Salı Mayıs 14, 2024

Mültecilik ve düşünce üretimi

Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde eskiden beri “mülteciliğe” bir kızgınlık ve yabancılaşma vardır. Özellikle “mülteci” devrimcilere iyi gözle bakılmaz. Bunun TDH’ne, “kötü” olarak yansıması TKP’nin mülteciliğinden kaynaklanıyor. TKP önderleri,,, ülkedeki baskı koşularından dolayı uzun bir süre yurtdışında (o zamanki adıyla Sovyet bloku ülkelerinde) yaşamak zorunda kalmaları, 1970’lerden sonraki devrimci kuşak içinde, “lanetlenen” bir durum oldu.

Bunun haklı bir yanı da vardı, haksız yanı da... Haklı yanı, TKP’nin “pasifist, sınıf uzlaşmacı” çizgisine karşı duyulan bir tepkiden ileri geliyordu. Haksız yanı ise, öne çıkmış liderlerin ülkede yaşama koşullarının olmamasından dolayı yurt dışında barınmak zorunda kalışlarıdır. Bugünün illegal örgütleri, kendi durumlarına bakıp, düne biraz hak vermeleri gerekir diye düşünüyorum.

Mültecilik, mülteci olarak yaşayanlar için, ne fizkisel ne de ruhsal olarak iyi bir şey değildir. Bu bütün göçmenler için geçerlidir. Kendi toprağından koparılarak bir başka -bütün koşullarına yabancısı olduğu- toprağa, yeşermesi için ekilen bir ağaç gibidir.

Mülteciliğin savunulacak bir yanı yoktur. Yaşadığın yer Avrupa'nın en ileri ülkeside olsa. Ancak, insanların mülteci ve göçmen olarak neden yaşadıkları kapitalist toplumla bağlantılıdır. Kapitalist toplum öncesi de mültecilik ve göçmenlik vardı. Kapitalist toplum varolduğu sürece göçmenlik ve siyasi mültecilik olacaktır. İnsanların neden kendi yaşadığı ülkelerden kaçıp ya da gönüllü olarak bir başka ülkede yaşamaya mecbur kaldıkları, kapitalizmin kendi içinde saklıdır. Bu çözümlendiğinde o da kendiliğinde anlaşılacaktır.

Burada, mülteciliği anlatmayacağım. Buradan bir başka yere geleceğim.

Bugünde, devrimci çevrelerde siyasi mülteciler, yani, devrimci mülteciler hor görülür. “Kaçkın”, “mücadele kaçkını” vb. Üstelik, bunları söyleyenler ve sık sık tekraralayanlar da o “horladıkları” ve “küçümsedikleri” devrimci mülteciler gibi yurtdışında yaşayanlardır. 

Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, mülteci olarak yaşadıkları unutulur. Ama onlar, yukarılarda tutulur. Lenin, Rus Devrimi’ni mülteci olarak Avrupa’da yaşadığı ülkelerden yönetmiştir. Bilinen bilimsel yazılarını Rusya dışında mülteci olarak yaşadığı ülkelerde yazmıştır. Buradan bir örgütü yönetmiştir. Marx, deyim yerindeyse; işçi sınıfının dünya görüşünü Londra’daki bir kütüphanenin içinde oturarak yaratmıştır.

Genelde siyasi olmayan ya da çok az okuyan, ama, “mülteci devrimcilere” saldırıken de, keskinliği elden bırakmayanlar, nedense, mülteci olarak yaşayan devrimcilerin siyasi görüşlerini dile getirmelerini kabullenemiyorlar. Adeta söyledikleri: “sizin buna hakkınız yok”. “Oturduğunuz sıcak(!) köşelerden siyaset üretemezsiniz!” “Yurtdışında yaşarken Türkiye”yi  tahlil edilemez!” En çok ileri sürdükleride bu son cümledir.

Marx ve Lenin’in yaşadığı zamanlardaki iletişim teknolojisinin çok geriliğini biliriz. Ama Marx, Londra’da yaşarken, daha 1880’lerin ortalarında, ABD’deki bir gazeteye güncel yazılar yazıyordu. Ve dünyanın bütün köşelerinde gelişen olaylarla ilgili yazılar gönderiyordu.

Bugün ise, teknolojinin geldiği nokta çok açıktır. Bilgisayarın başına geçip ve bilgisayarınız internet denilen bir sanal dünya ağına da bağlıysa, bir tuşa dokunmakla, söylem yerindeyse; dünya gözününzün önüne geliyor. Ve artık, yüz yıl öncesi gibi, bir yerdeki bir büyük olayı aylar sonrası duymuyorsunuz. Saniyede gözlerinizin önünde. Ve ülkelerin istastiki bilgileri yüzyıl öncesi gib değil, artık her şeyi kayıtlara döküyorlar. “Kara para” denilen olayın bile nerelerde harcandığını, kimlere gittiğini ve miktarını biliyorlar.

Eğer, bir konuda bir araştırma yapmak istiyorsanız, internete bağlı bilgisayarın karşısına geçip, istediğiniz bilgileri yaklaşık olarak elde edebiliyorsunuz. Bütün şirketlerin, devletlerin, gazetelerin, örgütlerin, partilerin ve tüm devrimci ve komünist örgütlerin yayınları internet sayfalarında var. Yabancı dil bilmeniz de pek gerekmiyor. Araştırdığınız konuyla biraz tanışıksanız, neyin nerede olduğunu bulabiliyor, analayabiliyorsunuz.

Demek ki, bir ülkeyi tahlil ederken, o ülkede yaşamanız gerekmiyor. Bunu, bugün, istediğiniz yerden tahlil edebilirsiniz. Hatta o ülkenin ruhunu yakından bilmek istiyorsanız, bunu da orturduğunuz yerden rahatlıkla yapabilirisiniz. Bunun için de, o ülke üzerine etraflıca ve çok yönlü bilgileri okuma zahmetine katlanmanız gerekiyor.

Devrimci örgütlerin yurtdışından Türkiye’yi takip etmelerine, yazıp-çizmelerine bir şey denmiyor, ama, örgütsüzsen, hem “mülteci” olarak “suçlusun” ve hem de “yazı” yazarak “suçlusun”. Bu ikisi biraraya geldiği zaman, çok tehlikeli bir duruma gelmiş oluyorsun! Özellikle, “siyasi konularda” yazı yazarsan daha da “suçlusun” Çünkü, siyaset üretmeyi sadece ve sadece devrimci örgütlerin hakkı olarak görüyorlar. (Nedense, burjuvazinin de siyaset üretme hakkını kendinde görüp, başkalarının, özellikle burjuvaziye karşı mücadele edenlerin siyaset üretmesini yasaklamasını ve bunu cezalandırma yolunu seçtiği hiç mi hiç akıllarına gelmiyor) Bireylere bu hak “çok görülüyor”, “sınırı aşmış” oluyorlar. Sınırı kim koyuyor? Siyasetten uzak, kendi küçük burjuva dar dünyalarında –genelde de lümpence- yaşayanlar! Ve eğer, her hangi bir devrimci örgütü eleştirmişsen; “hop! orada dur!” deniyor. “Sen kim oluyorsun” yollu, “eleştiri” karşı tehditler gelmeye başlıyor. Oysa, bu tür düşünce sahipleri de genelde örgütsüz olanlardır. Bunu ben, geleneklerin ağır baskısıyla karşı karşıya kalan ve onun zulmü altında yaşam süren bir annenin, aynı şekilde kendi kızına yaptığı baskıya benzetiyorum. Ve aklıma, hep, Bir kaç yıl önce, Kuzey Kürdistan’ın ücra bir köşesinde, genç bir kızın, bir genç oğlanla gezdiği için, öz dedesi ve ninesi tarafından diri diri toprağa gömülüşü gelir. Marx’ın da deği gibi, ölülerimizin bize bıraktığı mirasın acılarını da biz çekiyoruz.

Bir kaç yıl önce, “yarı-feodal Brezilya” diye bir makale yazmıştım. Bir gün, biraz da mürekkep yalamış bir tanıdığım, bana “sen Brezilya’ya gittin de mi orayı tahlil ediyorsun” demişti. Gerçekten şaşırmıştım! Onun derdi, benim Brezilya’yı kapitalist değrlendirmemle ilgiliydi. Eğer, “yarı-feodal” deseydim, hiç sesini çıkarmaz ve belki de böyle bir soru da sormayacaktı ve hatta “ne güzel yazmışsın” diyecekti. İşte, ben ve benim gibi devrimci mülteciliğin durumu! Demek ki, sorun, yazdığın konunun içeriğiyle yakından ilgiliymiş. “Hak ve hakkın olmaması” da buna bağlıymış.

Buradan bir örnek daha vermek istiyorum. Mülteci olmak “suç” olduğu için, bu örneği vermek zorundayım. Dersim’de yaşayan bir köylü; “sizin genel sekreterinizi besledik, o da yurt dışına kaçtı” demiş(!) Köylü haklı derim. Ancak, bunu, beni “teşhir” etmek için yazan haklı mı? Çünkü, o bunu yazarken, kendisi de benim eski konumuma (başka bir örgütte) gelmişti ve benim gibi yurtdışında yaşıyordu? Talihsiz bir örnek! Bu bizim devrimci hallerimiz! Örgütlü olarak yurt dışında ömür boyu yaşayabilir, siyaset üretebilirsin ve de “kaçkın” olmazsın. Ama örgütsüzsen hem mülteci hem de suçlu ve hem de “kaçkın”sındır!

Örnekleri bırakıp, konumuza dönersek, siyaset üretmek, düşünce üretmek kimsenin tekelinde olmamalıdır. Devrimciler, “tekel” anlayışına karşı çıkmak zorundadır. Tekelcilik, kapitalizme özgü ve özellikle burjuvazi, siyasette dahil, her şeyi kendi tekelinde bulundurmaya çalışır. Bunu bugün AKP’nin başta olduğu Türkiye’de canlı bir şekilde yaşayarak görüyoruz. Kültür burjuvazinin elindedir. Parası olan onu alıp değerlendirebilir. Bizim gibiler ise, okumak ve araştırma yapmak için, almak istediği kitabın parasını karşılayabilmek adına, deyim yerindeyse; on takla atar. Biraz hali vakti iyi olanların gözbebeklerinin ta orta yerine bakıyoruz ki, bize bir kitap alsın! Çünkü bizim evimizdeki kitaplarımız, yazılarımız vb. dışında başkaca sermayemiz sözkonusu değildir.

Komünistler, siyasi görüşlerden kokmazlar. Tersine, siyasi faaliyeti bütün çalışmaların can damarı sayarlar. Siyasi yaşamın canlı olduğu yerde devrim gelişir. Aynen Rusya’da olduğu gibi. Aynen, 1968-71 ve 1974 - 12 Eylül 1980 arası Türkiye’sinde devrimciler arasındaki canlı tartışma ortamında olduğu gibi. Siyasetsizlik ölümdür. Bu, tam da burjuvazinin istediği bir statükodur. Komünistler ve devrimciler bu tür anlayışlara karşı çıkmalıdırlar. İnsanların, özellikle de devrimci ve komünistlerin yazmasına çizmesine ve diğer sanatsal faaliyetlerle uğraşmalarına ve yaratmalarına köstek değil, destek olunmalıdır. Bunlar, eninde sonunda devrimin havuzuna akacak ürünlerdir. Revizyonizmi de savunsa yazmalıdır. Bunun alternatifi doğacaktır. Doğada ve toplumda hiç bir şey alternatifsiz değildir. Her şey karşılıklı çatışma içinde gelişir, değişir ve serpilir. Bu ilke, görüş ve düşünceler içinde geçerlidir. Tartışmadan doğrular bulunmaz. Marksizm burjuva dünya görüşü ve küçük burjuva dünya görüşleriyle tartışma içinde gelişti. Bugünde, tatışılmalıdır. Kitleler, canlı siyasal ortamın içine çekilmelidir. “Siyasal iktidara alternatifim” diyen örgütler birbirlerinin görüşlerini tartışmalıdır. Siyasal anlamda, kimsenin kimseye dokunmadığı bir ortamda devrimci düşünce gelişmez. Devrimci düşüncenin gelişmediği yerde devrimci mücadele gelişmez. Devrimci mücadelenin gelişmesinin tohumu, teorik ve siyasal tartışma ortamında yeşerir. Lenin’in bir sözünü burada tekraralarsak: “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” 

Burjuvazi, siyasi tartışmaları kriminalize etmeye ve gerçek amacından saptırmaya çalışır. Özellikle de bunu kişiselleştirir. Düşünceleri en iyi kriminalize etmenin yolu dezenformasyondur. Buna en çok alet olanda küçük burjuva devrimciliğidir. Küçük burjuva devrimciliği, siyaseti, kitleleri örgütleme, bilinçlendirme ve belli bir amaç doğrultusunda o hedefe yönlendirmeyi amaçlamaz. Onun derdi, küçük işlerle uğraşmak ve günü kurtarmaktır. Bu nedenle de, söylem yerindeyse, devrimciliği “paparazi”leştirmeye çalışır. Hayal dünyasında ne sosyalizm ne de komünizm vardır. Onlar sadece bir ütopyadır. Günü kurtarmak ise onun gerçek dünyasıdır. Özellikle, küçük burjuva devrimciliği burjuvazinin yönlendirmelerine açık olur. 

Ben örgütsüzlüğü savunan birisi değil, örgütlülüğü savunan birisiyim. Kendi duruşum her ne kadar bu görüşümle çelişse de, gerçek budur. Benim, kendi açımdan tarihsel nedenlerim vardır. Ancak, bütün yazılarımda örgütlülüğü savunur ve öneririm. Çünkü, örgütsüz yığınlar ve örgütsüz bir işçi sınıfı devrimi gerçekleştiremez. Devrim, doğru bir siyaset izleyen, çelik disiplini ve geniş yığınları etrafında örgütleyen bir KP önderliğinde gerçekşebileceği inancındayım.

Bütün buna karşın örgütsüz kesimler daha çoktur. Bu durum gerçekliği, devrimci-demokrat kesimler içinde geçerlidir. Bu kesimleri örgütlemeden ya da en azından önemli bir kısmını kazanmadan sınıf bilinçli proletaryanın devrimi gerçekleştirmesi söz konusu olamaz. Çünkü bunlar, kitlelerin ileri kesimleridir.

Sonuç olarak, sözünü ettiğim “dede ve nine” rolü oynanması bırakılmalıdır. Bunu yararı yok, zararı var. Elbette bu rolü gönüllü olarak oynamak isteyenler her zaman olacaktır. Ama onlar, devrimci mücadele karşısında cılız kalmaya devam edecektir. Onları kendi efendileriyle başbaşa bırakmak en doğrusudur. Burjuvazi var oldukça, karşı-devrimcilik ve buna alet olacak olan yarı-lümpen unsurlarda eksik olmayacaktır.

Siyasetin iyi bir şey olmadığını biliyorum. 41 yıllık siyasal yaşamım buna tanık. Ancak, burjuvazinin insanlığı kendi siyasetiyle köleleştirdiği bir koşulda, ona karşı devrimci siyaseti, inadına sürdürmek gerekiyor. Çünkü, sınıflı toplum varolduğu sürece bu siyaset varolacaktır. Ayrıca, burjuvazi, komünist ve devrimcileri susturmak istiyor. Bu nedenle de olsa susmamalıyız.

 Ben yaklaşık 20 yıldır mülteciyim ve yazmaya devam ediyorum. Yazmakla “suç” işlediğimin bilincindeyim. Böylesi bir “suç” işlemeyi seviyorum ve bunu sürdürmeye çalışacağım. Kişisel hiç bir düşmanım yoktur. Ama siyasal düşmanlarımın epeyce olduğunun bilincindeyim. Hiç bir yazımda kişiselliğimi katmadığım gibi, kendimden de söz etmeyi sevmem. Bu nedenle, “anılarını yaz” diyenlere, olumlu yanıt vermedim. Yazan arkadaşlarım var. Devrimci mücadeleye başladığımda, “ileride anılarımı yazacağım, kaşını eğik tutma” diye kimseyi uyarmadığım içindir. Ancak, anılarını yazanlara da karşı değilim. Anılar, gelecek kuşağa iyi şeylerin bırakılması, devrimci mücadele için ders ve deneyimler kazandırması amacıyla yazılmalıdır. Ben siyasal görüşlerimle varım. Görüşlerimi beğenenlerde oluyor, beğenmeyenlerde. Beğenmeyeler, varsa eleştirilerini yazarlar. Bu, gelişimin ve değişimin kendisidir. Bunu memnuniyetle karşılarım.06.02.2014

 

90182

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

Sayfalar