Cumartesi Nisan 27, 2024

Özgür Gelecek

Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Narodniklere karşı esaslı mücadeleyi Plehanov yürüttü. Marksizm’in Rusya’ya yayılmasına Plehanov öncülük etti. Marks ve Engels’in birçok eserinin Rusçaya kazanılmasında Plehanov’un emeği büyüktür. “Emeğin Kurtuluşu” grubu, Rusya’da henüz sosyal-demokrat hareket olmadığı bir sırada kuruldu ve Rusya’ya Marksizm’i yaydı.

Narodniklerin savunduğu; 1- Kapitalizmin Rusya’da tesadüfen doğduğunu, gelişme imkânı olmadığı ve dolasıyla işçi sınıfının da gelişemeyeceği; 2- İşçi sınıfının gelişme şansının olmadığından hareketle, işçi sınıfının dikkate alınmaması; 3- Onlara göre tarihi yaratanın sınıflar ve sınıf mücadelesi olmadığı, tarihi yaratanın tek tek kahramanlar olduğu vb. görüşlerin tümünü çürüten Plehanov, Marksist görüşleri geliştirdi ve somut olarak ortaya koydu. Ancak Emeğin Kurtuluşu grubu süreç içinde yanlış görüşleri ileri sürdü ve bir anlamda Narodniklerin etkisinden kurtulmadı.

Bu dönem Rusya’da sosyal demokrat hareketin yavaş yavaş ortaya çıktığı dönemdi. 1884-1894 arasında sosyal demokrat hareket hala işçi sınıfı ve geniş halk kesimleriyle ilişki kurmamıştı. Lenin’in deyimiyle sosyal demokratlar daha “ana rahminde oluşum sürecini” geçiriyordu. Lenin, Emeğin Kurtuluşu için işçi sınıfı hareketine ilk adımı attı diyordu. Rusya’da sosyal demokrat hareketi işçi sınıfıyla buluşturma ve Emeğin Kurtuluşu grubunun hatalarını düzetme işini Lenin yerine getirdi.

Lenin, 1895 yılında Peterburg’ta sayısı yirmiyi aşkın işçi derneğini İşçi Sınıfının Kurtuluşu Uğrunda Savaşım Birliği’nde bir çatı altında birleştirerek, devrimci bir partinin kurulması için ilk ciddi adımı atmış oldu. 1898 yılının mart ayında Misk şehrinde ilk kongresini yapan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşuna kadar Lenin, hem bu oluşum içinde yer alanlarla hem de dışındaki gruplarla yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşadı. Lenin, Narodniklere karşı verdiği savaşımın yanı sıra, Legal Marksistlere karşı verdiği savaşımda büyük bir yer tutuyordu. Legal Marksistler de Narodniklere karşı mücadele diyor ancak proleter devrimi bir kenara atıyorlardı.

Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin birinci kongresinde Lenin bulunamadı. Sürgünde olan Lenin, buna rağmen iki çizgi mücadelesini elden bırakmıyor ve anti-Marksist akımlara karşı mücadeleyi sürdürüyordu. Bu dönemde öne çıkan Ekonomistler idi. Ekonomistler, işçi sınıfının sadece ekonomik savaşımla uğraşması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Lenin “Ekonomistlerin bu yoldaki propagandalarını, Marksizm’den ayrılma, işçi sınıfı için bağımsız bir politik örgütün gereğini yadsıma ve işçi sınıfını burjuvazinin politik bir uydusu durumuna getirme çabası olarak anlıyordu.’’(55)

1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kurulması ve birinci kongresini yapmasıyla parti tam olarak kurulmuş sayılmazdı. Her şeyden önce partinin tüzüğü ve programı yoktu. RSDİP’nin kuruluşundan sonra MK’nin tümünün yakalanması sonrası parti içinde büyük bir kargaşa meydana geldi. Bu dönemde öne çıkan iki çizgi mücadelesi, merkezileşmiş bir partinin gerekliliği ve buna karşı bunun gereksizliği üzerine yapılan tartışmalardı. Ekonomistler, bu işin en uçtaki temsilcileriydi.

RSDİP’in 2. Kongresi, 30 Temmuz 1903 tarihinde toplandı. Belçika’da toplanan kongre, polisin müdahale etmesi nedeniyle Londra’ya taşındı. 2. Kongresinin en önemli gündemi, parti programının tartışılıp kabul edilmesiydi. Yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Ekonomistler, Bundcular ve Marksistler arasındaki en önemli tartışma konusu, proletarya diktatörlüğü başlığıydı. Oportünistler, birçok sosyal demokrat partinin programında proletarya diktatörlüğü maddesinin olmadığından hareketle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin programına proletarya diktatörlüğü maddesinin konmasına karşı çıkıyorlardı. Oportünistler, köylü sorununa ilişkin istemlerin parti programına alınmasına karşı çıkıyorlardı.

Bundcular ise ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkıyorlardı. Lenin, işçi sınıfının milli baskılara karşı savaşım yürütmesinin zorunlu olduğunu, parti programında bu maddenin yer almamasının proleter enternasyonalizmini bir yana bırakmak olduğunu söyleyerek bu görüşe karşı yoğun mücadele verdi. Kongre, Lenin önderliğinde hazırlanan parti programını kabul etti. Parti programı, biri azami, biri asgari olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. Azami program, işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra sosyalist rejimi kurup proletarya diktatörlüğüne geçişi; asgari program ise önce Çar’ın devrilmesi, demokratik bir cumhuriyet ve 8 saatlik iş gününün kabul edilmesi, köylülüğün toprağa kavuşmasını hedefliyordu. Kongre, parti programını kabul ettikten sonra diğer bir konuya yani parti üyeliği sorununu tartışmaya geçti.

Bu konu yoğun bir iki çizgi mücadelesine sahne oldu. Lenin, parti üyeliği formülü olarak “partinin programını kabul eden, partiyi maddi bakımdan destekleyen ve parti örgütlerinden birinde üye olan herkesin parti üyesi olabileceğini” ileri sürerken Martov ise parti programının kabul edilmesi ve partiyi maddi olarak desteklemeyi kabul etmekle birlikte herhangi bir parti organında yer alınmasına karşı çıkıyordu. Lenin, üyelerin kendilerinin partiye kayıtlarını yapmalarını değil parti örgütlerinden biri tarafından kabul edilmesini disiplin açısından zorunlu görüyordu. Ancak dengeler birdenbire Bolşevikler aleyhine döndü ve parti üyeliği Martov’un önerdiği biçimde kabul edildi. Bolşevikler, mücadeleyi elden bırakmadılar. Kongre merkez komitesi seçimine gitmeden birkaç olay oldu. Bunlardan biri şuydu; Bund, parti içinde Rusya’da Yahudi işçilerin tek temsilcisi olarak kendilerinin kabul edilmesini istiyordu.

Kongre, Bundcuların bu isteğini reddetti. Bunun üzerine Bundcular kongreyi terk etti. Kongre, Ekonomistlerin ülke dışındaki birliğini partinin dış ülkelerdeki temsilcisi olarak kabul etmeyince Ekonomistler de kongreyi terk ettiler. Bu durumda Kongreyi terk eden delege sayısı toplam 7 oldu. Bu delegelerin Kongreyi terk etmeleriyle durum Leninistlerin lehine değişti. Ve kararlar Lenincilerin istediği gibi çıktı. 2. Kongrede kabul edilen program, SBKP’nin 8. Kongresinde kabul edilen yeni programa kadar RSDİP’in ana çizgisini belirledi.

  1. Kongreden sonra RSDİP içindeki yoğun bir çatışma yaşandı. Menşevikler hem MK içinde hem de Iskra yazı kurulunda Bolşeviklerle eşit düzeyde temsil edilmeyi önderdiler. RSDİP, bu öneriyi kabul etmedi. Böylece Menşevikler, Martov ve Troçki’yle ittifaka geçerek Bolşeviklere karşı bir blok oluşturdular. Plehanov, 2. Kongrede Lenin’le birlikte hareket etmesine rağmen Kongre sonrası Menşeviklerle birlikte hareket etti. Menşevikler, yeni Iskra’da parti üyeliği konusunda görüşlerini yenilemeye ve azınlığın çoğunluğa uymasını istemenin mekanik olacağı şeklindeki görüşlerini yaymaya başladılar. Lenin, iki çizgi arasındaki bu mücadeleye “Bir Adım İleri, İki Adım Geri’’ adlı yapıtıyla cevap verdi.

Rusya’da işçi sınıfının yükselen mücadelesi, askerlerin örgütlülüğü, köylülerin Çar’a karşı mücadelesi karşısında RSDİP’in yeni taktikler saptaması gerekiyordu. Menşeviklerin parti içindeki yıkıcı tavırları netliğe kavuşturulması gerekiyordu. Ancak Menşevikler 3. Kongrenin adını bile duymak istemiyorlardı. 3. Kongreye katılmaları için tüm Bolşevik ve Menşevik parti örgütleri kongreye çağrıldı. Ancak Menşevikler, katılmayı reddettiler ve ayrı bir kongre topladılar. Sayıca az oldukları için kongre yerine konferans adını verdiler.

RSDİP 3. Kongresi, 1905 Nisan’ında Londra’da toplandı. Kongre, Menşevikleri partiden kopmuş kesim olarak ilan etti. Kongre ile aynı zamanda Cenevre’de de Menşeviklerin Konferansı yapıldı. Lenin bu durumu “iki kongre, iki parti demektir” sözleriyle sapladı. “Kongre de, konferans da aslında aynı taktik sorunları görüşme konusu yaptılar; ama, bu sorunlarla ilgili olarak alınan kararların niteliği birbirine taban taban aykırıydı. Kongrede ve konferansta kabul edilen kararlardan her biri, üçüncü Parti Kongresi’yle Menşeviklerin konferansı, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki taktik anlaşmazlıkları tüm derinliğiyle açığa vurdu.’’(56)

Anlaşmazlığın temel konusu taktik konulardaydı. “Üçüncü Parti Kongresinin taktik çizgisi; İlerlemekte olan devrimin burjuva-demokratik niteliğine ve bu devrimin, içinde yaşanılan şu anda kapitalizmin çerçevesi içinde mümkün olanın ötesine geçemeyeceğine karşın kongre, devrimin tam zaferinden en başta proletaryanın çıkarları olduğu, çünkü bu devrimin zafere ulaşmasının proletaryaya, kendisini örgütlemeye, politik bakımdan yükselmeye, emekçi halk yığınlarına öncülük etmede deyimce zenginleştirmeye ve burjuva devriminden sosyalist devrime  geçmeye olanak vereceği düşüncesindeydi.’’(57)

Menşevikler, Bolşeviklerin bu taktiğinin burjuva sınıfları devrimden ürküp sırt çevireceğini ve bu yüzdende devrimin hedefini daraltacağından hareketle devrimde köylülüğe rol vermeye karşı çıkıyor ve devrime burjuvazinin önderlik etmelerini savunuyorlardı. Menşevik konferans buna karşın şu taktiği benimsedi;

Devrim, madem ki, burjuva devrimdi, o halde devrimin öncüsü ancak liberal burjuvazi olabilirdi. Proletarya, köylüyle değil, liberal burjuvaziyle bağlaşma kurmalıydı. Önemli olan, liberal burjuvaziyi devrimcilikle ürkütmemek ve devrime sırt çevirmemesi için ona bahane vermemekti. Çünkü liberal burjuvazi devrime sırt çevirirse, devrim zayıf düşerdi.’’(58) Lenin Menşeviklerin bu tezini Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği adlı yapıtıyla sonradan yerle bir etti. RSDİP’nin 3. Kongresinde benimsediği ve Lenin’in geliştirdiği “Bu, Marksist partinin burjuva-demokratik devrimdeki taktik sorunları konusunda yeni ve Marksizmin silah deposunda o zamana dek bulunan taktik tezlerden temelden farklı bir tezdi. O zamana dek, örneğin Batı’da, burjuva devrimlerde öncülük rolü burjuvazideydi. Proletarya ister istemez burjuvazinin yardımcısı rolünü oynardı, köylü de burjuvazinin yedek gücü görevini görürdü. Marksistler böyle bir bileşimi, proletaryanın elden geldiğince kendisinin en acil sınıf isteklerini savunması ve kendi politik partisine sahip olması koşuluyla, aşağı yukarı kaçınılmaz bir şey sayarlardı. Lenin’e göre, yeni tarihsel koşullarda, artık durum değişmiştir; proletarya burjuva devrimin öncü gücüdür, burjuvaziyi devrimin yönetiminden uzaklaştırılmış ve köylü proletaryanın yedek gücü durumuna gelmiştir.’’

Devamla “Lenin, çarlığı devirmek ve demokratik cumhuriyeti kurmak için en önemli araç olarak, halkın zafere giden silahlı ayaklanmasını kabul ediyordu. Menşeviklerin tersine Lenin, ‘genel demokratik devrimci hareketin artık silahlı ayaklanmayı zorunlulaştırıldığı’ ve ‘partinin en önemli başlıca ve zorunlu görevlerinden biri olarak proletaryayı ayaklanmaya hazırlama işinin artık ‘gündeme girmiş olduğu’ ve ‘proletaryayı silahlandırma ve ayaklanmayı doğrudan yönetme olanağını sağlamak için en enerjik önlemleri almak’ gerektiği düşüncesindeydi.’’(59)

1905 devrimi Bolşeviklerin ön gördüğü şekilde gelişti. Köylüler büyük toprak ağalarının topraklarını işgal ederken ordu içindeki devrimci askerler Kronştad’daki Karadeniz filosunda ayaklanma yapıyor, işçiler ise Moskova ve diğer birçok şehirde silahlı ayaklanmalar yaparak barikatlarda savaşıyorlardı. Ayaklanma ülke çapında Çar birlikleri tarafından bastırıldı. Ve Rusya’da “gericilik yılları” olarak adlandırılan geçici bir geri çekilme söz konusu oldu. Ayaklanmadan sonra Bolşevikler ve Menşevikler arasında taktik konusunda farklı iki çizgi ortaya çıktı. Silahlı ayaklanmadan sonra Plehanov “silaha sarılmamalıydılar” diyerek RDSİP’e ciddi eleştiriler getirdi. Menşevikler, ayaklanmanın gereksiz olduğunu, sınıfa zarar verdiğini, ayaklanmaya girişmeden de mücadelenin yürütülebileceğini, barışçıl yoldan da başarıya ulaşılabileceğini savundular. Bolşevikler ise Menşeviklerin bu yaklaşımını tam bir ihanet olarak değerlendirdiler. Bu silahlı ayaklanmadan kazanılan deneyim, işçi sınıfının başarılı bir silahlı savaşım vereceğini gösterdi. Ve Lenin, Plehanov’un “silaha sarılmamalıydılar” değerlendirmesine karşın şunları dile getirdi; “Tam tersine, silaha daha kararlı, daha enerjik ve daha keskin bir saldırı atılımıyla sarılmalıydık; yığınlara öyle yalnız kavgasız barışçı yoldan grevlerle yetinilemeyeceğini ve amansız silahlı savaşımların kaçınılmaz olduğunu anlatmalıydık.’’(60)

1905 devrimi yenilgiyle sonuçlanınca Bolşevikler yeni taktik politikalar geliştirdiler. Duma seçimlerinde izlenecek taktik üzerine Tammerfors’ta yapılan parti konferansında Bolşevikler, Birinci Devlet Dumasını boykot kararı aldılar. Ve partinin birliğini yeniden sağlamak için Menşeviklere öneri de bulundular. Partinin birleşmesi aynı zamanda işçilerin de istemiydi. Lenin birleşmeden yanaydı. Ancak sorunların üzerini örten bir birlikten yana da değildi.

Kongrede, devrim sorunlarının tüm yönleriyle tartışıldığı ve bunun işçiler tarafından da bilinmesini istiyordu. RSDİP’in “birlik kongresi” olarak da bilinen 4. Parti Kongresi Nisan 1906’da İsveç’te toplandı. 1905 yenilgisinden sonra Bolşevikler birçok parti örgütünü kaybetmişti. Menşevikler ise Marksizm’le ilgisi olamayan birçok unsuru saflarına almışlardı. Kongrede Menşevikler çoğunluktaydı. Kongrede kıyasıya bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Tartışmalar; toprak sorunu, içinden geçilen sürecin değerlendirilmesi ve işçi sınıfının görevlerinin belirlenmesi, Devlet Duma’sına karşı tavır sorunu idi. Lenin, Çar’ın devrilmesinden sonra toprağın millileştirilmesini savundu. Menşevikler ise bir belediye programıyla geldiler ve toprağın belediyelerin emrine verilmesini savundular. Kongrede, Menşeviklerin programı oy çoğunluğuyla kabul edildi. Kongreden sonra Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki iki çizgi mücadelesi daha da yoğunlaştı.

İkinci Devlet Duması konusunda Bolşevikler yeni bir taktikle Duma’ya katılmaya karar verdiler. Buna karşın Menşevikler ise Duma’ya Çarlık hükümetini yola getirme gözüyle bakıyor ve Anayasacı Demokratlarla bir anlaşmaya varılarak Duma’da onların desteklenmesini istiyorlardı. Bolşevik parti örgütleri buna karşı çıkıyor ve partinin bir an önce kongreye gitmesini savunuyorlardı. Mayıs 1907’de Londra’da RSDİP’nin 5. Kongresi toplandı. Kongreye toplam 336 delege katıldı. Kongrenin başlıca konusu; burjuva partilerine karşı izlenecek tutumdu. Kongre, Bolşeviklerin çizgisini onayladı. “Rus Halkının Birliği, Monarşistler, Birleşmiş Soylular Kurulu gibi bütün aşırı gerici partilere karşı, gerek 17 Ekim Birliği’ne (Oktobrisler), Ticaret ve Sanayi Partisi’ne Barışçı Yenilik Partisi’ne karşı amansız bir savaşım yürütülmesine karar verdi. Bütün bu partiler açıktan açığa karşı-devrimciydiler.’’(61)

1905 devriminin yenilgiye uğramasından sonra RSDİP içinde Menşevikler yeni bir devrim yükselişine inanmıyorlardı. Panik içinde geri çekiliyorlardı. RSDİP’in programının emrettiği gibi hareket etmiyor, partinin devrimci sloganlarından vazgeçiyorlardı. RSDİP’in dağıtılmasını istiyorlardı. Bu aynı zamanda Menşeviklerin yeni bir çizgide demirlemesini de getirdi. Menşevikler bu görüşlerinden dolayı parti içinde “Likidatörler” olarak anılmaya başlandı. Bu karşın Bolşevikler, birkaç yıl içinde yeni bir devrimci yükselişin olacağına inanıyorlardı. Partinin bu yükselişe önderlik etmesini ve kitleleri örgütlemeyle karşı karşıya olduklarını savunuyorlardı.

Lenin, Likidatörlüğün henüz yeni yeni filizlendiği ilk günden başlayarak bu akıma karşı mücadeleyi elden bırakmadı. Onları RSDİP içinde liberal burjuvazinin ajanları olarak görüyordu. Aralık 1908’de RSDİP’nin Tüm Rusya Konferansı, Paris’te toplandı. Lenin’in önerisi üzerine konferans, Likidatörlüğü bir kısım partili aydının, Menşeviklerin “RSDİP’nin mevcut örgütünü dağıtıp ortadan kaldırma ve yerine parti programından, taktiklerinden ve geleneklerinden açıkça vazgeçme pahasına, onu ve ne olduğu belirsiz legal çalışan bir dernek haline getirme” girişimiyle suçladı.

Konferans, tüm partiyi bu yeni çizgiye çarşı savaşmaya çağırdı. Menşevikler konferansın bu kararına uymadılar. Onlar Çar’dan legal bir parti için söz almak istiyorlardı. Ve aynı zamanda 8 saatlik iş günü ve toprak ağalarının topraklarına el koymaktan vazgeçiyorlardı. Bolşevikler sadece Menşeviklere karşı değil aynı zamanda oportünizmlerini “sol” lafazanlıkla maskeleyen Otzovistlere karşı da uzlaşmaz bir savaşım veriyorlardı.

Otzovistler, eski bir kısım Bolşeviklerden oluyordu. Bunlar her türlü legal mücadeleye karşı çıkıyor ve işçi temsilcilerinin Devlet Duma’sından geri alınmalarını savunuyorlardı. 1909 yılında Otzovistlerin durumunu görüşen Bolşevikler, bunları tüm parti örgütlerinden atarak hiçbir ilişkilerinin kalmadığını açıkladı.

RSDİP iki cepheden likidatörler ve otzovistlere karşı savaşım yürütürken Troçki Menşevikleri destekliyordu. O, 1912 yılında sonraları RSDİP içinde Ağustos Bloğu olarak tabir edilen bloğun kurucusu oldu. RSDİP içinde tüm parti aleyhtarı grupları biraraya getiren Troçki, tüm temel meselelerde Menşevikler gibi düşünüyordu. Troçkisler, RSDİP içinde orta yolcu bir politik çizginin temsilcisi durumundaydılar. Stalin “orta yolculuk politik bir kavramdır. Orta yolculuğun ideolojisi uzlaştırıcı bir ideolojidir; ortak bir parti çerçevesi içinde proletaryanın çıkarlarını, küçük-burjuvazinin çıkarlarına bağımlılaştıran bir ideolojidir. Bu ideoloji Leninizm’e yabancı ve temelden aykırıdır(62) diyordu.

Likidatörlere ve Otzovistlere karşı RSDİP içinde yürütülen mücadele, Bolşevikleri nihayet bir parti çatısı altında sıkı sıkıya kenetlenmiş bir partide birleştirme fikrini doğurdu. Bu sadece parti içinde oportünizme karşı değil, aynı zamanda işçi sınıfı güçlerini biraraya toplama için de zorunluydu. Bunun için oportünist çizgileri partiden temizlemek gerekiyordu. Bolşevikler, Menşeviklerle artık aynı parti içinde kalmak istemiyorlardı. Ancak sorun sadece Menşeviklerden arınma değil aynı zamanda onlardan ayrıldıktan sonra yeni tipte bir parti kurmaktı. Oportünizmden arınmış bu yeni tipte parti, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partilerden de farklı bir parti olmak zorundaydı.

Bolşevikler, gerçek devrimci ve Marksist bir partiye sahip olmak amacı taşıyanların hepsi için örnek olabilecek yeni bir partiyi, bolşevik partisini yaratmak istiyorlardı. Bolşevikler, ta eski Iskra gazetesi günlerinden bu yana böyle bir parti hazırlıyorlardı. Bu hazırlık çalışmalarında Lenin’in Ne Yapmalı?, İki Taktik vb. gibi yapıtları belirleyici bir rol oynadı. Lenin, böyle bir partiyi, ideolojik bakımdan Ne Yapmalı? adlı yapıtında, örgütsel bakımdan Bir Adım İleri, İki Adım Geri adlı yapında hazırladı. Politik bakımdan Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı yapıtında ve böyle bir partinin teorik bakımdan silahlanmasını da, Materyalizm ve Ampirio-kriztisizm adlı yapıtında sağladı.”(63)

  1. Parti Konferansı, Menşevikleri partiden atıp, yeni tipte partiyi kurma görevini yerine getirmek için Ocak 1912’de Prag’ta toplandı. Konferans, parti mekanizmalarının yenilendiğini ve ortaya çıktığından bu yana RSDİP için en zor yılların gericilik yılları olduğunu açıkladı. Konferans bildirisinde şöyle deniliyordu; “Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin yalnız bayrağı değil programı ve devrimci geleneği de ayakta kaldı; proletarya partisi takibat ve baskılarla zayıflatılmasına karşın; hiçbir zaman parçalanmaya uğratılamadı, onun yaşamasına engel olunamadı.’’(64) Prag Konferansı, oportünizme karşı yürüttüğü mücadelenin bütünlüklü bir muhasebesini yaptı ve Menşevikleri partiden atmayı kararlaştırdı. Konferans, partinin acil politik sloganı olarak 8 saatlik iş günü ve toprak ağalarının topraklarına el koyma sloganını ileri sürdü.

1912 yılından, I. Emperyalist Savaşın öngününe kadar Rusya’da işçi sınıfının mücadelesi giderek büyümeye başladı. 1914 başında işçi sınıfının grevleri durmak bilmiyordu. Bolşevikler her alanda gelişirken, Menşevikler ise sürekli olarak kan kaybediyorlardı. I. Emperyalist Savaşın kaçınılmaz bir hal aldığı bir dönemde Bolşeviklerin çıkacak emperyalist savaşa karşı tutumları açıktı. Çarlık, 14 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan etti.

1 Ağustos’ta ise Almanya Rusya’ya savaş ilan etti. Savaşın patlak vermesinden sonra Bolşeviklerle diğer küçük burjuva partileri arasında savaş konusunda iki çizgi mücadelesi yoğun ve açık bir şekilde sürdü. Liberal burjuvazinin partisi (Anayasacı Demokrat Parti) muhalefet partisi gibi hareket etmesine rağmen Çarlık hükümetinin dış politikasını olduğu gibi destekliyordu. Sosyalist-Devrimciler ve Menşevikler, sosyalizm bayrağını yüzlerine bir maske olarak takıp savaşın emperyalist yağmacı bir savaş olduğunu halktan gizliyorlardı. Sadece Bolşevikler doğru Marksist tavır koydular. Bolşevikler, savaşın başından beri yağmacı ve yabancı toprakları ele geçirme savaşı olduğunu savunarak, savaşa karşı tutum geliştirdiler. Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme Bolşeviklerin sloganı idi.

Çar, tüm cephelerde yenilgiye uğruyordu. Rusya’da açlık başgösterdi. Halk artık savaşmak istemiyordu. Bolşevikler, Rusya’da savaşa karşı geliştirdikleri Marksist tutumla, işçi sınıfı, köylülük ve askerler içinde örgütlendiler. Çar, bütün alanlarda yenilgiye uğradı ve Şubat 1917’de Rusya’da İşçi ve Asker Sovyetleri kuruldu ve ardından geçici hükümet kuruldu. Bu, ikili iktidardı. Bolşevikler, Nisan’dan itibaren ikili iktidara son vermeyi ve sosyalist devrime geçmeyi savundu.

Bolşeviklerin 6. Kongresi, Petrograt’da toplandı. Bolşevikler ikili iktidardan çekildiler. İkili iktidar sona ermiş ve tüm iktidar geçici olarak hükümetin eline geçti. 6. Kongre toplandığında burjuva basın, tüm Bolşeviklerin tutuklanmasını istiyordu. Lenin arandığı için 6. Kongreye katılamadı. Kongre iki çizgi mücadelesi iktidarın alınması ya da burjuvaziyle birlikte bu işe devam etmesi üzerine yapılan tartışmalarla geçti. Kongre, Troçki’nin partiye alınmasını kabul etti. Troçki, kongrede iktidarı ele geçirme kararına ancak Batı’da proleter devrim olursa Rusya’nın sosyalizme geçmesi gerektiğini savundu. Buharin ise köylülüğün savaş yanlısı bir ruh hali taşıdığı ve burjuvaziyle uzlaştığı için proletaryanın arkasından gelmeyeceğini savundu. Kongre tüm bu çizgileri reddetti ve Bolşeviklerin ekonomik programını görüşüp onayladı. Kongre, sosyalist devrimde işçi sınıfı ve köylülüğün bağlaşması konusunda Lenin’in tezini onayladı. Sendikaların tarafsız olması gerektiği şeklindeki Menşevik tezi reddetti. Kongrede Troçki, Kamenev, Rikov başta olmak üzere Lenin’in karşı devrimcilerin mahkemesine çıkmasını ve yargılanmasını önerdiler. Kongre bu öneriyi reddetti ve Lenin’in mahkemeye gitmemesini kararlaştırdı.

Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda halk, büyük bir yoksulluk içinde Bolşeviklerden açlığa son verilmesini ve savaşın sona erdirilmesini istiyordu. Bolşevikler için bir soluklanma dönemi şarttı. Emperyalist güçlerle savaşı devam ettirmek o şartlara pek uygun değildi. Bundan dolayı Bolşevikler, adil bir barış çağrısında bulundular. Fransa ve İngiltere bu çağrıya olumsuz cevap verdi. Bunun üzerine Bolşevikler, Almanya ve Avusturya’yla görüşmeye karar verdi. Görüşmeler, 3 Aralık’ta Brest-Litovsk’ta başladı ve 5 Aralık’ta da bir ateşkes anlaşması imzalandı. Barış anlaşması konusunda RSDİP partisi içinde ve dışında iki çizgi ortaya kondu. Menşevikler ve Sosyalist devrimciler tüm güçleriyle barış anlaşmasına karşı yoğun bir propaganda başlattılar.

İçte de başta Troçki, Radek ve Piatokov’la birlikte kendilerine “Sol Komünistler” adını veren Buharin barış görüşmelerine karşı çıkıyor ve parti içinde Lenin’i hedef gösteriyorlardı. 10 Şubat günü barış görüşmeleri kesildi. Buna neden olan Troçki idi. Sovyetler adına Brest-Litovsk’ta bulunan ve barış görüşmeleriyle görevlendirilen Troçki, Almanlarla anlaşmayı reddedince savaş yeniden başladı. Troçki’nin ihaneti Sovyetler’e pahalıya mal oldu ve daha ağır şartları Sovyetler, 23 Şubat 1918’de kabul etmek zorunda kaldı. Barış konusunu karara bağlamak için 7. Parti Kongresi 6 Mart 1918’de toplandı. Bu kongre, iktidarın ele geçirilmesinden sonra yapılan ilk parti kongresiydi. Kongrede Lenin, Brest-Litovsk barışı konusunda yaptığı konuşmada, “parti içinde bir ‘sol’ muhalefetin ortaya çıkması yüzünden partinin geçirmekte olduğu ağır buhran, Rus devriminin karşı karşıya olduğu en büyük buhranlardan biridir’’ değerlendirmesinde bulundu. Kongre, Lenin’in barış konusundaki politik tutumunu onayladı. Barış konusu genç Sovyetler’e zaman kazandırdı. Sovyetler’in zaman kazanması ve güçlenmesini sağladı. Barış Anlaşması sonrasında Almanlar yenilince tüm anlaşmalar da kendiliğinden sona erdi.

Bolşevik partisinin 8. Kongresi Mart 1919’da topladı. Sovyetler birçok cepheden kuşatılmış, İtilaf Devletleri Sovyet Rusya’ya karşı gerici blok daha da güçlenmiş ve içteki karşı devrimci ayaklanmalar Sovyet Rusya’yı zor durumda bırakırken 8. Parti Kongresi toplandı. 8. Kongre yeni bir programı kabul etti. Bu programın sosyalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmesi büyük bir önemdeydi. Kongre, emperyalizm geniş bir şekilde yeniden açıklıyor ve iki sistemin, sosyalizm ve burjuva sisteminin bir karşılaştırmasını yapıyor ve partinin sosyalizm uğrundaki savaşımın somut görevlerini belirliyordu.

Bu görevler şöyle açıklandı; Burjuvaziyi mülksüzleştirmenin tamamlanması, ülke ekonomisinin tek bir sosyalist plana göre yöneltilmesi, sendikaların ulusal ekonominin örgütlenmesine katılması, burjuva uzmanlardan yararlanma, köylülüğün adım adım sosyalist kuruluş çalışmalarına katılması. Kongrede ekonomik program ve diğer birçok konuda iki çizgi mücadelesi içinde şekillendi. Buharin bu işin başını çekenlerden biriydi, Buharin, Lenin’in “ekonomik sistemimizin karmaşıklığının göz önünde bulundurmasını, ülkede orta köylülerin temsil ettiği küçük emtia üretimi de içinde olmak üzere, farklı ekonomik biçimlenmelerin varlığını programda belirtmeyi zorunlu” sayıyordu. Bunun için Lenin, program görüşülürken kapitalizmle, küçük emtia üretimiyle, orta köylü ekonomisiyle ilgili noktaların programdan çıkartılmasını öneren Buharin’in Bolşevizm aleyhtarı görüşlerine şiddetle karşı koydu. Buhari’nin görüşleri, Sovyet devletinde orta köylülerin rolünün Menşevikçe, Troşkistçe bir yadsıması demekti. Buharin, aynı zamanda köylülerin küçük meta üretiminden kulakların üreyip geliştiği gerçeğini de görmezlikten geliyordu.’’(65)

Kongre ulusal sorunda da Bolşeviklerin çizgisini kabul ederken, Buharin ve Piattakov’un ulusal sorundaki yaklaşımlarını çürüttü. Onlar programda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının yer almasını istemiyorlardı. 8. Kongre köylülüğün sorununu da bir çözüm getirdi. Buna göre yoksul köylüye güvenme, orta köylülükle bağlaşma ve kulaklara kaşı savaşım yürütülmesi kararlaştırıldı. Kongrede askeri sorunda da iki çizgi mücadelesi yaşandı. Ortaya “askeri muhalefet” diye bir grup çıktı. Bu muhalefet eski “sol komünistler” ve ordu içindeki partililerden oluşuyordu. Bu muhalefet düzenli orduya karşı çıkıyor, orduda disipline karşı çıkıyor ve askeri uzmanlardan yararlanılmasını savunuyorlardı

  1. Parti Kongresi, iç savaş yıllarında karşı devrimci ayaklanmalara önderlik eden Denikin ve Kolçak’ın yenilgiye uğratılmasından sonra Mart 1920 tarihinde toplandı. Kongre ulaşım, akaryakıt, demir-çelik sanayinin kalkındırılması ve ülkenin elektriklendirilmesini hedef alan tek bir sosyalist ekonomik planın uygulanmasını içeriyordu. Kongrede tüm bu konularda yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Kongre, sanayinin tek elden yönetmesi ve yöneticilerin kişisel sorumluluğuna karşı çıkarak sanayinin yönetiminde sınırsız bir grup yönetimini ve kişisel sorumluluğu savunan ve kendisine “demokratik merkeziyetçilik” adını veren grubu yenilgiye uğrattı. Bu muhalefetin başını Sapronov, Osinski, V.Smirnov çekiyor, Rikov ve Tomski de kongrede bunları destekliyordu.
  2. Parti Kongresinden sonra parti içinde yaşanan iki çizgi mücadelesi birçok konuda devam etmekle kalmadı. Bu tartışmalarda Sovyetler’i zayıflatmak için birçok grup birleşerek Bolşeviklere karşı saldırıya geçti. İki çizgi esas olarak savaş sonrası ekonomik kalkınma konularında sürüyordu. Parti, savaşın devam ettiği yıllarda uyguladığı savaş komünizminin artık kaldırılması gerektiğini ve fazla ürünlerin bir aynı vergi sistemi getirilerek fazla ürünlerin köylüler tarafından istendiği gibi kullanılması dönemine geçilmesi ve böylece sanayinin canlanmasını savunuyor ve bunun için sendikaların desteğinin alınmasını savunurken, parti içindeki muhalefet böyle düşünmüyor, Troçkistler, işçilerin muhalefeti, sol komünistler, demokratik merkeziyetçiler barış içinde sanayinin kalkındırılmasına karşı çıkıyor, bunların bir kısmı savaş komünizmine devamı savunurken, bir kısmı ise ekonominin kalkınmasında partinin geri çekilmesini ve her şeyin sendikalara bırakılmasını savunuyorlardı.
  3. Parti Kongresi Rusya’da yaşanan bu tartışmaların içinde 8 Mart 1921’de toplandı. Kongre, sendikalar sorununda geniş bir değerlendirme yaptı ve Lenin önerisini kabul etti. Kongre, parti içindeki bütün kliklerin dağıtılmasını kararlaştırdı. Kongre, kararlara uymayan, merkez komitesi içinde klikçi çalışmalara göz yuman bunların merkez komitesinden çıkartılmasını karar altına aldı. Bütün bu kararlar, Lenin’in önerdiği ve kongrenin kabul ettiği “parti birliği üzerine” kararında somutlaştırıldı. Ve Kongre (NEP) yeni ekonomik politikayı onayladı.

NEP’in doğru bir politik karar olduğu, daha ilk yılında verimi verdi. NEP, işçi ve köylüler arasında yeni bir ittifak geliştirdi. Proletarya diktatörlüğünün gücü gelişti. Kulakların vurgunculuğuna son verildi. Sovyet hükümeti, NEP döneminde de tüm ekonomi üzerinde denetimini sağlamlaştırdı. 11. Parti Kongresi bu şartlar içinde toplandı. Ve Lenin kongrede “Bir yıldan buyana geri çekiliyoruz. Parti adına artık bunu durdurmalıyız. Geri çekilmekte güdülen amaç elde edilmiştir. Bu dönem artık sona ermek üzeredir ya da sona ermiş bulunmaktadır. Şimdi amacımız farlıdır-güçlerimizi yeniden bir araya getirmektir.”(66) 11. Parti Kongresinden sonra ekonomik atılımlar yeni hamlelerle devam ettirildi. Ekim 1922’de Sovyetler büyük bir zaferi kutladı. İşgalcilerin elinde kalan son Sovyet toprağı Vladisvokstok Japonların elinden kurtarıldı. Aralık 1922 yılında, Sovyetler’in 1. Kongresi toplandı. Lenin ve Stalin’in öneriyle Sovyet milliyetlerinin geçici bir devlet birliği, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) kuruldu.

  1. Parti Kongresi, Nisan 1923’te toplandı. Sovyetler’in kurulmasından sonra Lenin’in katılmadığı ilk kongreydi. Kongre, Lenin’in son mektuplarında dile getirdiği tüm hususları göz önünde bulundurdu. Kongre, Yeni Ekonomik Politika’yı, sosyalizmden vazgeçmeyi ve kapitalizme teslim olma olarak anlayanların teorik görüşlerini çürüttü. Kongrede Troçki ve onu destekleyen Radek ve Krasin, Sovyetler için can alıcı sanayi kollarının ayrıcalıklarını yabancı tekellere verilmesini istiyorlardı. Bununla da kalmayıp Çar’ın dış devletlere olan borçlarının üslenilmesini istiyorlardı. Kongre tüm bu önerileri reddetti. Buharin ve Sokonikov daha kongre öncesi, dış ticaret üzerindeki devlet tekelinin kaldırılmasını istiyorlardı. Bu önerinin temelinde de yeni ekonomik politikanın kapitalizme teslim olunması olarak görülmesinden ileri geliyordu. Kongrede iki çizgi mücadelesinin yoğun olarak yaşandığı bir diğer konuda ulusal sorundu. Stalin’in hazırlayıp sunduğu raporda “ulusal sorundaki politikamızın uluslararası önemini açıkladı. Sovyetler Birliği, ulusal sorunu çözüme bağlamakta ve ulusal baskıyı ortadan kaldırmakta, Doğu’nun ve Batı’nın ezilen halkaları için bir örnekti. Stalin, Sovyetler Birliği milliyetleri arasındaki ekonomik ve kültürel eşitsizliği ortadan kaldırmak için enerjik önlemler almanın zorunlu olduğunu belirtti. Ulusal sorundaki saptamalara karşı, Büyük–Rus şovenizmine ve sorundaki saptamalara karşı, Büyük–Rus şovenizmine ve yerel burjuva milliyetçiliğine karşı, partiyi kararlı bir savaşıma çağırdı.

Kongrede, milliyetçi saptamacılar ve bunların ulusal azınlıklara karşı egemen-ulus politikası açığa çıkartıldı. O sıralarda, Gürcü milliyetçi sapmacı Mdivani ve ötekiler partiye karşı çıkıyorlardı. Bunlar, Trankafkasya federasyonunun kurulmasına ve Transkafkasya milliyetleri arasında dostluğun güçlendirilmesine karşıydılar. Bu sapmacılar, Gürcistan’daki öteki milliyetlerden haklara karşı tam bir egemen-ulus şovenizmi gibi davranıyorlardı. Gürcü olmayanları, özellikle Ermenileri Tiflis’ten yığınlar halinde sürüyorlardı; öyle bir yasa kabul etmişlerdi ki, bu yasa Gürcü olmayanlarla evlenen Gürcü kadınlarının Gürcistan yurttaşlığından çıkartılması hükmünü taşıyordu. Gürcü milliyetçi sapmacılar Troçki, Radek, Buharin Skripnik ve Rakovski destekliyordu.’’(67)

Kongre sonrası ekonomik alanda istenilen düzeyde başarılar elde edilemedi. Sanayi hala savaş öncesi düzeyin altında bulunuyordu. Sanayi ülkenin artan gereksinimi altında bulunuyordu. 1923 yılının sonlarında ülkede hala bir milyon işsiz vardı. Köylülerin hububat satışlarından elde ettikleri paranın değeri hızla düşmüştü. Troçki o dönem Ulusal Ekonomi Yüksek Konseyi’nde bulunuyordu. Troçki, Pyatakov’la birlikte güya sanayiyi geliştirmek için bütün yöneticilere mamul maddelerin satışından daha fazla kâr elde etmek için talimatlar verdiler. Bu durum köylüleri oldukça zor duruma soktu ve köylüler mamul madde almaktan vazgeçtiler.

Troçkistler Lenin’in hastalığını da fırsat bilerek parti içinde yeni bir atağa geçtiler. Troşki, ekonomik alanda yeni bir çizgi geliştirmek için, parti içindeki, tüm anti-Leninist unsurları bir araya getirerek yeni bir muhalefet programı oluşturdu. Bunlara “Muhalif Kırkaltılar” denildi. Demokratik Merkeziyetçiler, Sol Komünistler ve İşçilerin Muhalefeti gruplarının biraraya gelerek oluşturdukları program, ağır bir ekonomik buhranın olacağını ve bununda Sovyetler’i mahvedeceği, bunun atlatılması içinde parti içinde kliklere ve gruplara izin verilmesi isteniyordu. Troçkistler hazırladıkları dokümanları tüm parti örgütlerine yolladılar ve partiyi bu konularda tartışmaya çağırdılar. Parti içinde açılan tartışmalarda Troçkistler yenilgiye uğradılar.

Kasım 1924 yılında 13. Parti Konferansı toplandı. Konferans yapılan tartışmaların bir değerlendirmesini yaptı ve Troçkist muhalefeti, Marksizm’den bir küçük burjuva sapma olarak mahkum etti. Troçkistler kendi çizgilerini daha da ileri düzeyde savunmaya devam ettiler. Troçki 1924 güzünde “Ekim Dersleri” adıyla yayımladığı bir yazıda Leninizm yerine Troçkizm’i koyarak Leninizm’e saldırdı. Buna karşı Stalin Troçki’nin bu çizgisine karşı Leninizm ilkeleri adlı eseriyle Troçkizm’i mahkum etti. 21 Ocak 1924’te Lenin hayata veda etti. Lenin’in ölümü Bolşevik Parti içinde bir kenetlenmeyi birlikte getirdi.

  1. Parti Kongresi, Mayıs 1924 tarihinde toplandı. Kongre 14. Parti Konferansında kararlaştırılan Troçkizm’in küçük burjuva bir sapma olduğu kararını onayladı. Kongre, kentle köy arasındaki bağı güçlendirmek için hafif sanayinin daha da geliştirilmesinin zorunlu olduğunu belirtti. Kongre, İç Ticaret Halk Komiserliği’nin kurulmasını kararlaştırdı ve ticaretle uğraşan bütün kurumların önüne pazarı denetleme görevi koydu ve özel sermeyenin ticaret alanından kovulması görevini benimsedi. Kongre, köylülere devlet kredilerinin azamiye çıkartılmasını ve böylece tefecilerin bu alandan silinmesi kararı aldı. Kongre ayrıca kooperatif hareketinin geliştirilmesi kararı aldı.

Ekonomik ilerleme işçilerin ve köylülerin yaşam seviyelerini yükseltmiş, 1924-1925 yılında Sovyetler köylülere yardım için 290 milyon ruple ayırdı. “Ulusal ekonomiyi yeniden-kurma çalışmaları tamamlanmak üzereydi. Ama, Sovyetler Birliği için, sosyalist kuruluş halindeki bir ülke için, yalnızca ekonominin yeniden –kuruluşu, yalnızca savaş öncesindeki düzeye ulaşmış olması yeterli olamazdı. Savaş öncesi düzey, geri bir ülkenin düzeyiydi. Daha ileriye gitmek gerekiyordu. Sovyet devletinin elde ettiği uzun soluk alma dönemi böyle bir gelişme için olanaklar taşıyordu.

Ama bu, tüm ivediliğiyle bir sorunu da yanında getiriyordu; Gelişmemizin ve kuruluşumuzun izleyeceği çizgi ve niteliği ne olacaktı, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi nasıl bir gelecek bekliyordu? Ekonomik gelişme sosyalizm yönünde mi olacaktı, yoksa başka bir çizgi mi izleyecekti? Sosyalist bir ekonomi sistemi kurmalı mıydık ya da kurabilir miydik; yoksa biz başka bir ekonomi sistemini, kapitalist ekonomi sistemini doğuracak koşulları mı hazırlıyorduk? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde sosyalist bir ekonomi sistemi kurmak olanaklı mıydı; olanaklıysa bunun kapitalist ülkelerde devrimin gecikmesi koşullarında, kapitalizmin istikrara kavuştuğu koşullarda gerçekleştirmesinin olanakları var mıydı?

Ülkede sosyalizmin güçlerini her bakımdan güçlendirmekle ve artırmakla birlikte gene de belli bir ölçüde kapitalizmin gelişmesi olanağını veren Yeni Ekonomik Politika yoluyla bir sosyalist ekonomi sistemi kurabilir miydik? Bir sosyalist ekonomi sistemi nasıl kurulacaktı, bu kuruluşa nerden başlanacaktı. Bütün bu sorunlar, yeniden-kuruluş döneminin sorunlarına doğru, partinin karşısına, artık teorik sorunlar olarak değil, pratik sorunlar, ekonomik kuruluşun güncel sorunları olarak dikildi. (…) Evet dedi parti, ülkemizde sosyalist ekonomi kurulabilir, kurulmalıdır; çünkü sosyalist bir ekonomi sistemini kurmak ve tam bir sosyalist toplum kurmak için zorunlu olan her şeye sahibiz. 1917 Ekim’inde işçi sınıfı kendi politik diktatörlüğünü kurarak kapitalizmi politik bakımdan yenmişti. O zamandan buyana, Sovyet Hükümeti, Kapitalizmin ekonomik gücünü çökertme ve bir sosyalist ekonomi sistemi kurma uğrunda gerekli koşulları yaratmak için her türlü önlemi almıştı.’’(68)

SBKP’nin bu çizgisine karşı Torçkistler Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin zafere ulaşmasına inanmıyorlardı. Partinin çizisine karşı Troçkistler, “Sürekli Devrim Teorisi”ni ileri sürdüler. Buharinciler açıktan bir çizgi ileri sürmeseler de, diğer taraftan “burjuvazinin sosyalizme barış içinde ilerlemesini öngören kendi ‘teorilerini’ öne sürdüler”. Ve bunu yeni bir sloganla “zenginleşin” sloganıyla ileri sürdüler. Zinovyev ve Kamenev, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin teknik olarak geri olmasından dolayı sosyalizmin zaferinin mümkün olmadığını ileri sürdüler.

  1. Parti Kongresi, parti içinde sosyalizmin zaferi konusunun mümkün olup olmadığı konusunda yaşanan iki çizgi mücadelesinin yoğun tartışmaları içinde Aralık 1925 tarihinde toplandı. Parti tarihinde Leningrad gibi parti merkezinin tüm delegelerinin MK’ya karşı toptan tavır almaya hazırlandığını gösteren bir durum hiç yaşanmamıştı. MK adına raporu Stalin sundu. Stalin, Sovyetler Birliği’nin politik ve ekonomik alandaki yükselişini dile getirdi ve gelinen noktada durmamak gerektiğini vurguladı. Stalin, Sovyetler’in kapitalist ülkelere bağımlılıktan kurtulan bir ülke seviyesine gelmeyle karşı karşıya olması gerektiğini vurguladı. Zinovyevciler, partinin genel çizgisine karşı harekeye geçtiler.
  2. Onlar partinin sosyalist sanayileşme politikasına karşı çıkarak, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin esas olarak hammadde ve tarım alanında üretim yapan ve ihraç eden bir ülke olarak kalmasını savunuyorlardı. Kongre, Zinovyecilerin ekonomik “plan” olarak ileri sürdüğü bu programı reddetti. Devlet sanayinin sosyalist olmadığı, yolundaki tezler ve aynı şekilde köylülüğün işçi sınıfının bir bağlaşığı olmadığı savı da kongrede mahkum edildi. Ekonomik alandaki sorunlar üzerindeki tartışmaları gözden geçiren kongre şu ünlü kararı aldı. “Kongre, ekonomik gelişme alanında, proletarya diktatörlüğünün ülkesi olan ülkemizde, ‘tam bir sosyalist toplum kurmak için zorunlu bütün önkoşulların’ (Lenin) varolduğu görüşündedir. Kongre, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde sosyalist kuruluşun zaferi uğrundaki savaşımın partimizin başlıca görevi olduğunu kabul eder. 14. Kongre, partinin yeni tüzüğünü onayladı. Ve 14. Parti Kongresi’nden itibaren partimiz, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler) SBKP(B) adını taşımaya başladı.’’(69)

Zinovyevciler, kongrede yenilgiye uğramalarına rağmen, kongre sonrası parti kararlarına uymadılar ve kendi çizgilerinin propagandasını yaymaya devam ettiler. Zinovyevciler, kongreden sonra Komünist Gençler Birliği Leningrad Komitesi’ni bir toplantıya çağırdı. Bu komitenin yönetici grubu Zinovyev, Zalutski, Bakayev’den destekleniyordu. Leningrad il komitesi ve Komünist Gençler Birliği aldıkları bir kararla 14. Parti Kongresinin kararlarını tanımama kararı aldılar.

  1. Kongreden sonra parti, ülkenin sosyalist sanayileşmesi uğruna çetin bir savaşım içine girdi. Yeniden kuruluş döneminde görev önce tarımı canlandırmak, mevcut atelye ve fabrikaları yeniden işletmeye açmak hedeflendi. Ancak yeniden-kuruluş döneminde üç eksiklik vardı; Birincisi; imalathane ve fabrikalar eksikti. Geri teknik ve aşınmış makineler, İkincisi; Sanayi dar bir temel üzerindeydi. Ülke için makine üreten fabrikalar yoktu. Üçüncüsü; Bu dönemde ağır sanayiden çok hafif sanayi ağırlıktaydı. Milyonlarca küçük işletmelerden, büyük köylü işletmelerine geçişi sağlamak için traktör fabrikalarına ihtiyaç vardı.

Emperyalist ülkeler, Sovyetler Birliği’nin büyüyüp gelişmesini kendileri açısından tehlikeli görüyorlardı. Bu yüzden emperyalistler Sovyetler’de bir belirsizlik ve güvensizlik yaratmak için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Sovyetler’de kargaşalık yaratmak için b ir dizi sabotaj ve saldırı gerçekleştirdiler. İngiliz muhafazakarları Arkos’a karşı bir saldırı gerçekleşti ve İngiliz hükümeti Sovyetler’le olan diplomatik ve ticari ilişkisini kestiğini açıkladı. 7 Temmuz 1927’de Vorşova’da Sovyet büyükelçisi Polonya uğruna girmiş bir beyaz Rus tarafından öldürüldü. İngilizler Leningrad’da bir parti kulübüne bomba atıla ve 30 kişiyi yaraladılar. Tüm bunlar Sovyet hükümetinin üstesinden gelen diğer zorluklardı. Sovyetler, baskılara boyun eğmedi ve tüm saldırıların üstesinden gelmeyi başardı.

SBKP içinde Troçkistler yıkıcı eylemlerine devam ettiler. 1926 yılında Troçkistler ve Zinovyevciler, SBKP’ye karşı bir blok içinde birleştiler. Parti tüzüğünü ve 14. Kongre kararlarını açıktan çiğnediler. 15. Konferansına yakın bir dönemde bu blok SBKP içinde yeni bir tartışma açmak istiyorlardı. Tartışma, Troçkist programın yeniden tartışmaya açılmasından öteye gitmiyordu. Bunun üzerine MK bu parti aleyhtarı bloğa karşı daha fazla göz yumamayacağını açıkladı. Bunun üzerine Muhalefet MK bir mektup sunarak kendi klikçi faaliyetlerine son vereceklerini açıkladılar. Kasım 1926 yılında toplanan 15. Parti Konferansı, Troçkistlerin bu yönelimini değerlendirerek Troçkistleri bölücülükle suçladı. Ama onlar hiçbir şekilde durmadılar.

İki çizgi adına, partinin demokratik merkeziyetçiliğini tanımıyor, fırsat buldukça disiplini tanımıyor ve kararlara uymuyorlardı. 1927 yılında bu sefer de “Seksen Üçler Programı’’ adı altında yeni bir programla ortaya çıktılar. Troçkistler bu sefer bilinen tarzlarından farklı olarak yeni programlarında; parti birliğinden yana olduklarını, bölünmeden yana olmadıklarını, parti programına hiçbir itirazlarının olmadığını, tümüyle sanayileşmeden yana olduklarını hatta MK’sını sanayileşmeye yeterince hız verdiği konusunda suçluyorlardı. Ancak programlarında aynı zamanda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde sosyalizmin zaferine ilişkin karara karşı alaycı bir dil kullanıyor ve fabrikaların işletme haklarının yabancılara verilmesini savunuyorlardı. Troçkistler programlarında kolektif çiftlik hareketinden yana olduklarını ve MK’nın kolektifleştirme hareketine yeterince hız vermediği konusunda suçladırlar.

Ancak diğer taraftan da, işçi sınıfı ve köylüler arasında “çözümü olanaksız çatışmaların” kaçınılmaz olduğunu ileri sürerek bütün umutlarını kulaklara bağlıyorlardı. MK, parti tüzüğüne göre hareket ederek tartışmaların kongreye ancak iki ay kala açılabileceğini söyleyerek tartışmaları başlatmayı reddetti. SBKP parti tüzüğüne uyarak 15. Parti Konferansına iki ay kala tartışmaları başlattı. 15. Konferansta Troçkist muhalefet yenilgiye uğradı. Onlar kendi görüşlerini hakim kılma hedefinden çıkarak Sovyetler’i yıkma hedefine giriştiler. 15. Parti Konferansının tartışmaları son buldan Leningrad ve Moskova’da sokak gösterileri yapmayı kararlaştırdılar. Bunun içinde 7 Kasım günü umdukları kitleyi sokağa sökemeyince hezimete uğradılar. Troçkiçtlerin ve Zinovyecilerin Sovyet aleyhtarı olduklarına artık kuşku yoktu. Bunun üzerine 14 Kasım 1927’de Merkez Komitesi ile Denetim Komitesi yaptıkları ortak toplantıda Troçki ve Zinovyev’i partiden atmayı kararlaştırdı.

  1. Parti Kongresi, 2 Aralık 1927’de yapıldı. Kongre esas olarak Sovyetler’deki Sosyalist sanayileşme ve köylülük sorununu üzerine tartışmalar yaptı. Stalin Kongreye sunduğu raporda sosyalist sanayileşmenin hızla geliştiği yönleri vurguladı ve partinin önüne şu görevi koydu: “Kentteki ve köylük bölgelerdeki bütün ekonomi dallarında sosyalist kilit noktalarını yaymak ve sağlamlaştırmak ve ulusal ekonomiden kapitalist öğeleri silmek.’’(70)

O zaman kadar Sovyetler’de köylülüğün istenilen düzeyde gelişmediğini saptayan parti, “çıkar yol nedir?” sorusuna Stalin şu cevabı verdi: “Çıkar yol torağın işlenmesi temeli üzerinde, küçük ve dağınık köylü işletmelerini, geniş birleşik çiftliklere dönüştürmek yeni ve daha ileri bir teknikle kolektif bir biçimde işlenmesini sağlamaktır. Çıkar yol, küçük ve cüce köylü işletmelerini kerte kerte, ama inandırma yoluyla, toprağın kooperatif ve kolektif bir biçimde işlenmesi temeline dayanan ve kolektif tarım araçlarının, traktörlerin ve verimliliği artırıcı çiftlikler içerisinde birleştirmektir. Başka çıkar yol yoktur.’’(71) Kongre bu değerlendirmeler ışığında tarımın kolektifleştirilmesi için bir karar aldı. Kongre ayrıca köylük bölgelerde kapitalist çiftliklerin önüne geçmek için Kulakların adım adım temizlenmesi kararı aldı.

  1. Kongre, sosyalist kuruluş sorunlarını çözüme bağladıktan sonra Troçkist ve Zinovyeci bloğun partiden atılması sorununu da karara bağladı. Kongre, MK ve Denetim Kurulu’nun aldığı kararı onayladı. Ve ayrıca Radek, Preobrajenski,Rakovski, Piatakov Serebriakov, İ.Smirnov, Kamenev, Safarov, Lifşits, Mdivani, Similga gibi Troçkist unsurlarında partiyle ilişkilerinin kesilmesine karar verdi.
  2. Parti Kongresinin kararı doğrultusunda Kulaklara yöneldi. Bu yaparken parti, yoksul köylülere dayanma, orta köylülükle bağlaşmayı güçlendirme sloganıyla gerçekleştirdi. Kulaklar direnişe geçtiler. Hükümetin belirlediği fiyatları kabul etmeyerek ellerindeki hububatı satmayı reddettiler. Ancak Kulakların direnişi kısa sürede yıkıldı. Kolektifleştirme hareketi adım adım örülmeye başlandı. Kulaklara karşı başlatılan saldırı sırasında parti içinde, öteden beri kulaklara sıcak bakan Buharin’ci çizgi sahipleri, partinin kulaklara karşı izlediği politikaya karşı çıkmaya başladılar. Bu çizgi sahipleri alınan önlemlerin bir an önce kaldırılmasını yoksa tarımın çökeceğini ileri sürüyorlardı. Ve çizgilerini “sınıf savaşımının yatışması teorisi”ne dayandırıyorlardı. Bu teoriye göre; “Sosyalizmin kapitalist öğelere karşı sağladığı her zaferle sınıf savaşımının kısa sürede tümden ortadan kalkacağını ve sınıf düşmanının savaşmaksızın bütün mevzilerini terk edeceğini, bundan dolayı da kulaklara karşı saldırının gerekli olmadığını ileri sürüyorlardı. Böylece kulakların barışçıl yoldan sosyalizmle kaynaşacağını öne süren eski burjuva teorilerini canlandırmaya çalışıyorlar ve Leninizm’in ünlü sosyalizm gelişmesini sınıf düşmanlarının direnişinin de o derecede keskin biçimlere bürüneceğini ve sınıf savaşımının ancak sınıf düşmanının ortadan kaldırılmasından sonra ‘söneceğini’ belirten tezini ayaklar altına alıyorlardı.’’(72)

Nisan 1929 yılında 16. Parti Konferansı Birinci-Beş Yıllık Plan’ı görüşmek üzere toplandı. 16. SBKP Parti Konferansı sağ teslimiyetçilerin beş yıllık dar planını reddetti ve planın geniş şeklini onayladı. Beşinci Beş Yıllık Planın hedefi şunlardan ibaretti: “Beş-Yıllık Plan’ın başlıca hedefi ülkemizde yalnızca sanayiyi değil, ulaştırmayı ve tarımı da -sosyalizm temeli üzerinde- yeniden donatabilecek ve yeniden örgütleyebilecek güçte bir sanayi yaratmaktır hedefi ortaya kondu.”

1929 büyük emperyalist buhran dünyada büyük bir alt üst oluşu birlikte getirdi. 1929’daki dünya ekonomik buhranı, emperyalistlerin savaştan galip çıkan ile yenilgi alan ülkeler arasındaki, emperyalist devletlerle, sömürgeler arasındaki, işçilerle kapitalistler arasındaki, köylülerle toprak ağaları arasındaki çelişkileri daha da kızıştırdı. 16. Parti Kongresine MK adına sunduğu politik raporda Stalin; “Burjuvazinin ekonomik buhrandan bir kurtuluş yolu bulmak için, bir yandan kapitalizmin en gerici, en şoven, en emperyalist öğelerinin diktatörlüğü olan faşist diktatörlüğü kurmak suretiyle işçi sınıfına sömürgelerin ve nüfus bölgelerinin yeniden bölüşülmesi uğrunda savaş kışkırtıcılığı yapacağını belirtti.  Ve olaylar böyle gelişti.’’(73) Ve 1932 yılında Japonya savaş tehdidinde bulundu. 1933’te Almanya’da faşist Hitler başa geldi. Fransa, İngiltere ve ABD Uzakdoğu’da yeni tedbirler alırken Japonya silahlanmaya hız verdi.

  1. Parti Kongresi 26 Haziran 1930’da toplandı. SBKP 16. Parti Kongresi “sosyalizmin bütün cephelerde yürüttüğü geniş saldırısını, kulakların sınıf olarak oradan kaldırılmasını ve tam kolektifleştirmenin gerçekleştirilmesini partinin tarihine geçiren kongre olarak bilinir.”
  2. Kongrede Stalin, Sovyetler’in bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp hızla bir sanayi ülkesi olma yolunda ilerlediğini belitti. Ve SBKP 16. Parti Kongresi partinin önüne “Sosyalist kuruluşta canlı Bolşevik adımlarının sürdürülmesini ve Beş Yıllık Plan’ın Dört Yılda tamamlaması” görevi koydu. 1933 yılının başlarında yapılan bir değerlendirme, ortaya konan Beş Yıllık Planın dört yılda tamamlandığı belirtildi.

SBKP 17. Parti Kongresi Ocak 1943’te toplandı. Kongreye bir milyon 874 bin 488 parti üyesini ve 935 bin 298 üye adayını temsil eden, oy hakkına sahip 1.225 delegeyle yalnızca söz hakkına sahip 736 delege katıldı. 17. Kongre, 16. Kongreden bu yana alınan kararları ve uygulamaları değerlendirdi. Ekonomi ve kültür alanında elde edilen başarılarla, partinin genel çizgisinin bütün alanlarda uygulandığı vurgulandı. 17. Parti Kongresi “zafer” kongresi olarak ilan edildi. 17. Kongre, İkinci Beş Yıllık Plan üzerinde karar aldı. Bu plana birinci plandan daha kapsamlıydı. Bu plana göre 1937’de sanayi üretimi, savaş öncesi dönemin sekiz katına çıkartılması, tarımın esas olarak makineleştirilmesi, traktör gücünün altı kat daha artırılması, ulaştırma ve haberleşme araçlarının teknik olarak yenilenmesi, işçilerin köylülerin ekonomik ve kültürel olarak ilerletilmesi için dev bir plan hazırlandı.

  1. Kongre, yeni bir parti tüzüğü kabul etti. Bu tüzüğün diğerlerinden ayrı olan özelliği, bir giriş bölümünün eklenmesi idi. Bu giriş bölümünde partinin kısa bir tanı yapılıyor ve partinin proletaryanın savaşımındaki önemi ve proletarya diktatörlüğü aygıtındaki yeri belirtiliyordu. 17. Kongrenin bir diğer özelliği de, o güne kadar farklı çizgiyi savunan ve bu çizgilerinde direten Buharin, Rikov ve Tomski’nin SBKP’ye verdikleri özeleştiridir. Kongrede sadece bunlar değil Zinovyev ve Kamenev’de özeleştiri yaparak SBKP’yi öven konuşmalar yaptılar. Kongre sonrası Sovyetler’de çok önemli gelişmeler oldu. 1 Aralık 1934’te Leningrad’da Kirov bir suikast sonucu öldürüldü. Rikov’un öldürülmesiyle geniş bir soruşturma başlatıldı. Soruşturma sonucunda “1933-1934 yıllarında Leningrad’da gizli bir karşı devrimci terörist grubun kurulduğu, Zinovyev muhalefetinin eski üyelerinin bu gruba katıldıkları ve başlarında mahut Leningrad Merkezi’nin bulunduğu öğrenildi. (…) Çok geçmeden ‘Moskova Merkezi’ adında gizli bir karşı-devrimci örgütün varlığı ortaya çıkartıldı. Yapılan ilk soruşturma ve yargılama sırasında Zinovyev’le Kamenev’in ve Yevdokimov’un ve bu örgütün öteki liderlerinin, yandaşlarına terörist düşünceyi aşılamada, Parti Merkez Komitesi ve Sovyet Hükümeti üyelerini öldürme tertiplerinde alçakça rol oynadıkları açığa çıktı.’’(74)

 

Kaynaklar

55- Bolşevik Parti Tarihi, s. 33

56- age, s. 83

57- age, s. 83

58- age, s. 84

59- age, s. 90-91

60- age, s. 107

61- age, s. 115

62- age, s. 170

63- age, s. 172

64- age, s. 176

65- age, s. 289

66- age, s. 316

67- age, s. 323

68- age, s. 227-228

69- age, s. 338-339

70- age, s. 345

71- age, s. 355

72- age, s. 358

73- age, s. 359

74- age, s. 360-361

* Bu yazı Partizan dergisinin 66. sayısında yayınlanan Tarihi Dersler Işığında Komünist Partilerde İki Çizgi Mücadelesi yazısının SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi bölümünden alınmıştır. Güncel olması bakımından bu bölümü Lenin anısına yeniden yayınlıyoruz.

 

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

2019 yılı verileri baz alındığında Türkiye’de toplam 1.351 belediye bulunuyor. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde belediyelerin 742’sini AKP, 240’ını CHP, 229’unu MHP, 57’sini HDP (bu belediyelerin 51 tanesi AKP iktidarı tarafından gasp edildi) 24’ünü İYİP, 21’ini Saadet Partisi, 10’unu BBP, 8’ini Demokrat Parti, 6’sını DSP, 1’ini SMF, 13’ünü bağımsız adaylar kazandı.

31 Mart 2024 yerel seçimlerine TİP, TKP, Sol Parti ve EMEP vb. gibi partilerin de kendi adaylarıyla girmeyi tartıştıkları yerel seçimlerde TİP dışında diğer partilerin belediye kazanma şansları pek görülmese de ittifaklarla bazı ilçe ve belde belediyeleri kazanma şansları var.

Türkiye’de 750.000 üzerinde nüfusu olan yerler büyük şehirler olarak kabul ediliyor. Mevcut haliyle 30 büyük şehir bulunmaktadır. Türkiye genelinde 81 tane il ve bu illere bağlı toplam 919 adet ilçe ve 397 belde var.

Bu kadar yoğun seçim bölgelerinin il, ilçe ve beldenin bulunduğu ülkemizde bunların birkaçında dahi devrimcilerin (Kürt illerini saymazsak) elinde belediye olmaması ciddi bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu durum sadece baskı, yasaklama ve AKP’nin hakimiyetiyle açıklanamaz. Bu tablo, devrimci hareketin işçi sınıfından ve halktan uzaklığına dair bir veridir. Bu durum aşılamadığı sürece, toplum içinde etkin olamama hali de devam edecektir.

31 Mart yerel seçimlerine burjuva partiler de kendileriyle özdeşleşmiş iller dışında bir ittifak arayışında. Öyle ki seçimi kaybetme riski bulunmayan illerde bile her parti ittifakla elindeki belediyeleri garantiye almak istiyor. İttifaklar tam olarak netleşmiş görünmüyorsa da şekillenen bazı ittifaklardan söz edebiliriz.

Burjuva iktidarın durumu

AKP, yanına aldığı ortağı MHP ile yerel seçimlere birlikte girme kararı almış bulunuyor.

AKP’yi BBP, HÜDA-PAR, DSP’nin de destekleyeceği netleşmiş durumda. AKP, bu partilerin kendilerini büyük şehirlerde destekleyeceğini ve özellikle bu ittifakla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni almayı planlıyor. Bunu Ankara ve diğer büyük şehirler için de düşünüyor. Yeniden Refah Partisi (YRP), AKP ile pazarlıkta daha anlaşamadığı için seçime tek başına girme eğiliminde. Ancak bu parti bir “pazarlık partisi” olduğu için her an eğilimini değiştirebilir.

AKP’yi destekleyen MHP dışındaki partilerin seçimde fazla oy potansiyelleri olmamakla birlikte, seçmen üzerinde yaratacağı etkiyle AKP, seçime avantajlı bir şekilde girmek istiyor.  AKP’yi destekleyen partiler, iktidarın avantajlarından yararlanarak kendilerini daha fazla görünür kılarak toplumda meşrutiyetlerini böylece sağlamış oluyorlar. Mayıs 2023 seçim öncesi HÜDA-PAR sadece Batman ve Amed çevresinde faaliyet yürüten bir parti olarak fazla tanınmıyordu. Devrimci çevreler ve Kürtler, HÜDA-PAR’ı hizbul-kontranın devamı bir parti olarak biliyor ancak toplumun geneli bu bilgiye fazla sahip değildi. HÜDA-PAR, cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinde AKP desteklemesiyle hem parlamentoya iki milletvekiliyle girdi hem de tüm Türkiye’de tanınan bir parti haline geldi. HÜDA-PAR, 2023 Mayıs öncesi yürüyüş ve mitingler yapmazken, şimdilerde at sırtında” Hilafet isteriz” sloganları eşliğinde yürüyüş ve mitingler yapabilmektedir. Bunlar iktidarın nimetlerinden faydalanmadır. Bunun yanında HÜDA-PAR’ın ideolojik olarak da AKP’ye yakın olması desteğin önemli nedenleri arasındadır.

Keza DSP, BBP ve YRP vb. gibi tüm partiler AKP’yi destekledikleri ölçüde toplumda daha görünür olabilmektedirler. AKP de bunu biliyor ancak kendi iktidarlarını ve elindeki belediyeleri korumak, İstanbul başta olmak üzere büyük şehirleri kazanmak için, bu partileri yanına almakta bir beis görmüyor. DSP’yi (en azından tabanının bir bölümünü dikkate alarak) saymazsak, BBP, MHP ve YRP de politik olarak AKP’ye yakın duran partilerdir.

Burjuva muhalefetin durumu

CHP, dağılan Millet İttifakı’nın diğer partileriyle anlaşamadığı için Kürtlere göz kırpmaktadır.

CHP belki de en büyük darbeyi İYİP’ten aldı. İYİP, Türkiye’de en ırkçı partilerden biridir. 17 bin faali belli cinayetin sorumlularından olan M. Akşener’in her fırsatta Kürtlere ve devrimcilere ağzı salyalı bir şekilde nasıl saldırdığına her gün tanık oluyoruz. CHP’nin ise elindeki büyükşehir belediyelerini kaybetmemek için Kürt oylarına ihtiyacı var. Özellikle de İstanbul’un yerel seçimlerin merkezi haline geldiği düşünüldüğünde Kürt oylarının İstanbul’da belirleyici bir yerde durduğunu CHP de inkâr etmiyor.

CHP’nin, “açıklık politikası” adı altında DEM ile yürüttüğü ittifak görüşmelerinde bunun nasıl bir içerik alacağı tam olarak netleşmiş değil. DEM’in başta İstanbul olmak üzere kritik bazı illerde CHP’yi desteklemesi isabetli olmayacaktır. İstanbul ya da diğer büyük şehirlerin AKP’nin elinde ya da CHP’nin elinde olması sadece nicel bir durumdur.

AKP’nin İstanbul başta olmak üzere kaybettiği büyük şehirleri geri alması kendi iktidarının daha da sağlamlaştırması bakımından AKP’ye moral kazandırsa da sadece bunun tersine çevrilmesi adına CHP’nin desteklenmesi doğru bir politika değildir. 2019 yerel seçimlerini değerlendirdiğimiz yazımızda şu gerçeklere dikkat çekmişiz; “Seçim meselesinde önemli bir noktada şu ki, İstanbul Büyükşehir Belediye seçimini kazanan bir kez daha HDP olmuştur. 31 Mart yerel seçimlerinde Ankara, İzmir ve İstanbul’da belirleyici olan Kürt seçmen 23 Haziran İstanbul seçiminde de bir kez daha seçime damgasını vurmuştur. Ekrem İmamoğlu’nun açık farkla oylarını 800 bin artırarak seçimi kazanmasında Kürtler belirleyici olmuştur.

Seçimleri kazanan Ekrem İmamoğlu’na dair bir-iki kelam etmek gerekirse… İmamoğlu’nun İstanbul için ortaya koyduğu projelerin bu düzen içinde çözülmesi, İstanbul’un istenilen düzeyde yaşanır bir şehir olması, işsizliğe son verilmesi, rant düzenin son bulması, yeşil alanların çoğaltılmasının bu düzen içinde olması mümkün değildir.” (Özgür Gelecek, 25 Haziran 2019)

Bu öngörümüz fazlasıyla gerçekleşmiştir ve gelişmeler bizi doğrulamıştır.

CHP’nin, TC devletinin kurucu partisi olarak Kürtlere ve mücadelesine hiçbir zaman sıcak bakmadığı bir sır değildir. Kürtleri yok sayan ve bunu resmi devlet politikası haline getiren CHP, her kritik eşikte AKP’yi destekledi. Sınır ötesi operasyonların yapılması için yasal tezkerelerin (bazı istisnalar hariç) meclisten geçmesi için her defasında” evet” dedi. Kürt illerinde AKP tarafından kazanılmış 51 belediyeye kayyım atanırken sesini çıkartmadı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilk CHP ellerini kaldırdı. Hapishanelerde yüzlerce devrimci tutsak ölümle pençeleşirken bunu bir defa bile olsa meclise taşımadı. Kürtler linç edilirken sessiz kaldı. Tüm bu gerçekler ortadayken, CHP’yi desteklemek için konjonktürel bir neden dahi bulunmamaktadır.

Demokrat-devrimci muhalefetin durumu

31 Mart yerel seçimleri yaklaşırken devrimci hareketin parçalı duruşu devam ediyor. Kazanma olasılığının olduğu il, ilçe ve beldelerde ortak adaylar etrafında birleşmek, bir seçim ittifakı kurma olanağı her zamankinden daha fazla varken, bu durum hala bir netliğe kavuşmuş değil.

Kürt düşmanlığının dorukta olduğu, ırkçılığın gündemden düşmediği, Kürtlere karşı her gün yeni bir operasyonun yapıldığı, kumpas davalarının devam ettiği koşullarda Kürt halkının mücadelesinin yanında olmak devrimci bir görevdir. Bu, aynı zamanda şovenizme karşı bir duruşu ifade etmesi bakımından da oldukça önemlidir.

DEM Parti’ye eleştirilerimizi dostça yapmalıyız. Eksiklerini göstermeli, devrimcilerden ziyade reformistlere kapı aralama siyasetini eleştirilmeliyiz. Şu eleştirimiz hala güncelliğini korumaktadır; Milletvekili seçimlerinde HDP, seçim ittifakında anlaşılır olmayan politikalar üzerinden geliştirdiği ittifaklarla devrimci güçleri dikkate almadı. Reformist kesimler, TİP vb. çevreler tercih edildi ve bu kesimlerin tavır ve tutumları ise bu tercihin yanlışlığını defalarca kez ortaya koydu.

2024 yerel seçimleri de Türkiye Kürdistanı şehirlerinde belediye seçimleri DEM ile AKP arasında geçecektir. Diğer partiler aday gösterseler de bu tali bir yarış olacaktır. AKP, elindeki devlet olanaklarını kullanarak DEM’in yerel seçimlerde başarısız olması için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Seçim öncesi R.T.Erdoğan’ın ”Kazansalar da belediyeleri yine ellerinden alacağız” açıklamasıyla, Kürt halkı üzerinde baskı uygulayarak, AKP’ye oy vermeseler de “kazansak da belediyeler elimizden alınacak, oy vermeye değmez” ruh hali yaratılmak istenmektedir.

Basına yansıyan onlarca haberden de görüldüğü gibi, AKP daha şimdiden hayali seçmen listeleri hazırlayarak, dışarıdan getirilecek kendi taraftarlarına oy kullandırarak seçimin sonuçlarını değiştirmek istiyor. Buna karşı yoğun bir teşhir faaliyeti sürdürerek, AKP teşhir edilmelidir. Bu sadece DEM’in işi değil seçime katılan diğer partilerin de gündeminde olması gerekirken, sorun Kürtler olunca bu konuda da üç maymun oynanmaktadır.

Bu anlamda DEM’i zorlu bir seçim süreci beklemektedir.

DEM’in, yerel seçimlerde öncelikle ağırlığı Kürt illerine vermesi anlaşılır bir yerde durmakla birlikte parlamento seçimlerinde nasıl diğer illerde de adaylar gösterildiyse, belediye başkanlığı seçimlerinde de kazanma ihtimalinin olduğu yerlerde de devrimci, ilerici güçlerle ortaklaşarak aday gösterilmeli ve birleşik temelde bir mücadele adına bütünlüklü bir politika geliştirilmelidir.

2024 yerel seçimlerinde eleştiri başlıklarımızdan biri de devrimci kurumlardan biri olan Sosyalist Meclisler Federasyonu’nadır. Bilineceği üzere bu dost devrimci kurum, kamuoyunda bilinen ismiyle “Komünist Başkan” Mehmet Fatih Maçoğlu’nu İstanbul’un Kadıköy ilçesinden aday göstermiştir. M.F.Maçoğlu’nun Kadıköy’den aday yapılması kararı yoğun olarak tartışılmıştır. Bu karar SMF’nin kendi takdiridir. Yerel seçimlere dair söz söyleyen, bir program ortaya koyan her anlayışın istediği yerden aday gösterme hakkı vardır ve buna saygı duyulmalıdır.

Asıl üzerinde durulması gereken -ki bizim de önemsediğimiz ve eleştirildiğimiz husus- SMF’nin Maçoğlu’nun Kadıköy adaylığını ittifak ilişkisi içinde sosyal şoven bir parti olan TKP’den göstermesindeki ısrarıdır. Israrıdır diyoruz çünkü SMF’nin devrimci politika adına böyle bir mecburiyeti ve zorunluluğu yoktur. Yerel seçimlerde mevzi kazanmak hedefiyle sosyal şovenizme kan taşımak, üstelik de TKP gibi bir partinin hiç de hak etmediği bir şekilde propaganda yapmasına zemin sunmak SMF gibi devrimci bir kurum açısından izaha muhtaçtır.

Açıktır çünkü SMF alternatifi olduğu halde bu ittifak politikasında ısrar etmekte, sosyal şovenist TKP ile yürümekte bir sakınca görmemektedir. Bu taktik politikanın devrime hizmet etmediği açıktır. TKP’nin son süreçteki tavrı ve açıklamaları ortadadır. Şeyh Said’e yönelik tutumdan, son olarak faşist rejimin paralı askerlerinin Kürt gerillaları karşısında yaşadığı kayıplar karşısında, “devletin bekası’ndan dem vuran, üstelikte ezilen ulusun mücadelesini “Kürtçülük” olarak tanımlayıp faşizmin yanında saf tutan bir partiden bahsettiğimiz bilinmektedir.

Proleter hareket gerek yerel seçimlere gerekse de genel seçimlere bir taktik olarak bakmaktadır.  1977 yılından 2023 yılı arasındaki dönemde hem yerel hem de parlamento seçimlerini boykot ettiğimiz ya da katıldığı ve aday çıkarttığı seçimler olmuştur. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde tavır “Kayyum ve Rant Düzeninin Temsilcilerine Oy Yok! Demokratik, Halkçı Yerel Yönetimler İçin Mücadeleye!” şeklinde kamuoyu ile paylaşılmıştır.

Yaklaşımımız, devrimci, demokrat ve yurtsever adaylarla birlikte yürüme, birleşik mücadele zemini temelinde tüm ilerici ve yurtsever güçlerin birlikte hareket etmesini zorlama, olanakların olduğu yerde aday gösterme, ittifak içinde olduğumuz yerlerde meclis adayları gösterme şeklindedir.

Kitle çalışmamızda devrimin propagandası esas olandır. Sorunların birlikte çözümünün Demokratik Halk Devrimi’nde olduğu ise propagandamızın esasını oluşturacaktır.

15 Şubat 2024 M

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

Alman emperyalizminin bu savaşta esas amacı Avrupa kıtasını ele geçirmek, dünyanın ilk ve tek sosyalist ülkesi Sovyetler Birliğini işgal ederek teslim almaktı. İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco gibi faşist iktidarlarda Hitler Almanya’sıyla ittifak kurdular.

Böylelikle faşizm insanlık için ciddi bir tehlike olarak ortaya çıktı.

Almanya ilkin Polonya’dan başlayarak bütün Avrupa kıtasını işgal ederek teslim aldı. Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda, Lüxemburg, Yugoslavya, Yunanistan’ı işgal etti. Bütün bu ülkelerde kendisine bağlı işbirlikçi iktidarlar kurarak hakimiyetini sağlamlaştırdı. 1940 yılında Fransa’yı işgal ettiler ve bir hafta içerisinde ise Paris’i teslim aldılar.

Teslim olmuş, işbirlikçi Vichy Hükümeti, Fransız vatandaşı Yahudilerden, Komünistlere kadar bütün muhalif kesimlerin isimlerini ve adreslerini faşistlere teslim etti. 70 000 Yahudi tutuklanarak ölüm kamplarına gönderildi. Yeni cumhuriyetçiler bu durumu “…Fransa’nın tarihinde sonsuza dek bir leke olarak duracaktır…” diye anmaktadırlar

Fransa’nın Nazi’ler tarafından işgali karşısında, başta komünistler olmak üzere, yurtseverler ve devrimciler direniş örgütlediler. Faşizme karşı insanlığı, karanlığa karşı geleceği savundular. Komünistler, devrimciler, antifaşistler kısaca kendine insanım diyenler faşizme karşı silahlı mücadele, sabotaj, cezalandırma gibi eylemlerle insanlığın kutsal değerleri, “özgürlük-eşitlik ve kardeşlik” adına savaştılar.

Öldüler, işkencelere maruz kaldılar, hapiste tutuldular, kurşuna dizildiler. Sonuçta Nazi’lere unutamayacakları darbeler vurarak tarihe önemli not düştüler. Yaşadığı topraklara ihanet etmeyip “işgal ve postal” arasındaki bir yaşama müsaade etmediler. İşbirlikçi-Teslimiyetçi Vichy hükümetine karşı da savaştılar. Bu direniş içinde Adıyamanlı Misak Manuşyan ve yoldaşları da vardı.

Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, M.Mauşyan’ın ölümsüzleşmesinden 80 yıl sonra, Misak Manuşyan ve eşi Meline Manuşyan’ın naaşlarını “Fransa’nın evrensel değerlerini temsil ediyor” diyerek Pantheon’da ağırlanacaklarını resmi bir kararname ile açıkladı.

Misak Manuşyan, Fransız halkının ulusal kahramanları, sembol isimleri arasında yer aldı. Hemen hemen Fransa’nın birçok şehrinde ve Ermeni halkının yaşadığı bölgelerde “Misak Manuşyan” adı okullara, sokaklara, bulvarlara verildi.

Misak Manuşyan, komünist-şair ve yazar kimliği ile ilk defa Pantheon’da eşi Meline ile ağırlanacaktır. Pantheon’da Jean Jaures, Voltaire, Emile Zola, Pierre Curie, Alexandre Dumas ve Simon Veil’ler ile, ebedi istirahatgahında unutulmayacaklardır.

Adıyaman’dan, Paris’e Bir Devrim Neferi

Paris’te dünyanın en tanınmış yazar ve entelektüelleri arasında Pantheon’da ebedi istirahatgahına kabul edilen Misak ile Meline Manuşyan’lar Fransız değildirler.

Yabancı – göçmendirler. Misak geçimini Citroen fabrikasında işçi olarak çalışarak idame etmeye çalışan bir emekçidir. Geldiği topraklar ise bir zamanlar Ermeni atalarının yaşadığı Adıyaman – Besni köyündendir. 1915 Ermeni soykırımı yıllarında 9 yaşında iken, önce babasını sonra annesini Tehcir yollarında, ölüm yürüyüşünde kaybetti.

Kardeşleri ile çaresiz ve yetim kaldı. Bir Kürt ailesinin yardımı ile hayata tutundular. Kilisenin yardımı ile soykırımdan kurtulan yetim ve kimsesiz çocukların barındığı, Suriye-Cunyu’ya yerleştirildi.

Meline Asaduryan’ın (1913 – 1989) hayatı da aynı Misak gibi zorluklarla geçti. 1913 yılında İstanbul’da doğdu. Babasını ve ailesini erken yaşta kaybedince, Adapazarı’nda bir Amerikan okuluna kaydoldu. Aslında burası bir yetimhanedir. 18 yaşına kadar burada kaldı. Sonra İzmir’e yerleştiler.

Katliam-tehcir ve baskı yıllarında, korkudan İzmir’i terk etmek zorunda kaldı. İzmir’de çoğunluğu oluşturan Rum ve Ermeni toplulukları, Kuvay-i Milliye çeteleri halkı kaos, panik ve yıldırma politikaları ile göç ettirmek için bütün yolları denediler. Meline’nin okuduğu okulun nöbetçisi öldürüldü. İzmir ateşe verildi. Rum ve Ermeniler yine göç yollarına düşmek zorunda kaldı. Meline ve ablası Yunanistan’a kaçarak canlarını zor kurtardılar.

1920 yılında ilan edilen Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti’nin yardım talepleri bütün dünyada yankı bulduğu gibi Fransa’da da ilgiyle karşılandı. Birçok ilde Yardım Komiteleri için örgütlenmeler oluşturuldu.

M.Manuşyan bu süreçte eşi, yoldaşı, sevgilisi, hayat arkadaşı ve her şeyi olan Meline ile tanıştı. Evlendiler. İki dergi çıkarmayı başardılar. Çank (Çaba) ile Mışaguyt (Kültür) dergilerinde, Fransızcadan ve dünya klasiklerinden çeviriler yaptılar. Ermeni sanat ve kültür yazıları üzerine yoğunlaştılar.

Diğer taraftan Sorbonne Üniversitesi’ne dışarıdan kaydoldu. Edebiyat, felsefe ve siyaset bilimler dersleri aldı. Ailesinden kendisine kalan tek mirası olan kardeşini bir an olsun yalnız bırakmadı. Paris’e gelmelerinden bir süre sonra kardeşi Garabet hastalandı. Yatağa düştü. Kardeşinin tıbbi ihtiyaçlarını karşılamak için, Citroen fabrikasında işe başladı. Ama kardeşini kurtaramadı. Ekonomik krizin etkisiyle işten çıkarıldı.

Misak – Meline Manuşyanların hayatı 1939 yılında radikal anlamda değişmeye başladı. Alman faşizminin yükselişi ve insanlığı tehdit etmesi karşısında M.Manuşyan örgütlenmesi gerektiğinin kararını verdi. FKP (Fransız Komünist Partisi) üyesi oldu.

Faşizm işgaliyle Fransa’da her şey değişirken; Komünist Partisi lağvedilmiş, ilericiler, komünistlerin tutuklanması için cadı avı başlamıştı. Anti komünist tutuklanmalar sırasında göz altına alınan Manuşyan Paris Sante Hapishanesi’nde tutuklu kaldı. Hapishane de bir an olsun boş durmadı. Dışarı nasıl çıkacağının hesaplarını yaptı.

Hapishane müdür ile konuşarak, faşizme karşı savaşmak istediğini söyledi. Müdür bu talebi kabul ederek, Manuşyan’ın serbest kalmasını sağladı.

Soykırımdan Nazi Faşizmine Karşı Mücadeleye!

M.Manuşyan’ın kişisel tarihi aynı zamanda Ermeni halkının tarihtir. Onun kişisel tarihi, tehcir, soykırım, göçmenlik ve direniştir. Onun yaşamı Ermeni halkının modern tarihinin kısa bir özetedir. M.Manuşyan tehciri iliklerinde hissetti.

Ailesinin bütün üyelerini kaybetti. I. Emperyalist paylaşım savaşının yıkıntılarını, Büyük Buhranı, Hitler faşizmi ile II. Emperyalist paylaşım savaşının ayak izlerini bizzat yaşamaya başladı. Hayatta tek yoldaşı Meline kalmıştı. Faşizme karşı İspanya’da oluşturulan Enternasyonal Tugaylarda savaşmak için yazıldı. FKP’ne başvurdu. Fakat Fransa’da kadro boşluğu gerekçesiyle önerisi reddedildi.

Teslim olmuş işbirlikçi Vichy hükümeti Nazilerin bütün isteklerine şartsız ve koşulsuz boyun eğdi. SS subaylarına tutuklanmaları için binlerce FKP üyesi komünistin isim ve adresleri verildi. Herkes her an tutuklanabilirdi.

Direnişçilerin, faşizme karşı mücadele etmekten, direniş saflarında örgütlenmekten başka alternatifi yoktu. Direniş guruplarını örgütleyen Manuşyan Paris’te ilk eylemini bizzat kendisi yaptı. Bir SS kışlasını hedef aldı. Her sabah içtima yapan, marşlar söyleyen, oradan görev bölgelerine dağılan askerlere attığı el bombası ile onlarca asker öldü.

Birçoğu yaralandı. Paris’te yankı uyandıran bu eylem sonucunda Nazi’ler daha da saldırganlaştı. Manuşyan bu eylemden sonra Paris Askeri sorumluluğuna getirildi.

En büyük eylemi ise Paris’te SS subayının cezalandırılmasıdır. Bu insanlık düşmanı SS subayı, halk tarafından teşhir olmuş, herkesin nefret ettiği, her infazda imzası bulunan Van Schaumber’dir. Bu eylem de Manuşyan Grubu’na verildi.

Bombalama ve taramadan sonra katil hak ettiği cezayı buldu. Bu sefer Julius Ritter, 600 000 Fransız işçisinin çalışması için, Almanya’ya gönderilmesini örgütleyen SS subayını halk adına ölüm ile cezalandırdı. Berlin’de yankı bulan bu eylem sonucunda Adolf Hitler çok üzüldü. Almanya’da 1 günlük yas ilan edildi.

Artık Paris’te SS subayları resmi üniformaları ile dolaşamaz hale geldiler.

Yoldaşı Meline, Misak’ı bir an olsun yalnız bırakmadı. M.Manuşyan ikin kez tutuklandığında ziyaretine gitti. Meline, bir keresinde askerler tarafından açılan kurşunlardan tesadüfen kurtuldu. Misak yine Gestapo’nun elinde tutsak düşmüştü.

Ama hakkında yeterli bilgi ile delil olmadığı için serbest kaldı. Eline ise geçmişte çok iyi daktilo kullanabilen, gazete ve dergi işlerinde çalışmış bilgi birikimine sahip usta bir Partizandır. FKP’nin bildirilerini faşizmin en koyu olduğu şartlarda, ustaca halka ulaştırılmasında önemli katkıları oldu. Ama, Gestapo’nun yoğun operasyonlarında Partizanlar da etkilendi.

Binlerce insan tutuklandı. Bazıları anında infaz edildi. Manuşyan da bir operasyon sırasında 16 Kasım 1943 yılında tutuklandı. Bugün de halen var olan, baskı ve zulümleri ile meşhur, en sıkı korunaklı, Fresnes Hapishanesi’nde hücrelerde tutuldu. En barbar işkencelere maruz kaldı.

Enternasyonal Devrimciler ve Kızıl Afiş

Naziler tutuklanan Misak Manuşyan ile 23’ler aleyhine Fransız halkına, haklarında kötü propaganda yapmaktan geri kalmadılar. Propaganda amacıyla onları “cani, Yahudi, Bolşevik” olarak tanımlayan binlerce Kızıl Afiş hazırlayarak, Paris ile banliyölerine dağıtıldı.

Aksine halktan direniş saflarına katılanların sayısı çoğaldı. Misak Manuşyan’ı “Ermeni çete başı, 56 suikast, 150 ölü, 600 yaralı” tanıttılar. Dünyaca tanınmış şair ve yazar Louis Aragon “Kızıl Afiş” hakkında şiir yazdı ve “Fransa için öldüler” ifadesini kullandı.

Hitler Faşizminin mahkemelerinde yargılandılar. İtalyan, İspanyol, Bulgar, Romanya, Polonya, Macar, Ermenilerden oluşan 23’ler her türlü işkence ve baskılara karşın mahkeme salonunda, pişman olmadıklarını hep birlikte dile getirdiler.

Naziler bir gün bile ara vermeden Paris’te bulunan Mont Valerien kalesinde, Partizanları kurşuna dizdiler. İşbirlikçi Fransız basını ise “23 komünist ölüm cezasına çarptırıldı” diye manşet attı. İçlerinde sadece Olga Banciç (Romanya) Fransız yasalarına göre kadının kurşuna dizilmesi yasaklandığı için, Almaya’ya götürülerek, giyotine vurularak öldürüldü.

Meline Manuşyan ise öğretmenlik yapmak için Ermenistan’a yerleşti. 17 yıl sonra tekrar Fransa’ya döndü. Dönemin cumhurbaşkanı F.Mitterand tarafından, Meline Manuşyan l’egion d’honneur ile ödüllendirildi. Misak ölüme giderken gönderdiği vasiyetinde eşine “evlen” demesine rağmen, Meline hiçbir zaman evlenmedi.

1989 yılında hayata gözlerini yumduğunda, Paris Ivry’de bulunan eşi Misak Manuşyan’ın yanın defnedildi.

Günümüz dünyasında III. Emperyalist Paylaşım savaşı tehlikesi her geçen gün daha da ivme kazanmaktadır. ABD-AB emperyalistleri Rusya ve müttefik emperyalistleri arasında süregelen pazar çekişmeleri endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Artık bir dünya savaşı tehlikesi açıkça konuşulmakta, her devlet hazırlığını ona göre yapmaktadır.

Afrika’dan Kafkaslara, Ortadoğu’ya Avrupa’ya kadar halklar ekonomik ve sosyal kriz içerisinde yönünü aramaktadır. Avrupa kıtasında ırkçı, milliyetçi, neo Naziler her geçen gün güçlenirken sosyal bunalımlar her geçen gün daha da artmaktadır.

1.Emperyalist paylaşım savaşında görüldüğü üzere bütün ülkelerde istisnasız burjuva iktidarları, faşizme karşı teslimiyet bayrağını çekerlerken, halklar ile bütün ülkelerdeki komünistler insanlığın kutsal değerlerinin ayaklar altına alınmasına, kanları ve canları pahasına mücadele ederek karşı koymuşlardır.

Bugün Avrupa burjuvazisi bu gerçekliği inkar ederek, komünistlerin halkın mücadele tarihlerini sahiplenmektedirler. Aynı şekilde dünya halklarının başına bela olan IŞİD çetelerine karşı kazanılan zafer de Kürt halkı ile Enternasyonal Devrimcilerin kazanmış olduğu zaferdir. Avrupa burjuvazisi sözde savunduğu evrensel değerlere bile sahip çıkamamıştır.

Bugün sürdürülmesi gereken devrimci ruh, M.Manuşyan ve 23’lerin bizlere emanet ettiği ulusal değil enternasyonal devrimci direniş ve mücadele ruhudur! M.Manuşyan bir komünist olarak “Fransa için mücadele” etmedi. O savunduğu değerler için ölümsüzleşti. Tıpkı emperyalistler ve Türk faşizmi destekli IŞİD faşizmine karşı mücadele ederken ölümsüzleşen Nubar Ozanyan gibi…

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

12 Eylül faşist cuntasının idam ederek katlettiklerinin sayısı uzun yıllar 50 kişi olarak kabul görmüştür. Ne yazık ki bu son derece bilinçli ve planlı yok saymaya devrimciler de sessiz kalmış, pek önemsememişlerdir. Oysa bu bilinçli yok saymanın ve görmezden gelmenin son derece ideolojik bir anlamı vardır. İdam edilen 50+1 kişi arasında bir kişi devrimci olmanın yanında üstelik de Ermeni’dir.

Ermeni soykırımı üzerinde yükselen TC devleti açısından bu bilinçli yok sayma anlaşılırdır. Ancak devrimci ve komünistler açısından kabul edilemez.

12 Eylül Faşist Cuntası’nın asarak katlettiği Ermeni devrimci ASALA militanı Levon Ekmekçiyan’dır. 1958 yılında doğan L.Ekmekçiyan’ın doğum yeri Türkiye değil, Lübnan’dır. Annesi Adanalı babası ise Adıyaman’lıdır. Tehcir kararı ile yerlerinden ve yurtlarından edilerek öldürülen 1.5 Milyon Ermeni halkı içerisinde bulunan Levon Ekmekçiyan’ın ataları da Suriye çöllerine sürgün edilmiştir.

Ermeni soykırımının mimarı ve planlayıcısı olan Sadrazam Mehmet Talat bu durumu “Ancak çölde yaşayabilirler” diyerek “açıklamış” ve kendi vatandaşı olan milyonlarca Ermeni’yi ölüm yolculuğuna göndermiştir.

 

Ermeni soykırım gerçekliğini her zaman “red ve inkar” üzerine inşa eden TC devleti, dünya hakları nezdinde bu konuda mahkum olmuştur. Yurt içindeki yalan-inkar ve manipülasyonları ise yurt dışında tutmaz olmuştur. Ermeni soykırımı sonrasında birer nar tanesi gibi dünyanın dört bir yanına dağılan ve sayıları 10 milyon civarında olan Diaspora Ermenilerinden yeni nesil bu durumu “neden ve niçin” diye her zaman sorgulamıştır. Türk devletine tepkilerini her koşul altında göstermişlerdir. Ermeni soykırımını “Tanımak-Toprak-Tazminat” mücadelesini başlatmışlardır.

Adalet mücadelesi her zaman var olacaktır!

1975 yılında FKÖ’nün de yardımıyla kurulan ve Marksizm’den etkilenen devrimci Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu (ASALA) örgütü lideri, aynı zamanda kurucularından olan Monte Melkonyan amaçlarını programlarında şöyle açıklıyordu: “1915’de 1.5 milyon Ermeni’nin ölümünden sorumlu olduğunu, kamuoyu önünde kabul etmeye, tazminat ödemeye ve bir yurdu için toprak vermeye zorlamak… Batı Ermenistan’ı kurtarmak ve onu bugün özgür Sovyet Ermenistan’ı ile birleştirerek bütünleşmiş ve devrimci bir Ermenistan oluşturulmasına hizmet ediyoruz..”

12 Eylül’ün en karanlık günlerinde, devrimci hareketin gerilediği, hapishanelerin devrimci tutsaklarla dolu olduğu yıllarda ASALA, Türkiye’de eylem yapma kararı aldı. Generaller çetesinin Başbakanı Bülent Ulusu’nun cezalandırılması eylemi için Ankara Esenboğa Havaalanı’na iniş saati tespit edildi. Garin (Erzurum) gurubu oluşturuldu.

Adını 1915’te binlerce Ermeni’nin yaşadığı altı eyaletten biri olan Garin’den alıyordu. Levon Ekmekçiyan ile Zohrap Sarkisyan (1958-1982) fedai eylemine gönüllü olarak katıldılar. Ancak ASALA militanları hedeflerine ulaşamadılar. 7 Ağustos 1982’de Ankara Esenboğa Havaalanı’nda Levon Ekmekçiyan yaralı olarak tutsak düştü. Z.Sarkisyan ise polislerle girdiği çatışmada son mermisine kadar çatıştı ve havaalanında ölümsüzleşti.

L.Ekmekçiyan, Türk devletinin eline düşen ilk ve son ASALA savaşçısı oldu. Bir Ermeni devrimcisinin Türk devletinin eline esir düşmesi, işkencecilerin iştahını kabarttı. Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit bizzat işkenceli sorgulamaları yürüttü. Sonradan övünerek “Yaralı ele geçirilen ASALA militanını üç ay sorgulayan tek kişiyim” diyordu.

Birkaç hafta önce eceliyle ölen dönemin MİT Daire Başkanı Mehmet Eymür de ASALA’ya karşı yurt dışından çağrılarak görevlendirildi. Bu dönemde faşist cunta yurt dışında bütün devrimci örgütleri hedef alıyordu. 5 Kasım 1982’de TKP-ML militanı Nubar Yalımyan, Hollanda’da MİT aracığıyla örgütlenen faşist katil Abdullah Çatlı çeteleri tarafından kalleşçe öldürüldü.

L.Ekmekçiyan tutuklandığı ilk günden idam edildiği 29 Ocak 1983 tarihine kadar, Ankara-Mamak Askeri Hapishane’de tutsak edildi. Etrafında kimsenin olmadığı bir hücrede tutuldu ve özel olarak tecrit edildi. Çevresindekilerle konuşması yasaklandı. Kendisine karşı psikolojik savaşın bütün yol ve yöntemleri kullanıldı. L.Ekmekçiyan itibarsızlaştırmak için yalanlar ile manipüle edilmeye çalışıldı.

Bu amaçla Ermeni çevirmen dahi kullanıldı. TC devleti, psikolojik savaşına alet etmek için her akşam TV’lerde Ermeni düşmanlığı işlendi. Türk ırkçılığı ve şovenizmi Ermeni düşmanlığı üzerinde tavan yaptı. Öyle ki bir Ermeni TC vatandaşı kendini Taksim Meydanı’nda yakacak duruma geldi. Bir siyasi tutuklu olan L.Ekmekçiyan’ın bütün hak ve hukuku ayaklar altına alındı. Mahkemelere yaralı olarak çıkarıldı.

Mahkemede işkenceye uğramış olduğu her halinden belli oluyordu. Ankara 3 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ndeki yargılama tam bir mizansendi. Çünkü normal bir davanın olmazsa olmazları arasında olan “avukat”ı hiçbir zaman olmadı. Altı ay içerisinde, temyiz hakkını dahi kullanmasına izin verilmeden tek celsede görülen mahkemede “kalemi kırıldı.”

Unutmadık, unutmayacağız!

12 Eylül’de zulüm ve barbarlığın en yoğun olarak yaşandığı yerler hapishaneler oldu. Metris, Mamak, Diyarbakır Askeri Hapishaneleri en çok konuşulan ve gündemden düşmeyen yerler oldu. Bu hapishanelere komutan olarak atanan hapishane müdürleri Özel Harp Dairesi’nden özel olarak seçilmişlerdi.

Esat Oktay Yıldıran’ın Diyarbakır 5 Nolu Hapishane’de yaptıkları, insanlık dışı baskı ve işkenceler bugün dahi konuşulmaktadır. İşkenceye uğrayan tutukluların anlatımları kan dondururken, devlet bugün kendi işkenceci katilini unutmamıştır. Adını bir okula vererek ödüllendirmiştir.

Bir diğer eli kanlı katil Albay Raci Tetik ise 1974 Kıbrıs işgalinde, Rum halkının topraklarını işgal eden ve Rum halkına yönelik yaptığı katliamları ile tanınmaktadır. Bu yüzden her ikisi de tutuklulara işkence yapmaları için Milli Güvenlik Kurulu tarafından özel olarak seçilmişlerdir.

Albay Raci Tetik, Mamak Hapishanesi’ne ilk geldiğinde şöyle diyordu; “Kıbrıs’ta, Rumlara öyle bir abdest aldırdım ki, hala abdestleri bozulmadı. Size de aynı abdesti aldıracağım!

Levon Ekmekçiyan tutuklu kaldığı altı ay boyunca her türlü işkence ve aşağılanmaya maruz kaldı. İşkencelerin bütün çeşitleri üzerinde denendi. Mamak Askeri Hapishanesi’nde aynı dönemde tutuklu kalan Süleyman Sırrı Önder yazılarında onun uğradığı işkencelere dair; “İdama götürürlerken bile dövdüler… O güne kadar hiç denenmemiş yöntemlerle işkence yaptıklarını öğrenmiştik, Ekmekçiyan’a…” diye yazacaktır.

Aynı zulüm aynı dönemde idam edilen Erdal Eren’e de yapıldı. Bu bir devlet politikası olarak devrimcilere karşı uygulandı. Yaşı küçük olmasına rağmen yaşı büyütülerek idam edildi. İdam sehpasında, devrimcilerin teslim olacağı zannedildi. Ama Erdal Eren ölümü severek kucakladı.

12 Eylül faşist generalleri tarafından apar topar asılan L.Ekmekçiyan’ın sessizce gömüldü. Bugün halen Levon Ekmekçiyan ile Zohrap Sarkisyan’ın mezar yerleri bilinmemektedir. Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’nda, kimsesizler bölümünde olduğu düşünülen mezarları “devlet sırrı” olarak saklanmaktadır.

L.Ekmekçiyan ailesinin oğlunun naaşını alma talebine, uzun seneler zorluklar çıkarıldı. L.Ekmekçiyan davasını üstlenmenin, hukuk savaşını yürütmenin, cenaze nakil işleri ile ilgilenmenin, dahi zorlukları yüzünden hiçbir hukuk insanı bu davayı üstlenmedi.

İHD Başkanı Eren Keskin, zorlukları gözönüne alarak “bir annenin en son isteği olan, oğlunun cenazesine kavuşması” için hukuk mücadelesi başlattı. 32 yıl sonra, Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’ndan çıkarılan “naaşı”, Paris’te yaşayan Ekmekçiyan ailesine teslim edildi.

Fransa Adli Tıp Kurumu’nun aileden alınan DNA örnekleri ile yapılan karşılaştırmasında aileye verilen “naaş”ın, Levon Ekmekçiyan’a ait olmadığı tespit edildi. Gönderilenlerin bir başka insana ait parçalar ile hayvan kemikleri olduğu ortaya çıktı.

Devlet burada gerçek yüzünü bir kez daha göstermiş oldu. Tarihten gelen bu ezeli Ermeni düşmanlığının, kin, nefret ve tahammülsüzlükten başka izahı mümkün değildir.

Gerçeklerin aydınlığa çıkarılması için yürütülen Hakikat Savaşı, ölüm tehditleri ile engellenmek isteniyor. L.Ekmekçiyan ile Z.Sarkisyan hakkında bugün Türkiye basınında her yıl dönümlerinde derin bir sessizlik hüküm sürüyor. “Dokunan yanar” denilmek isteniyor. Haklarında yazı yazanlar ölüm tehditleri alıyor.

Çünkü Ermeni tabusu halen devam ediyor.

Faşist cunta tarafından katledilen Ermeni devrimciler L.Ekmekçiyan ile Z.Sarkisyan’ı saygıyla anıyoruz. Ermeni soykırımı üzerinden yükselen faşist devlet, yüzyıllık tarihinde çeşitli ulus ve milliyetlerden halkımız üzerinde katliamlarını sürdürmüştür.

Yüz yıl önce 1.5 milyon Ermeni’yi soykırımdan geçirenler, bu geleneklerini sürdürmüşler, L.Ekmekçiyan ile Z.Sarkisyan’ın ardından Hrant Dink’i de katletmişlerdir. Faşizm ırkçılık ve şovenizm üzerinden kendini yeniden ve yeniden üretiyor. Faşizme, ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadeleyi sürdürmek günümüzün devrimci görevlerinden biri olmayı sürdürüyor.

Sosyalizm Bayrağının Arkasına Saklanan Sosyal Şovenizm!

Yerel seçim süreci, egemen sınıflar arasındaki kapışmanın yeni adresi olarak giderek ısınan bir gündem olarak karşımıza çıkıyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde AKP-MHP faşist ittifakı ve merkezinde CHP’nin yer aldığı “Millet İttifakı” arasındaki mücadeleden ilki ezici bir üstünlükle galip çıktı. Daha doğrusu, devlet aklı, önümüzdeki dönem için yola “CHP’nin de onayıyla” Türk-İslam senteziyle, gerici ve faşist bir ittifakla devam etme kararı aldı.

Umudunu Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’na bağlayan başta geniş kitleler olmak bir kısım devrimci, ilerici güce, büyük bir umutsuzluk ve karamsarlık miras kaldı.

Mayıs seçimleri elbette burjuva siyaset arenası açısından kartları yeniden dağıttı ve yeni bir meclis aritmetiğini, yeni bir “düzen”i ortaya çıkardı. Faşist-gerici blokun, Mart 2024 yerel seçimlerinde Mayıs başarısını ve buradaki ölçüyü dikkate alacağına, buradaki pozisyonu bir sıçrama tahtası olarak kullanmak isteyeceğine şüphe yok. İktidar, 2023 Mayıs seçimlerinde rakipleri karşısında kazandığı zaferin rüzgarını, 2019 yerel seçimlerinde Millet İttifakı’na kaybettiği kentleri geri almak ve el yükseltmek için işlevselleştirecektir.

Ekonomik, sosyal anlamda merkezi iktidarın belli bir program dahilinde olduğu açıkça belli olan “vaat politikası” ve hamleleri de buna işaret ediyor. Faşist blok, bir kez daha burjuva siyaset arenasında hasımlarına karşı elde edeceği başarı üzerinden tüm toplumu konsolide edecek, ayar verecek bir çıkışın peşinde. Bu hususta eli dünden daha güçlü.

Çünkü 2023 Mayıs seçimlerinde kendi aralarında sorun olsa da karşısında bir başka blok vardı. Hem de Yeşil Sol Parti ve önemli bir kısım devrimci, ilerici ve muhalif kesimin desteğini de almayı başaran bir blok. Geçen süre içinde “Cumhur” kendi iç birliğini korumuşken rakibi kısa sürede dağıldı.

İyi Parti, Cumhurbaşkanlığı için aday gösterdiği hatta bu uğurda neredeyse masayı dağıttığı adayları (E.İmamoğlu, M.Yavaş) şimdi “asla ve kata” diyerek topun ağzına koymuş durumda. İttifakın diğer bileşenleri açısından sahada karşılık bulabilecek bir ortaklık, blok tutum pek de olası gözükmüyor.

Yerel seçimlerin dinamikleri, kimi özgünlükler taşısa da nihayetinde yerelde yaşama geçirilmek istenen her politikanın üzerinde merkezi iktidarın gölgesinin düştüğü de herkesin malumu. Bu bakımdan faşist blokun 2024 Mart yerel seçimlerinde kaybettiği büyükşehir belediyelerini burjuva rakiplerinden almak için elinden geleni ardına koymayacağı açık.

Büyükşehir belediye başkanlıkları dışında mücadelenin özellikle de T.Kürdistanı’nda kayyum atanan belediyeler etrafından keskinleşeceği herkesin bildiği bir sır. Zira CHP’sinden AKP’sine İyi Parti’den MHP’ye bir bütün düzen partileri “devletin bekası” çizgisinde, HDP/DEM Parti’ye karşı pozisyon almış durumda. Burada mücadele açıkça faşizm ile Kürt halkı onun demokratik talepleri/direnişi arasında sürmekte.

İktidar, kayyum rejimini T.Kürdistanı’ndan coğrafyamızın dört bir yanına taşıdı. Bu bağlamda kayyuma karşı mücadele, Kürt halkının kazanılmış belediyelerini sahiplenmenin ötesinde her türlü demokratik hak ve talebe, ilerici güce yönelen baskı ve şiddet politikasına karşı çıkmak anlamına geliyor. Kayyum/vesayet rejimine karşı çıkılmadan, demokrasi ve özgürlük mücadelesini geliştirmek, büyütmek mümkün değildir.

Meseleye bu açıdan bakıldığında diğer şeyler bir yana, Kürt halkının oylarıyla gasp edilen belediyelere kayyum atanmasının, faşizmin Kürt ulusuna yaklaşımından, ezen ulus imtiyazlarının korunmasından bağımsız olmadığı açıktır.

Diğer bir ifadeyle yerel seçim gündeminde özellikle T.Kürdistanı’nın da kayyuma karşı tutum, Kürt ulusal sorununa yaklaşımla doğrudan ilgilidir.

Kürt sorununa dokunmadan sosyalist olunamaz!

Bugün Türk devleti en kapsamlı saldırıları, en geniş operasyon silsilesini başta gerilla olmak üzere devrimci ve demokratik Kürt siyasetine, Kürt halkına karşı yürütüyor. Devrimci-demokratik mücadelenin bu en hacimli ve diri mevziisini pasifize etmeye veyahut teslim almaya çalışıyor.

Kürt hareketini ve onunla ittifak içindeki devrimci güçleri hedef alıyor, diz çöktürmeye çalışıyor.

Kürt ulusuna karşı yürüttüğü haksız savaşı, ezilenlerin mücadelesine yönelik tutumu açısından bir referans olarak görüyor. Bu emeline ulaşmak için Kürt hareketini ilk olarak devrimci dostlarından, ittifaklarından koparmaya çalışıyor. Kürt hareketi ve ittifaklarına yoğun baskı, gözaltı ve tutuklamalar gerçekleştirerek “Kürde dokunan yanar” mesajıyla net bir tutum ortaya koyuyor.

Peki bu siyaset işe yarıyor mu? Bu soruya açıkça “evet” yanıtını vermek zorundayız. Coğrafyamız sol cenahında kökleri TC’nin kuruluş yıllarına değin uzanan Kemalizm’in etkisi bu çevrelere uygun bir zemin sunuyor. Kürt ulusunun, ulusal baskıya, zulme ve katliamlara karşı haklı ve meşru mücadelesi, kendine “sol”, “sosyalist” diyen pek çok kesim tarafından “bölücülük” olarak damgalanıyor. Kürt ulusunun, statü talebi “emperyalizmin oyunu” olarak yaftalanıyor.

“Sol”, “sosyalist” cenahta Kemalizm etkisi artıkça, sosyal şovenizm giderek güç kazanıyor. Bu durum faşizmin ağır baskı, saldırı ve gözaltılarıyla birleşince geniş bir kesimin “sosyalist duruş” adına Kürt hareketinden uzaklaşmasını beraberinde getiriyor.

Bunun neticesinde, Kemalizm’in etkisine bağlı olarak sosyal şovenizmden, Kürt düşmanlığına uzanan geniş bir yelpaze karşımıza çıkıyor. Şeyh Said üzerinden TKP’nin AKP’yi bile geride bırakan gerici çıkışı, “sol”, “sosyalist” alternatif adı altında TİP’in yerel seçimlerde olabildiğince DEM Parti’den uzak durma çabasını da buradan okumak gerekiyor.

Kürt ulusal sorununu DEM Parti’ye havale eden, kendi sorumluluğunu unutan, devletin faşist karakteriyle karşı karşıya gelmekten imtina eden bir “solculuk”, “sosyalistlik” anlatılıyor.

Kuşkusuz yerel seçim bahsinde her bölgenin kendi özgünlüğü ve gerçekliği farklı olabilir/olacaktır. İttifaklar ve güç birlikleri tek taraflı bir girişim ve çabayla da gerçekleşemez. Bu bağlamda, DEM Parti’nin sol, sosyalist, devrimci güçlerle kurduğu sorunlu ilişkinin de üzerinden atlanamaz.

Ne ki biz “sosyalizm ve komünizm propagandası yapmak” adına “alternatif bir sosyalist çizgi izlemek” adına köşe bucak Kürt hareketinden ve Kürt sorunundan kaçan anlayışlara dikkat çekmek istiyoruz.

Devrimci, ilerici ve yurtsever güçler ile faşizm arasındaki güç dengeleri açısından baktığımızda, Kürt hareketinin ve onunla ittifak halindeki güçlerin yanında “resim vermenin” bugün açısından ciddi bir bedeli göze almak anlamına geldiği çok açık. TİP, TKP ve bir dizi sol-sosyalist etiketli parti, “sosyalizm bayrağını göndere çekerek” daha çok da onun arkasına saklanarak, bir yandan ulusal soruna dair sorumluluklarından azade kalmış oluyor diğer yandan da daha serin, ılıman sulara yelken açmış oluyor.

Bu sahada solculuk, sosyalistlik elbette konforludur. Zira toplumdaki sosyal şoven politikaların bunun etkisindeki kitlelerin değiştirilmesi için mücadele etmek gibi zorlu uğraşlara girişilmesine gerek yoktur. Boğaziçi Üniversitesi’nde Rektöre ve TTB’ye kayyum atanmasına karşı çıkmak yeterli olacaktır!

Oysa T.Kürdistanı’na kayyum atanabildiği için bugün buralara kayyum atanırken devletin eli daha rahattır. Bu politikaya karşı Kürt hareketiyle yan yana durmak bu açıdan bırakalım devrimciliği, demokrat ve ilerici olmanın gereğidir.

Kuşkusuz bir parti yerel seçimlerde tümüyle politikasını Kürt sorunundan, bu alandaki gelişmelerden doğru belirlemek zorunda değildir. Yerel seçim özgünlüğü dolayısıyla her bölgede farklı dinamikler öne çıkabilir. Ne var ki burada söz konusu, olan merkezi düzeyde yerel seçim vesilesiyle Kürt ulusal sorunundan, Kürt hareketinden giderek uzaklaşmaktır.

Söz gelimi sol-sosyalistlik adına TİP’in DEM Parti ile ittifak yapmaya değil de CHP ile birlikte yürümeye çalışması veyahut kimi ilerici-devrimci güçlerin DEM Parti yerine TİP’le veya benzeri reformist, sosyal-şoven güçlerle birlikte iş yapmayı öncelemesi bu tutumun örnekleridir.

Elbette bu sol partilerde bir ve aynı değildir. Örneğin şimdiki durumda TİP sosyal reformist, TKP ise sosyal şovenist çizgisiyle ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla bu partilerle de yerel seçimler bağlamında işbirliği ya da ittifak geliştirirken, var olan çizgileri mutlaka dikkate alınmalıdır.

Kürt ulusal sorununda Türk hakim sınıf partilerinden bile kraldan daha çok kralcı olan sosyal şoven anlayış ve çizgilerden uzak durmak, araya mesafe koymak gerekir. Devrimciliğin bu coğrafyadaki turnusollerinden açık ki Kürt ulusal sorununda ortaya konulacak tavırda gizlidir!

“Mücadele, İsyan, Örgüt ve Ezilenlerin Savaşına Doğru…”

Oldukça sarsıcı bir yılı geride bıraktık. Artsakh’da, Rojava’da, Gazze’de işgal saldırıları sürerken Afganistan’da halk Taliban zulmüne katlanmak zorunda kaldı.

Yeni ticaret anlaşmaları ve pazar paylaşım savaşları nedeniyle Ortadoğu halkları Kafkaslar’dan Arap Yarımadası’na zulme uğramaya, göçe zorlanmaya, açlığa ve yoksulluğa hapsedildi. Şimdi yeni bir yıla girerken bu emperyalist ve gerici saldırıları direniş ile karşılayan Ortadoğu halkları zaferlere muktedir…

 Bölgede tırmandırılan savaş

Emperyalistler, tüm Ortadoğu ve Kafkaslar’da ticaret yollarının yeniden paylaşımı için bölgedeki gerici devletler ve çeteler eliyle savaşı tırmandırmaya devam ediyor. Bu eksende de çeşitli pazarlıklar halkın canı ve geleceği üzerinden yapılıyor.

ABD, Ortadoğu’da güç kaybı yaşarken yeni pazarlık ihtimallerini artırabilmek için hem eski işbirlikçileri ile yeniden anlaşmaya çalışıyor hem de yeni işbirlikçiler yaratmaya çalışıyor. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi en başından beri ABD güdümünde olan ülkeler, pazarlık paylarını güçlendirebilmek ve yeni ihtimalleri değerlendirebilmek için Çin emperyalizmiyle masaya oturdular ve yeni anlaşmalar yaptılar. Bu durum, ABD için ciddi bir kayıp gibi görünse de Biden hükümeti yeni iş birliklerine açık olduğunu her fırsatta dile getirdi.

Der-Zor’da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne karşı başlayan ayaklanma Özerk Yönetim’le bazı aşiretler arasındaki çelişkilerin kışkırtılması sonucu ortaya çıktı. Uzunca süredir Arap aşiretlerinden oluşan yeni bir ordulaşma çalışmalarına devam eden ABD, bu süreci çeşitli ticari anlaşmaları yeniden yapabilmek için kendi lehine kullandı. Bölgede yükselen Çin-Rusya-İran etkisine karşı bir kez daha İsrail’i devreye soktu ve başta Gazze olmak üzere Filistin’in tamamını işgal etme çalışmalarına hız verdi.

Son yıllarda burjuvazinin ana akım medyası Filistin bölgesinde bir şey yokmuş gibi davranıyorduysa da İsrail saldırılarına hız kesmeden devam ediyordu. Aynı zamanda İsrail zindanlarında bulunan Filistinli tutsaklar da işkence ve tecrit altında yaşamlarını yitiriyordu. Bu gidişata dur demek için 14 örgütün birliği ile başlatılan Aksa Tufanı operasyonu bahane olarak kullanıldı. Her türlü yalan haber ile dünya kamuoyunun dikkati dağıtılmaya çalışıldı. Bu süreçte Gazze kuşatıldı ve soykırım başlatıldı.

Yine TC devletinin emperyalistlerle iş birliği içinde Rojava devrimini boğma saldırıları da devam etti. Bugün televizyonlarda hastanelerin, okulların, sivil yerleşim yerlerinin vb’nin bombalanmasının insani olmadığını haykıran R.T.Erdoğan hükümeti ve onun sözde muhalifleri, Rojava’da sürdürülen saldırılara “terörle mücadele” kılıfı ile kitleleri uyutmaya devam etti. Medya Savunma Alanları’nda kullanmadıkları kimyasal silah bırakmadılar.

Rusya bu süreç boyunca bir yandan Ukrayna’da NATO ordularıyla savaşmaya devam ederken diğer yandan ise Ortadoğu’da pazarını genişletecek yeni hamleler yaptı. Libya gibi ülkelerde kullanmak üzere Rusya desteği ile açılan Wagner savaş şirketi ile Putin hükümetinin çıkarları ters düştüğü anda ise mafya tipi bir hesaplaşma ile konu kapatılmış oldu. ABD ve Avrupalı emperyalistlerin birliğine karşı Çin-Rusya-İran iş birliğinin güçlendiği bir yılı geride bıraktık.

Ancak bu iş birliği de kendi içerisinde çelişki barındırmaya devam ediyor. Rusya’nın da desteklediği Artsakh işgali ile birlikte eli güçlenen Azerbaycan devleti, bu kez de İran’ın kuzeyinde bulunan Güney Azerbaycan’a kafa tutmaya başladı. Yine batılı emperyalistlerin güdümünde olan Hindistan’dan başlayan ve kuzeyde Rusya’ya açılan yeni ticaret yolu projesi çeşitli çelişkilere sebep oluyor.

Çin bu sürecin en kârlı aktörlerinden birisi oldu. Esasta 2010’lardan beri sürdürdüğü Kuşak ve Yol Projesinin meyvelerini alacağı anlaşmalar yapan Çin, bölgede esasta askeri değil ekonomik bir hegemonya kurmanın adımlarını atıyor. İran ise bir yandan içeride kitlelerin patlayan öfkesini durduramazken diğer yandan Şii Hilali projesine devam ediyor. Geçtiğimiz yıllarda önemli komutanlarını bu proje kapsamında kaybeden İran, çeteler eliyle bölgede bulunan ABD üslerini hedef almaya devam ediyor. Aynı zamanda Irak siyasetinde de rol oynamaya çalışıyor. İsrail’in işgali ile bölge halklarının tepkisini kendi lehine çevirmeye çalışıyor ve sözde anti-emperyalizm adına hegemonyasını güçlendirmeye devam ediyor.

Doğal felaket değil kâr hırsı

Türkiye, T.Kürdistanı, Suriye ve Fas’ta yaşanan depremlerde on binlerce kişi hayatını kaybetti. Bunca can kaybının sebebi kâr hırsıydı. Depremlerden sağ kurtulanların dağıtılan yardımlara ulaşmaları da cinsiyet, cinsel yönelim, etnik ve dini kökenleri gibi engellere takıldı. Ancak halkın kendi içinde ördüğü dayanışma ağıyla yaralar bir nebze de olsa sarılabildi. Ulaştırılmaya çalışan yardımlar devlet engeline takıldı. İnsanlar ölülerini kendi elleri ile enkazlardan çıkarmaya çalıştı.

Suriye’de de durum çok farklı değildi. TC devleti gibi gerici devletlerin desteğini alarak Suriye’nin ve Rojava’nın bazı bölgelerini işgal eden çeteler, ulaştırılmaya çalışan yardımları gasp etti. Rejim kontrolü altında olan bölgede de Esad rejimine bağlı memurlar, çetelerden farklı bir pratik izlemedi. Libya’da yaşanan sel baskınlarında da yine en büyük zararı halk kitleleri gördü. Emperyalistlerin ve gerici devletlerin politikaları nedeniyle bu bölgelerde yaşanan kayıplar net biçimde tespit edilemedi.

Sonuç itibari ile yaşanan bu doğal felaketlerin faturasını yine halk kitleleri ödedi. Bunca kaybın olmasının sebebi ise deprem ve sellerin büyüklüğünden çok, yıllardır ihaleler ile yandaşlara peşkeş çekilen ve halk için değil maksimum kâr için yapıl(may)an alt yapı ve üst yapı çalışmaları oldu. Kapitalizmin kâr hırsı nedeni ile had safhaya ulaşan küresel ısınma ile birlikte Ortadoğu halkları bir yandan sel felaketleri ile karşılaşırken diğer yandan da susuzluk ve kuraklık ile boğuşmak zorunda kalıyor. Bütün bu gelişmeler kitlesel göç dalgalarına da sebep oluyor.

Halkların gürleyen sesi yeri göğü sarsıyor, kitleler öncülerini arıyor

Bu süreçte artan savaşlar, yoksulluk ve iklim krizi sebebiyle açlığa itilen halk kitleleri sokaklara dökülmeye devam ediyor. Hem emperyalizmin hem de kendi gerici devletlerinin uygulamalarından yılan kitlelerin grevler, işgaller, eylemler ile sokakları meydanları, ovaları ve kampüsleri zapt etmeye devam ettiği bir yılı geride bırakıyoruz. Artık kendilerine verilenle yetinmeyeceklerini haykıran kitleler yalnızca açlıkla ve yoksullukla değil mafyalarla, çetelerle ve her türden devlet şiddetiyle kontrol edilmeye çalışılıyor. Ancak bölge gericilerinin her saldırısı ve kitleleri kandırmaya çalışması yeni bir öfke dalgasını da beraberinde getiriyor. Türkiye’nin dört bir yanı, yıl boyunca grevlerle ve eylemlerle doldu taştı.

Ezilen Kürt ulusu kazanılmış belediyelerinin gasp edilmesine, milletvekillerinin tutuklanmasına, Kürt ulusunun kurtuluşu için mücadele eden gerillaların vahşice katledilmesine, Kürt ulusal özgürlük hareketi önderi Abdullah Öcalan’ın ve diğer siyasi tutukluların tecrit ve işkence görmesine karşı sokakları terk etmedi. Yeni tipte kontrgerilla saldırıları düzenleyen AKP hükümeti, T.Kürdistanı’nda Hüda-Par’ı devreye sokmaya çalıştı. Siyasi partilerin kapatılması için çeşitli davalar açıldı. Çocukları gerillaya katılan bazı aileler manipüle edilerek anti-propaganda çalışmasına alet edildi. Ajanlaştırma, insan kaçırma gibi faaliyetler sürdü. Ancak bunların hiç birisi artık “bıçak kemiği geçti” diyen halkın direnişini bitiremedi.

İran’da Molla Rejiminin insanlık dışı uygulamalarından, rüşvet ve yalanlarından bıkan kitleler yıl boyunca sokakları doldurmaya devam etti. İran Rejiminin okullarda öğrencileri zehirleme politikaları da insan kaçırma ve idamları da kitleleri engellemeye yetmedi.

Irak’ta emperyalistlerin oyunları oyalanmaya çalışılan halk her defasında birbirine düşürülmeye çalışılmaya devam etti. Kürdistan; tarihin en vahşi kimyasal saldırılarına, insan yakmalarına, en kirli ihanetlerine sahne olmadı yalnızca. Aynı zamanda çağın direnişine sahne oldu. Gerilla savaş tünellerinden dağ başlarına her yerde hem KDP ihanetine hem de TC’nin saldırılarına cevap vermeye devam etti.

Suriye’de Esad rejimi emperyalistlerle anlaşarak Rojava devrimini de boğmanın planlarını yaparken diğer yandan da TC ve İsrail gibi başkaca işbirlikçilerin saldırılarında ağır kayıplar verdi.

Rojava tüm işgal saldırılarına, kirli oyunlara, ajanlaştırma ve imha politikalarına karşı devrimi korumaya devam etti. Kitleler her fırsatta keşif vb. gibi düşmanın teknik üstünlüğüne rağmen sokaklarda işgale karşı, kadına yönelik şiddet ve tecrite karşı gösteriler düzenleyerek dünya halklarını Rojava devrimine desteğe çağırdı.

75 yıldır sürekli saldırılara rağmen Filistin halkı yeniden örgütleniyor. İsrail’in insanlık dışı uygulamaları ve işgali bütün dünyada teşhir olmuş durumda. Yalanlarla, manipülasyonlarla artık kendi hegemonyasındaki kitleleri dahi kandıramayan Netanyahu hükümeti, köşeye sıkıştığı için vahşetini de artıyor. Ama Cenin’de, Ramallah’da, Gazze’de savaş henüz bitmedi. Filistin halkı bitti demeden de bitmeyecek.

Jin jiyan azadi, biji berxwedana LGBTİ

Kadınların ve LGBTİ+ların bölgede uğradıkları saldırılar ise katmerlenerek artıyor. Ama direniş de büyüyor. Emperyalistlerin bölgede destekledikleri gericilik kadınların ve LGBTİ+ların hayatlarını çembere almaya çalışsa da o çember her defasında bir kez daha kırılıyor. Geçtiğimiz yıl Jina Mahsa Amini’nin katledilmesinin ardından İran’da başlayan “Jin, Jiyan, Azadî” eylemleri tüm dünyaya yayılmıştı. İran içerisinde de kitlelerin öfkesi ile buluşup yıl boyunca sokakları yakmaya devam etti.

Bir kadın devrimi olma niteliği de taşıyan Rojava devrimi yalnızca DAİŞ karanlığını kırmadı, DAİŞ öncesinde de eve kapatılan kadınlar mücadele içinde özneleşmeye başlayarak kendi elleriyle özgürlüğün kapılarını araladı. Askeri alandan toplumsal alana her yerde erkek egemenliğine karşı mücadelede özneleşmeye başladılar. Rojava devrimi bu anlamıyla da hem Esad Rejimini, hem TC devletini hem de bölgedeki diğer gerici devletleri rahatsız etmeye devam ediyor.

Filistin direnişinde kadınlar yalnızca savaşın kurbanı değil direnişin öznesi olmaya da devam ediyorlar. Üstelik ana akım medyada gösterildiği gibi sadece sağlıkçı, mutfakçı vs. pozisyonunda değil aynı zamanda omuzlarında silahları ile FHKC saflarında örgütlenerek…

Büyük aile yürüyüşleri de mafya-çete-polis iş birliği de kentsel soylulaştırma adı altında sokakların boşaltılması da Irak vb. ülkelerde çıkarılan yeni yasalar da LGBTİ+ları durdurmaya yetmedi. Anti-emperyalizm adı altında sürdürülen LGBTİ+ düşmanlığına, bazı devrimci örgütlerin inkarcılığına, uzanan elin havada bırakılmaya çalışılmasına rağmen LGBTİ+lar birbirlerini buldu ve örgütlendiler. Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde henüz kitlesel bir hareket olarak sokağa çıkamasa da LGBTİ+ kitleler İran’da “Jin, Jiyan, Azadî!” eylemlerinde yerlerini aldılar. Türkiye’de bütün saldırılara rağmen öğrenci kulüplerinde, sokaklarda, meydanlarda eylem ve etkinliklerini eksik etmediler. Filistin direnişinde pembe boyama politikalarına karşı direnişin tarafında yer tuttuklarını açıkladılar.

Bütün bu direnişler elbette yer yer yenildi yer yer kazanımlarla sonuçlandı, önemli bir kısmı ise henüz devam ediyor. Ancak hepsinin bir kez daha gösterdiği bir şey var ki; halkların gürleyen sesi devrimci öncüsünü arıyor! 2024 halk kitleleri için birçok zorlukla gelirken aynı zamanda beraberinde yeni direnişleri de getiriyor. Direnişlerin zaferlerle taçlanacağı bir yıl olması umuduyla…

AKP veya CHP’ye Kaybettirmek mi? 3. Yol mu?

Devrimci mücadelenin gerilediği, devrimci-komünist ve yurtsever hareketlerin kitleler üzerindeki etkisinin önemli oranda azaldığı bir sürecin içinden geçiyoruz.

Düzenin, ideolojik-kültürel-politik hegemonyası her zamankinden daha güçlü. Bu durum, toplumsal yaşamda, sistemin tüm kir ve pasının en küçük gözeneklerde bile en çirkin haliyle karşımıza çıkmasını da beraberinde getiriyor. Sistem, AKP-MHP iktidarının yaşama geçirdiği politikalarla büyük bir çürüme ve dejenerasyonu topluma dayatıyor. Bu gerçeklik, TC tarihinde, parlamento sahnesinde kavramların, politikanın, söz ve eylem adına her şeyin içinin boş olduğunun bu kadar gözler önünde olduğu bir döneme de işaret ediyor.

2023 Mayıs seçimlerinde bu gerçeğin belki de en berrak ve de bayağı halini yaşadık. Geniş emekçi kitlelerin, işçi sınıfının, düzenin iki kliği arasında bir tercihe hem de son derece düşük bir profille, inandırıcılığı ve tutarlılığı da bir o kadar kendinden menkul bir politikayla angaje edildiği bir süreç yaşandı.

22 yıldır dümenin başındaki AKP-MHP faşist ittifakı, “muhalefet” karşısında yine el yükselterek, “ipi göğüsledi”. Egemen sınıf klikleri, yola AKP-MHP faşist bloku ile devam etme kararlılığını ortaya koydu. Bu süreç, CHP eliyle şişirilen sahte umutlar ve dev gibi büyüyen beklentilerle işletildi ve akabinde burjuva muhalefet cephesinden başlamak üzere geniş muhalif kesimlerin üzerinden adeta silindir gibi geçen bir umutsuzluk, yas ve karamsarlığın eşlik ettiği, yenilgi atmosferi açığa çıkarıldı.

Açık ki bu bir rastlantı veya seçim yarışında karşımıza çıkabilecek alelade bir seçenek değildi. Aksine başından beri, egemen sınıflar tarafından, rolleri dağıtılarak adım adım örülen bir sürecin sonucuydu. Gerçeğin başka bir yanını ise tüm bu süreci, gerçeği açıkça deşifre edebilecek, ortaya koyabilecek ve de değiştirebilecek, güçlü devrimci-demokratik bir alternatifin, devrimci bir odağın olmayışı oluşturmuştur.

Devrimci-komünist ve yurtsever hareketin ideolojik-politik ve örgütsel geriliği, hakim sınıf kliklerinin bu orta oyununu rahatlıkla sergilemesine imkân vermiştir.

İdeolojik ve politik çizginin doğruluğu özellikle de sınıf mücadelesinin görece gerilediği, kitle hareketinin de geri çekildiği dönemlerde kilit bir rol oynar. Örgütsel zayıflık veya daralma bu alandaki gerilemenin çarpanı olarak karşımıza çıkar.

Başka bir tabirle bu zemindeki ideolojik kafa karışıklığının örgütsel düzlemdeki karşılığı daha yıkıcı olur. Zira, örgütsel darlık ideolojik-politik perspektifin korunduğu durumda daha hızlı telafi edilebilecek, onarılabilecek bir kayıp veya hasardır.

Mayıs 2023 seçimleri, başta HDP (DEM Parti) olmak üzere devrimci ve yurtsever güçlerin bir bölümünün siyaseti, egemen sınıf klikleri arasındaki saflaşma ve hesaplaşma penceresinden okuduğu bir süreçti. Kitleler nezdinde Millet veya Cumhur İttifakı dışında bir başka seçeneğin olduğu gösteril(e)medi.

Devrimci, yurtsever güçlerde siyaset yapma biçimi ve tarzında ortaya çıkan bu kötü eğilim, toplumsal muhalefetin zayıflığının, bir şeylerin değişebileceğine olan inançtaki geriliğin etkisiyle daha çarpıcı bir şekilde karşılık buldu. Kuşkusuz burada asıl üzerinde durulması gereken odak, devrimci ve yurtsever güçlerin sürece yönelik ideolojik-politik yaklaşımlarıdır.

Devrimci direniş odağının, coğrafyamız sınırları içinde devrimci savaşımın önemli oranda güçten düştüğü bir gerçeklikte kitlelerin bu süreçten kendiliğinden etkileneceği açık iken devrimci, ilerici ve yurtsever güçlerin tutumu bunun karşısında bariyer ve set kuran bir karakter kazanmamıştır.

Geri çekilme dönemlerinde devrimci çizgi, kitleler nezdinde geçmişteki düzeyde sahiplenilmeyebilir. Kitleler düzenin yoğun kuşatması altındadır. Devrimci güçlerin etkisinin zayıfladığı, örgütlülüğün azaldığı dönemlerde bu etkinin büyüyeceği de açıktır.

Böylesi dönemler, bir yanıyla sınanma süreçleridir. Devrimci direniş dinamiklerinin görevi böylesi zamanlarda ilkelerden taviz vermeden esnek politikalarda, bağımsız devrimci çizgide ısrar etmek olmalıdır. 2023 Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde yaşama geçirilemeyen de budur.

Seçim sonrası, geniş muhalefet sahnesinde yaşanan ağır hezimet duygusu ve motivasyon kaybının, umutsuzluğun bunca büyümesinde bu tutumun etkisi büyük olmuştur.

Bağımsız, devrimci çizgide ısrar!

2024 yerel seçim süreci hasebiyle belli yanlarıyla kamuoyuna yansıyan kimi tartışmalar, bu bakışın hala yeterince tartışılmadığını, derinlikli bir ideolojik muhasebeden geçirilemediğini göstermektedir. Özelikle DEM Parti’den yansıyan gelişmeler buna işaret etmektedir.

Son birkaç yıldır HDP/DEM Parti’nin bileşenleri ve farklı platformlarda birlikte mücadele ettiği devrimci güçler, üçüncü (veya ikinci yol) yol olarak ifade edilen politikanın yaşama geçirilmesine dair bir tartışma, görüş ve öneride bulunmaktaydı. Ne var ki bu gerçekleşmemiş ve seçimlerde CHP’nin kazanacağı bir senaryoya yatırım yapılmıştır.

Bu sürece özellikle de yurtsever tabanın yaklaşımı eleştirel olmuştur. Geldiğimiz aşamada DEM Parti’nin Millet ve Cumhur İttifaklarıyla sürdürdüğü görüşme ve kimi müzakerelerin bu yaklaşıma uygun bir temelden gelişmediği açıktır. Hatırlanacağı üzere, 2019 seçimlerinde HDP’nin (DEM Parti) temel çıkış noktası, AKP’ye kaybettirmek üzerine olmuştur. Bu amaç o dönemde aday çıkarmayarak hasıl olmuştur.

Geldiğimiz aşamada ise kimi kısmi düzenlemeler karşılığında aday çıkararak CHP’ye kaybettirme yaklaşımı öne çıkmaktadır. Açık ki bu tutum, üçüncü yol politikası değildir. Belli bir siyasal ve kitlesel güce ulaşan bir hareketin belli görüşmeler, müzakereler yürütmesi elbette doğaldır. Ne var ki asıl olan, bu siyasetin, temel politika yapış tarzında ne düzeyde bir yer işgal ettiğidir. Başka bir değişle esasa denk düşüp düşmediğidir.

Tabanla yürütülen eleştiri-özeleştiri sürecinde öne çıkan vurgu, bağımsız devrimci bir çizgi izlemek gerektiği yönlüdür.

Görüşme ve müzakerelerin bu temel üzerinde yükselmesi, bu sürecin bir gereği olurdu. Görünen o ki, Kürt demokratik siyasal hareketi yerel seçimlerde özellikle de Batı’da aday çıkarıp çıkarmamayı, bu temelden öte, yürüttüğü müzakere ve kimi taleplerine yönelik tutum üzerinden tanımlamaktadır.

Bu yanıyla, Mayıs seçimlerinde “bir nefes almak” adına ortaya konulan siyasal çizgi şimdi de belli başlıklardaki kimi “kazanımlar” hedefiyle sürdürülmektedir.

Bununda 3. yol politikasıyla bir bağının olmadığı açıktır. Kürt ulusunun devrimci-demokratik mücadelesinin yanıbaşında olan dostlarının, siperdaşlarının sorumluluğu açık ideolojik mücadele yürütmektir. Elbette birlikte yürüyerek eleştirmek esas olandır.

Açık ki Türk hakim sınıfları demokratik Kürt hareketini, şeytanlaştırma, marjinalize etme ve yalnızlaştırma politikasını bir bütün olarak devreye sokmuştur. Çoğu zaman demokratik Kürt hareketinin eksik, hata ve yanlışları bu yönelimi besleyecek birer unsur haline getirilmektedir. İlerici, demokratik güçler korkutularak HDP/DEM Parti’den uzak tutulmaya çalışılmaktadır. Kürt ulusal sorununda bilimsel, MLM bir analize ve duruşa sahip olmayan hareketlerin bu yönelimden etkilendiği açıktır.

Sosyal şovenizm, üstü örtülü Türk milliyetçiliği, bu saflarda hızlıca kendine yer bulabilmektedir. Kürt demokratik siyasal hareketinin devrimci ilerici güçler üzerinde kurmaya çalıştığı baskın, hegemonik tutuma yönelik eleştiriler üzerinden sosyal şoven bir siyasal iklim beslenmektedir.

Devrimci tutum bir yandan açık bir tartışma ve ikna süreci yürütürken Kürt ulusunun hakları ve talepleri için verdiği mücadelenin yanında olmaktır. Bunu yaparken halkın taleplerinin ve devrimin gerekliliklerinin odağa konulması ise esas meselemiz olmalıdır.

İyi Yahudiler de Var!

 

 

"1980'de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık"

7 Ekim 2023 tarihinde Filistin ulusal direnişinin HAMAS öncülüğünde İsrail devletine karşı gerçekleştirdiği saldırıya karşı misilleme yapan İsrail devletinin gerçekleştirdiği saldırılar soykırıma dönüştü. Farklı tepki ve değerlendirmelerin ortaya konduğu bu süreçte, tali de olsa Yahudi halkını topyekûn olarak suçlayan, Siyonist devletle aynılaştıran tutumlar kendini yer yer gösterdi.

Bunun elbette yanlış bir değerlendirme olduğu açıktır. İsrail içinde Filistin ulusal mücadelesini destekleyen, savaşın son bulması için çalışan, İsrail saldırısına karşı çıkanların sesleri daha fazla çıkmaya başladı.

İsrail içinde dahil olmak üzere İngiltere, Almanya ve ABD’de Filistin ve Yahudi analarının ve halk kitlelerinin birlikte protesto eylemleri gerçekleştirdiğine tanık olduk.

F. Engels, insanlık tarihinde iyi Yahudilerin de olduğunu şu sözlerle dile getiriyordu; “Ayrıca, Yahudilere çok şey borçluyuz. Heine ve Börne’den bahsetmiyorum bile, Marx Yahudi kanından geliyordu; Lassalle Yahudi’ydi. En iyi insanlarımızın çoğu Yahudi. Şu anda Viyana’da hapishanede proletarya davasına adanmışlığının kefaretini ödeyen dostum Victor Adler, Londra Sosyal Demokrat’ın editörü Eduard Bernstein, Reichstag’ın en iyi üyelerinden Paul Singer – dostluklarından gurur duyduğum insanlar ve hepsi Yahudi! Ben de ‘Gartenlaube’ (haftalık bir dergi) tarafından bir Yahudi’ye dönüştürüldüm ve gerçekten de seçim yapmak zorunda kalsaydım, ‘Herr von’ olmaktansa bir Yahudi olmayı tercih ederdim!” (Friedrich Engels, “Über den Antisemitismus”, 1890, Marx-Engels, Cilt. 22, s. 49)

F.Engels’in bu sözlerini okuyunca aklıma proletarya partisi saflarında mücadele eden Yahudi yoldaşım Yuda Palaçoğlu geldi.

Yuda amca (yaşlı olduğundan böyle yazıyorum), bir Yahudi olarak İstanbul’da ticaretle uğraşan zengin sayılabilecek bir iş insanı idi. İleri derecede Fransızca bilirdi. Eşi de Fransızca öğretmeniydi.

Yuda amca, 1978 yılına kadar sürdürdüğü ticareti, ülkenin içine girdiği ekonomik ve politik krizden dolayı sürdüremez ve iflas eder.

İflas eden Yuda amca bir süre bunalıma girer. Ne yapacağını düşünürken daha önceden tanıdığı, kendisi gibi Yahudi olan bir mafya babasının yanına gider ve iş ister. İş istediği bu mafya babası kendisine kuryelik yapmasını teklif eder. Yuda amca teklifi kabul eder ve işe başlar. Yaptığı iş, para transferidir. İstanbul içinde ve İstanbul dışında şehirler arası çanta içinde bazen de arabayla aldığı paraları söylenen adreslere teslim eder.

Ancak işler istediği gibi gitmemeye başlar. Mafya babası zamanla kendisine kötü davranmaya, aşağılamaya başlar. Yuda amca tüm bu yapılanları içine sindiremez, kabul etmez, gururuna yediremez. İntikam almak için günlerce, aylarca düşünür ve plan yapar.

1979 yılı proletarya partisinin hızla geliştiği, askeri eylemler yaptığı yıllardır. Her eylemi büyük yankılar uyandırır. Burjuva medya sayfa sayfa eylemleri yazıp çizer. TİKKO ismini artık duymayan yok gibidir.

Yuda amca da TİKKO’nun eylemlerini gazetelerden okuyanlardandır. Yuda amcanın kurguladığı intikam alma planı kafasında çakan bir şimşekle birdenbire şekillenir. Artık eylemini gerçekleşmede netleşmiş, ne yapacağını kurgulamıştır. Bir adım daha atması gerekir. Bu adım TİKKO’ya nasıl ulaşacağı, TİKKO’cuları nerede bulacağına gelip dayanır.

Zengin olduğu yıllarda yanında çalışan bir” hizmetçi kadın” vardır. Aklına TİKKO’cuları “bulursa bu kadın bulur” fikri gelir. Akşam eve gittiğinde kadını yanına çağırır. Lafı eveleyip gevelemeden direk olarak “TİKKO’cuları aradığını” söyler. Kadın ne yapacağını, TİKKO’cuları bulmanın öyle kolay olmadığını, tehlikeli olduğunu anlatsa da Yuda amca TİKKO’cuları bulmada kararlıdır. Bu sohbet günlerce sürer.

Kadının yeğeni proletarya partisinin taraftarıdır. Kadın bunu bildiğinden, Yuda amcayla yaptığı konuşmayı yeğenine anlatır. Kadın, Yuda amcanın TİKKO’cularla birlikte iş yaparak, mafyanın parasını TİKKO’ya aktarmak istediğini ve böylece patronundan intikam almak istediğini anlatır.

Yoldaş anlatılanlara önce şaşırır. Bunun bir şaka olduğunu sanır. Teyzesi ısrar edince de yoldaş bunu partiye bildirmesi gerektiğini söyler.

Yoldaş, bu konuşmanın ertesi günü gelip bizi buldu. Ben daha o zaman “çiçeği burnunda” bir TİKKO’cuyum. Yoldaş da dahil üç kişi bir araya geldik. Yoldaş bize olup biteni başından itibaren anlattı. Tabi konuşma bittiğinde, aklın yolu birdir derler ya… Hepimizin aklına ilk gelen, “Bu sakın MOSSAD ajanı olmasındı?!” Bunun üzerine epeyce sohbet yaptık. Ölçüp biçtik. Sonunda bu sorunun bizi aştığını, buna karar vermesi gerekenin bir üst yoldaşımız olduğuna karar verdik. Aldığımız karara uygun olarak bu olayı proletarya partisine taşıdık.

Birkaç gün sonra karar geldi. Karar, kadının yeğeni yoldaşın gidip görüşmesi, aldığı bilgileri getirdikten sonra yeni bir değerlendirme yapılarak, işi yapıp yapılmayacağına karar verilmesiydi.

Yoldaş gidip Yuda amcayla görüşür. Yuda amca bunu intikam almak için yapmak istediğini, TİKKO’yu “en zengin örgüt yapacağını, el konulan her parti paradan kendisine de %30 pay verilmesini” talep eder. Yoldaşa bir de çakmak hediye ederek gönderir.

Yoldaş geldi. Sorumlumuzun da olduğu ile bir toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıda da bu işin içinde başka bir komplo vb. olup olamayacağı epey konuşuldu. Öyle ki Yuda amcanın hediye ettiği çakmağın içine alıcı gibi bir şey yerleştirilmiş olabilir diye çakmağı bile attık.

Tartışmanın sonunda bu işi yapmaya karar verdik. Kadının yeğeni ve bir diğer yoldaş bu iş için görevlendirildi. Yoldaşlar gidip Yuda amcaya işi yapmayı kabul ettiklerini bildirdiler. Bir iki kez Yuda amca gerçekten doğru söylüyor mu söylemiyor mu diye deneme de yapıldı. Bir seferinde Yuda amca 8 milyon TL’yi bir yerden bir yere transfer ederken yoldaşlar görüyor. Bu kadar büyük bir parayı birarada bulan yoldaşlar parayı hemen almak isterler. Yuda amca, bunun küçük bir miktar olduğunu, daha büyük bir transferi beklemeyi önerir ve yoldaşları ikna eder.

Sanırım bir hafta sonra 15 milyonluk bir para transferinin olacağını ve hazır olmaları için haber gönderir. Plan tutar ve Yuda amca 15 milyon TL ile gelir. Plan gereği Yuda amcanın kaçırıldığı süsü verilir. Önceden hazırlanan eve yerleştirilir. Yanına kitaplar ve Emekçi’nin kasetleri bırakılır.

Yuda amca, patronuna telefon edilerek kendisinin “kaçırıldığını bir hafta sonra serbest bırakılacağını” söylemelerini söyler. Yuda amca bu şekilde söylendiğinde “patronunun polise gitmeyeceğini, mafya içinde böyle olayların fazla olduğunu, patronu bunun da benzer bir olay olduğunu sanarak, bir şey yapmayacağını” bilmektedir.

Ancak yoldaşlar Yuda amcanın dediğini yapmaz ve mafya babasına telefon ettiklerinde “Adamını kaçırdık, bize 50 milyon daha getirmezsen onu öldüreceğiz” tehdidinde bulunurlar. Mafya babası “Parayı vermem aldığınız para sizin olsun, adamı bırakın, bırakmıyorsanız da öldürün” der. Bu diyaloğu Yuda amcaya anlatan yoldaşlara Yuda amca biraz kızar ve adamın kendisi için 1 TL dahi vermeyeceğini söylese de yoldaşlar dinlemez ve ertesi gün gidip mafya babasının evinin bahçesine bomba atarlar.

Mafya babası işin ciddi olduğunu anlar ve direk polise giderek olup biteni anlatır. Polis bunun sıradan bir olay olduğunu sanır ve fazla bir şey yapmadan beklemeye başlar.

Bir hafta sonra Yuda amca okuduğu kitaplardan ve dinlediği Emekçi kasetlerinden oldukça etkilenmiş ve bir devrimci sempatizan olarak tekrar işine döndüğünde polis Yuda amcayı gözaltına alır. Yuda amca öldürüleceği korkusuyla olup biteni anlatır. Tanıdığı yoldaşı verir. Operasyon yapan polis işin politik yönünü de böylece öğrenmiş olur.

1980’de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık.

Yarım kalan yoldaşlığımızı hapishane tamamlandı. Cunta olduğunda tereddütsüzce direneceğini söyledi. İşkence gördü, açlık grevlerine girdi, direndi. Artık, proletarya partisinin bir sempatizanı oldu.

Hiçbir zaman kendisine verilecek olan 15 milyon TL’nin %30’unu istemedi. Sadece çıkınca partinin maddi durumu el verirse kendisine bir miktar verilmesini söylerdi.

İ. Ünal’ın Tarihe Not anı kitabında geçen GKK’nın elinde kalan 4 milyon TL işte bu paradan ellerinde kalandır. Yuda amca proletarya partisinin 1. Davasında yargılandı. Mahkeme başladığında duruşmaya mafya babası gelmedi, şikâyet geri alınmış sayıldı ve Yuda amca tahliye edildi. Çıktıktan sonra tanıdığı yoldaşlarla ilişkilerini kesmedi. Öldüğünü duyduğumda büyük bir üzüntü duydum. Aklıma geldikçe “İyi Yahudiler de varmış” diyerek onu hep anıyorum!

 

Siyasi Tutsakların Tecridi Kırma Mücadelesinin Neresindeyiz? (Yorum)

Emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele eden devrimcilere, komünistlere karşı hemen her ülkede gözaltı ve tutuklama sistematik bir şekilde devam ediyor.

Bu sistematik durum, bu faşist devletler nezdinde tutuklananların her gün daha da derinleşen br şekilde tecrit altında bırakılması anlamına da geliyor.

Egemenler dünyanın dört bir yanındaki devrimci ve komünistlere dönük saldırılarını, katletmekle bitiremediğinde esir alma, tutsaklar üzerinden muhalif güçleri, toplumu sindirme, hapishaneleri bu sindirmenin en önemli aracı haline getirmek hedefiyle yürülüğe sokmaktadır.

Bu durum Avrupa ülkeleri gibi burjuva hukukun işlediği ülkelerde de, ülkemiz gibi faşizmle yönetilen ülkelerde de benzer uygulamaların yaşanmasını beraberinde getiriken aynı zamanda bu uygulamaların yerine getirilme biçiminde veya yeni daha ağır tecrit uygulamalarının hayata geçirilmesi noktasında da birbirinden öğrenme süreci yaşanmaktadır.

Tutsaklar üzerinden, mücadele edenlere mesaj vermek ve bu şekilde toplumu sindirmek alışılagelmiş bir durum iken, dünya üzerinde sağcı-faşist hareketlerin yükselişte olması tutsaklar üzerindeki tecridin her geçen gün ağırlaştırılmasının da zeminini sunmaktadır.

Ancak bilinir ki; şiddet, baskı ve sindirme ne kadar ağırlaşırsa karşısındaki gücün bir yerden sonra kazanın kapağını atması kaçınılmaz olacaktır. Diyalektiğin yasaları burada işlemekte, şiddet ve baskı karşısında daha fazla direniş ve mücadele bir şekilde hayat bulmaktadır. Bu gerçek, mücadele tarihi boyunca çokça örnekle karşımıza çıkmıştır, çıkmaya da devam etmektedir.

Faşizmin ağır koşulları altında tecrid ve baskı elbetteki daha ağır yaşanır ancak burada da bu ağır tecrit koşullarına devrimcilerin, komünistlerin direnişle yanıt vermesi mücadele tarihi boyunca çokça rastladığımız bir durumdur. Diğer taraftan sözde burjuva demokrasisinin uygulandığı Avrupa ülkelerinde de -2015 yılında ATİK’e dönük operasyonda olduğu gibi- tutsaklar uzun yıllar hapishanede ve ağır tecrid altında tutulur. Yine bu örnekte olduğu gibi emperyalist-kapitalist ülkelerin gerici faşist devletlerle işbirlikçi tutumları çok açık olur. Devrimcilere, komünistlere dönük cezalandırma yöntemleri, buna dair yasaları, yönetmelikler çoğu zaman birbirinden kopya edilir.

Egemenler birbirinden öğreniyor

Mevcut tecrit uygulamalarının ağırlaşması karşısında devrimci-komünist hareketlerin bunu kırma anlamındaki mücadelesi ve pratikleri elbette olacaktır.  Almanya’daki burjuva demokrasisine rağmen operasyon sonrası yaklaşık 5 yıl tutsak edilen ATİK’lilere uygulanan tecrit ile Fransa’da tutsak edilen George Abdullah’a uygulanan tecrit emperyalistlerin biribirinden öğrendiklerini gösteriyor.

Fransa’da tutuklu bulunan Lübnanlı George Abdullah, cezası 20 yıl önce dolmasına rağmen Fransız yetkililerin onay vermemesi nedeniyle demir parmaklıklar ardında kalmaya devam ediyor. Hapiste geçirdiği en az 36 yılın ardından “Fransa’nın en eski mahkumu” olmak durumunda kalan George Abdullah, tutsaklık halinin devamı için yasal bir gerekçe bulunmaksızın Fransa tarafından alıkonuluyor.

Hindistan’daki Maoist tutsak Dr.G.N.Saibaba’ya uygulanan tecrit yine oldukça benzerdir. % 90 fiziksel engelli ve tekerlekli sandalyeye bağlı olan Saibaba dosyasından beraat etmesine rağmen tahliyesi engellendi.

İsrail’de Filistinlilere dönük saldırılar ve gözaltına alınanların hapishanede tutulma biçimi, Afganistan’da tutsaklara uygulanan ağır koşullar, tecrit içinde tecrit edilmesi, İran’daki idamlar ile Türkiye’deki hasta tutsakların ölmeden hemen önceki gün tahliye edilmeleri aynı düşman hukukunun işlediğinin göstergesi değil midir?

Türkiye ve T.Kürdistanı hapishanelerindeki tutsakların 2015 OHAL döneminden itibaren çok daha ağır bir tecrit uygulamasına tabi tutulması bir yanda iken başta müebbet alan 30 yıllık tutsakların tahliye edilmeyerek, faşist TC’nin kendi yasalarına dahi aykırı davranarak, hapishane gözlem kurulunu ikinci yargılama merci atanması kılıfına uydurma biçimidir. 2015 OHAL kararnamelerinin kalıcı hale getirildiği en bariz örnekler hapishanelerdir. Bu tarihten itibaren devrimci, ilerici muhalif gazeteler, teorik dergiler tutsaklara verilmedi.

Tutsakların dışarısı ile birlikte verdiği çaba sonucu dergiler için abonelik sistemi ile dergilerin verilmesine bir olanak yaratılırken, bu kez de abone olsalar da binbir bahane ile politik dergiler verilmiyor veya 5 yıl için en fazla 3 dergi veriliyor. Tutsakların 3 kişi görüşçü hakkının, görüşçü olan kişinin hakkında herhangi bir dava olmaması şartına bağlaması ve çoğu kez kişinin “güvenlik soruşturmasına takılması” durumu ise rutinleştirildi. Hemen her hapishanede tutsakların okumasının önünde bir engel olarak kitap sınırının getirilmesi gerçek anlamda tecrit uygulamasıdır. Günde belki bir kitap okuyan tutsağın ayda üç kitaba mecbur edilmesi tecridin ne kadar boyutlandırıldığının göstergesidir.

Bu tecrit içinde tecrit örneğinin en ağırı PKK lideri Abdullah Öcalan üzerinde yaşanmaktadır. Ailesi ve avukatları ile görüştürülmeyen Öcalan üzerinde tecrid ile Kürt halkı cezalandırılmak, baskı altında tutulmak istenmektedir. Bunu kabul etmek ve bana sessiz kalmak mümkün değildir.

Tutsak Partizanlar açısından tecridin tüm tutsaklara uygulandığı gün gibi ortadadır. Açık bir şekilde ifade etmek gerekir ki, Tutsak Partizanlar bu tecridi kırmak için yoğun bir çaba içindeyken buna ortak olmak bu mücadeleyi dışarıdan güçlendirmek, büyütmek durumundayız.

Her adım, tecridin kırılmasına hizmet edecektir!

Hemen her Tutsak Partizan, sürekli okuyan, araştıran yazan, kitap çalışması ile oldukça verimli bir tutsaklık dönemi içindedir. Tutsak Partizanlar, dışarıda baskı ve sindirmeyle mücadelenin gerilemiş olması karşısında bir an umutsuzluğa düşmeden; yazı yazan, mektup ile dışarıyı anlamaya-okumaya çalışan, yüksek moral ile dışarıyı okuyan ve bu analizleri ile çoğu kez dışarının analizlerine benzer bazen çok daha isabetli ve öngörülü bir analiz-sentez içeren verimli çalışmalar yürütmektedir. Tutsaklarımızın bu çabasına yeterli karşılığı veremediğimiz ortadadır. Ülkede olsun veya olmasın her devrimcinin, Partizan’ın tecrid içinde tecrid edilmeye çalışılan tutsaklarımızla daha fazla bağ kurma, mevcut tecridi kırmanın yollarını arama mücadelenin bir parçası olmalıdır. Çokça ifade ettiğimiz gibi hangimizin ne zaman tutsak olacağının asla garantisi yoktur, bugün kırmak için uğraştığımız tecrid, yarın yeni bir tutsak için açacağımız yol veya yaratacağımız koşullardır. Türkiye cephesinden tutsaklarımızın kitap istekleri, temel ihtiyaçları, dışarı ile kurmak için mektupları, yazıları, kitapları ile mücadeleye katkılarını artırmak için harcadıkalrı yoğun bir emeğe dışarıdan doğru daha fazla karşılık yanıt vermemiz gerektiği açıktır.

İçerdeki tecridi kırmanın en temel yolu dışardakilerin içeriye daha fazla kulak vermesinden sahiplenmesinden geçmektedir. Elbette bu aynı zamanda kolektif bir çabayı gerekli kılmaktadır. Tutsağın görüşüne düzenli gidilmesinden, dışarıya ulaştırdığı yazı-makale ve kitaplarının dizilmesine temel ihtiyaçlarının satın alınarak giderilmesine kadar hemen her başlıkta atacağımız bir adım, her geçen gün ağırlaşan ve boyutlanan tecridin kırılmasına hizmet edecektir.

Bu çabanın kollektifleşmesi, mektuplaşmanın daha fazla gündemleşmesi, dışarı ile bağın daha fazla kurulması sınırlara takılmamalıdır. Her yoldaşın bir politik tutsak ile mektup arkadaşı olması tartışılmalı, bu mektuplaşma karartılmak istenen karanlık hücrelere dışarının küçükte olsa bir ışığı, sıcak bir sohbetin vesilesi haline getirilmelidir.

Mücadelemizin bir parçası daima hapishaneler, tecrid altında tutulan tutsaklarımızın dışarı ile kuracağımız bağlar olmalıdır. Ayrıca mektuplaşmayı sadece tutsağın dışarı ile bağı şeklinde de görmemek gerekir, aynı zamanda bir tartışma, politikleşme aracı olarak görmek gerekir. Tutsak ailelerimiz mevcut tablo içinde örgütsüz durumdadır ancak birçoğu yakınının dışarıdaki sesi soluğu olmuş bizimle önemli bir bağ ilişki geliştirmiş giderek politikleşmiştir.

Tutsağın bir kelamı, bir selamı, bir kartı aileler için büyük önem taşımaktadır. Ailelerimizle kuracağımız bağın giderek gelişmesi tecridin kırılması mücadelesine de katkı sunacaktır.

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır. Kâr hırsı, hegemonya kavgası, jeo-stratejik emeller, emperyalistleri ve onların güdümündeki devletleri, halklara ve mazlum uluslara karşı daha saldırgan, daha acımasız kılmıştır. Bunun sonucu günümüzde birtakım ülkeler doğrudan askeri saldırılara, işgallere maruz kalmıştır. İşgal altındaki topraklarda yapılan saldırı ve katliamlarla kitleler daha açıktan hedef alınır duruma gelmişlerdir. Ve bu saldırılar sonucu kitlesel katliamlara, pogromlara, soykırımlara yol açmaktadır. Bu minvalde halklar ve uluslar hedef alınmaktadır.

Özlerinde ve mayalarında saldırı furyası olan devletler günümüz konjonktüründe, çığrından iyice çıkarak işgal ettikleri topraklarda saldırılarını daha vahşi boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Nitekim Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri tarafından işgal edilmiş Kürdistan topraklarına yapılan saldırılar giderek artmıştır. Baskı ve tahakküm tırmandırılmış durumdadır. TC; sınırlarında, Irak sınırlarında ve Rojava’da askeri saldırılar ve zorbalık katbekat artmıştır. TC, Kürtlere yönelik kitlesel katliamlar yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Başur Kürdistan ve Rojava’da Türk devletinin saldırıları sonucu Afrin, Serekaniye, Gire-Sipi gibi yerler doğrudan işgal edilmiş, askeri üsler kurulmuş, Kürtler tehcire zorlanmış, TC’ye ait okul ve kurumlar açılmış, TC bayrakları dikilmiş, ülkenin zenginlikleri gasp edilmiştir. Kısacası Kürt toprakları, yeni saldırı ve işgallerle hedef alınmış ve Kürt ulusu pogroma tabi tutulmuştur. Tüm bunlara karşın Kürt ulusal hareketi, Başur Kürdistan ve Rojava’da saldırılara karşı direniş göstermiştir ve saldırılar birçok yerde püskürtülmüştür. Direniş devam etmektedir.

Filistinlilerin tüm izleri silinmek isteniyor!

Ortadoğu’da bir diğer saldırı da Filistin topraklarında yapılmaktadır. Başta Gazze olmak üzere Filistinliler hedef alınmaktadır. Gazze dışında Batı Şeria da saldırı altındadır.  Bu saldırılar sonucu şu an 15 binden fazla Filistinli öldürülmüştür. Ölenlerin çoğunluğunu çocuk ve kadınlar oluşturmaktadır. Bu sayı, saldırı devam ettikçe giderek artacaktır. Katliamlarla beraber Filistinlilerin evleri, yerleşim yerleri, hastaneleri, okulları, camileri, yolları vb. tüm yaşam alanları bombalanıyor, yerle bir ediliyor. Özellikle Gazze’ye yapılan saldırılarda taş üstünde taş bırakılmıyor. Kenti kökünden yok etmek hedefleniyor. Filistinlilerin Gazze’deki izleri soykırım ile silinmek isteniyor. Bu saldırılar yeni değildir. İsrail Devleti’nin Ortadoğu coğrafyasında kuruluş doktrininin sonucudur. İsrail Devleti, 75 yıldır işgal ettiği Filistin topraklarına benzer saldırılar yapmaktadır. Saldırıların dozu bazen azalmakta bazen artmakta ama hep devam etmektedir. Bir dönemler kendi yurtlarında çoğunlukta olan Filistinlilerin nüfusu yapılan işgal, saldırı, katliamlar, zoraki tehcirler ile azınlık durumuna getirilmiştir. Son Gazze saldırısı ile açıktan soykırım hedeflenmektedir. Verilen bilgilere göre, saldırılara karşı direnen dinci ve gerici HAMAS örgütü başta olmak üzere Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi örgütlerin de yer aldığı 14 örgütten oluşan bir ittifak (“Operasyon Odası”) vardır. Elbette ki HAMAS’ın gerici yanı gözardı edilemez ve doğrudan desteklenmez. Ancak diğer yandan da Filistinlilerin soykırımla yok edilerek hedef alınması, yurtlarından göç ettirilmek istenmesi de gözardı edilemez!… Esas öne çıkan da Filistinlilere yapılan saldırı ve soykırımdır. Bu nedenle, ABD’nin başını çektiği emperyalist devletlerin desteğindeki İsrail devletinin saldırısı görmezden gelinemez. Bu saldırıya karşı çıkılır, mahkum edilir ve saldırıya karşı yapılan mitinglerde, yürüyüşlerde ve diğer eylemlerde yer alınır, tavır takınılır. Özgür Gelecek’in daha önceki sayılarında bu tavır çeşitli yazılarda işlendiği için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.

Katliamların, tehcirlerin sorumluları uluslararası emperyalist kapitalist sistemin parçasıdır

Bu yazıda Artsakh (Karabağ) işgalini ve zoraki tehciri ele alacağız. Ancak konuya girmeden önce Artsakh’a yapılan saldırının Rojava ve Filistin’e yapılan saldırıyla aynı dönemde ve aynı minvalde gerçekleştirildiğini belirtmek istedik. Daha açık bir deyimle Karabağ sorunu ile Rojava (Kürdistan) ve Filistin sorunu aynı tarihsel sürece tekabül etmektedir. Elbette ki bu sorunların özgül yanları ve özgül durumları vardır, ama sorunun uluslararası evrensel koşulları hala varlığını devam ettirmektedir. O da katliamları, pogromları, tehcirleri yapan devletlerin uluslararası emperyalist kapitalist sistemin birer parçası oldukları ve bu pratiklerinin emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğu durumdan bağımsız olmadığıdır.

Dolayısıyla Filistin, Kürdistan, Karabağ sorunları birer ulusal sorun olarak, ezen ulusların ulusal baskı, imha ve tehcir politikasına karşı ezilen ulusların direnişinin aynı zaman diliminde yaşanan canlı ve sıcak sorunlardır.

Daha açık bir deyimle, serbest rekabetçi dönemde ilerici olan kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi önderliğinde gerçekleştirilen demokratik devrimler, kendi içlerinde ulusal sorunları çözmüşlerdi. Bu çözüm, yıkılan feodal devletlere alternatif kurulan kapitalist ulus devletler üzerinden olmuştu. Ancak burjuva demokratik devrimini tamamlayan ve emperyalist aşamaya varan kapitalist devletler, artık tümden gericileşen ve ulusal sorunların kökten çözümüne engel olan devletler halini aldılar. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında burjuvazi gericileşti. Eski çağın çözülememiş ulusal sorunları yeni çağa devredildi. Tarihsel olarak çözülememiş bu ulusal sorunların kökten çözümü yeni çağın tek devrimci sınıfı proletarya önderliğindeki demokratik halk devrimleriyle mümkün hale geldi.

Elbette içinde bulunduğumuz çağda ezilen ulus burjuvazisinin önderliğinde de ulusal devrim hareketleri olur. Proletarya açısından bu devrimin demokratik muhtevası desteklenir. Ama burjuvazinin önderliğindeki devrim, milli ve demokratik devrimi tamamlayamaz, kurulan ulusal devletler giderek emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı hal alırlar. Ve onların güdümünde yer alan sınıflar ülkeyi mevcut yapıya tekabül eden sorunlarla başbaşa bırakırlar.

Nitekim bu durum kendisini Artsakh’ın işgalinde göstermiştir. Artsakh/Dağlık Karabağ, Azerbaycan tarafından TC’nin, İsrail’in, Rusya’nın desteğiyle işgal edildi. ABD, İngiltere, Fransa gibi devletler de aynı emellerle bu saldırıya göz yumdular. Bunun sonucu Dağlık Karabağ Ermenileri zoraki tehcirle Ermenistan’a sürüldü. Böylece Ermeniler yurtlarından koparıldılar, binlerce yıl yaşadıkları topraklarından tasfiye edildiler. Ve bu ilhak sonucu toprakları, mal-mülkleri ve yarattıkları tüm değerler gasp edildi. Tüm bunlara bağlı olarak evleri barkları, okulları, kiliseleri, kültürel ve sosyal kurumları yıkıma uğratılarak Ermenilerin Artsakh/Dağlık Karabağ’dan izleri silinmeye çalışılıyor.

1915 soykırımıyla çıkarılan “emval-i metruke yasası”yla Ermenilerin nasıl ki Türkiye’de izleri silindiyse, Karabağ’da da bir nevi aynı uygulamaya gidiliyor. Zaten soykırımların ve tehcirlerin diğer hedefi yok edilen, toprakları gaspedilen ulusun, toplumun, halkın izlerini, belirtilerini, yarattıkları tüm emareleri de silmektir. Artsakh’da günümüzde yapılmak istenen de budur…

Burada dikkati çeken bir diğer durum şudur; Bir dönemler içinde yer aldıkları Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) içinde birbirlerine karşı düşman olmayan, özerk sosyalist cumhuriyetler olarak varlıklarını birlikte sürdüren Ermenistan ve Azerbaycan’ın, günümüzün jeo-politik atmosferinde birbirlerine karşı düşman ve saldırgan konuma gelmesidir. Bir başka deyişle sosyalist sistemin sosyalist ulusları, kapitalizmin kapitalist uluslarına dönüştüklerinde birbirlerine karşı düşman durumuna büründüler. Sosyalist Ermenistan toplumu ile sosyalist Azerbaycan toplumunun yerini ne zamanki kapitalist toplum aldı, birbirlerine karşı azılı hasım oldular…

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 1956 yılında yaptığı 20. Kongre ile modern-revizyonist hatta kayması sonucu başlayan, Azerbaycan ve Ermenistan arası sorunlar, klasik kapitalizme geçişle had safhaya ulaştı. Ve günümüz mertebesinde mevcut duruma vardı. Bunun sonucu, günümüzde daha “güçlü” olan ve gerici devletlerin desteğini alan Azerbaycan devleti Dağlık Karabağ’a saldırdı! Ve Artsakh/Dağlık Karabağ tehciri yapıldı!…

Sorun çarpıtılıyor ve Stalin şahsında sosyalizm hedef alınıyor

Tüm burjuva kesimler, Artsakh/Dağlık Karabağ’da yapılan saldırı ve tehciri sosyalizme mal ediyorlar. Kapitalizmin damgasını vurduğu günümüzde oluşan sorunların gerçek muhtevası çarpıtılıyor. İçinde bulunduğumuz kaotik süreç içinde sosyalizm aleyhtarı furya had safhaya çıkarılmıştır. Piyasaya gerçekle ilgisi olmayan sanal ve anti-sosyalist faraziler sürülüyor. Toplumun yabancılaşması giderek üst mertebeye çıkarılarak gerçeklerin üstü küllenmeye çalışılıyor. Bu minvalde sosyalizm, komünizm aleyhtarı şaibeler piyasaya sürülüyor. Tüm bunlar egemenlerin devleti, dini, basını, yayını, interneti, bilgisayarı, dijital propaganda aletleri vb. kurum ve araçlar üzerinden yapılıyor.

Nitekim kapitalizmin yarattığı Ermenistan-Azerbaycan düşmanlığı ve Dağlık Karabağ sorunu, bu minvalde 100 yıl öncesinin Sovyetler Birliği’ne yükleniyor. Oysa 1917 Ekim Devrimi öncesi Çarlık Rusya’sında Ermenistan ve Azerbaycan’ın varlıkları reddedilmiş ve ulusal baskıya tabi kılınmışlardı. Çarlığın egemenliği altına alınmışlardı. Bunun sonucu katmerli sınıf baskısı ve ulusal baskı uygulanıyordu. 1917 Ekim Devrimi ile oluşan Sovyetler Birliği’nde, diğer cumhuriyetler gibi Ermenistan ve Azerbaycan cumhuriyetleri kurulmuş, ulusal baskı, sınıfsal baskı ve her türlü tahakküm kalkmış ve kendilerini özgürce ifade eden yapıya dönüşmüşlerdi. Eğer SSCB olmasaydı -diğer ezilen uluslar ve Orta-Asya’daki sömürgeler gibi- Ermenistan ve Azerbaycan büyük ölçüde asimile edilirlerdi. Ulusal yapıları günümüzün epey gerisinde olurdu. Belki de ulusal konumlarını yitirirlerdi. Bugün dillerini özgürce konuşabiliyor, kendilerini mensup oldukları ulusal kimlikleriyle ifade edebiliyorlarsa, var oldukları topraklar üzerinde varlıklarını devam ettiriyorlarsa, bu sosyalist sistemle mümkün olmuştur.

Oysa sosyalizmin yerini alan bürokrat devlet kapitalizmi ve günümüzün saf kapitalizmi, bu ülkeleri ulusal sorunların, sınır ihtilâflarının ve sınıf çelişkilerinin depreştiği mevcut yapı içine sokmuştur. Bir dönemler, SSCB’nin bileşeni olarak ortak bir toplumsal yapı oluşturan ülkeler, bugün birbirinden kopmuş ve birbirine hasım ve düşman olmuşlardır. Nitekim Slav ulusları olan Rusya ve Ukrayna arası sorunlar giderek agresif boyutlara tırmanmış ve günümüzde savaşa dönüşmüştür. Baltık ülkeleri Litvanya, Letonya, Estonya Sovyetler Birliği’nden kopmuş ve günümüzde ABD’nin liderliğindeki NATO üyesi devletler olmuşlardır. Yine Orta Asya’da, Kafkasya’da eski Sovyetler Birliği içinde yer alan ülkelerin günümüz devletleri, birbirlerine karşı hasım ve düşmanlıkların oluştuğu girdap içine girmişlerdir. Çünkü bu devletler burjuvazinin iktidarda olduğu devletlerdir. Bu devletler sömürüyü daha artırma, pazarlara sahip olma, sınırlarını genişletme, siyasi çıkarları ve nüfuz alanlarını genişletme dürtüsünün depreştiği kapitalist devletlerdir.

Nitekim bu durum sonucu Azerbaycan ve Ermenistan arasında oluşan düşmanlık böylesi bir atmosferde meydana gelmiş ve giderek keskin boyutlara tırmanmıştır. Bu iki devlet arasında oluşan sorunlar çözüme kavuşmadığı gibi iyice kızışmış ve günümüz mertebesinde iki devlet arasında savaşa kadar tırmanmıştır. Artsakh sorunu bu jeo-politik konjonktürde ortaya çıktı. Bunun sonucu Ermenistan ve Azerbaycan Artsakh’ı kendi sınırları ve etkinlikleri içine almaya çalıştılar. 30 yıl önce başlayan bu durum giderek agresif boyutlara tırmandı.

Ve bunun bedeli, Artsakh/Karabağ Ermenilerine çıkarıldı. Türkiye’nin, Rusya’nın, İsrail’in desteğinde Azerbaycan tarafından işgal edilen topraklarından Ermeniler tehcir edildiler. Yukarıda belirttiğimiz gibi binlerce yıl öncesine dayanan Ermenilere has tüm değerler de yok edilmeye çalışılacaktır. Bir başka deyişle Ermeniler daha önce atalarının Türkiye topraklarında yaşadıklarını bu sefer Karabağ topraklarında yaşadılar. Yüz binin üzerinde Ermeni bu sefer zoraki tehcire ve pogroma maruz bırakıldılar.

Tüm bunların arkasındaki güçler bellidir. Bu gelişmeler sosyalist Sovyetler Birliği döneminde olmamıştır. Kapitalizmin damgasını vurduğu süreçte olmuştur.

Ancak günümüzün Artsakh/Karabağ pogromu burjuva güruhlar tarafından anakronizmle (olayı ve zamanı gerçek bağlamından kopartarak) sosyalizme ve Stalin’e mal ediliyor. Stalin düşmanlığına dayalı manipülasyon ve dezenformasyon (bilgi çarpıtması) öne çıkarılıyor. Mayalarında olan anti-sosyalizm histerisi bir kez daha dışa vuruyor. Yaratılan anti-Sovyetik atmosfer ile Stalin ve şahsında sosyalizme karşı yürütülen ideolojik saldırı furyası daha öne çıkarılıyor. Uluslararası kapitalizmin temelleri giderek sarsıldıkça, girdikleri fasit daire derinleştikçe, girdikleri girdaptan çıkamadıkça, egemen güçler, alternatif olan sosyalizme karşı ideolojik-politik-askeri vb. karşı-devrimin tüm alanlarında daha agresif hal alıyorlar. . .

Dolayısıyla Stalin’e ve MLM’nin diğer ustalarına saldırıyorlar. Artsakh/Karabağ’ın günümüz akıbeti da Stalin’e mal ediliyor. Anti-Stalinist kampanya ile Stalin hedef alınıyor. Aslında Stalin’e saldırı, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra başlatıldı. İçinde yer aldığı SBKP ve iktidar, onun ölümünden sonra modern-revizyonistler tarafından ele geçirildi. Ve onlar tarafından Stalin yoldaşa karşı saldırı furyası yürütüldü. 1956’da yapılan 20. Kongre’de Stalin aleyhtarı kararlar alındı. Stalin yoldaşa karşı ağır suçlamalar getirildi. Ve bu kararlar 20. Kongre sonrasında devam ettirildi. Bunun sonucu Sovyetler Birliği’nde Stalin aleyhtarı kampanya yürütüldü. Böylece Sovyet toplumunda Stalin hakkında olumsuz imaj yaratılmaya çalışıldı. Halkın bilincine yerleştirilmeye çalışılan anti-Stalinist imaj ile gerçekte sosyalizm de hedef alınıyordu. Onun ölümünden evvel ona “yoldaş” diyenler, ölümünden sonra onu hedef aldılar.  Günümüzdeki anti-Stalinist saldırılar bu saldırıların devamıdır. Stalin aleyhinde nice yayınlar yayınlandı ama lehine yayınlanmasına müsaade edilmedi. Öyle ki, 1956’da yapılan 20. Kongre’den sonra 20-30 yıl boyunca Stalin hakkında Sovyetler Birliği’nde kitap basılmadı.

Modern-revizyonizmin yürüttüğü anti-Stalinist kampanya, Batılı emperyalistlerin ideologları tarafından yürütülen kampanya ile birleşti. Daha açık bir deyimle karşı devrimin tüm güruhları anti-Stalinist güzegahta birlikte yer aldılar. Yüzleri açık olan burjuvaziden ziyade, sosyalizm maskesiyle yüzlerini gizleyen burjuvazi bu saldırıda daha etkin oldu.

1987-89 yılında uluslararası alanda modern-revizyonizmin ve bürokratik devlet kapitalizminin sosyalizm maskesini atması ile, anti-Stalinist kampanya daha üst boyutlara tırmandırıldı. Öyle ki, geçmişte modern-revizyonizmin yörüngesinde yer alan ve kendilerini “sosyalist”, “komünist”, “devrimci” olarak adlandıran nice yapılar, bu hengâmede taşıdıkları maskeleri attılar, anti-sosyalist, anti-komünist mecrada açıktan yer aldılar.  Marks’a, Engels’e, Lenin’e, Mao’ya karşı yapılan saldırı, Stalin’e karşı had safhada sürdürüldü. Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) ve Glasnost (Açıklık) yaftasıyla sürdürülen saldırı ile sosyalizm ve Stalin açıktan hedef alındı.

Kapitalizmin yarattığı sorun, Stalin yoldaşa mal edilmeye çalışılıyor.

Tüm bunlar raydan çıkan karşı-devrimin tüm güruhlarınca günümüzde devam ettiriliyor. Son dönemler buna Ermenistan-Azerbaycan savaşı ve Artsakh/Karabağ sorunu da eklenmiştir. Kapitalizmin yarattığı bu sorun da Stalin yoldaşa mal edilmeye çalışılıyor. Sebep olarak Stalin ve Sovyetler Birliği gösterilmeye çalışılıyor. Oysa sosyalizm öncesinde geçmişin Çarlık İmparatorluğu’nun diktatörlüğü, diğer uluslar gibi Ermeniler ve Azerileri de tahakkümü altına almıştı. Bu diktatörlük, 17 Ekim Devrimi ile yıkıldı ve işçi-köylü temel ittifakına dayalı sosyalist iktidar ulusal sorunlara da kökten müdahalede bulundu.

Nitekim Kafkasya’da 29 Nisan 1920’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 2 Aralık 1920’de Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 25 Şubat 1921’de Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Dağlık Karabağ’ın durumu da bu cumhuriyetlerin gündemine geldi. Azerbaycan sınırları içinde yer alan Karabağ’ın nüfusu, o dönem yüzde 90’ı Ermenilerden oluşuyordu. Toprak olarak da Azerbaycan sınırları içinde yer alıyordu. Tüm bunlara bağlı olarak içinde bulunulan mevcut çağ ve dönemin jeostratejik ve jeopolitik koşulları da göz önüne alınarak Artsakh/Karabağ Azerbaycan sınırları ve yönetimine bağlandı. Ama, Karabağ’ın demografik yapısında Ermenilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturmaları, tarihsel, sosyal ve kültürel olarak öne çıkmaları göz önüne alınarak, Karabağ’a Ermenileri yansıtan bir özerklik statüsü de verildi. Bunun sonucu hem Ermeniler hem Azeriler ulusal varlıklarını özgürce devam ettirdiler ve birbirleriyle kaynaştılar.

Bu karar, Stalin karşıtı kampanyayı yürütenlerin iddia ettiği gibi tek başına Stalin tarafından alınmadı. Dağlık Karabağ’la ilgili karar, Kafkasya’daki Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan komünist partilerinin ortak kararıdır. Kafkasya Cumhuriyetlerinin komünist partilerinin temsilcileri, Dağlık Karabağ’la ilgili resmi kararı, 4-5 Temmuz 1921’de yaptıkları görüşmeler sonrası aldılar. Bu görüşmelere Stalin de -o dönemki adıyla- RKP(B) (Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesini temsilen gözlemci olarak katıldı. Ama alınan kararda oylamaya katılmadı. Kısacası Karabağ’la ilgili alınan karar Kafkasya’daki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerini temsil eden komünist partilerinin ortak kararıdır. Alınan karar Lenin’in önderliğindeki -daha sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını alacak olan- RKP(B) Merkez Komitesi tarafından da onaylanmıştır.  Daha açık bir deyimle, Kafkasya cumhuriyetleri ve Dağlık Karabağ’ın durumu, sınırları, konumlarına ilişkin kararlar dönemin komünist partilerinin perspektifiyle alınmıştır. Tek başına Stalin’in kişisel bir kararı değildir. Tersine Kafkasya’daki komünist partilerinin kollektif iradesini yansıtan kararıdır.

Sosyalizm, Stalin ve MLM kazanacaktır!

Dolayısıyla Stalin’e yönelik saldırılar had safhaya ulaşmışsa da, bu saldırının dayanağı koftur. Türediği zemin giderek çatırdıyor. Onun için bu denli çaptan düşerek mevcut yapılarını korumaya çalışıyorlar. Çürüyen ve can çekişen uluslararası burjuvazinin ve tüm gerici uzantılarının içine düştükleri durumun göstergesidir bu konumları. Öyle ki, uluslararası finans kapitalin ve bağımlı ülkelerin ekonomik, siyasi ve sosyal alandaki oluşan çelişkiler yumağı giderek büyüyor. Durumları çöken sistemin can havliyle MLM’e saldırısından başka bir şey değildir…

Bunun içindir ki, günümüzde tüm burjuva güzergahın Artsakh/Karabağ’la ilgili attığı adımlar, aldığı kararlar ve yaptığı saldırılar kamufle edilmek isteniyor. Kapitalizmin kar dürtüsü burjuvaziyi, anakronizm ile tarihi çarpıtmaya, korku ve kaos atmosferi yaratmaya, işçi sınıfına ve dünya halklarına karşı saldırıya yöneltiyor. Bununla da yetinmiyor ve yalan dolanla Stalin’e, MLM’e karşı da saldırıyor. Kapitalizmin yarattığı sorunlar sosyalizme mal ediliyor. Yaratılmak istenen sovyetofobi ile sosyalizm, Stalin ve MLM hedef alınmak isteniyor.

Ama tarih ve gerçekler inatçıdır. Eskimiş, çürümüş, çökmüş kapitalizm giderek daha sarsılıyor. Girdiği girdaptan çıkamadığı gibi daha sarmal bir durum içine giriyor. Bağımlı ve geri kalmış ülkelerle beraber emperyalist tekellerin de durumları daha agresif, daha saldırgan ve yalana dolana, tarihi yanılgıya daha ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Tüm bu baskı ve saldırılar ezilen sınıfların öfkesini, tepkisini de beraberinde getiriyor. Her ne kadar günümüzde ezilenlerin bu tepki ve öfkeleri henüz daha örgütlü ve daha radikal düzeyde değilse de bu durum giderek mücadelenin daha sert, daha kızışacağı, daha örgütlü bir güzergaha doğru gireceğinin de habercisidir!..

Bu mücadelede bilimsel sosyalizm, Stalin’in hattı ve MLM rehber olacaktır!

Artsakh/Karabağ ve tüm ezilenlerin yurtları gerçek özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşacaktır! Proletarya ve ezilen halklar öncü müfreze önderliğinde çökmüş sistemi tarihin çöplüğüne gömecektir!

Sayfalar