Cuma Mayıs 24, 2024

Doğu Rüzgarı, Batı Rüzgarını Yenecek!

Emperyalist kapitalist sistemin krizi dünya çapında etkilerini gösteriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal saldırısıyla keskinleşen ve derinleşen kriz, beraberinde rakip emperyalist kampların birbirine yönelik hamleleriyle sürüyor. Rusya’nın “nükleer silah kullanma” ve savaş için “kısmi seferlik” ilanının ardından işgal ettiği bölgelerde düzenlediği referandumla bu bölgeleri ilhak etmesi; Rusya üzerinden Almanya’ya doğalgaz taşıyan Kuzey Akım 1 ve Kuzey Akım 2 boru hatlarındaki sabotaj ihtimali güçlü olan patlama ve sızıntılar bu çelişkileri daha da keskinleştirmiş durumdadır.

Çelişkilerin keskinleşmesi emperyalist kapitalist dünya sisteminde etkileri önümüzdeki yıllarda daha net görülecek olan sonuçlara yol açacaktır. ABD ve Çin emperyalizminin, Tayvan üzerinden karşı karşıya gelmesi bir yana -ki bu çelişki önümüzdeki yıllarda daha da keskinleşecektir- örneğin AB içinde belirleyici güçlerinden olan Alman emperyalizmi sözcülerinin yaptıkları kimi açıklamalar, önümüzdeki süreç içinde kapitalist sistemin dünya halklarına yönelik savaş, açlık, yoksulluk, göçmenlik vb. başka bir şey vaat etmediklerini göstermektedir.

Kriz beraberinde Avrupa Birliği devletlerinde silahlanmaya kaynak ayrılması, enflasyonun ve enerji fiyatlarının yükselmesi, kamu harcamalarının kısılması vb. politikalarını gündeme getirirken; halkların bu politikalara karşı gelişecek olası tepkilerine karşı ise ırkçı ve faşist partilerin önünün açılması, desteklenmesi ve hatta son İtalya seçimlerinde görüldüğü üzere iktidara getirilmesi süreci yaşanmaktadır. Açık ki tüm bunlar tesadüf değildir.

Kapitalist sistemin uygulamaya koyduğu neo-liberal politikaların doğal sonucudur. Kapitalizmin düşen kâr hadlerini yükseltmek için devreye soktuğu bu politikalar; sosyalizmde yaşayan geriye dönüş ve modern revizyonizmin iktidarıyla birlikte SSCB’nin yüzündeki sosyalist maskeyi çıkarıp atması ve tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, dünya halklarına “kurtuluş” umudu olarak propaganda edildi.

Gelinen aşamada, kapitalist sistemin aşırı kâr hırsının doğal sonucu ve ürünü olan “iklim krizi” ve buna eşlik eden ekonomik kriz, ABD-AB ve Rusya emperyalizminin Ukrayna üzerinde yürüttükleri savaşın sonucu olarak gösterilse de, bu yanıltıcıdır. Bahsi edilen çelişkiler, kapitalist sistemin doğasında vardır ve Ukrayna üzerinden emperyalist klikler arasında yaşanan savaş, bu çelişkileri daha da keskinleştirmiş ve derinleştirmiş durumdadır.

Bunu net olarak ifade etmek gerekir.

ABD ve AB emperyalistlerinin amacı Ukrayna halkının özgürlüğü ve refahı değildir. Tersinden, Rusya emperyalizmin amacı işgal ettiği bölgelerde Rus etnik kökenine sahip Ukrayna vatandaşı halkın özgürlüğü ve bağımsızlığı değildir. Savaşın nedeni, emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz, emperyalist kliklerin pazar dalaşı ve hegemonya mücadelesidir.

 Faşizmin algı operasyonları

Sistemin içinde bulunduğu durum, emperyalizmin yarı-sömürgesi olan ülke ekonomilerini de doğrudan etkilemektedir. Örneğin kurulduğu günden beri, emperyalizmin yarı-sömürgesi olan Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum; yaşanan ekonomik kriz ve halkın alım gücünün çarşı pazarda yaşadığı korkunç düşüş bu süreçten bağımsız değildir. Emperyalist kapitalizmin krizi, aralarında Türkiye’nin de olduğu yarı-sömürge ülke ekonomilerini daha derinden etkilemektedir.

Bu durum her ne kadar; “Benim ülkemde marketlerde raflar boş değil. Ama Amerika’da bile bugün raflar boş, Fransa’da raflar boş, Almanya’da raflar boş” (R.T.Erdoğan, 20 Eylül) ya da Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin “Neo klasik … epistemolojik … heteredoks yaklaşım…davranışsal ekonomi ve nöro ekonomiyle…” (30 Eylül) açıklamalarında olduğu gibi mizah konusu yapılsa da durumun ciddi olduğunu ifade etmek gerekir.

Türk hakim sınıf sözcülerinin bu türden açıklamaları, halihazırda var olan ekonomik kriz nedeniyle olsa da asıl olarak seçim sürecine yönelik kapsamlı bir algı operasyonun parçasıdır. Faşizmin sözcüleri ekonomik kriz nedeniyle azalan kitle desteğini konsolide etmek için diğer ülkelerdeki ekonomik krizinin sonuçlarını propaganda etmektedirler.

“Herkes kötü, sabredin” diyerek kendi hırsızlıklarını gizleme çabası içindedirler. Ancak bunu yaparken gerçekleri açık etmek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin R.T.Erdoğan bir açıklamasında batıyı hedef alırken; “Bu ülkelerde yaşayan herkes yüzde 8-9 oranında açıklanan rakamlarla, gerçek enflasyon oranları arasındaki devasa farkı iyi biliyor” demektedir. (27 Eylül)

Böylelikle R.T.Erdoğan bu sözleriyle faşizmin resmi kurumu olan TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarının “gerçek enflasyon oranı” yansıtmadığını da kabul etmektedir. Her açıklama ve davranışları halk kitlelerini yanıltma ve manipülasyon üzerine kuruludur. Bu türden açıklamaların belli oranda mizah konusu yapılması anlaşılır olsa da halkın belli bir kesimi üzerinde etkisi olduğunu kabul etmek gerekir.

Bu etkinin nedeni ise elbette rakip hakim sınıf kliği sözcülerinin yetersiz muhalefetinde değildir. Çünkü emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olarak, bu hakim sınıf klikleri sözcülerinin de ekonomik alanda halka önereceği çözüm, “üç aşağı beş yukarı” aynıdır.

Aynı olmak zorundadır.

Şimdilerde “helalleşme”, “hesaplaşma” söylemleri eşliğinde propaganda edilip halk kitlelerine pazarlanan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun en fazla yapacağı “beşli çete”nin yerine başka müteahhit çetelerine devlet ihalelerini peşkeş çekmek olacaktır.

Dahası AKP-MHP iktidarına muhalif olduğu iddia edilen “altılı masa”nın bileşenlerinden örneğin DEVA Partisi lideri Ali Babacan’ın kısa bir süre önce AKP’de başta ekonomi olmak üzere bakanlık yaptığı ve halka yönelik ekonomik saldırı paketlerinde imzası olduğu bilinmektedir. Ya da aynı “muhalefet”te yer alan ve bir dönem AKP’nin Genel Başkanı olup Başbakanlıkta yapan Gelecek Partisi lideri Ahmed Davutoğlu’nun başta Kürt halkı olmak üzere halka yönelik katliam saldırıları biliniyor.

24 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında Türkiye halkına burjuva iktidar mücadelesi içinde yaşatılan katliam saldırılarının sorumluları olarak bütün bu politik figürlerin halkın karşısına rahat rahat çıkabilmeleri, politika yapabilmelerinin nedeni, devrimci hareketin güçsüzlüğü, demokratik ve ilerici hareketin yetmezlikleridir.

Bu objektif durum beraberinde bütün bu halk düşmanı politik figürlerin halkın karşısına çıkabilmeleri dahası AKP-MHP faşist iktidarına karşı “alternatif” olarak piyasaya sürülmelerine neden olmaktadır.

 Devrimci eylem netleştiriyor!

İktidar ya da muhalefetiyle bütün burjuva kliklerin halk karşıtı politikalarında bu kadar pervasızlaşabilmelerinin nedeni esas olarak devrimci hareketin güçsüzlüğüdür.

Devrimci hareketin kitlelerle olan bağlarının gerilemiş olması, iktidarı ve muhalefetiyle bu karşı devrimci halk düşmanlarına alan açmaktadır. Devrimci hareketin uzunca bir süredir kitlelerle olan bağının gerilemiş olmasının nedenleri arasında elbette faşizmin saldırganlığı etkileyici olsa da belirleyici değildir. Belirleyici olan neden genelde devrimci hareketin özelde proleter hareketin izlediği çizgidir.

Devrimci ve komünist hareket adına izlenen sağ ve “sol” politikalar, kitlelerin içinde bulundukları duruma uygun ve devrimci temelde çözüm sunan değil, subjektif ve dogmatik politikaların izlenmesi beraberinde devrimci ve komünist hareketin önemli oranda kitlelerden kopmasına neden oldu. Politikanın en nihayetinde bir güç sorunu olduğu gerçeği beraberinde halk kitlelerinin gündemini esasen burjuva partilerin belirlemesine yol açtı.

Bu güçsüzlük sadece halk düşmanı burjuva partilere değil aynı zamanda halk saflarında olan reformist partilere de parlamentarizm temelinde politika yapmalarına ve devrimci eylemlere yönelik “kınama” açıklamaları yarışına girmelerine neden olmaktadır.

Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin Mersin’de gerçekleştirdiği son derece “meşru” ve “haklı” üstelik de sivil kayıpların olmadığı ve bu anlamıyla son derece “temiz” bir devrimci eylem, seçim ve demokrasi adına mahkum edilmekte, dahası eylemin zamanlaması gerekçe gösterilerek, kitlelerin bilincinde şüphe yaratılmasına hizmet edilmektedir.

Bu konuya dair uzun bir değerlendirme yapmamıza gerek yok. Karşı devrimin şiddetine karşılık  devrimcilerin şiddeti meşrudur ve dahası gereklidir. Biz bunu günümüzün politik atmosferi içinde değil bundan yarım asır önce söyledik ve ilan ettik: “Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa, sömürülerini devam ettirmek için, hakim mevkilerini muhafaza etmek ve ebedileştirmek için başvuruyorlar. Bu bakımdan, onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet, aynı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet, neyle uygulanıyor? Hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla, hapishanelerle vs. … devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihi açıdan meşru ve haklıdır. Bu ‘zulüm’ müdür? Gericilere sorarsanız öyledir. Ama bize sorarsanız, bu en doğal, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve asla zulüm değildir!” (İbrahim Kaypakkaya)

Bugün devrimci bir eylem karşısında seçimler ve parlamentarizm hayalleriyle kınama yarışına girenler, gerçekte kendilerine bu zemini sunanın devrimci mücadele olduğunu, kitlelerin devrimci hareketi ve eylemi olduğunu asla unutmamalıdırlar. Yasal ve demokratik mücadeleyle “devrim mücadelesi” sürdürdüklerini iddia edenler, bu olanakları devrimci şiddet nedeniyle kazandıkları ve dahası bu olanakların ancak ve ancak devrimci şiddetle korunabileceğini akıldan çıkartmamalıdırlar. “Böylece ‘demokratik haklar’ dediğimiz şeyin, elde tutulmasının bile, gerici şiddete karşı, bir devrimci şiddetle mümkün olacağı, zorun, mukabil bir zorla altedileceği daha iyi anlaşıldı.” (İbrahim Kaypakkaya)

Ülkemiz koşullarında seçimler önemlidir. Ancak belirleyici değildir. Devrimci mücadelenin zaferi için hiçbir mücadele aracını reddetmemek gerekir ancak legal mücadeleyle ve hele hele devrimci şiddeti reddeden bir çizgiyle başarı kazanmanın, dahası kazanılan mevzileri korumanın imkanı yoktur. Legal olanaklardan taktik olarak yararlanmak iyidir.

Ancak bu taktiği strateji haline getirmek ve bu stratejiyi halk kitlelerine “devrim mücadelesi” olarak propaganda etmek affedilemez bir politik suçtur. İşçi sınıfının ve ezilen halk kitlelerinin karşı devrimci şiddet karşısında silahsızlandırmaya hizmet eder ve etmektedir.

İşin ilginci aynı süreçte İran halkının ve özellikle kadınlarının gerici Molla rejimine karşı isyanını destekleyenler, ardı ardına açıklama yapanlar, Kürt kadın gerillalarının bu eylemi karşısında rahatsızlıklarını dile getirmektedirler. Bu ikircilikli tutum bizler açısından şaşırtıcı olmasa da Türkiye toplumunda kendisine ilerici, solcu ve hatta devrimci diyenlerin, kaynağını Kemalizm’in aydınlanmacı çizgisinden alan ve İran’ı “geri gören” sosyal şovenizminin etkisinin boyutuna da işaret etmektedir.

Kürt kadın gerillaların fedai tarzda eylemi, devrimci saflarda var olan reformizmin ve sosyal şovenimin etkisini gözler önüne sermiş durumdadır. Bir kez daha devrimci eylem, netleştirmiş, safları belirginleştirmiş, yolu temizlemiştir. İranlı kadınların direnişine selam duranlar, Kürt kadınlarının devrimci eylemi karşısında afallamışlardır. İranlı kadınların mücadelesini sınıf mücadelesi adına destekleyenler, Türkiye koşullarında kadınların mücadelesini ise “kimlik mücadelesi” olarak mahkum etmektedirler. Keskin sınıf mücadelesi söylemi ve saf proletercilik oynayan bu çevreler, bölgemizde sınıf mücadelesinin sadece artı değer sömürüsü ve karşıtlığı üzerinden yükselmediğinin ayırdında değillerdir.

Bölgemizde çelişkiler çok çeşitlidir ve zengindir. Bu çelişkiler sınıf çelişkisi esas alınıp devrimci mücadeleye kanalize edilmediğinde başarı kazanma, kitlelerin talep ve isteklerine devrimci temelde yanıt olma şansı yoktur.

İran halkının ve özellikle kadınların gerici Molla rejimine karşı başkaldırısı, elbette dünya çapında yaşanan ekonomik krizin etkisinden bağımsız değildir. İran rejiminin “büyük şeytan” ABD emperyalizmine karşıtlığı, beraberinde batının ekonomik yaptırımlarına neden olmakta, bu ise halkın yaşam koşullarını daha da kötüleştirmektedir. Kimilerine İran rejiminin anti-ABD’ci çizgisi, “direniş ekseni” ve anti-emperyalizm olarak propaganda edilse de, Molla rejimi hiçbir zaman anti-emperyalist olmadı.

İran rejiminin geçmişte Fransız, günümüzde Rusya ve yakın zamanda Çin ile yaptığı milyar dolarlık anlaşmalar, bu rejimin anti-emperyalistliğini değil, emperyalist klikler arasında denge ve saf tutma siyasetini gösterir. İran rejiminin anti-emperyalistliği “batı karşıtlığı”dır. Rusya ve Çin emperyalistleriyle ilişkileri son yıllarda özellikle daha da gelişmiş durumdadır.

İran rejiminin, emperyalistlerle ilişkisi ve İran hakim sınıflarının kendi iktidarlarının bekası adına İran halkına yönelik uygulaya geldiği faşist zulüm, işkence ve katliam politikası halkın direnişini ve mücadelesini durduramamıştır. Sistemin ekonomik krizi sadece kapitalist merkezlerde değil, emperyalizmin yarı-sömürgelerinde de etkisini göstermekte, halklar şu veya bu nedenle isyana durmaktadır.

“En geri en ileri” olmaya adaydır. Bir kez daha Başkan Mao’nun emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmeye başladığı o bilinen 1957 tarihli konuşmasında attığı slogan “Bu iki dünya arasında bir savaş. Batı Rüzgarı Doğu Rüzgârına galip gelemez; Doğu Rüzgarı Batı Rüzgârına üstün gelmeye mahkumdur” günceldir ve gündemdir.

Son süreçte yaşanan tartışmalar ve ortaya çıkan politik tablo bir kez daha birleşik devrimci mücadelenin gerekliliğini göstermektedir. Ortadoğu’da ve Türkiye’de çelişkiler keskinleşmekte, saflar netleşmektedir. Türkiye koşullarında seçimler gündemli ittifaklar kurulur ve saflaşmalar yaşanırken, seçim gündemini de ıskalamayan, bu sürecin sunduğu imkan ve olanakları sonuna kadar değerlendiren ancak onunla kendini sınırlamayan, devrimci şiddetin meşruluğunu ve gerekliliğini her fırsatta propaganda eden, dahası bunu büyük küçük devrimci eylemiyle ortaya koyan bir çizgiyi ısrarla sürdürmek gerekir.

Yaşananlar bir kez daha “Faşizme karşı tek yol devrim” sloganını gündemleştirmenin önemini ortaya koymuş durumdadır. Doğu Rüzgarı Batı Rüzgarını yenecektir.

1852

“En Önde” Durmak, “En Önde” Savaşmak (Dengê Azadî )

Lozan’daki tarihsel haksızlığın 100. yıldönümünde gerilla alanlarına yönelik işgal saldırıları sürüyor. Emperyalist devletlerle İttihatçı Kemalistler arasında imzalanan ve TC devletinin emperyalistlerce kabul edilmesinin resmileştiği tarih olarak 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçti.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sayfalar