demokrat sayan siyasi özneler tarafından (Tabii sürecin bu özgün yanını göremeyen veya süreci böyle okuyamayanlar için diyecek bir şey yok.).

Bu yakın tehdit ve tehlikenin engellenerek bertaraf edilmesi gerekiyorsa (ki elbette hem de çok ivedilikle bunun yapılması gerekiyor; aksi takdirde her şey için çok geç kalınmış olunacağını İran ve Afganistan örneğinde görmek pek ala mümkün.), bu durumda elbette ki sınıf, etnik köken ve cins ayrımı yapmadan, şeriat karşıtı tüm toplumsal kesimlerin bu hedefte buluşmalarını ve karşı koymalarını istemek ve bunu sağlamaya çalışmak, sürecin belki de en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

Öylesi kritik tarihi süreçler olur ki sınıf ayrımı yapma lüksünüz olamaz. Bundandır ki  ‘ortak düşmana karşı birleşebilecek tüm güçlerle birleşme’ taktiği, savaş stratejisinin en önemli ve en kritik yasalarından biri olagelmiştir. Bu çelişme somutunda işte böylesi bir durum ile karşı karşıya gelinmiştir. Bu çelişmenin laisizm lehine çözümünü bulabilmesinin bir fırsatı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldi. Erdoğan iktidarının bu yolla engellenmesi mümkündü ve bunun başarılması halinde şeriat rejimine geçiş emellerinin önüne geçmek de böylece mümkün olabilecekti.

Bu, ciddi ve büyük bir muharebeydi elbet. Güçler dengesi muazzam derecede laisizm cephesinin aleyhine olmasına karşın; ama seçimde ortaya çıkan sonuçlar da gösteriyor ki şayet daha güçlü ve organize olmuş birliktelikler sağlanabilseydi, daha canla başla mücadele edilebilseydi, boykot ve protesto seçeneğinin uygun bir taktik olmadığı görülebilseydi ve de ittifak güçleri daha az taktiksel hatalar yapabilseydi; kuvvetle muhtemeldir ki şeriatçı tehdidi bu muharebede bertaraf etmek pek ala da mümkün olabilecekti.

Ama maalesef ki böylesi bir performans gösterilemedi ve haliyle de o ‘tarihi’ muharebe yitirildi. Ve ama henüz her şey bitmiş değil; daha farklı mücadele yöntem ve araçlarıyla anti şeriatçı bir cephe oluşturarak ve güçlü bir toplumsal barikat kurarak bu tehdidin önünü kesmek hala mümkün.

2. kategorideki sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği sorunu da tıpkı 1. Kategoride olduğu gibi taktiksel ve dönemsel bir karakter arz eder. Fakat bu, 1. ye göre daha özel ve daha dar bir birlik olup, işçi sınıfının ve geniş emekçi halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal, etnik, inançsal ve cinsel temelde burjuva iktidarına karşı yürütülen demokrasi ve sosyalizm hedefli devrimci mücadelesini daha aktif ve etkin kılabilmek için ihtiyacı olan bir birliktir. Örneğin halihazırda varlığını devam ettiren HBDH oluşumu gibi oluşumlar bu birliğin farklı modellerindendir.

3. kategorideki komünistlerin birliği sorunu ise daha özgün ve daha kendisine has özellikler taşır. Bu birlik öncelikle aynı ideolojik zeminde bulunmayı gerektirir. Yani komünizm ideal ve ilkelerinin amasız fakatsız benimsenip savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini şart koşar. Ve ancak bu koşul uluslararası komünist partilerin enternasyonal birliği için yeterli koşul olabilirken; her bir ülke komünist parti, grup ve kesimlerinin birliği için asla yeterli koşul olamaz. Bu birlik için ikinci zorunlu koşul, devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde hem fikir olmaktır. Eğer bu her iki koşul da mevcut ise, bu zeminde komünist parti, grup ve kesimlerin birliğini sağlamanın koşulları var ve olgundur demektir. Taraflara düşen tarihi görev ve sorumluluk, bu birliği oluşturmaktır.

Tabii bu genel olarak böyleyken; adeta ‘sudan gerekçeler’ ve 1994 sürecinde olduğu gibi doğrudan bir kontra operasyonuyla partiyi bölüp parçalayarak tarih sahnesinde yer alan ve bugün hala kendilerini Kaypakkaya ardılı KP ler olarak tanımlayan yapılar arası birlik sorunu, tabiatı gereği, biraz daha karmaşık ve daha zorlu bir hal arz eder.

Çünkü öncelikle bu yapılar arasında, halihazırda, ‘Kaypakkaya ardılı’ ve komünizm idealine sahip olma vasfı dışında, örgütsel birliğe zemin sunacak başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Yani yukarıda ifade edilen iki esaslı koşuldan sadece birincisi mevcuttur. Bununla örgütsel birliği oluşturmak ise mümkün olmayacaktır. Bu koşul bu yapıları ancak ki ‘kardeş parti ve gruplar’ olarak vasıflandırmaya yeterli gelir. Örgütsel birlik için bununla birlikte olması zorunlu olan devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde her biri farklı ‘resmi görüş’ sahibi olduklarından; bu yapılar arasında en azından bu koşullarda örgütsel birliğin zemininin olmadığı zaten kendiliğinden rahatlıkla anlaşılır olmaktadır.

Ama olur da ilerleyen süreçte bu yapılar devrim teorisi ve partinin tarihi muhasebesi (ki bu mevzu oldukça kritiktir. Örneğin bugün kendisini MKP olarak tanımlayan yapı, bilinir ki yukarıda bahsedilen 1994 karşı-devrimci darbesinin mirasçısı bir yapıdır. Böylesi ilkesel bir sorunda dört kongre süreci yaşamasına rağmen özeleştiri yapmasını bir kenara bırakın, bu tarihi ve ilkesel suçu dillendirmekten bile özenle imtina etmekte, olayı basit işleyiş kusurları ürünü olduğunu ve bunda da esas sorumluluğun kendilerinde değil, öbür kanatta olduğunun savunusu yapma pişkinliği içinde olmaya devam ediyorken; tüm diğer konularda mutabık kalınsa bile, muhtemelen bu tarihi muhasebe tutumu birliğin gerçekleşmesini imkansız kılacaktır.) üzerine kendi iç bünyelerinde, kongre ve konferanslarında ve gerekse kardeş yapılar olmanın avantajıyla kendi aralarında sürdürecekleri geliştirici-dönüştürücü siyasal/teorik tartışmalarla, mümkündür ki en azından bazıları arasında bir konsensüs yakalanabilir. Ve bu aşama itibariyle bu yapılar arasında birlik sorunu artık güncel bir taleptir.

Peki bu gerçekleşebilir bir şey midir? Evet elbette, en azından teorik olarak, mümkün; ancak siyaset biliminin ve devrimci sorumlulukların gereğinin yerine getirilip getirilmemesine bağlıdır esasen de.

Aradan geçen koca yarım asra rağmen, hayatın dayatmaları karşısında oluşturulan körkütük dogmatik saplantılarla bugüne yanıt olunabileceğinin karar altına alınmış olmasını kongrelerinin ‘tarihi başarısı’ olarak propaganda edenlerin ve keza gerek kendi kongre kararlarının, ‘tarihi muhasebe’ dahil temel bir çok başlığına ve özelde de devrim teorilerine getirilen eleştiri ve değerlendirmeleri özenle es geçmeyi büyük bir marifet sayan; yani bunları ele alıp tartışma ve yanıtlayarak daha doğruya varmanın vesilesi yapma irade ve cüretine sahip olamayan ve keza siyasi yapılar arası ideolojik-siyasi tartışmaları rafa kaldırarak, ‘suya sabuna dokunmadan’ ‘dost’ kalmayı tercih eden yaklaşımların egemen olduğu realiteleri göz önünde bulundurulduğun da doğrusu, insan çokta umutlu olamıyor.

Tabi silkinip kendilerine gelmeleri halinde, bu görev ve sorumlulukları yerine getirme potansiyeline sahip oldukları da vurgulanması ve altı çizilmesi gereken bir başka gerçeklikleridir elbet.

Kendilerini Kaypakkaya ardılı olarak tanımlayan TKP-ML, MKP, TKP/ML, Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan Türkiye) ve diğer MKP gibi bu beş örgüt arasında birlik potansiyelinin bulunduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Ancak potansiyelin olması, birlik koşullarının olgunlaşmış olarak var olduğu anlamına gelmiyor/gelmez de.

Evet, her ne kadar da tamamının resmi devrim teorileri farklı farklı olsa da ama şu bir gerçek ki özellikle ’72 devrim teorisini hala (evet, maalesef ki hala) ‘resmi görüş’ olarak ileri sürmekte ısrar eden iki örgütün ve sosyalist devrim stratejisini ‘sosyalist halk savaşı stratejisi’ olarak belirleyen MKP nin bu resmi görüşlerinin bugünün realitesinde gerçek anlamda bir karşılığının bulunmadığı, tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir de.

İşte bu esaslı konuların bilimsel olarak tartışılmaya başlanması halin de hem devrim ve hem de birlik mücadelesinde yol alınabileceğini söylemek mümkün olabilecektir.

Taraflara, yol alabilmelerinin pratik bir yöntemi olarak gerek Kaypakkaya ve MKP’nin ve gerekse de TKP/ML’nin (bu çalışma, TKP/ML de yaşanan son parçalama fiilinden önce yapılmıştı) devrim teorisinin eleştirisi üzerinden alternatif bir devrim teorisi çalışması olan (en azından yazarının iddiasıdır bu.) “‘Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı çalışma (*), bir ‘tartışma taslağı’ olarak önerilebilir mesela.

Böylece, özellikle MKP ve TKP/ML hiç olmazsa bugüne değin itinayla es geçip yok saydıkları bu eleştirel değerlendirme ve alternatif devrim teorisini tartışma imkanı sunmuş olurlar kendilerine.

Tartışmalar, doğru temelde ele alınabilirse, mutlaka ki öncelikle hem dogmatik statüko yıkılacak ve hem de yeni fikirlerin yeşererek boy vermesinin bereketli zemini oluşacaktır. Devamında ortaya çıkacak yeni tartışma taslakları üzerinden yürütülecek yapıcı tartışmalarla, en azından, aynılar aynı, ayrılar ayrı yerlerde buluşma şans ve imkanına erişmiş olacaktır ki bu da devrimci mücadele açısından hiç de az buz bir gelişme olmayacaktır.

MKP’nin devrim teorisi adına ileri sürdüğü bariz sol-subjektif aşırılıklarını törpülemesi ve ‘tarihi muhasebe’ adına ’94 karşı-devrimci darbesinde önder kadrolarıyla yer almış olması gerçekliğini açık ve net bir dille mahkum etmesi halinde ve diğer TKP/ML ve TKP-ML’nin ’72 nin devrim teorisini, somut şartların somut tahlili Leninist ilkesi buyruğuna uyarak, güncellemesi ve karşılıklı olarak 2017 deki partiyi sudan gerekçelerle parçalamalarının özeleştirisini vermeleri halinde; birlik zemininin oluşması pekala mümkün olabilecektir.

Böylesi bir platformun oluşması hem Bolşevik Parti (KKT)’yi ve hem de kendilerini Kaypakkaya ardılı görmeye devam etmekte olan ve ama mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmayan tek tek komünist bireylerin tartışmalara dahil edilmesinin koşullarını oluşturacaktır.

Bugün bu tarz bir tartışmayla sürecin fitilini fiilen ateşleme görev ve sorumluluğu, herhalde ki en başta ve en çok da birliği adeta tek taraflı bir ısrarla gündemde tutmaya gayret gösteren MKP’ye düşüyor olsa gerek. Demiş ya Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” dir, diye.

Samimi kanaatim odur ki “’Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı ‘tartışma taslağı’nda, devrim teorisi kapsamında ortaya konulan görüşler ve tezler, ana hatlarıyla üzerinde konsensüse varılabilecek özelliktedir.

Taraflar buyursun, ele alıp iç bünyelerinde iradeye sunarak tartışıp, böyle olup olmadığını görsünler.   7.07.2023

---------------

(*) halilgundogan.blogspot.com


[1]    Bkz. Halil Gündoğan, MKP'nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Dogmatizm.  Halil Gündoğan, “Dersim Dağlarında”.

 

 

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Oysa Başbağlar Köyünde de toplam 33 insanımız hunharca katledilmişti (28 erkek kurşuna dizilerek, 5 kadın ise yakılan evlerden çıkamayarak, yanarak can vermişti).
Çarpık bir intikam ve misilleme anlayışıyla, PKK güya Madımak katliamının hesabını sormuş, öcünü almıştı.

Madımak katliamını devletin üst aklı ve 'karanlık' güçlerinin gerçekleştirdiği besbelliyken, buna misilleme ve intikam yapılacaksa, adresi masum halk olmasa gerek.

Ve ama ne yazık ki, muhtemelen devletin üst akıl odaklarının da yönlendirmesiyle, PKK böylesi ağır bir suça ortak olmuş ve sonuçta üç gün arayla 70 insanımız hunharca katledilmiş oldu.
Burada şöylesi çok özgün bir yan var: Madımak katliamı ile Başbağlar katliamı aynı senaryonun birbirini tamamlayan iki perdesidir. Dolayısıyla da bu her iki katliam karşısında 'tarafgirli' bir pozisyon sergilenemez. Madımak katliamı  yüreklerimizde nasıl sönmeyen bir  sızı ve acı olarak anlam kazanıyorsa,  Madımak ateşinde yakılan, kıyıma uğratılan Başbağlar'da ki 33 masum, günahsız halktan insanımız da aynı şekilde karşılık bulmak zorundadır. Aksi takdirde bizim hem vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir.

Madımak katliamının kınandığı her vesileyle, doğrudan Madımak ateşiyle gerçekleştirilen  Başbağlar katliamını da kınamak, o masum insanlarımızı da unutmadığımızı ifade etmek, bu özgün ilişkilerinden ötürü, gerekli bir şarttır.

Daha önceleri çeşitli vesilelerle dikkat çekmeye çalıştığım bu sorunu, 30. yılı vesilesiyle bir çok kesimce yapılan açıklamalarda buna dair suskunluğun ve es geçme tavrının devam ettirilmekte olduğunu görünce, bunları yazma gereği duydum. Umarım en azından komünist ve sol- sosyalist kesimlerin bu hatalı tutumlarından vaz geçmelerine vesile olur.

Temmuz 2023.

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

MKP’li arkadaşların birlik çağrı ve tartışma istemlerinin “devrimci kaygılar”ından doğduğu muhakkak; ancak doğru tarzda ele alınmayan her şey gibi bu çağrı ve tartışma istemleri de amaca hizmet etmeyen, önemli oranda ona ters düşen ve de aslında böylesi stratejik bir sorunu güncelleştirme kabiliyetini de esasen yitirmiş olan; dejenerasyona uğramış bu haliyle de aslında basbayağısından bir suiistimal aracına dönüşmüş olan bu ısrarlı çağrı gerçekliğinin görülmesi gerekiyor artık.

MKP’nin " komünistlerin birliği" çalgılarında ki gerçek muhataplarının tam olarak kimler olduğu ve bunların her biriyle, örgütsel birliğin üzerinde inşa olacağı devrim teorilerinde, bir araya gelmelerinin nasıl mümkün olabileceğine dair kamuoyuna yapılmış doyurucu bir açıklamaları da yok üstelik.

MKP’nin, “komünistlerin birliği”yle meramı, farklı renk ve tondaki oportünist yapı ve gurupların aynı çatı altında bir oraya toplaşması değilse şayet; o halde, kimleri hangi kriterler üzerinden komünist gördüğünü net olarak ortaya koyması gerekmektedir öncelikle. Öte yandan bunu sırf MKP nin yapması da yeterli gelmez; birleşmesi istenen yapıların karşılıklı olarak birbirlerini komünist olarak değerlendirmeleri gerekiyor. Ama biliniyor ki, başka sebepleri de olmakla birlikte, birlik çağrılarının muhatapları öncelikle MKP’yi komünist olarak görmemekte, bu bir gerçek. Öte yandan bu muhataplar, kendileri dışındaki diğer çağrılanları da komünist olarak görmemekteler. Hatta bazıları, tabiri caizse, birbirleriyle adeta “kanlı bıçaklı” vaziyeteler. Peki böylesi bir realite içinde MKP’nin bu birlik çağrılarının nasıl bir gerçekliği olabilir ki?!

MKP, birlik için her hâldeki sadece ideolojik olarak “kardeş yapılar” olma kriterini baz alıyor ve bunu da yeterli görüyor olmalı. Bu temel üzerinden, birbirlerini oportünist değerlendiren yapıların birleşebileceğine ve bununda komünistlerin birliği olacağına kendisini ikna etmiş olmalı ki, çağrısını yıllardır ısrarla tekrarlayıp duruyor. Biraz Nasrettin Hoca mizacı mı var acaba: “Ya tutarsa!”

Evet, keşke tutsa...

Ama maalesef ki hayatın gerçekleri farklı mecradan akıyor; “boş hayaller”e pek şans tanımıyor gibi.

Neden “boş hayal”? Çünkü her şeyden önce MKP’nin komünist olarak addettikleri birbirlerini komünist olarak değerlendirmiyor. Öte yandan, örgütsel birliğin olmazsa olmazı olan, üzerinde ortaklaşabilecekleri bir devrim teorisine sahip değiller. Örneğin MKP sosyo-ekonomik yapı tahlilinde ve devrim stratejisinde kiminle ortaklaşabileceğini sanıyor mesela? Kendi görüşlerinden vazgeçmeyi mi düşünüyor, yoksa diğerlerinin, kendi çizgilerini benimseyeceği beklentisinden midir?

MKP birlik uğruna kendi devrim teorisini terk etmeye, diğerleriyle uzlaştırmaya evet diyorsa, o zaman öncelikle bunu kamuoyuna deklere etmesi gerekmez mi? 

Keza, dışındaki muhatabı yapıları birbirlerini komünist görmeye ikna etmesi gerekmez mi? Yapılar birbirlerini komünist olarak görmüyor, ama MKP tutturmuş, “biz komünistiz gelin birleşelim.” Komik ötesi…

İşte tüm bu sebeplerden ötürü MKP’nin birlik çağrıları, hali hazırda karşılığı bulunmayan ham hayallerden ibarettir.

Bu gerçekliğe rağmen yapılıyor ve ısraren sürdürülüyor olması da kusura bakılmasın ama, o kadarda masumane değil, çünkü niyetlerden bağımsız olarak alenen bir suiistimale dönüşmüş durumda. Takdir edilecektir ki bu da nahoş bir durum. Aralık 2019

 https://halilgundogan.blogspot.com/2019/12/komunistlerin-birligi-cagrlarna-dair.html#more

[1]          2019 yılı sonunda halilgundogan.blogspot.com adresinde yayınalan bu makaleyi, güncelliği nedeniyle yeniden yayınlıyorum. Ayrıca „birliğe“ ilişkin yazıların devamı gelecek.

Halil GÜNDOĞAN

 

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir. Görülemeyen ve tam olarak somut karşılığının ne olduğu/olacağı yeterince kavranamayan ve dolayısıyla da isabetsiz tutumların geliştirilmesine kaynaklık eden temel faktör de tam olarak budur. Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçiminde “devrimci demokrat” aday çıkarılacak olsa bile, kazanma şansı olamayacağından, bunun desteklenmesi, sürecin ihtiyacını duyduğu sonucu sağlayamayacak ve dolayısıyla da buraya verilecek oylar Erdoğan’ın seçilmesi sonucunu doğuracaktır.

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” (FKBC)

Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise; şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.

Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)

Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun, düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!” 

Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist” ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de  “burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek, ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak edilebilir. 

Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan  tüm bu konularda kısmi serbestliklerin yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi, mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi” paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur. 

Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki “tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi taktiği.

Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını, savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun, faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği olabilirmiş vs. vs. 

Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP, Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği olsa gerek.

İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor; tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’ içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:

Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte, ‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G) 

Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında, faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor.  

Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın, mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare edebiliyor.

Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven   ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle, keskin solculuktan da geri durulmuyor.

 Oysa olguların ve nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist, demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun, toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist, seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın, yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış olursunuz, fena mı olur yani.

Sahi niye bunu yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil aslında, yapamıyorsunuz; çünkü bunu yapacak düzeyde bir örgütlülüğünüz, eğitimli donanımlı sübjektif güçleriniz, silah araç gereçleriniz yok öncelikle. İkinci olarak savaşın en temel yasalarının sadece lafzını yapıyorsunuz; onların ruhunu kavramakta pek dogmatik ve mekaniksiniz. Böyle olmamış olsa; nispeten zayıf bir gücün, konjoktürel olarak sizden kat be kat güçlü düşmanınızı tek hamlede ve toptan yıkma stratejisine kilitlemezdiniz kendinizi. Bilirdiniz bu savaşın (gerek Leninist toplu ayaklanma ve gerekse de Maoist uzun süreli halk savaşı stratejileri gereği) uzun soluklu, irili ufaklı ve ardışık bir yığın muharebelerden geçerek ilerleyeceğini. Ve bilirdiniz sınıfların antagonist çelişmeler üzerinden saf tutuğu bu türden zorlu ölüm kalım savaşın (ve hatta kimi tek tek muharebelerin dahi) düşman cephesi içindeki çekişmelerden yararlanmadan ve verili sürecin asgari müşterekleri üzerinde kimi uzlaşmalarla o muharebe özgülünde de olsa silahları sürecin baş düşmanına çevirmeden kazanılamayacağını. Ve bilirdiniz sınıf savaşının tek düzeyli ve tek aşamalı olmayacağını; her sürecin bir baş çelişmesinin ve baş düşmanın olacağını ve anın görev ve savaş taktiğinin, bunların çözümü üzerinden şekillenmesi gerektiğini. Ve o zaman anlardınız ve es geçme lakayıtlığına düşmezdiniz daha yıkıcı ve yok edici bir şekle bürünerek gelecek olan düşman saldırısını önlemenin ve kendi güçlerini korumanın da faşizme karşı bir savaş taktiği olduğunu. Anlamakta zorlanmazdınız aslında bu taktiğin kendisinin de doğrudan faşizme karşı mücadele stratejimizin değerli bir taktiği ve muharebesi olduğunu. Evet, burada görünüş olarak burjuvazinin bir bölüğüyle sahada bir güç birliği durumu vardır ve muharebe zaferinin aslan payını da burjuvazinin muhalif kanadı almış oluyorsa da ama stratejik düşünenler tablonun bu kısmına takılmaz, onlar, bu güç birliğiyle burjuvazinin o özgülde halkların en kanlı zorba kliğini yenilgiye uğratmış olmak ve kendi güçlerini korumuş ve sonraki hamle için tahkim etme ortamı yaratmış olmanın başarısı olarak bakar. Yani sınıf savaşının da doğasına aykırı değildir şu “kazan kazan” esprisi. Nerede durduğunuz, hangi pencereden baktığınız ve hangi perspektifle ele aldığınıza bağlı birazda.   

ATAERKİL SİSTEME KARŞI MÜCADELE SORUNU, EZEN-EZİLEN CİNS ÇELİŞMESİNİN ÇÖZÜMÜ SORUNUDUR

Sorunların doğru çözümü, öncelikle onların özünün tam olarak ne olduğu veya neye tekabül ettiğinin eksiksiz olarak ortaya konulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Yani sorun aslında tıpkı şuna benziyor: Doğru ve isabetli tedavi ancak ki doğru teşhis ile mümkün olabilir.

“Kadın sorunu” olarak tanımlanan sorun da böyledir. Sorunun özü bir kez gözden kaçırıldımıydı, sorunun kendisi de çözümü adına ileri sürülenler de isabetli ve doğru olarak ortaya konma şansını yitirir esasen.

Sorunun özü, başlıkta da ifade edildiği gibi; insan soyunun, tarihin bir kesitinde üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezen-ezilen cins olarak sınıfsal bir ayrışıma uğramasıyla, anaerkil sistemden, erkek egemen sisteme geçilerek, cinsler arası eşit haklar ilkesinin ortadan kaldırılarak, kadının köleleştirilmiş olmasıdır. Ve böylece o kesitten itibaren toplumun başlıca çelişmelerinden birisi de ezen-ezilen cins çelişmesi olagelmiştir.

Ataerkilizm, kendisi de bir sistem olmakla birlikte, ancak kendi başına yalıtık bir şey olmayıp, sürecin egemen özel mülkiyet sistemlerine entegre olarak varlığını sürdürür. Nasıl ki geçmişte köleci ve feodal sisteme içkindiyse; bugün de kapitalist sisteme içkindir.

Bunun özel anlamı şudur: Ataerkilizme karşı mücadele, kaçınılmaz olarak, mevcut sınıflı topluma karşı mücadeleyle (ki, henüz sınıf çelişkilerinin ve de mücadelelerinin sürdüğü sosyalist toplumların ilk ve orta evrelerinde de) ortaklaşmak zorundadır. Çünkü nihai çözümünü ancak ki onu var eden ve her seferinde yeni biçimler altında yeniden-yeniden üretip geliştiren üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sisteminin (hukuku, kültürü, örf ve adetleriyle) tümden ortadan kaldırılıp, tarihin çöplüğüne atılmasıyla bulabilecek karakterde bir sorundur bu.

Sorunun özünün ve nihai çözümünün böyle olması, ona karşı yani sırf ataerkilizme karşı mücadeleyi güncel ve anın mücadelesi olmaktan çıkarmaz. Geçmiş dönem yanılgılarımızın aksine (ki bu yanılgılar, sınıfsal perspektif dışı, tepkisel bir yığın anlayış ve yaklaşımların ortaya çıkmasının da zeminlerinden olmuştu.) bu çelişme asgari çözümünü rahatlıkla mevcut toplumsal realiteler içinde de bulabilir karakterde bir sorundur. Çünkü sorun nihayetinde bir demokrasi sorunudur. Demokrasi mücadelesinin bazı unsurları özgülünde (örneğin ezen-ezilen cins, ulus ve inanç sorunları gibi) mevcut sistemler içerisinde de geliştirilebilir ve çok esaslı kazanımlar elde edilebilir bir boyuta sahiptir.

İnsanları şekillendiren ana unsur toplumsal sistemdir. Yani o sistemin egemen ideolojisi ve kültürüdür. Okullarından, ailelerinden, kışlalarından tutun da üretim birimlerine kadar her yerde kadınıyla erkeğiyle her birey o egemen değer yargılarınca şekillendirilir. Yani doğuştan ya da doğasal olarak değildir insanlarda ki kötülükler. "Kötü" veya "iyi" olanı belirleyen ve bireylere ta bebeklikten aşılayan erk, mevcut atarekil/ kapitalist sistemin doğrudan kendisidir. (Ve ama şu da bir gerçek ki; bunun bilincine varan bireyler, kesinlikle hem kendilerini bu kötünün dışına çıkarabilir ve hem de kendilerinden olan yeni nesil insanları alternatif kültürle yetiştirebilir. Ateist yapabileceği gibi, kadın ve erkeğin tam hak sahibi ve kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkına sahip özgür bireyler olarak da yetiştirebilirler) 

Sorun sistem sorunudur derken; anlamamız gereken işte tamda budur bir boyutuyla. Çünkü sistem bir kez egemen hale geldimiydi, kadını da erkeği de o sistemin birer uygulayıcısı yapar ve böylece her iki cinsi de değişen oran ve karakterlerde o sistemin mağduru/ kurbanı haline sokar. Çünkü sistem her iki cinsin biati ve kabullenmesi üzerinden meşruiyetini oluşturur ancak ki. Sınıf ve özellikle de cins bilinci edinememiş kadınların ataerkil değerleri nasıl 'normal'/ 'doğal' ve de 'tanrısal buyruk' algısıyla kabullendiği, uyduğu ve uygulayıcısı olduğu, kendisinden türeyen erkeği nasıl ‘efendi’ kadını da nasıl 'köle' olarak yetiştirdiği hepimizin malumu. 

İşte bu yüzden ataerkilizm kadının da (elbette baskın olarak kadının) erkeğin de ortak düşmanıdır. İşte bu yüzden ataerkilizme karşı mücadele, sınıf ve cins bilinci edinmiş kadın ve erkeğin ortak mücadelesiyle ancak ki alt edilebilir diyoruz. Yani bu bir keyfiyet değil; çelişmenin doğasının dayattığı bir zorunluluktur.

Bu biraz da şuna benziyor: Ezen-ezilen ulus sorununda Marksistler ezen ve ezilen ulus halkının ortaklaşa mücadelesinin başarı sağlayabileceğini söylerken; hevaller bunu şovenizmle itham edip şiddetle karşı çıkarlardı. Sonra hayat onlara da doğru yolu gösterdi ve nihayet bugünkü yaklaşım ve tutumlarına evrilebildiler.

Ama sınıf bilinci edinmiş kadın arkadaşların böylesi dar deneyci bir tecrübeyi yaşamaları gerekmiyor sanırım. Çünkü ellerinde Diyalektik- materyalizm kılavuzu var nede olsa, değil mi?

O halde anlamı ne ezen-ezilen cins çelişmesinin çözümü mücadelesinin öznesini sadece kadınlar olarak belirlemenin ve safları sadece kadınlardan oluşturmanın? 

Anlamı ve gereği ne Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamasını topal ördek yapmanın? Yani neden bu sisteme karşı cins ayrımı yapmadan birleşilebilecek tüm dinamiklerle birleşmek hedeflenmiyor da birleşik cephe darlaştırılarak marjinalize edilmek isteniyor? Kime ve neye hizmettir bu?

 

Katledilişinin 50. Yılı Vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML

Faşist T.C. Devleti tarafından, bundan 50 yıl önce bir komünist önder, aylarca süren işkenceli sorgular ardından hunharca katledildi. Buradan bir kez daha bu cinayeti kınıyor ve Türkiye-

K. Kürdistan devrimci hareketinin ender yetiştirdiği bu komünist önderi saygıyla anıyor ve ideallerine bağlı kalacağımızın sözünü yineliyorum.

Onun katli, “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” şeklinde olmayıp; bizzat devletin ilgili ve yetkili kurum ve kişilerince, “devletin ulvi çıkarları adına” karar altına alınan bilinçli ve iradi bir cinayettir.

Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan fikirlerdir. Onun yazılarında savunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” (TKP-ML Dava Dosyası, MİT Raporu.1973)

İşte hem ileri sürdüğü görüşlerin arz ettiği stratejik tehdit ve hem de işkence altındayken dahi milim geri adım atmayarak onları kararlıca savunmaya devam etmesi, onun katline ferman çıkarılmasının belirleyici gerekçesi olmuştur demek yanlış olmayacaktır. Çünkü ‘stratejik akıl’ öngörmüştür ki; böylesi bir beyin ve yüreğin arz ettiği stratejik tehdit, ancak ki susturularak savuşturulabilir.

Burada görülüp kabul edilmesi gereken şudur ki; devlet elbette, sınıfsal refleksle, o süreçteki tüm devrimci silahlı hareketleri, büyüyüp kitlesel tabanlar edinmelerine fırsat vermeden, alt etmeyi hedeflemiştir. Evet bu, yadsınamaz bir gerçek, ama şu da bir başka yadsınamaz gerçektir ki; devletin ‘stratejik aklı’ Kaypakkaya hariç, dönemin diğer hiçbir devrimci önderine karşı, yukarıya aktarılan MİT Raporunda olduğu gibi, özel bir hassasiyet içinde olmamıştır. Kaypakkaya özelinde gösterilen yaklaşımın benzer örneğine sadece Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının somutunda tanıklık ediyor tarih.

Dolayısıyla burada özel olarak baz alınan şeyin, “ihtilalci komünizm” fikir ve fiiliyatının arz ettiği ölümcül tehdit olduğu, rahatlıkla anlaşılabilir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ülkeye gelmesinden duyulan korkunun arka planında Bolşevik Devriminin halklar arasında yarattığı o muazzam etkinin korku ve paniği yatıyorken; Kaypakkaya’dan duyulan korku ise, 1920‘de yok ettiklerine inandıkları komünizm tehdidinin adeta yeniden hortlamış olmasıdır.

Faşist devlet nezdinde Kaypakkaya’nın tezlerini, o sürecin diğer devrimci önderlerinin ileri sürdüklerinden daha tehlikeli ve ölümcül tehdit olarak görülmesini sağlayan şey; hem çok tereddütsüzce komünizm ideoloji ve idealinin benimsenmesi, hem sistemden radikal köklü kopuşu temsil etmesi ve hem de o sürecin haklı bir üne sahip, egemen zorbaların korkulu belası olmuş Maoist devrim stratejisi olan Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisini (USHSS) benimseyip, uygulamaya sokmayı örgütlüyor olmasıdır.

Kaypakkaya’nın özellikle de TC. Devletinin kuruluş ideolojisi olarak Kemalizm’e dair analiz ve tanımlamaları üzerinden Devletin ve sistemin karakterine ilişkin çözümlemeleri, tartışmasız bir gerçektir ki, o güne değin karşılaşmadıkları türden, kutsallarına ve bekalarına yönelen radikal bir saldırı özelliğindedir.

Keza Kaypakkaya’nın toplumsal sınıf analizi ve buna bağlı olarak da devrimin esas olarak yaslanması gereken sınıf ve katmanlara ilişkin tespitleri de aynı şekilde onun fikirlerinin “zehirli fikirler” olarak görülmesinin bir başka sebebidir.

Elbette “ulusal sorun” bağlamında da, sorunun tam olarak ne olduğuna dair Kaypakkaya’nın tezleri (her ne kadar da sorunun özünün “pazar sorunu” olarak belirlenmesi, ezen-ezilen ulus çelişmesinin başlıca çelişmelerden biri olarak ifade edilmemesi ve keza Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş olması durumunun ‘tarihi bir haksızlık’ olarak nitelendirilmesi suretiyle, ‘birleşik Kürdistan’ talebinin günün sorunu olamayacağı gibi sorunlu yanları olsa da) tarihi bir eşik niteliğinde olup; o güne değin ileri sürülenlere (örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’ın tezlerine) kıyasla çok daha açık ve net olarak Leninist UKKTH ilkesi gereğince olup; her türden hakim ulus şovenizmine de kapıları sıkı sıkıya kapalıdır.

Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu ve kurduğu partinin programatik görüşleri olarak da kabul gören tezleri, yarım asırlık bir süreci etkisi altına alan Mustafa Suphi sonrası TKP’nin reformist + revizyonist hattı başta olmak üzere, irili ufaklı her türden burjuva, küçük-burjuva reformist, orta yolcu, darbeci, fokocu ve revizyonist akım ve hareketlerle giriştiği ideolojik-siyasi mücadele içerisinde şekillenmiş olup (gelişip yetkinleşmenin en önemli dinamiklerinden olan ideolojik mücadele, ne ilginçtir ki, bugün adeta terk edilmiş durumda. Kimsenin kimseyle bir derdi yok ve herkes ve her şey aynı bütünün unsurlarıymışçasına; ‘sınıf kardeşliği’ nin ‘barışı’ güdülüyor adeta.), bir bakıma; “HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL” (bu şiar TKP-ML' ye ait) olarak vücut bulmuştur demek, bir hakkın teslim edilmesi anlamında, son derece isabetli olacaktır.

Çok kısa denilebilecek bir sürede ve hem de yoğun örgütsel ve pratik mücadele koşuşturmaları içerisindeyken bu dereceli bir teorik külliyat ortaya çıkarabilmiş olması, herhalde ki onun bilimsel yöntemi/diyalektik materyalizmi çok iyi kavrayıp içselleştirmiş olduğuyla ve keza onun güçlü bir beyne sahip olmasıyla izah edilebilir.

Nitekim, ortaya koyduğu teorik eseri incelendiğinde, bu iki özelliği çok kolayca görülebiliyor da. Sınıf düşmanlarınca susturulmak istenen de aslında tam da bu yetkin beyindir.

KAYPAKKAYA VE ESERİ HAKKINDA KISA BİR DEĞERLENDİRME

Kaypakkaya’nın teorik eseri, ortaya çıktığı realite göz önüne alındığında, denilebilir ki; aslında henüz tamamına erdirilememiş, üzerinde çalışılarak son şekli verilememiş ‘taslak’ bir metin özelliği taşımaktadır. Öte yandan, kolektif bir tartışma sürecinden geçmemiş olması sebebiyle de bir partinin resmi görüşleri olma özelliği bakımından da sorunlu olup; esasen Kaypakkaya’nın kişisel görüş ve tezleri özelliğindedir.

Nitekim Kaypakkaya bunun önemle ve ciddiyetle ayırdında ve bilincinde olduğundan, partinin kuruluşunu takip eden bir yıl içerisinde program kongresini toplamayı önüne görev olarak koymuştur. Bunu öylesine ciddiyetle ele almaktadır ki; hapsedildiği hücrede kaleme aldığı savunma taslağında bile, ortaya koyduğu görüş ve tezlerini detaylandırma, tamamlama ve güncelleme derdinde olmuştur.

Tez ve görüşlerinin her biri hakkında bizzat kendisi neler düşünüyordu bilemiyoruz ne yazık ki. Ancak her şeyden önce ve ilk etapta sosyoekonomik yapı tahlili kapsamında ortaya koyduklarını masaya yatıracağını ve kongreye bir sosyoekonomik yapı tahlili taslağı sunacağını söylemek hiç de abes olmayacaktır. Keza bununla doğrudan bağlantılı olarak devrim aşama ve stratejisinin de kaçınılmaz olarak tartışılacağı açıktır.

Bunları, şuna dayanarak söylüyorum: Teorik eseri incelendiğinde rahatlıkla görülecektir ki Kaypakkaya’nın başlı başına bir sosyoekonomik yapı tahlili çalışması yoktur. Dolayısıyla da sosyoekonomik yapı tahlili adına ortaya koyduğu düşünceleri, daha çok, K. Kürdistan somutunda çıplak gözle gözlemleyebildiği baskın feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin genelleştirilmesi şeklinde, “ilk elden yorumlar” özelliğindedir.

Keza eserinin ilgili bölümleri incelendiğinde rahatlıkla görülecektir ki Kaypakkaya, daha TİİKP içerisindeyken, gerek arkadaşlarıyla iki farklı alanda yaptıkları saha çalışmalarında ve keza gerekse bir fiil pratik tanıklığıyla fikir sahibi olduğu Ege, Marmara ve İç Anadolu gibi alanlarda baskın üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu ifade eder. Hatta bir Kürdistan kasabası olan Kürecik’te bile baskın öğenin ticari kapitalist öğeler olduğunu dile getirir ilgili raporunda.

Ancak bu olgusal gerçeklere rağmen yine de (ki sanırım burada TİİKP yöneticileriyle giriştiği hararetli gerilla savaşı-halk savaşı polemiklerinin ve bir an önce ayrışarak her kesin kendi yoluna gitmesi gerektiğine dair güçlü inancının da basıncıyla) K. Kürdistan bölgesinin sosyoekonomik realitesini Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı olarak genelleştirme yoluna başvurmayı tercih ediyor. Tabii burada görülmesi gereken bir diğer önemli unsur da Kaypakkaya’da da K. Kürdistan ile Türkiye’nin iki farklı sosyoekonomik yapı olduğu fikri yoktur. Böyle olduğu için de ikisinin verilerinin toplamı üzerinden sonuca gitmekte de bir sakınca görmemiştir. Öyle ya tek ülke, tek baş çelişki ve dolayısıyla da aynı devrim aşama ve stratejisi geçerli nasılsa.

TİİKP’in revizyonist şefleriyle giriştiği kim gerçek anlamda ihtilalci ve gerçek halk savaşı istem ve savunucusu polemiği, sanırım Kaypakkaya’nın böylesi bir ikileme düşmesinin de zemini olmuştur. Çünkü malum, bir ön kabul olarak USHSS savunuluyor ve bu devrim stratejisi de ancak ki feodal, yarı-feodal ve sömürge, yarı-sömürge sosyoekonomik yapılar zemininde mümkün olabiliyor.

Bu bir spekülasyon değil; incelendiğinde görülecektir ki Kaypakkaya’ın “devrim stratejisi” olarak ortaya koyduğu teori, Çin devrim stratejisinin indirgeme bir kopyasından çok da farklı bir şey değildir. Yani bir bakıma sosyoekonomik yapı tahlili, adeta devrim stratejisine uyarlı kılınmış gibidir. (*)

Ve şu rahatlıkla söylenebilir ki; güçlü bir şekilde bilimsel yöntemi ve komünizm teorisini kendisine rehber edinen Kaypakkaya’nın, teorik çalışmasının bu konularını ve muhtemelen daha başkalarını da örneğin:

- Türkiye ve K. Kürdistan’ın farklı sosyo-ekonomik yapılarca karakterize edildiğinden hareketle iki farklı baş çelişki ve iki farklı devrim aşaması ve birleşik devrim sürecinin bir ihtiyacı olarak da Kürdistan seksiyonun oluşturulması zaruriyeti ve de farklı devrim stratejilerinin gerekli hale gelip gelmediğini, 

-Öte yandan ezen-ezilen ulus, cins ve inanç/mezhep çelişmelerinin başlıca çelişmeler olarak formüle edilip edilmemesi sorunu, 

-Keza kurtuluş savaşının önderliği ve Kemalizm’in ilk döneminin sınıfsal analizi, 

-Keza önemli oranda sübjektif yönler barındırdığı apaçık olan Dünyada ve Türkiye’de devrimci durum ve görevlerimiz konusunda ve 

-Keza eserinde çok belirgin bir şekilde yer alan iki farklı çağ tespiti gibi konuları da kongre sürecinde tartışacağı, tartıştıracağı ve daha tam haliyle kongre onayına sunacağı, kuvvetle olasıydı. Çünkü tüm bu konularda çok belirgin açmazlar, çelişkili olup birbirini dışlayan ve hayat tarafından desteklenmeyen sübjektif ve mekanik değerlendirme ve belirlemeler söz konusudur. Bunların en azından önemlice bir bölümünü ilk etapta zaten bir fiil kendisinin doğrudan görebilme olasılığı çok yüksek. Bunun, kuvvetli olasılıkla böyle olacağını, (Bu konuları “‘Türkiye’ ve sosyalist devrim gerçekliği” kitabım başta olmak üzere diğer bir kısım kitaplarımda genişçe ele aldığımdan, burada böylesi kısa değinilerle yetiniyorum) Kaypakkaya’nın fikirlerinin evrimsel sürecini takip eden herkes rahatlıkla teslim edebilir. Çünkü o gerçek anlamda bilimsel düşünme rehberi olan somut koşulların somut tahlili Leninist ilkesini güçlü şekilde içselleştirmiş bir liderdir. O aynı zamanda, tıpkı öğretmenleri Mao ve Stalin gibi iyi bir Leninist’tir. Zaten eseri incelendiğinde Lenin’in güçlü etkisi hemen kendisini belli eder de. Ve öte yandan o, özellikle de devrim stratejisi ve modern revizyonizme karşı sınıf mücadelesinin yürütülmesi sorunlarında da Mao’nun sıkı bir öğrencisi ve takipçisidir. Fakat o, eserinin hiçbir yerinde kendisini bir ‘Maoist’ olarak tanımlamaz da. Onda “Mao Zedung Düşüncesi” (MZD) formülasyonu varken; “Maoizm” formülasyonu yoktur. Yani Kaypakkaya Mao’nun ML teoriye katkılarından hareketle onu ‘üçüncü zirve’ olarak değerlendirmez. Onun açık formülasyonu: “Marksizm-Leninizm ve MZD” dir. Ama böyleyken ardılı partilerden kimileri, sırf kendileri ‘Maoizm teorisi’ savunusu yaptıkları için; Kaypakkaya’yı da ‘Maoizmi’ savunuyormuş gibi sunmaktadırlar ki; bu asla doğru bir yaklaşım olmadığı gibi, Kaypakkaya’nın anısına saygısızlıktır da. Çünkü her şeyden önce onun kendisinde böyle bir formülasyon yokken; varmış gibi sunmak, fevkalade saygısızcadır. Kimsenin onun onayından geçme şansı olmayan kendi doğrularını onunmuş gibi lanse etme hakkı olmasa gerek. Yaşasaydı, sol sübjektif bir sapma olan ‘Maoizm Teorisi’ni benimser miydi bilemeyiz elbet; ama ortada olan bir gerçek var ki; o da geride bıraktığı eserinde bu formülasyon ve teorinin olmadığıdır. Dolayısıyla da ondan ve eserinden bahsedilirken baz alınması gereken bu olur herhalde ki, değil mi? Bu vesileyle bunu da antrparantez böylece ifade etmiş olayım.

Ve ama ne yazık ki Kaypakkaya, temelini atıp, kolonlarını dikip, çatısını da çattığı görkemli eserini tamamlama ve sağlamlaştırma fırsatı bulamadı. Doğal olarak bu tarihi görev ve sorumluluk, kurduğu ve ‘emanetini’ bıraktığı TKP-ML' ye kalıyordu.

Dönemin önder kadrolarının ezici çoğunluğu kısa sürede tutsak düşmüştüyse de ama hayattaydılar ve rollerini bir şekilde oynama ve Partiyi toparlayıp harekete geçirme şansına sahiptiler. Nitekim bir-bir buçuk yıl gibi kısa bir süre sonra (1974 Affıyla), ‘kurucu kadro’ olarak tanımlanan kadroların büyük çoğunluğunun tutsaklığı sona erdi.

Ancak acı bir şekilde görüldü ki; “Koordinasyon Komitesi” olarak görev üstlenen bu kadroların tamamına yakınının (ki, aslında hapiste kalan M. Oruçoğlu ve A. Kılıç da dahil) Kaypakkaya ile aralarında uçurumlar oluşmuş. Adeta hapishanede akılları başlarına gelmişçesine; sosyo ekonomik yapı tahlili ve devrim stratejisi başta olmak üzere temel bazı konu başlıklarında Kaypakkaya’dan farklı düşündükleri anlaşıldı. Öyle ki bunlar, kuruluş kongresini yapmamış olmasından hareketle, TKP-ML’nin parti olma özelliği dahi kazanamamış olduğunu, dolayısıyla, bir ‘hareket’ olarak kaldığını ileri sürecek kadar Kaypakkaya ile yollarını ayırmışlardı.

Ve daha da beteri, bunlar bu düşüncelerini, iç tartışma yoluyla kolektifin iradesine sunup, ardından da kongreyi toplayarak yapının resmi görüşüne dönüştürmeye çalışma yerine, darbeci, anti demokratik bir tarzla, tepeden talimatlarla bunları yapıya dayatmaya kalktılar. Böylece parti bu kez de iç dinamikleri üzerinden ağır bir darbe aldı ve bölündü.

Bu durum da gösteriyor ki; Kaypakkaya, TİİKP eleştirisi üzerinden etrafına topladığı nispeten öne çıkmış beş-on ileri militan ile kuruluşunu ilan ettiği TKP-ML, aslında kendi aralarında bir devrim teorisi üzerinde tartışıp netleşmiş ve dolayısıyla da her biri o devrim teorisinin inançlı, kararlı savunucusu olmuş, önder-kurucu kadro niteliği taşıyanlar tarafından kurulmamıştır. Tam aksine, her biri Kaypakkaya’dan etkilenen, ona inanıp güvenen, onunla ölümüne yol almaya karar vermiş bu devrimci militan kadrolar; azgın bir fırtınada kaptanlarını yitirince, bir nevi ‘fikirsel özgürlük’lerini kazanmış olarak, farklı düşündüklerinin idrakine varmış oldular.

İşte bu tablo bile Kaypakkaya’nın gerek teorik gerek örgütsel ve gerekse de silahlı mücadelenin başlatılması anlamında birçok şeyi (muhtemelen mücadele seyri içerisinde teoriyi ve partiyi inşa edeceği düşüncesiyle) aceleye getirerek kotarmaya çalıştığını göstermeye yeterli olacaktır.

Bu acı gerçekliğimiz aynı zamanda şunu ortaya koyuyor ki; bir teori, bir program veya bir strateji ancak ki onlarca önder kadro tarafından ortak bir irade ürünü olarak içselleştirilerek benimsenip sahiplenilmesi halinde güçlü bir harekete veya istikrarlı-ısrarlı politik önderliğe sahip bir partiye dönüşebilme şansına sahip olabilir.

Görüldü ki Kaypakkaya’nın kuruluşunu ilan ettiği TKP-ML bu özelliğe sahip olarak kurulmadığından; sonrası süreci de kaçınılmaz olarak, sancılı bir seyir izleyecekti. Tarihi ve bilimsel bir gerçektir ki, bir yapı veya partinin iç istikrarının ve güçlü-disiplinli birliğinin temeli sadece ve sadece ideolojik-siyasi birliğidir. Eğer bu yoksa, o yapı veya parti iç didişme ve bölünüp parçalanma döngülerinden yakasını asla kurtaramaz ve tüm enerjisini de esasen kendi bu marazlı mecrasında tüketmek durumunda kalır. Yarım asırlık TKP-ML tarihi gerçekliği bunun yadsınamaz kanıtı değil midir sizce de?

1976 yılında Koordinasyon Komitesi darbeci bir tarzla kendi görüşlerini partiye dayatmayıp, tüm temel stratejik konuları bir kongre gündemi olarak parti içi tartışmaya açsaydı ve demokratik-merkeziyetçilik ilkesi esası üzerinden parti birliği ve inşasını koruma azami özeni içerisinde olsaydı (ki, aynı şey bu partiye, benzeri bir şekilde, 2017’ de yaşanan darbeci tasfiyecilik sürecinde de yaşatıldı.); muhtemelen parti ilk kongrede olmasa da sonraki bir-iki kongre sürecinden, aynılar aynı ayrılar ayrı yerde olarak da olsa, ideolojik-siyasi birliğini sağlayıp pekiştirerek çıkmayı başarır ve böylece de nispeten istikrarlı bir yapı karakteri kazanabilir ve en önemlisi de kendi içinde demokrasi kültürü edinebilirdi. 

Ancak bu tarihi fırsat Koordinasyon Komitesince hoyratça heba edildi. Haklı olarak bu darbeciliğe karşı TKP-ML’yi sahiplenen kesim, kadrosal güç itibariyle, doğal olarak daha da cılız düştü ilk başlarda. Ve sanırım hem kendilerine yeterince güven duymamaları ve hem de bir anda merkezi koordineden yoksun kalmalarının da yarattığı ‘panikle’ önlerine öncelikli görev olarak merkezi hiyerarşiye sahip bir örgüt haline gelmeyi koydular. O realite içerisinde belki anlaşılabilir bir tutumdur, ancak stratejik yönelim boyutuyla sorgulandığında, hiç de isabetli bir tutum olmadığı rahatlıkla görülebilir de. Bölgesel güçler arası koordineyi sağlayacak ve parti güçlerini merkezi konferansa hazırlayacak ve konferansı örgütleyecek bir örgütlülük oluşturulabildiğine göre; demek ki görev edinilseydi, Kaypakkaya’nın görev olarak önüne koyduğu program kongresi de rahatlıkla örgütlenebilirdi. Ancak böyle yapılmayarak, tabiri caizse, lokal iyileştirmelerle günü kotarmak tercih edildi. Yani bir tarihi fırsatta böyle kaçırılmış oldu.

Ve bu adeta kısır bir döngüye dönüşerek, sonrası süreci de belirler oldu. Böylece, aradan yarım asır gibi devasa bir zaman geçmesine rağmen, TKP-ML hala Kaypakkaya’nın yarım kalmış eserini tamamlayamamış olduğu gibi, iç istikrarının ve örgütsel birliğinin çimentosu olan siyasi birliğini, devrim teorisi (sosyoekonomik yapı tahlili başta olmak üzere, devrim aşama ve stratejisi ve tüm diğer temel siyasi sorunlar) üzerinden oluşturmayı başaramadığından, (1994’de faşist Türk Devletinin, Parti güçlerinin birleşmesiyle yakaladığı o muazzam atılım hamlesinin önünü kesmek maksadıyla, hemen 1.OPK sonrası, ajanı kontra Nihat üzerinden tezgahladığı Partiyi bölüp parçalama saldırısıyla yaşanan bölünme hariç.) irili-ufaklı bölünüp parçalanmalarla güç  yitirmeye devam ediyor maalesef ki.

Kaypakkaya’nın ardılı oldukları iddiasında olan kurumların (B. Partizan ve kısmen de MKP hariç) Kaypakkaya’dan en büyük kopuşları, herhalde ki, hayatı 1972 de ve Kaypakkaya’nın ortaya koyduklarıyla dondurmuş olmalarıdır. Yani bilimsellikten ve verili anın sınıf mücadelesini yürütmenin siyasetinden kopuşlarıdır. Kaypakkaya’nın o gün bile kapitalist olarak değerlendirdiği çok açık olan, ama K. Kürdistan üzerinden, toplama bir sonuç ile, yarı-feodal olarak nitelemeyi yeğlediği Türkiye’nin bugün hala yarı-feodal olarak değerlendirmeye devam ediliyorsa, devrim aşaması hala Kaypakkaya’nın formüle ettiği “özü toprak devrimi olan demokratik halk devrimi” olarak savunuluyorsa ve tek ülke olarak ele almaya devam ettikleri ‘Türkiye’ için devrim stratejisi hala Kaypakkaya’nın öngörmüş olduğu biçimiyle geçerliliğini koruduğu ileri sürülebiliyorsa (ki, TKP-ML, 2019 yılında gerçekleştirdiği program kongresinde, sosyoekonomik yapı tahlili dahi yapıp tartışmadan bütün bunları karar altına alabiliyor da.); açıktır ki burada Kaypakkaya’nın esamesi dahi okunamaz aslında.

Yani özetle: Kaypakkaya’nın tamamlamaya ömrünün yetmediği eseri hem hâlâ o haliyle duruyor ve hem de hayat ile teori arasındaki marj, Kaypakkaya dönemiyle kıyaslanamayacak derecede çok daha fazla açılmış olduğundan; eskide ısrar, TKP-ML’yi siyasi mücadele alanında etkisiz marjinal bir hareket konumuna düşürmeye devam ediyor.

İşte tam da bu yüzden, TKP-ML, katledilişinin 50. Yıldönümü vesilesiyle, Kaypakkaya’nın tarihsel rolünü ve işlevini betimlemek için kullandığı o isabetli saptamayı kendisine günün acil görev ve sorumluluğu olarak belirlemesi, herhalde ki, Kaypakkaya’nın tarihsel işlevinin güncelleştirilmesi anlamında da daha isabetli olacaktır.

Yani TKP-ML’yi hak ettiği yere taşıyabilmenin tek gerçekçi yolu kendi tarihiyle hesaplaşması, güncelliğini yitirmiş siyasi tespit ve değerlendirmelerden ve keza yanlış ve eksik olanlardan kararlıca kopuşu sağlaması ve günün somut koşullarında çözüm olabilecek yeni bir yol ortaya koymasıdır.

Yaşam deneyimimiz gösteriyor ki; bu tarihi görev ve sorumluluk sırf, örgütsel/hiyerarşik ihtiyaç gereği oluşan önderliklere havale edilemeyecek kadar hayatidir TKP-ML için. Bu yüzden de kendisini TKP-ML’li olarak tanımlayan herkes, (“ben bilmez merkez bilir” edilgenliğinden ve köylü miskinliğinden çıkıp) bunu kolektif bir iradeye dönüştürmek için, belki de bir ‘Kültür Devrimi Ruhu’ ile, yapıyı bu rotaya sokmayı görev edinmesi gerekiyor.

Ve sanırım ancak ki bu şekilde Kaypakkaya’ya ve sınıfa/halka karşı olan tarihi sorumluluğumuzu yerine getirebilmek üzere her birimiz üzerimize düşeni yapıyor olabileceğiz. 

Ha, olurda birileri öküz altında buzağı aramaya çalışırsa, boşuna zahmete girmemesi için peşinen ifade edeyim ki, burada ‘cepheden bayrak açma’ tutumu yok. Bu sadece; “kol kırılır yen içinde kalır” tutumuyla hareket etmenin artık bir sorumsuzluğa dönüştüğü bu özgülde, dışa dönük bir iç eleştiri ve değerlendirmeden ibarettir.

ŞAN OLSUN KOMÜNİST ÖNDER KAYPAKKAYA’YA VE ÖLÜMSÜZ ESERİNE

23 Şubat 2023

2023 Seçimlerinde okun sivri ucunu neden hakim sınıf kliklerinden en gerici en faşist olanına yöneltmek zorundayız ?

Başta Emek ve Demokrasi Bloğu olmak üzere halk güçlerinin önemlice bir kesimi 2023 seçimlerinde Tayip Erdoğan ve AKP ve MHP dinci faşist iktidar blokunun önünün kesilmesini; günün isabetli siyasi taktiği olarak belirlemişken, ancak ne var ki bir kesim sol-sosyalist ve komünist güçler ise, bunun aksine; “bir faşisti indirip yerine bir başka faşistin gelmesi için oy kullanamayız” diyerek, cumhur başkanı seçiminde ‘boykot’ taktiğini, günün isabetli taktiği olarak ileri sürmekte.

Gerek toplumların yaşamında ve gerekse sınıflar arası mücadelede bazen, ‘normal’ olanın dışında, çok kritik anlarla yüz yüze kalınır. Tarihi anlardır o anlar. Ya doğru strateji ve taktiklerle geriye, daha yıkıcı ve kötü olana gidişin önüne set çekmek başarılır ya da aymaz tarihi öngörü körlüğünün ceremesini bir toplum olarak yaşamak zorunda kalınır. Bunun kahredici örnekleri tarihin her kesitinde çokça vardır ve çoğumuz da bunlardan en azından bir iki tanesini biliriz. 2023 cumhur başkanlığı seçimleri de işte böylesi kritik bir eşiği ifade eder. Çünkü Tayip Erdoğan ve kullanışlı aparatı AKP için 2023 seçimleri, kendi tabirleriyle, ‘hedefe varmak için’ binecekleri son ‘demokrasi treni’dir. Yirmi yıldır iktidarda olan ve başkanlık sistemiyle de tüm yetkileri kendisinde toplamışken, acaba yapmadıkları daha başka ne kalmış ki millet adına; “yeter, söz ve yetki milletin!” şiarıyla 2023 seçimlerini ille ki kazanmaları gerekiyor?

Birçok siyaset bilimci, Tayip Erdoğan ve AKP’nin cumhuriyetin 100. Yılını rövanş yılı olarak belirlediğinde hemfikir. “Yeter, söz ve yetki milletin” şiarı aslında bu ‘gizli ajanda’nın parolası olarak dillendirildi. Yani başkanlığı tekrar kazanması halinde; laiklik adına ne kadar kırıntı varsa hepsini tırpanlayıp, şeriat ilan edilecektir. Bunun her türlü imkanları zaten çoktan beridir hazırlanmakta da. Seçimi çok az bir farkla kaybetmesi halinde de her türlü zora ve hileye başvurarak bunu bu kez de yine kendi tabirleriyle, ‘kanlı’ bir darbeyle gerçekleştirmeye de teşebbüs edecekleri, herhalde ki bir giz olmasa gerek.

Bunun toplum ve sınıf mücadelesi açısından, nasıl bir orta çağ karanlığına sürüklenmek olacağını, en azından kapı komşumuz İran örneğinden de olsa bilebilecek durumdayız. Toplum, en dinamik unsuları olan demokratları-ilerici sol-sosyalistleri, kadınları ve Alevileri on yıllarca kendilerini toparlayamayacağı bir şekilde yitirme tarihi kıyımıyla yüz yüze kalacaktır.

Bu tehdit ve tehlikenin belki de en çok farkında olanlar Alevi kuruluşları olmalı ki; yaptıkları hemen hemen her kongre ve kurultaylarında, bir demokratik talep olarak, laikliğe baskın vurgular yapageldiler. Keza birçok sol çevre ve ‘demokrat Kemalist’ diye nitelenebilecek azımsanmayacak bir kesim, hatta tekelci büyük burjuvazinin kalbur üstü kesiminin önde gelen eleştiri ve taleplerinden biri de laiklik ilkesi olageldi. Yani bu çelişme, bazılarının sandığı gibi soyut ve keyfi değil; somut ve başlıca çelişmelerden biri konumuna yükseleli çok oldu. Bugün ise, somut ve yakın tehlike şeriat tehdidine karşı artık adeta en güncel çelişmelerden biri durumunda. Yani artık demokrasinin başta gelen temel talepleri arasında. Bu en yakıcı olarak da kadınlar ve Aleviler için hayati önem arz eder durumda.

Fakat maalesef ki sol-sosyalist cenahın önemlice bir bölüğü bu toplumsal realitenin hala ayırdına varmış değil ki; 2023 seçimlerini, daha öncekiler benzeri, sıradan alışıla gelmiş bir seçim olarak değerlendirebilmekte ve dolayısıyla da kayıtsız kalmayı en tutarlı devrimci duruş olarak propaganda etmekte herhangi bir anormallik görmeyebiliyor: Düşmanlardan birini diğerine tercih etme aptallığına düşmeyeceğiz.

Tıpkı Alman komünistlerinin; sınıf işbirlikçiliği yapmama adına, sosyal demokratlarla ittifak yapmayı reddederek Hitler’in kazanmasını sağlaması gibi tarihi bir aymazlık örneğindir bu yaklaşım. Doğrudur elbet, stratejik olarak düşmanlar arasında bir tercihte bulunmayız; onları tümüyle ve tamamen ortadan kaldırmayı hedefleriz. Fakat düşmanı sırf kendi gücümüzle, böyle tümüyle ve bir seferde ortadan kaldırma imkanının bulunmadığı koşullarda, mecburen (evet mecburen), savaş bilimi yasaları gereğince hareket etmek zorunda olduğumuzu da biliriz. Kaldı ki düşmana karşı başarılı bir savaşım sürdürebilmek için, sınıf savaşımında kendisine “öncü kurmay” vasfı atfeden her özne bunu bilme ve gereğini yerine getirme tarihi sorumluluğuyla yükümlüdür de.

Toptan bir seferde yıkılamıyorsa; o halde mecburen parça parça ve aşamalı olarak yıkma savaş stratejisi uygulanmak zorundadır. Bunun için de düşman cephesindeki çelişkilerden yararlanmak ve birleşebilecek tüm güçlerle birleşmek, verili süreçte okun sivri ucunun yöneltmesi gereken baş düşmanın saf dışı edilmesi hedeflenecektir. İttifak siyaseti güdülmeden, düşman cephesinde ki çelişkilerden yararlanılmadan, onların gücünü bölünüp parçalanmadan, bir kısmıyla birleşmeden veya en azından o süreçte tarafsız kalması sağlanmadan o muharebeyi kazanmak, o güçlü düşmanları alt etmek nasıl mümkün olabilir ki?

Ezilenlerin savaş stratejilerini formüle eden savaş kurmayları olarak Engels’te de Lenin, Stalin, Mao ve Giap’ta da bunun böyle olması gerektiği bir yığın örnekle teorik olarak da bizlere armağan edilmişken; bu ustaları rehber aldıklarını söyleyenlerin, tamamen aykırı bir yaklaşımla hareket ediyor olmaları da ayrıca değerlendirilmeyi hak ediyor olsa gerek.

Stalin Hitler faşizmine karşı savaşırken, örneğin ABD ve İngiltere’nin düşman güçler olduğunu mu unutmuştu acaba? Ya da Mao iç savaşta kıran kırana savaştığı Çan Kay Şek ile ateşkes yapıp Japonlara karşı birleşik cephe taktiği uygularken; sınıf işbirlikçi mi olmuştu? Vs. vs.

Anlamak gerçekten de çok kolay değil. Bazıları, kamuoyuyla paylaştıkları bildirilerinde: “...AKP iktidarı 2023 seçimlerini ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyor. ‘İslami bir Türkiye’ hayali peşinde olan AKP, seçimleri kazanması durumunda bunu ilan etmekten geri kalmayacaktır.” şeklinde durum değerlendirmeleri yapıyor olmalarına rağmen; yine de cumhur başkanlığı seçiminde, “Erdoğan’ın kaybetmesi, onun karşısında olan ve onu ve şeriat tehlikesini bertaraf edecek burjuva muhalif cepheden bir başka adayın kazanması” şeklinde bir seçim taktiği uygulamayacaklarını, cumhur başkalığı seçiminde oy kullanmayıp, kayıtsız kalmak gerektiğini ileri sürebilmekteler. Yani demek ki bu anlayış sahipleri burjuva demokrasisi ile açık faşizmin, faşizm ile dinci faşizm olan bugünün şeriata dayalı diktatörlüklerin toplum yaşamı ve özel olarak da sınıf mücadelesi bakımından ne türden sonuçlar doğuracağının ya yeterince bilincinde değiller ya da bunu önemsemiyorlar. Başka bir izahatı yok bunun.

Oysa durum gerçekten de çok ciddi ve tehlike gerçekten de çok büyük. Dolayısıyla da sosyal ve ulusal mücadele yürüten tüm siyasi öznelerin tarihi bir sorumlulukla karşı karşıya olduklarının idrakiyle hareket etmeleri, topluma karşı tarihi sorumluluklarının zorunlu bir gereğidir.

Bu anlamda olmak üzere; öncelikle Erdoğan’ın önünün kesilmesi ve seçimlerde yenilgiye uğratılması hedefinde, birleşilebilecek tüm güçlerle birleşerek bunun başarılması siyaseti, günün en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

Keza aynı zamanda seçim yenilgisini tanımayıp, ‘sivil’ darbe girişiminde bulunabilecekleri de asla göz ardı edilmeden; ivedilikle bir iç savaş pozisyonun da alınması ve hızla bunun örgütlülüğünün ve teknik hazırlıklarının tamamlanması gerektiği de yine aynı şekilde, sürecin bir diğer önemli ve isabetli siyasi taktiği olacaktır.

 

Zorunlu Açıklama!

Kısa bir süre önce; "Bir İşkencehane Olarak Sansaryan Han ve Süleyman Cihan." başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazının giriş bölümünden de anlaşılacağı gibi bu yazı, Anayasa Mahkemesi'nin Sansaryan Han’a ilişkin kararı vesile yapılarak yazılmıştı.

Sosyal medyayı ve malum platformları aktif olarak takip etmediğimden; yazıya ilişkin kimlerin ne türden değerlendirmeler de bulunduğunu bilmiyorum. Bu çok ta önemli değil; elbette her okurun kendine göre değerlendirme, beğeni ve yergileri de olacaktır.

Prensip olarak, yapılan her eleştiriye yanıt verme ya da beğenmediğim değerlendirmelere reaksiyon gösterme şeklinde bir tutum içinde değilim.

Bu yazıda Süleyman Cihan'a ilişkin dile getirdiklerime gösterilen tepkilerden bazılarını birkaç arkadaş benimle paylaşınca, bir açıklama yapma gereği duydum.
Birileri şunları yazmış:

 "Halil bu yazdıklarını bu biçimiyle bugüne kadar kolektif faaliyetlerinin karar süreçlerinde hiç dile getirmemişti. ima ettiği kişiye karşı mesafeli bir tutumu  vardı, ama burada yazdıkları başka anlamlar taşıyor. Ayrıca, bu yazılanların  kişisel değerlendirme, yorum ve kurguları aşıp, yarı resmi olarak bir kesim tarafından paylaşılıyor olması da ayrıca ilginç. Tarihin tanıkları, tanıklıklarını en etkili olduğu süreç ve mecralarda anlatıp, çözmemişte, şimdi yapma çabası da ayrıca düşünmeye değer."

Burada sanırım öncelikle şunu dile getirmem gerekiyor: Herhangi bir araştırma inceleme yapmadan, sanki de bütün örgütlü mücadele süreçlerimin doğrudan tanığı ve tutanakcısıymış gibi veya nerede neyin nasıl yaşandığının belgelerinin arşivcisiymiş gibi, " bir bilen" ve " her şeyi bilen" miş gibi kesin hükümlü ifadeler kullanarak benim yazdıklarımı eleştirip değerlendirmek; bilimsellikten öte, her şeyden önce etik olmasa gerek.

Oysa ben, tanığı olduğum bu yaşananları Sansaryan Han' dan hapishaneye tekrardan geri götürüldüğümde, oradaki parti organına aktardım. Bu bilgiler dışarıya rapor da edildi.
Ve konunun gündeme geldiği ya da getirildiği her platformda, yazıda, tanığı olarak anlattığım şeyleri ifade ettim de.

Keza anı anlatı kitabımda ve MKP de Siyasal Öznelcilik ve Dogmatizm isimli kitabımın  'Tarihi Muhasebe' bölümünde de bu konuyu anlattım.

Keza Ahmet Cihan ve Mehmet Çetin' in ortaklaşa yazdıkları kitapta Süleyman Cihan' ın yakalanmasına ilişkin anlatılanlara da itiraz ederek uzunca bir mektup yazıp paylaştım.
Yani özetle, hani deniyor ya; " Halil bunları bugüne kadar niye dile getirmemiş te, şimdi dile getiriyor acaba?"  Ya da; "Bugüne kadar niye susmuş ta bugün konuşuyor?" vs., gibi iddiaların bir gerçekliği yoktur.

Dediğim gibi, en azından zahmet edipte kitaplarım okunmuş olsaydı; bu kadar ezberden ahkâm kesmeye de gerek kalmazdı. 

Halil Gündoğan, 02.01.2023
                                                   

Sayfalar