Perşembe Mayıs 2, 2024

‘Nenemin Masalları'

Bazı kitaplar sadece içerikleri ile değil, yaratım süreçleri açısından da övgüyü hak eder. Çünkü içerikleri kadar üretildikleri koşulların ağırlığına da direnmişlerdir. 1980 darbesinin en korkunç işkencehanelerinden birine dönüşen Diyarbakır Cezaevi’nde kalan bir tutuklu olarak Serdar Can’ın, 1991 gibi bir tarihte, 1915 Ermeni Soykırımı hafızasını neredeyse ilk defa ele aldığı ‘Nenemin Masalları’ kitabı tam da bu bağlamda övgüyü hak ediyor.

İdam cezasına mahkum edilmiş bu genç devrimci devletin soykırıma yönelik inkar duvarında bir gedik açmayı başardı. Ne mutlu ki, yalan perdesini aralamak isteyen cesur insanlar günden güne çoğaldı. Bu yüzden soykırım inkârına atılan ilk taşlardan birinin sahibi olan Serdar Can ile kitabın yayınlanmasından 24 yıl sonra, kitabın yazılış hikâyesini konuştuk. Hem bu iyi yürekli insanları hatırlamanın sorumluluğundan, hem de onların bu hakikat arayışlarının bize yeni umut patikaları açmasından dolayı...

‘Nenemin Masalları’nın ilk baskısı 1991’de çıktı. Ermeni Soykırımı üzerine yazılan ilk hafıza kitaplarından birisi olabilir. Kitabın hikâyesini anlatabilir misiniz? 

Ermeni Katliamı, 20. yüzyılın dünya çapındaki ilk ve en büyük insanlık kırımı. Bir tarafta ırkçı ve kafatasçı Turancı bir cellatlık, diğer tarafta ise köylüsü, rençperi ve zanaatkârıyla bir halk. İnsanlık düşmanı bir milliyetçi akım, kültürü bin yıllara dayanan, ağası, beyi dâhil çoluğu çocuğuyla bir milleti topraklarından sürüyor. Ülke boydan boya bir insan mezbahasına dönüyor. Her taraf kan, her taraf kıyamet. Atasının, dedesinin topraklarından köpek gibi kovuluyor insanlar. Bir yılan, bir çıyan gibi başı eziliyor insanlığın. Böylesine büyük ve utanç verici bir rezalet varken, ortada bunun edebiyat literatürüne girmemiş olması da aydınlar için ayrıca bir utanç vesilesidir. Bu çok büyük bir eksiklikti. Öte yandan, beni bu konuyu yazmaya iten kişisel hikâyemden de bahsedeyim. Anneannem katliam zamanında yani bizim Kürtlerin ‘qefle’, Türklerin ise ‘tehcir’ dediği olaylar esnasında 13-14 yaşında imiş. Dedemin üçüncü eşi oluyor. Anneannem tam olarak nerelidir bilmiyorum. Yer isimleri de değiştirilince hepten kaybettik izini. Ama Bitlis Ermenilerinden olduğunu söylerdi hep. Ermenice adı Xelat imiş. Daha sonra Rindê oluyor ismi. Dedemle evlendiğinde ise bu defa Ayşe olarak değiştiriyor adını. Orda bu isimde bir dağ da varmış. Çocuk yaşta alıkonulduğu için iyi hatırlamıyordu. Ailesinden zorla alınıp bir adama verilmiş. Bir abisinin duvar ustası olduğunu ve ortağı Kürt usta tarafından öldürüldüğünü söylerdi. Biz sekiz kardeştik ve nenem bizi büyüttü. 1970’te, doksan yaşında iken vefat etti. Ben o zaman on yaşındaydım. Onun Türkçesi yoktu, biz de iyi Kürtçe konuşamadığımız için sağlıklı bir iletişimimiz de olmadı maalesef. Nenem başından geçenleri sürekli anlatırdı, hayal meyal aklımda kalmış bazı şeyler. Bir de o dönemde geleneksel aile ortamında sürekli bu mesele konuşulurdu. Diyarbakır’da hangi ortama girsen mutlaka Ermeni Katliamı konuşulurdu. Kürtlerin bu soykırıma nasıl alet edildikleri anlatılırdı.

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm.

Kitabı yazmanızı sağlayan anneannenizin hikâyesi miydi?

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm. Bu yüzden 1985’ten itibaren hikâyeleri toplamaya başladım. Benim koğuşta Urfalı, Muşlu, Vanlı Kürt arkadaşlarım vardı. Hepsinden çokça soykırım hikâyesi dinledim. Sonra bazı isim ve yerlerin adlarını değiştirerek edebi bir formda kurguladım. Beni yazmaya iten temel neden cezaevinden çıkamayacağımı düşünmemdi. Zaten öleceğim, bari bu konuda bir yazılı belge kalsın istedim. Ermeni toplumuna karşı bir Kürt olarak özeleştiri sunmak istedim. Kitabı yazarken dili ile çok uğraştım. Mümkün olduğunca bir edebiyatçı duyarlılığı ile yaklaştım. Tekrarlardan kaçındım. Kitabı yazdığım esnada aynı zamanda kaçmak için tünel kazıyorduk. Geceleri tünel kazmayla geçiyordu. Gündüz yorgunluğa rağmen ara ara kitabı yazmaya çalışıyordum. Tüneli bitiremeden bizi Adana Ceyhan’a sürgün ettiler. Kitabı orada bitirdim. Zaten 1985’ten itibaren notlar tutmaya başlamıştım bu konuda. 1991’de son haline kavuşturup yayınladık.

Kitabı yazarken Türkiye’deki Ermeni tabusunun farkındaydınız. Bu sizi korkutmadı mı?

Kitap baskıya gittiğinde ölüm orucundaydık. Dedim ki bun son çıkış. Ya bu kitap çıkacak ya da mesele yazılı hâle gelmeden kaybolacak. Ölmeden basılı hâlini görmeyi hayal ediyordum. Kitabı yazarken Ermeni kelimesini doğrudan kullanamazdım. Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerinden dolayı bunu yapamazdım. O yüzden kitabı masalsı bir formda kurgulamaya karar verdim. Misal Ermeniler için ‘sarıputseverler’, Müslümanlar içinse ‘yeşilputseverler’ ismini kullandım.

Kitap nasıl basıldı?

1991’e gelindiğinde artık cezaevindeki baskılar kısmen azalmıştı, o yüzden yazdıklarımı dışarıya çıkarmak zor olmadı. Kitabı Umut Yayınevi’ne yolladım, hemen basmaya karar verdiler ama kitap çıktıktan sonra Adnan Özyalçıner’in yazdığı arka kapak yazısı beni çok rahatsız etti. Benden habersiz yapılmıştı bu. Kapakta Türklerin bu katliamda hiçbir rolleri olmadığına dair bir şeyler yazmıştı Özyalçıner. Hâlbuki ben soykırımı planlayan Türk liderlerinin dışında kimseden bahsetmemiştim kitapta. Benim derdim bir Kürt olarak kendi halkımın soykırımdaki rolünün özeleştirisini yapmaktı. 1991’den 2012’ye asker kaçağı olduğum için legal alanda hiçbir etkinliğe katılamadım. Kitabın ilk baskısı hemen bitti, ikinci baskısı 1993’te yapıldı. O dönemde çok fazla sayıda kitabın Fransa’ya gönderildiğini biliyorum.

Hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana ‘Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?’ diye sormuştu.

Kitap çıkınca nasıl tepkiler aldınız?

Genelde olumlu tepkiler aldım. Örneğin hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana “Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?” diye sormuştu. Ayrıca kitap 1991’de çıktıktan kısa bir süre sonra Hrant Dink tesadüfen denk geliyor ve hemen Umut Yayınevi’ni arayarak yazarı ile tanışmak istediğini belirtiyor. Kaç defa arıyor ama yayınevi benim örgütsel faaliyetlerimden dolayı bilgi veremiyor kendisine. Daha sonra bana bu durum aktarıldı. Bir gün Beyaz Adam Kitabevine gittim, Hrant’la tanıştık orda. Sonra bir gece Kör Agop Meyhanesi’nde Hrant, Margosyan ve diğer bazı arkadaşlar ile oturduk. Dostluğumuz Hrant katledilene kadar da devam etti. 

Kitabın içeriği ile ilgili kısa bir soru sormak istiyorum. Son yıllarda tanıklıklara dayanılarak yazılan kitaplardan farklı olarak öne çıkan birkaç farklı tema var çalışmanızda. Örneğin tüm hikâyelerde kıtlık, merkezi bir tema olarak öne çıkıyor. Ayrıca komitacılık ve kırsal bölgelerdeki Ermeni direnişlerinden de bahsediyorsunuz. Bunlar dinlediğiniz insanlardan duyduğunuz şeyler miydi?

Anneannem kıtlık zamanını hep söylerdi. Ayrıca annem de İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan kıtlıktan sürekli bahsederdi. Sıradan insanların soykırıma yönelmesinde kıtlığın önemli bir etkisi olduğu izlenimine kapıldım, o yüzden kitapta da işledim bunu. Komitacılık ve yerel direniş konusunda ise genelde şöyle bir yaklaşım vardı: Sanki bundan bahsedilse Ermeniler haksız görülür gibi bir korku vardı ama ben böyle düşünmüyorum. Her halkın örgütlenme ve kendi bağımsızlığını talep etme hakkı vardır. Her örgütlenen halkı soykırımdan geçirmek, soyunu mu kurutmak gerekiyor? Örgütlenmenin ve zulme direnmenin ne kadar doğal ve evrensel bir hak olduğunu vurgulamak için komitacılıktan ve yerel düzeydeki küçük direnişlerden bahsetmeyi tercih ettim.

Sizin kitabın basımı üzerinden 24 yıl geçti. Bu alanda ciddi bir sözlü tarih ve hafıza literatürü oluştu. Kürtlerin 1915’e dair yaklaşımları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kürtlerin 1915’teki rolleri ile ilgili bugüne kadar konuştuğum hiçbir Kürt ile ihtilafa düştüğümü hatırlamıyorum. Hiç kimse Kürtler haklıydı gibi bir savunmaya girişmedi. Herkes bir soykırım yaşandığını düşünüyor ve bununla yüzleşmek için çaba sarf ediyor. Bugün de Kürtler dünyanın demokrasi bayraktarlığını üstlenmiş konumdalar. Bu noktada Ermeni Soykırımı’na yaklaşımları da onları daha fazla sempatikleştiriyor dünyanın gözünde.

Kitabın baskısı uzun zamandır tükenmiş durumda. Yeni baskısını yapmayı düşünüyor musunuz?

Evet. Bazı ufak tefek düzenlemeler yaptıktan sonra kitabın üçüncü baskısını yapacağız. 

Serdar Can kimdir?

1961 doğumluyum. Babam 1920’lerin başında Kulp ilçesinin Araşka köyünden Amed’e göç etmiş. Amed’de büyüdüm. 1976’da politika ile ilgilenmeye başladım. Önce TKP ile tanıştım. Sonra Doktor Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi ile ilişkilendim bir süre. 1978’de Ankara’daki eğitimime ara verip Diyarbakır’a döndüğümde İbrahim Kaypakkaya’nın eserleriyle tanıştım. Kürt sorununa bakışı beni derinden etkiledi, hele Kemalizm tahlillerini okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Kemalist devlet ideolojisiyle ‘eğitim’ görmüş biri olarak ve katıldığı diğer ‘sol’ hareketler içinde de Kemalizm konusunda pek de matah bir şey duymamış biri olarak ‘Kemalizm eşittir faşizm’ formülüyle karşılaşınca adeta abandone oldum. 1970’lerde 23 yaşlarındaki biri nasıl bu tahlilleri yapabilmişti? Cumhuriyet tarihini ve Kürt ulusal hareketlerini ince detaylı ve doyurucu açıklamalarla anlatmıştı. Böylece İbocu oldum. Yine o dönem için hem Kürt meselesinin çözümü hem de Türkiye’deki devrimci kurtuluş açısından bana en yakın hareket oydu. 1978’de örgütün aktif bir militanı oldum ve 94’e kadar da devam etti bu. 1980 darbesinden önce gerilla faaliyetlerine başlamıştık. Amed’de ilk gerilla birliği TİKKO’nun idi. 1979-80’de Hazro bölgesinde gerilla faaliyetleri yürütmeye başladık. Darbeden sonra Hazro’da girdiğimiz bir silahlı çatışmada iki arkadaşım hayatını kaybetti, ben yaralı olarak askerin eline geçtim ve Ocak 1981’de TKP-ML/TİKKO davasından cezaevine girdim. 1983’te idam cezası aldım. 1991’de Özal affı ile idam cezası almış ve on yıldan fazla cezaevi yatmış kişiler bir defaya mahsus serbest bırakıldılar.

53404

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar