Perşembe Mayıs 2, 2024

Ekonomi ve siyaset

Siyaset mi ekonomiyi belirler, ekonomi mi siyaseti belirler, hep tartışılır olmuştur. Burjuva düşünce sahipleri, siyasetin ekonomiyi belirlediğini ileri sürerken, Marksist-Leninist-Maoist (komünist) düşünce sahipleri, ekonominin siyaseti belirlediğini savuna gelmişlerdir. Doğru olanda bu son yaklaşımdır.

Siyaset bir üst yapı kurumudur. Onu belirleyen, ortaya çıkaran ve ona geniş bir eylem alanı sunan ekonominin kendisidir, yani toplumsal ekonomik alt yapıdır. Toplumsal ekonomik alt yapıdan bağımsız siyaset yürütmenin olasılığı esasta olamaz. Siyaset ekonominin üzerinde yürür ve belirleyici olanda ekonomidir. Siyaset ekonomiye etki eder mi, elbette eder, ama, o ekonominin yanında ikincildir.

Burjuva siyaset arenasında, genelde siyaset kişilere bağlanır. Bu aslında, burjuva ideolojisinin temel sorunları gizleme ve kitleleri aldatma siyasetinden kaynaklıdır. Onun için kahramanlar vardır ve işleri tek tek kahramanlar yürütür.

Örneğin, her ABD başkanı değiştiğinde, siyasetinde değişeceğini ve ABD siyasetini yeni seçilen başkanın keyfi isteklerine bağlı olduklarını ileri sürerler. Oysa hiçte böyle değildir. ABD siyasetini, ABD ekonomisine egemen tekeller belirler. Siyaset onların çıkarları doğrultusunda yürür ve yürütütlür. Bu hem dış siyaset hem de iç siyaset için geçerlidir. Başkanların değişmesi ve değişen başkanlara göre siyaset yürütülmesi, başkanların kişisel durumlarından değil, onları seçen ve seçtiren ekonomiye egemen güçlerden kaynaklıdır. ABD ya da herhangi bir ülkede başkan ya da burjuva lider siyasetçilerin belirleyicilği oldukça sınırlıdır. Onlar bağlı oldukları ekonomik güçlere göre hareket ederler ve onların sınıfsal çıkarlarını savunur ve korurlar.

Putin Rusya’nın başına geldiğinde, sanki belirleyici olan bu kişi gibi algı yaratılmış ve yaratılmaya devam ediyor. Oysa, Putin’i seçen ve seçtiren Rus emperyalist burjuvazisidir. Onların sınıfsal çıkarlarını en iyi koruyan ve korumasına inandıkları Putin olduğu için, tekrar tekrar başa getirilmiştir.

Almanya’da uzun yıllardır Merkel vardır. Daha önce Kohl vardı ve bunlar, Alman burjuvazisinin çıkarlarını iyi temsil ettikleri için bu kadar süre başta kalabilmişlerdir. Bunlara düşen bir görevde kitleleri peşlerinden sürüklemesini bilmeleridir.

Burjuva siysetçilere iki görev düşer. Biri burjuvazinin ekonomik ve siyasi (genel anlamda sınıfsal) çıkarlarını en iyi şekilde korumak ve bu doğrultuda kitleleri etkilemek, bu çıkarların kitlelerin çıkarı olduğuna ikna etmektir. Yani, geniş yığınları burjuva siyaseti etrafında oyalayabilmek, tutabilmek ve düzenin yürütülmesini başarabilmektir.

Burjuva siyasetçilerini kitleler belirlemez. Burjuvazinin kendisi belirler. Burjuvazi bir bütün olmadığı için, içinde farklı çıkar grupları olduğundan liderlik konusunda, yani siyasal temsilcilik konusunda aralarında farklılıklar çıkar. Bu siyasete yansır. Almanya ya da ABD’de genelde iki parti güçlüdür. Biri “demokrat” görünümlü Sosyal Demokrat Parti diğeri ise “sağ” görünümlü Hiristiyan Demokrat Parti. ABD de ise Cumhuriyetçi Parti ve Demokratik Parti vardır. Bunlar arasındaki siyaset farkı, kendi sınıfsal çıkarlarlarıyla, sömürüden daha fazla pay alama ile doğrudan ilişkilidir.

Erdoğan ve Siyaset

Ülkemizde de AKP, esas olarak da Erdoğan ele alındığında, bu kişi her şeyi tek başına belirleyen ve ülkeyi kendi kişisel çıkarları doğrultusunda yöneten bir olarak öne çıkarılmaktadır. Aynı, Batılı burjuvazinin Putin (ve Trump için de) yaptığı propaganda, “Erdoğan’da diktatör”. Yani, “ülkeyi kendi egosunu tatmin için yönetiyor”. Bunlar, gerçeği gizleyen tipik burjuva siyasal argümanları ve kitleleri yanıltma siyasi bezirganlığıdır.

Oysa, Erdoğan ya da daha önceki askeri cuntalar tek başlarına ülke yöentmedi. Bunların arakasındaki görünmez ya da gösterilmeyen kesim sermayedir. Türk egemen sınıfları, ekonomiyi, devleti elinde bulunduran sınıflardır.

Bugün TC devletini “tek adam” yönetiyor gibi gösteriliyor. Aynı Hitler’in Almanya’yı “tek başına yönetti” dendiği gibi. Bu “çılgınlar”, “yarı akıllılar” ülkeyi yönetti ve yönetiyor. Ekonomiyi elinden bulunduran burjuvazinin hiç mi hiç günahı yok (!) Ülke ekonomisini elinde bulunduran koca koca tekellerin hiç günahı yok(!) O garibanları bu diktatörler dinlemiyor ve onlarda eziliyor (!) Aynen böyle deniyor. Özellikle TÜSİAD kesiminin ezildiği ileri sürülüyor ya da buna yakın düşünceler yayılıyor. Hatta, GEZİ’de neredeyse “direnişçi” gösterilen ve ülke ekonomisinin en azından %10’nu elinde bulunduran ve dünyanın çok uluslu ilk 250 tekeli içinde yer alan KOÇ’un, hiç mi hiç Erdoğan’ın uyguladığı bu politikadan haberi ve eli yok denecek duruma gelindi.

Öyleki “Bonapart Erdoğan”, burjuvaziye rağmen iç ve dış politikaları kendi başına hayata geçiriyor. OHAL’den, KHK’lerden burjuvazi “çok rahatsız”. Erdoğan ve yanına aldığı Bahçeli, TÜSİAD’a rağmen işi götürüyor demeye getiriyorlar. Bunu yazıp çiziyorlar da.

Hitler yenildikten sonra arkasından söyelenlere bakın. “Deli”, “tek başına ülkeyi ve dünyayı mahvetti” vb. Oysa, onu iktidara taşıyanın Almanya’nın en büyük çelik tekeleri ve diğer tekellerin olduğu gizlendi ya da gizlenmeye çalışıldı. Burjuva politikası aklanmaya ve “demokrat” gösterilmeye çalışıldı. Bugün en büyük uluslararası tekellerin arasında yer alan Alman menşeli tekellerin bütünü, Hitler döneminde en fazla “zorla işçi (yani, yahudileri, esirleri, komünistleri, çingeneleri, vd.) çalıştıran”ların arasında yer alırlar. Meşhur mühendislik, eleoktronik, kimya, otomobil, çelik tekelleri vb. leri....

Kenan Evren ve diğer faşist paşalar yönetime el koyduğunda, bütün Türk egemen sınıfları (emperyalist Batı burjuvazisi de dahil) yönetimi kutlamış ve kutsamışlardı. Ne zaman ki, kenan Evren ve şürekasının kullanım süresi doldu, başta burjuva yalakaları liberaller önce saldırıya geçti. Peşinden burjuvazinin kendisi. Hepsi birden “cunta karşıtı” oluverdiler. Oysa, onları o tepeye çıkaranlar kendileriydi. Ve o süreçte, işçi sınıfını susturarak en büyük sermaye birikimini yaptılar. Sermaye bu süreçte yoğunlaşma ve merkezileşmesini en üst seviyeye çıkardı.

Kenan Evren ve şürekası, yani sermayenin askeri cuntası askeri zorla kitleleri susturdu, demokratik hakları yok etti. Erdoğan ise, kitle desteği ve peşinden polisiye güçle bu işi götürüyor. Ama arkasında, büyük sermaye var. Ve yeni palazlanan sermaye güçleri olduğu gibi, eski palazlanmış sermaye güçlerinin de büyümeleri söz konusudur.

Türk egemen sınıflarının hiç bir kanadının, işçilerin susturulmasından, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesinden, Kürtlerin katledilmesinden, demokrasi güçlerinin baskı altına alınmasından hiç bir şikayetleri yoktur, tersine oldukça memnundurlar. Arada “demokrasi” laflarının çıkması, görüntünün ötesinde bir şey değildir, sahtedir.

Neden sahtedir? Çünkü, burjuva siyasetçileri yöneten ve yönlendiren sermaye kesimleridir. Sermaye, baskı sürecinde daha fazla büyür. Bütün büyük sermaye kuruluşlarına, yani kapitalist tekellere bakın, büyümeleri bu tür süreçlerde daha fazla olmuştur.

Bir burjuva tekeli, sermayedarı, holdingi vb. en çok nasıl sermaye birikimi sağlıyorsa, o siysal yapıyı, o siyasal yönetimi egemen kılmaya çalışır. Türk egemen sınıfları da büyümek için, genelde askeri ve sivil diktatörlükleri egemen kıldılar. Meşhir “24 Ocak Kararları” ancak ve ancak askeri bir yönetimle (12 Eylül 1980 Askeri Cuntası) topluma, yani işçi ve emekçilere kabul ettirilebilirdi. Öyle de yaptılar.

Daha sonraki süreçler ise, Türk burjuvazisinin büyüme ve serpilme dönemi oldu. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci çalkantılı geçti. Ecevit’in düşürülmesi, Kemal Dervişlerin devreye sokulması ve 2002 seçimleriyle AKP’nin iktidara getirilmesi vb. gibi olaylar, egemen sınıfların denetimi altında gelişen olaylardır. Bu süreçte, burjuvazinin bu politikasına karşı işçi ve emekçi cephesinden güçlü bir karşı koyuş (GEZİ) oldu, ancak, burjuvaziyi geriletmeye yetmedi.Ayrıca belirtmekte yarar var, ülkedeki her askeri darbe Türk egemen sınıfların (büyük burjuvazinin) isteği doğrultusunda olmuş ve onların ekonomik büyümesine hizmet etmiştir.

Türkiye’de bütün baskı süreçleri, sıkıyönetimler, OHAL ve KHK gibi uygulamlar, kitlelerin baskı altına alınarak, sermayenin büyümesi ve çıkarlarının korunması için uygulanmış ve uygulanmaya devam etmektedir.

Sermayenin birikimi ve merkezileşmesi, büyümesi, devlet yapısında da değişikliğe gitmeyi zorlamış ve burjuvazi devlete yeni bir biçim vermeye başlamıştır. Bugün de AKP’nin iktidarda olması, uygulamaları, başkanlık sistemi, toplumun islamlaştırılması, dinci eğitimin esas hale getirilmesi vb. uygulamalar, TC devletine gemen olan sınıfların, yani sermaye kesimin istekleridir. Bu gelişmeler, devletin yeniden reorganizasyonu için burjuvazi için gerekliydi. Bunu hem ordu içinde direnencek kesimleri ekarte ederek yaptı, hem de bürokrasi içinde ayak direyecek kesimleri ekarte ederek yaptı. Öte yandan en büyük muhalefet olan işçi sınıfının, devrimcilerin komünistlerin iyice ezilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle ortdan kaldırılması ve buna karşı koyacak her hareketin ezilmesini esas aldılar.

Bunun içinde en büyük muhalif örgütlü demokratik güç ise, Kürt hareketiydi.Kürt hareketinin gelişmesi, salt demokratik hakların genişletilmesi tehlikesini doğurmakla kalmıyor, burjuvazi için bundanda daha büyük bir tehlikeyi, ayrılma ve bütün Kürdistan’ın birleşmesi yolunu açması vardır.

Sonuç olarak Erdoğan-AKP hükümeti, Türk egemen sınıfların (TÜSİAD, MÜSİAD) politikasını yaşama geçiriyor. Türk devletinin iç ve dış politikası Türk egemen sınıfların çıkarlarına rağmen değil, çıkarlarına uygun bir şekilde yürütülüyor. Bunun tersini iddia etmek, Türk sermayesinin durumundan bir haber olanlardır. Ya da devletin kişilerin arzularına göre değil sınıfın arzularına göre yönetildiğini ve devletin sermaye sınıfının “ulvi” çıkarlarını temsil ettiğinden haberi olmayanlardır.

ABD, Türkiye ve AB İlişkileri

Son yıllarda Türk devletinin AB ve ABD dışında hareket etmeye çalışması ya da onlarla ilişkilerini zorlaması ve bir çok isteğini kabul ettirmeye çalışması, bölgesel güç olma isteği ile yakından ilgilidir. Suriye savaşı sırasında önce Rusya’ya karşı cephe alan ve bunu Rus uçağını düşürerek en yükseğe çıkaran Türk devleti, yanında AB ve ABD görmeyince, Rusya ile ilşkilerini yeni baştan gözden geçirip, Rusya lehine düzeltti.

Türk egemen sınıfları içinde uzun süredir bir “ŞANGAY BEŞLİSİ” heveslisi olan kesim var. Bu, yeni pazarlara açılma ve Batı’nın her tarafı kontrol altında tutan tutumundan kaçınma ve kendine yeni pazar alanları bulma isteği, umudu ve çabası olarak okunmalıdır.

Bu bir niyet değil ya da ekonomik gelişmelerden bağımsız bir siyaset izleme değil, ekonomini yönlendirdiği ve dayattığı bir siyaset yoludur.

Rusya, İran ile geliştirilen ilişkiler ve Ortadoğu ve Afrika pazarları Türk egemen sınıfları için cazip alanlar ve pazar bulma çabalarıdır. Koç Holding’in Afrika’daki ekonomik yatırımlarına bakmak bile yeterlidir. (Türk şirketlerinin dış yatırımlarına ilgi duyanların İbrahim Ekinci’nin Dünya Gazetesi’ndeki araştırma-haberine bakabilir) 1

“Yeni Osmanlılık” eğiliminin sık sık dile getirilmesi, eski Osmanlı topraklarına sahip çıkılmaya çalışılması, işgalden çok sermaye için pazar alanları olarak kullanılması için dillendirlmektedir.

Almanya ile sürtüşmeler, ABD ile karşılıklı vize restleri, bölgesel güç olma ve bunun önünde engel olunmasına karşı çıkmak olarak okunmalıdır. Ama, asla, anti-emperyalizm olarak değil!

Bütün bunlara rağmen, Türk egemen sınıfları ne AB ile ne de ABD ile ekonomik ve siyasal ilişkilerini kesmeyecektir. Diş göstermenin ötesine geçemeyecektir. Çünkü ekonomik ilişkilerin büyük bir bölümü AB (başta Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, italya olmak üzere) ülkeleriyle yapılmaktadır. Ayrıca, AB’de Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulamaz.

Adını verdiğim ülkelerin Türkiye ile yoğun ekonomik ilişkileri var ve doğrudan yatırımların yanı sıra bir sürü ticari ilşkileri söz konusudur.

ABD’nin vize restinin arkasındaki neden, Türk devletinin ABD’ye danışmadan işler yapmasıdır. Yani, Razzap, F. Gülen ya da ABD'li Rahip meselesi değildir. Bunlar, esas sorunları perdeleme argümanlarıdır.

Emperyalizm çağında sermayelerin iç içe geçtiği, “kapitalizmin kendi süretinde bir dünya yarattığı” bir süreçte ekonomik ilişkilerin askıya alınması oldukça zor ve kolay kolay başvurulmayan bir yöntemdir. Örneğin, AB ABD'nin istediği her ekonomik yatırımı devreye sokmayabiliyor. Ekonomik yaptırımlarda, sadece yaptırıma uğrayan ülke değil, yaptırım yapan ülke tekelleride zarara uğruyor.

Türk devleti, dışarıya açılan sermayesi ile, sahip olduğu askeri gücüyle ve dokuzyüz milyar dolara yaklaşan GSMH ile büyük emperyalist güçlerden “payını” istiyor. Bunu da her fırsatta Erdoğan’ın ağzından dile getiriyorlar.

Ortada bir anti-emperyalizm olayı yok ve olamaz. Tekelci burjuvazinin anti-emperyalizmi olamaz. Karşılıklı atışmlar, ekonomik ve siyasal çıkarların korunması, büyütülmesi ve derinleştirilmesiyle ilgilidir.

Kısacası, Erdoğan “bonapartist” olduğundan değil, Türk sermayesi Erdoğan’ı hırçınlaştırdığından işler bu haldedir. Çılgın olan, hırçın olan, agrasif olan, ülkeyi sermaye sınıfı için sömürü ve talan cenentei haline getiren ve neredeyse iki ayda bir çıkarılan “torba yasaları”, Kürt illerini yakıp-yıkan, her fırsatta Suriye’ye girmek isteyen, Kürdistan’ın bütününü yutmak isteyen, tüm demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, ülkeyi OHAL ve KHK’le idare eden, başkanlık sistemini getiren Erdoğan değil, onun temsil ettiği Türk burjuvazisidir. Sorun böyle okunmalıdır diye düşünüyorum. 

42386

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar