Çarşamba Mayıs 15, 2024

Kapitalizm: Kriz, Faiz, Enflasyon Ve “Karanlık Ormanda Islık Çalmak”

Başlığa bakılırsa, kapitalizm kriz ve enflasyondan ibaret olduğu sonucuna varılabilir. Elbette bu eksik ve tam olarak kapitalizmi anlatmaz. Kapitalizm toplumlar tarihinin belli bir sürecinde ortaya çıkan ve kendisinden önceki toplumlar gibi belli bir yaşam süreci olan geçici toplumsal bir sistemdir. Gelinen aşamada, işçi sınıfı ve doğanın üstüne bir kabus gibi çöken bu sistemin ömrünü, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi belirler. Bu anlamda da, kapitalist sistem sonsuz değildir ve bütün koşullar bu yüzyıl içinde işçi sınıfı tarafından yıkılacağını göstermektedir.

Kapitalizm ve ekonomik krizi içiçedir. Ve kriz, kapitalist sistemin olmazsa olmazıdır. Özel mülkiyetli bu ekonomik sistem, kaçınılmaz olarak devrevi bir şekilde ekonomik krizin içine girecektir. Krizden çıkışı ise, yeni bir krizin gelişinin hazırlanması olarak ifade edilebilir. Enflasyon ise kapitalist sistemin ekonomik krizinin doğal bir parçasıdır. Bu süreçte en büyük yıkımı işçiler ve diğer emekçiler yaşar.  Üretim bolluğu içinde, işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet işçi sınıfının bu sistem içindeki kaçınılmaz yazgısı haline getirilir.

Bugün ülkemizde, işçi sınıfı ve emekçiler için öne çıkan temel sorun hayat pahalılığıdır. Yani, enflasyonun her saniye yükselmesi ve bunun karşısında kitlelerin alım gücünün düşmesi, geniş tabanlı aşırı bir yoksullaşmanın yaşanmasıdır.

Enflasyonist politika, yani, paranın değerinin düşürülmesi, bütün malların değerinin yükseltilmesi ve işgücünün değerinin alabildiğine düşürülmesi ve genel anlamada, “hayat pahalılığı” olarak adlandırılan çalışanların alım gücünün düşürülmesi,  burjuvazinin sermaye birikim modeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Burjuvazi, krizden çıkmak için enflasyonist bir ekonomi politika izlemektedir. Ayrıca, bu politika, devlet baskının ve terörünün işçi ve emekçiler üzerinde daha fazla artırılmasını koşullar. Tekelci burjuvazinin temsilcisi faşist Erdoğan’ın “acı reçete”, “sabır istiyorum” “ekonomik kurtuluş savaşı” gibi demogojileri ise, “karanlıkta ıslık çalmak”tan başka bir şey değildir. Acı reçete ise; daha fazla yoksullaşma ve daha fazla devlet teörörü altında yaşamaya razı etmek demektir.

“Erdoğan’ın yanlış ekonomi politika izlediğini” söyleyen burjuva liberal ekonomistler, gerçeğin temel yüzünü gizliyorlar. Birincisi, bu kişilerin iradesiyle oluşan bir olgu olmayıp, kapitalizmin kendi ekonomik sisteminin doğal bir sonucudur. Ve para arzının yüksek oluşu bankalardan ayrı ele alınamaz.

 Oysa bu politika, belli bir kesimi palazlandırıyor. Yani, tekelci burjuvazi bu kriz içinde bu politika ile sermaye birikimini yoğunlaştırıyor. Küçük kapitalist işletmelerin batması, sorunun küçük bir yanını oluşturuyor. Kriz dönemlerinde, büyükler daha fazla büyür, küçükler ise bir kısmı büyükler yutulur ya da daha fazla küçülür. Bu, süreç, sermayenin daha fazla yoğunlaşması ve merkezileşmesi olarak tamamlanır. Ama, daha önemlisi; işgücünün değerinin alabildiğine düşürülmesi ve artı-değer oranın artırılması olarak bu politika işçilerin sırtına yüklenir. Çünkü sermaye birikiminin esas kaynağı işçinin işgücüdür.

Şu anda Erdoğan iktidarının politik faizleri düşük tutması ve TL’nin değerinin düşürülmesine yönelik izlediği politika, işgücünün ucuza mal edilerek üretimin artırlmasına yönelik krizden çıkma politikasıdır. Ayrıca, burada söylemek gerekiyor, Türkiye’de TCMB’nın faizleri düşürdüğü gerçek, ama faiz oranlarının (%15) düşük olduğu doğru değildir. Sermayenin belli kanatları, bu fazin daha da yükseltilmesini istiyor. Yani, Arjantin modeli uygulanması isteniyor. Ancak, Arjantin -IMF’nin açtığı kredilere rağmen- hala krizden çıkabilmiş değildir.

 

“Faiz-Enflasyon/ Neden Sonuç”

İktidar ve muhalif burjuva kesimler, kitleleri aldatmanın yolunu bulmuşlar. İktidar “yüksek faiz neden, enflasyon sonuç”, muhalif burjuvalar ise, “düşük faiz neden, enflasyon sonuç”  tahterevallisini oynamaya devam ediyorlar. Bütün bunlara, sömürü üzerine kurulu kapitalist sistemin neden olduğunu özenle gizlemeye çalışıyorlar.

Faizlerin düşük tutulması paranın değerinin düşmesinin nedeni değildir. Bu bağlamda da enflasyonun ana nedeni olamaz. ABD ve Almanya’da faizler düşük olmasına karşın enflasyon ABD son 40 yılın, Almanya’da ise son 30 yılın en yüksek seviyesini gördü. Arjantin’de politik faiz oranı %38 iken, enflasyon oranı %52’nin üzerinde. Brezilya ise politik fazi artışını son 20 yılın en yüksek seviyesine çıkararak %6,25 seviyesinden %7,75 seviyesine yükseltti. Buna karşın, Aralık 2020’de %4,52 olan enflasyon, bir yıl sonra Aralık 2021’de tüketici enflasyonu %10,75’e yükseldi.

Demek ki, enflasyonun yüksek ya da düşük olmasının esas nedeni, fazilerin düşük ya da yüksek olması, enflasyonu aşağı ya da yukarı doğru etkileyebilir, ama esas nedeni olamaz.  Türkiye’de olan kriz, kapitalist üretimin anarşik yapısından kaynaklanmaktadır. Sorun, yüksek faiz ya da ucuz kredi sorunu olmayıp, kapitalist ekonomik sistemin yapısından kayanklı ve yüksek enflasyon şeklinde yansayan ekonomik bir krizdir. Faizlerin yüksek tutulması ile ekonomi dönseydi, kapitalist üretim yapmayıp sadece yüksek faizle yetinir di ki, bu da kapitalist üretim olmazdı. Ve salt spekülatif sermaye ile yürüyen bir toplumsal sistem hiç olmadı ve olamaz. Spekülatif sermayenin de kaynağı işçiden gasp edilen artı-değerdir.

Burjuva liberallerinin ileri sürdüğü gibi para arzının yüksekliği, enflasyonun esas nedeni değildir.

Bankalarda ki mevduatın yükselmesi ve örneğin,  hane halkı (bankaların şirketlerden alacakları da dahil) mevdutalarının 2021 Ağustos’unda %18,74 iken Ekim 2021’de %23,96 yükselmesi, vadeli mevduatlarda ise bu üç ay içinde %11,54’den % 14,63’e yükselmesi, para arzındaki artışı yüksekliğini gösteriyor.[1] Ancak, bu para işçilerin ve emekçilerin elinde değil bankaların elindedir. Yani, kitlelere para verilmiş değildir. Finans tekelleri bu paraları, tahvil, hisse senedi vb. kağıtlara yatırarak ve bol krediler vererek daha büyük karlar elde ediyorlar.

Burjuva liberal ekonomistler, genellikle enflasyonun yükselmesinin bir nedeni olarak da, işçi ücretlerin yükselmesini gösterirler. Bunların başında Keynes geliyordu. Keynes, işçi ücretlerinin yüksek olduğu 2. Dünya savaşı bitimi ile 1974 krizine kadar olan sürecin ekonomistiydi. Ancak, burjuvazi, yeni bir sürece, neo liberal sürece girerek, daha da gericileşti ve saldırganlaştı. Ayrı bir konu olmakla birlikte, tek cümleyle şu söyelenebilir; bu yönelim, kapitalist dünya ekonomisinin üretimin uluslararasılaştırılmasından ayrı ele alınamaz.

Ücretlerin artışını enflasyonu yükseltiğini idda eden liberal ekonomistler, Tekellerin sendikası TİSK ile aynı görüşü paylaşıyorlar.

 Bakalım ücretler ülkemizde yüksek mi?

Asgari ücret 2018 yılı Ocak ayında 426 ABD doları, 2019 yılında 369 dolar ve şimdi 2020’de 389 dolar, 2021 Ocak ayında 383 dolar ve şimdi (10 Aralık 2021) 215 dolar’a düşmüş durumda.  Asgari ücretle çalışan 10 milyonu aşkın işçinin olduğu dikkate alınırsa, TL’nin değer kaybetmesi karşısında işçinin ne oranda yoksullaştırıldığı da kendiliğinden anlaşılır.[2] Bunun tersi, işçi ücretleri de yüksek olsa, yine enflasyonun esas nedeni değildir. Yani, işçi ücretlerinin yükselmesiyle ürünlerin maliyetinin artması kısmen doğru olsa da, ürünlerin maliyetinin artması ve maliyet enflasyonu denilen iktisadi olgunun ortaya çıkmasının ücretlerin yüksekliğiyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Oysa, gelişmiş kapitalist ülkelerde bugün itibariyle, enflasyon yüksek, işsizlik ise görece düşüktür. Bu bağlamda Keynesçi teori çoktan ölmüştür. Ancak, yine burjuvazi, işçilere yüklenmek için işçi ücretlerini düşük tutmayı (örneğin, TİSK, 2022 için asgari ücretin 3100 TL olmasını önermiş ki, anlaşma 3500 TL’yi geçmesin diye) her zaman esas politika haline getirirler. Burada da gördük ki, işçi ücretleri yükselmemiş, tersine oldukça gerilemiştir.

Diğer yandan 2018 yılından itibaren kriz içinde olan ekonomi, COVİD-19 pandemisiyle birlikte daha da derinleşmiş olması, tekellerin kar oranlarında düşüşünü de artırıcı bir rol oynamıştır.

TL dolar karşısında Kasım 2020’den Kasım 2021’e kadar yaklaşık %65 değer kaybetti. Bütün bu olgular dikkate alındığında enflasyonun yüksek oluşu da burjuva ekonomi politikasının kaçınılmaz bir sonucu olduğu ortaya çıkar.

Paranın değerinin düşmesi, Dolar ve Avro cinsinden kredi borçları olan tekelleri elbette zorlayacak. Bazılarını iflasa bile götürebilir. Bu da bir kriz bitmeden yeni bir krizin gelmesi demektir. Kapitalist sistem, en çok işçileri ezmesine karşın, sistemin sahipleri içinde de büyük bir çatışma ve kendi aralarında keskin çelişmeler yaşarlar. Bir batarken bir diğeri öbürünü mülksizleştirir. Ayrıca, borçlanma kapitalist tekellerin olmazsa olmazıdır. Tekeller bankalardan yüksek miktarda kredi almadan üretim yapamazlar. Bu sadece Türk tekelleri için değil bütün tekeller için geçerlidir.

Gerçek enflasyonun Türkiye’de %60’lara yaklaşmasına rağmen, bütün emperyalist ve kapitalist ülkelerde yükselen bir enflasyon var. ABD’de  %6,8,  Almanya’da %5,2 gibi gibi, bu ülkelere göre oldukça yüksek oranda bir göstergedir (Avrupa Merkez Bankası –EZB-, bu enflasyon oranını yüksek bulmuyor. Emperyalist bir finans merkezinden beklenen açıklama). Diğer yanda emperyalist dünya sistemi hala ekonomik krizi atlatabilmiş değildir. Uluslararası sermaye ihracı (Doğrudan Sermaye Yatırımı), bir beş yıl öncesine göre oldukça düşüktür. Türkiye, Arjantin ve daha bir çok ülke ise dış sermaye gereksinimleri oldukça yüksektir.

Dışardan para gelememesini TCMB’nın “düşük faiz” politikasına bağlayan burjuva liberal ekonomistler, doğruyu söylemiyor. Çünkü “dışarda para yok” denebilir. 2008 emperyalist krizininden bir kaç yıl sonra toparlanmaya başlayan emperyalist dünya ekonomisi, aşırı sermaye üretimini diğer ülkelere ihraç ettiler.  Ancak, 2018 krizinin başlamasıyla beraber aşırı sermaye üretimi oldukça geriledi. Dışardan, istese de 2010-2016’larda olduğu gibi sermaye gelemez. Çünkü aşırı sermaye üretiminde ciddi bir gerileme söz konusudur. Şu anda emperyalist dünya sistemi büyük bir tedarik krizi içindedir. Ekim 2020- Ekim 2021 arasında Avrupa’da üretici fiyatları %22 oranında arttı.[3] Bu tüketicilere yansıtıldı ve alım güçleri düştü.

Türkiye’de enflasyonun esas nedeni mal ve hizmetlerdeki değer artışıyla doğrudan ilgilidir. Bütün dünyada enflasyonun yükselmesinin esas nedeni bu iken, bu oran bazı ülkelerde daha az, bazı ülkelerde, özellikle de üretim için daha fazla  ithal girdiye bağlı olan ülkelerde (Türkiye bunlardan biri) enflasyon oranı yükselmektedir.

Ayrıca, burjuvazi, uzun zamandır  Türk devletinin savaş ekonomisi ile yönetildiğini, binlerce paramiliter gücün beslendiğini, Kuzey Kürdistan, Suriye, Irak, Libya’da doğrudan, Azerbaycan, Sudan ve Somali’de dolaylı savaşın içinde olduğunu unutturmaya çalışıyor.

Enflasyonist politikalardan en çok kimler yararlanıyor?

Enflasyonist politikadan daha çok finans sermayesi yararlanıyor ve bu süreçte vurgunu esas olarak bunlar yapıyor. Türkiye ekonomisine hakim olan tekellerin her biri aynı zamanda birer finas tekeli olduğu unutulmamalıdır. Öbür yandan hiç bir sermaye kesimi üretiği metaların fiyatını, maliyetinden daha ucuza pazara sürmüyor. Yani, “önümüzü göremiyoruz” diye çıkışan bazı sermaye kesimleri, üretiklerini ucuza satmıyor. Stoklama ve süper market tezgahlarında her gün fiyat etiketlerinin değişmesi bunun bir göstergesidir. “Çin Modeli” diyerek işgücünün düşük tutularak artı-değer oranın yükseltilmesi kar oranın artırılmasına yönelik bir politikadır.

Üretim araçlarını tekeline alan burjuvazi, işçinin üretiği malları (ürünü) pazarda işçinin karşısına çıkarır ve işçi kendi ürettiği ürünün karşısında ezilir. Bir saatlik süre içinde ürettiği ürünü, tezgahtan almak için belki de en az iki günlük ücretinin karşılığında olduğunu görür. Ürünü üreten değil, ürün üretene egemen olur. Marx’ın “meta fetişzmi” dediği toplumsal olguda budur.

Fiyat artışları üretimi düşürmüyor. Tersine ucuz işgücüyle üretimin artırılması yönünde bir politika izleniyor. Sermayenin istediği bir durumdur bu. Çünkü bu politika tekellerin karını artırıcı bir rol oynamaktadır. Sadece enflasyonun yüksek oluşu nedeniyle kitlelerin alım gücünün düşürülmesi ve yoksullaşmanın derinlemesine genişlemesi nedeniyle, olası toplumsal patlamalardan, daha doğrusu işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme karşı ayaklanmasından çekinirler. Bunu denge de tutmak içinde çaba sarfederler. Ancak bu çaba, tekellerin kar hırsına her zaman yenik düşer ve kitlelerin öfkesi sokaklara taşar.

Bugün ABD, Almanya vb. gelişmiş emperyalist ülkelerde enflasyonist politika izlenmesinin esas nedeni, COVİD-19 sürecince tekellerin kar oranlarının düşmesinin telafisi içindir. Türkiye’nin de emperyalist sistemin bu eğiliminden ayrı hareket etmesi düşünülemez. 12.12.2021


[1] TCMB, parasal Gelişmeler Raporu pdf. Ekim 2021/ www.tcm.gov.tr

[2] Birleşik Metal İş/DİSK AR hesaplamaları

[3] Rote Fahne News. www.rf-news.de/2021/12/12

 

2228

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

Sayfalar