Çarşamba Mayıs 22, 2024

"Kadın Cinsi Kaybetmiş Bir Cinstir." !!!

Biz sol/sosyalist ve de feminist çevrelerden insanların adeta kanını donduran „başlık olan“ bu 'veciz söz', maalesef sayın M. Oruçoğlu'na ait.

Dikkat edilirse  sayın Oruçoğlu'nun bu çıkarsaması, adı sanıyla tekil bir kadına değil, hatta beli bir grup kadına da değil; basbayağısında bir bütünlük olarak "KADIN CİNSİ" ne dairdir. 

Böyle bir genelleme bulunabilmesi için insanın ya akli melekelerinin kendisine oyun oynaması veya kaskatı bir erkek şovenist olması gerekir.

Bazı sözler vardır, bağlamlarından  kopartılmaları halinde, rahatlıkla yanlış yerlere çekilebilir ve farklı yorumlara  sebebiyet verebilirler. Ancak, bu özgülde böylesi  teknik (veya maksatı aşan) bir hatanın hiç ama hiç şansı yok gibi. Çünkü hangi biçimde ve nasıl ele alınırsa alınsın,  karşımıza en alasından kaskatı bir genelleme çıkmakta. 

İki cümlelik bir genelleme. Tam hali şöyle: "(...). Bana öyle geliyor ki, kadın cinsi, kaybetmiş bir cinstir. Doğa en çok kadını düşünüyor kara kara, 'bu da nerden çıktı, ben bunu ne yapacağım', diye." ( bkz."Çıkış o çıkış"[1]  isimli öyküsünden.)

Oruçoğlu'nun insanı dehşete düşüren bu sözleri hangi niyetle ve nasıl bir psikolojik arka planla  sarfettiğinin burada hiç mi hiç bir hükmü yoktur/ olamaz da.

Çünkü Oruçoğlu bu talihsiz sözleriyle alenen "kadın cinsi" ni "doğa" nın bir "iş kazası" sonucu  ortaya çıkmış ve  ta başından itibaren  kaybetmiş, yani doğası gereği, gelecek vizyonundan yoksun / iflah olmaz bir  "cins" olarak görmektedir. Ve durum o kadar vahim ve umutsuzdur ki; doğa bile kara kara düşünmekteymiş: "bu nerden çıktı, ben bunu ne yapacağım " diye.

Bu, alenen kadının aşağılanmasıdır. Bu kadının küçümsenmesi ve hakir görülmesidir. Bu, cins ayrımcı eril bir söylemdir. Bu, kaskatı ataerkil bir bakışın söylemidir. Ve bu, iflah olmaz azgın bir erkek şovenizmidir.

"Kadın sorunu" ve kadının özgürlük mücadelesi  meselelerinde çokça değerli şeyler yazıp çizen birisi olarak sayın Oruçoğlu kaleminden bunların çıkmış olması, insanı, ayrıca da  düşündürtmesi gereken bir durum  olsa gerek. 

Burada şöylesi bir çıkarsamada bulunmak, galiba çokta abes olmayacak gibi:

Ataerkil değer yargıları toplum olarak kültürel DNA’mıza öylesine derinden ve köklü olarak nüfuz etmiş ki ; en değme komünist ve feministlerimiz de bile hala, bu vahim halleriyle de, arz-ı endam edebiliyor.

Demek ki, aterkilizme karşı mücadele hem sanıldığı kadar kolay ve yüzeysel bir mücadele değilmiş; ve hem de bu mücadele, sadece kadınların omuzlarına yıkılarak üstesinden gelinebilecek karakterde bir şey değilmiş. "Kültürel değerler" olarak toplumun genetiğinde kodlanmış olan bu illete karşı  bitimsiz bir  " kültürel"  mücadele yürütmek , "olmazsa olmaz"ımız olmak zorundadır. Ve  ataerkilizme karşı mücadelenin tek ayaklı bir mücadele olmaktan ivedenlikle çıkarılıp, çift ayağı üzerinden  daha bütünlüklü olarak  örgütlenmesi gerekmektedir. 

Ataerkilizme karşı mücadelede erkekler cephesinden de örgütsel bir güç inşa edilmek zorundadır. Nasıl olacağı tartşılabilir elbet, ama galiba kadın örgütlülüğünün bir seksiyonu olarak ele alınması  isabetli  gibi duruyor. 

Tartışalım, illa ki bir yolu bulunacaktır. Önemli olan,  bunun , hayatın " acı gerçekleri"nce önemle ve acilen talep ediliyor olduğunun es geçilmemesidir.

Muhtemelen, sayın Oruçoğlu da  bu vesileyle bu tartışmaya olumlu katkılarda bulunacaktır.

Aralık 2019 http://halilgundogan.blogspot.com/2019/12/kadın-cinsi-kaybetmis-bir-cinstir.htm


[1] https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2019/09/04/cikis-o-cikis/

 

2365

“En Önde” Durmak, “En Önde” Savaşmak (Dengê Azadî )

Lozan’daki tarihsel haksızlığın 100. yıldönümünde gerilla alanlarına yönelik işgal saldırıları sürüyor. Emperyalist devletlerle İttihatçı Kemalistler arasında imzalanan ve TC devletinin emperyalistlerce kabul edilmesinin resmileştiği tarih olarak 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçti.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sayfalar