Cumartesi Nisan 27, 2024

T.C.nin 100 Yıllık Tarihi ve Faşizme Karşı Sınıf Mücadelesi

 

Giriş:

Komünist Parti Manifestosu’nun giriş cümlesi “bugüne kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadelesi tarihidir” diye başlar. Bu belirleme o güne kadarki -ve elbette sonrası için de- tüm toplumların nasıl bir evrim izlediklerini gayet net ve anlaşılır bir şekilde özetlemektedir.

Mao, “Marksistler, her şeyden önce insanın üretimdeki faaliyetini en temel pratik faaliyet olarak insanın bütün diğer faaliyetlerinin belirleyicisi olarak görürler. İnsanın bilgisi esas olarak maddi üretimindeki faaliyetlerine dayanır” der. İnsanlık üretimdeki bu bilgisine sınıf mücadelesindeki pratiğine dayanarak ilerledi. Köleci toplumla birlikte insanlık iki sınıfa ayrıldı. Köleler ve köle sahipleri. Feodalizmde köylüler ve toprak ağaları, kapitalizmde proletarya ve burjuvazi sınıf çatışmasının temelini oluşturdu.

İnsanlık bu çatışma üzerinden eşitlik fikrini geliştirdi. Bir dizi burjuva demokratik devrimleri gelişen bu fikrin doğrudan sonuçları olarak doğdular. Kapitalizmle birlikte Marks ve Engels, sınıf mücadelesini bilimsel bir teori düzeyine çıkardılar. Marksizm, Lenin ile ikinci nitel sıçramaya, Mao ile de üçüncü nitel sıçramaya ulaştı. Sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğu mücadelesi yaklaşık iki yüzyıldır devam etmektedir.

Burjuvazi kendi devletini yaşamak için kendi karşıtı sınıf ve emekçilere sürekli baskı uygulayarak, katlederek varlığını devam ettirdi/ettiriyor. İşte tam da burada Marks ve Engels'in “tüm toplum tarihi sınıf mücadelesi tarihidir” belirlemesi çok daha fazla anlam buluyor.

Türkiye Sınıflı Bir Toplumdur, Sınıf Mücadelesi Tüm Hızıyla Sürmektedir

Osmanlı’dan devir aldığı mirasla temelleri atılan Kemalist cumhuriyet, gerçek anlamda bir burjuva cumhuriyet olmadı. 1919'da başlayan güdük anti-emperyalist mücadele sonunda ülkenin sömürge statüsü, emperyalistlerle Lozan'da yapılan antlaşmayla yarı-sömürge bir ülke statüye dönüştürüldü. Bu statü “Kurtuluş Savaşı’na” önderlik eden sınıfın emperyalizmle gerçekleştirdiği iş birliği sonucu gerçekleşti.

İbrahim Kaypakkaya yoldaş, doğru olarak “Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük-burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır” diyerek Lozan'da emperyalistlerle antlaşmaya oturan sınıfların niteliğini net olarak ortaya koymaktadır. Bu belirleme aynı zamanda Kemalist devrimin, neden bir demokratik devrim olmadığını da açıklıkla ortaya koymaktadır.

Kaypakkaya yoldaş bunun nedeninin sınıf tanımıyla ilgisini olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından iş birliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.”

Kaypakkaya yoldaş bu belirlemelere ek olarak Kemalist devrimin neden demokratik bir devrim olmadığını da şöyle açıklamaktadır: Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı’ gelişmiştir.”

Türkiye'de sınıf mücadelesinin tarihsel gelişiminin anlatımına geçmeden önce devletin Kemalizm’le eş anlamda kullanılmasına biraz daha vurgu yapmak yerinde olacaktır.

Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden askerler, TC'nin ilanından itibaren yeni devletin de doğrudan yöneticileri oldular. Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı, İnönü'nün Başbakan ve diğerlerinde devletin kilit noktalarında yer alması bunu yeterince açıklamaktadır. Bu tezi güçlendiren bir değerlendirmede Vahram Ter-Matevosyan'ın dile getirdiği gibi; “milliyetçi hareketin başlangıcından itibaren hem Türkiye'de hem de yurtdışında, bir takım başka terimlerin yanı sıra, ‘Kemalistler’, ‘Kemalist hareket’, ‘Kemalist devrim’, ‘Kemalist Türkiye’ gibi çeşitli tanımlamalar ortaya çıktı; ne var ki, bunlar yalnızca genellemeler halinde ve betimleyici nitelikteydi. Sonraları, Kemalist devrimin bağımsızlık mücadelesiyle sınırlı olmadığı ve aynı zamanda devletin iç işlerini de kapsadığı anlaşıldığında, daha etraflı bir terim olan ‘Kemalizm’ belirdi. Pek çok gözlemci bu terimi, siyasal ve sosyal ve sosyo-ekonomik içeriğine yaptıkları vurgularla, Kemalist devriminin eş anlamlısı olarak kullandı” diyerek Kemalizm=TC'nin kuruluş ideolojisi olduğunu da açıklamış oluyor. (Vahram Ter-Matevosyan, Komünizm’in Gözünden Kemalizm, s. 21)

Kemalistler devlet partisi olarak kurdukları CHP'nin altı okunda dile getirdikleri “milliyetçilik, laiklik, halkçılık, cumhuriyetçilik, devrimcilik” her ne kadar demokratik bir cumhuriyetle eş olarak lanse edilmiş de Türk devletinin niteliği başından itibaren askeri faşist bir diktatörlük olarak olmuştur. 1946 sonrası parlamenter faşizmle yönetilen Türk devletinin bu niteliği 100 yıldır devam etmektedir.

Kuruluş felsefesi askeri faşist bir diktatörlük olan Türk devleti kurulduğu coğrafyada Türk hâkim ulusuna dayalı bir ulus devlet inşa etmek için diğer ulus ve milliyetleri, baskı altına aldı, katliamlara başvurdu. Türklüğü esas alan Kemalistlerin, Lozan'da Türkleri ve “Kürtleri temsilen bulunuyoruz” söyleminin sahte olduğu Cumhuriyet’in ilanıyla ortaya çıktı.

Emperyalistlerle iş birliği içinde yeni devletlerini kuran Türk hâkim sınıfları, sermaye birikimlerini sağlamak için devlet aygıtını kullanıp, azınlıkların mallarına ve topraklarına el koyarak işe başladılar. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve sırasında Ege Bölgesi’nde Rumların, Karadeniz’de Pontus Rumlarının, Süryanilerin mal ve mülklerine el koyup onları soykırıma uğratan ve yine 1915’te soykırıma uğrattıkları Ermenilerin mal ve mülklerine el koyan Müslüman Türk burjuvazisi ve toprak ağaları, yeni “Kemalist Cumhuriyet’te de sermaye birikimi için bu “çökme” işini sürdürdüler. Kendi devletlerini Lozan’la birlikte kuran Türk hâkim sınıfları, sermaye birikimi için azınlık milliyetlerin servetlerine çökme işlevini sürdürdüler. Bunu İstanbul'da 1955 yılında ikinci kez Rumlara karşı yaptıkları katliamlarla sürdürdüler. Türk devleti, Yahudilere karşı da benzer uygulamalara başvurdu, onların ülkeyi terk etmelerini sağlayarak mallarına el koydular.

Türkiye üzerine önemli değerlendirmelerde bulunan Şnurov, Türk hâkim sınıflarının devlet aygıtını kullanarak sermaye birikimi yaratmasını şöyle dile getiriyor: “Yeni tesislerin ve teşebbüsleri elinde bulunan sermaye, kısmen memleketi terk etmiş olan Ermeni ve Rum teşebbüslerinin ele geçirilmesi, kısmen de devlet müesseselerinin soyulması ve rüşvetlerle meydana getirilmişti. Yine bugün birçok Kemalist milletvekili ve devlet adamı, iktidardan faydalanarak, Birinci Dünya Savaşı sırasında yurttan kaçan Rum, Ermeni ve diğer Türk uyruklu yabancılardan kalan kurumları ele geçirip, memurlukları sırasında bir yana koydukları paralarla işletiyor ve yeni teşebbüsler kuruyor.” (Aktaran İ. Kaypakkaya)

Türk hâkim sınıfları kendi devletlerini kurarken hakim ulus olarak Türk ulusuna dayanmış ve devlet sınırları içinde Müslüman olmayan ulus ve milliyetleri soykırıma uğratarak, onların mal varlıklarını ve servetlerini kendi sermaye birikimleri olarak kullanmışlardır. Müslüman olmayan ulus ve milliyetler yok edildikten sonra sıra Müslüman olan ancak Türk olmayan uluslara gelmiştir.

Türk devletinin kendisi açısından en büyük tehlike olarak gördüğü bir diğer ulus da Kürtler oldu. Asimile olan ve kendilerini “Türk sayan” Kürtler yaşam hakkı bulurken, bunun dışında kalan her Kürt, Türk devleti tarafından düşman olarak görülmüştür. Kaypakkaya yoldaş Kürt ulusuna yönelik uygulanan ulusal baskı ve katliam politikasını şöyle özetliyor: “Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milletinin bütün haklarını gasp etti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti. Dillerini yasakladı. Zaman zaman baş gösteren Kürt milli hareketini, bazı Kürt feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi, peşinden kitle katliamlarına girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, binlerce insanı katletti, ‘askeri yasak bölge’ ilanlarıyla, ‘örfi idare’ zorbalıklarıyla Kürt halkı için hayatı çekilmez hale getirdi. Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu. Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere soktu. Böylece, çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasına milli düşmanlık ve kin tohumları saçtı; işçilerin ve emekçilerin birliğini ve dayanışmasını baltaladı. Türk işçi ve emekçilerini, kendi şovenist politikasına alet etmek istedi.”

Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra sınıf mücadelesi geri bir durumdaydı. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz'de katledilmesinden sonra TKP'nin başına gelen Şefik Hüsnü, Kemalistlerle uzlaşma içinde TKP'nin legale çıkması için uğraşsa da Kemalistler buna dahi sıcak bakmayarak TKP'ye karşı her fırsatta operasyon düzenleyerek TKP'yi yasa dışı ilan etti.

TKP'nin Kemalist Cumhuriyetten fazlasıyla bir beklenti içinde olduğunu 1924’te Kominterin V. Dünya Kongresi’ne gönderdiği raporda da görmek mümkündür. “Bu belgede talepler siyasi ve iktisadi kısımlarının yanı sıra emeğin korunmasına dönük özel bir bölüm de içeriyor. En dikkat çeken husus asgari programda iktidar meselesinin gündeme herhangi bir biçimde getirilmemiş olması”dır. (Türkiye Komünist Partisi’nin Kuruluşu, Erden Akbulut-Mete Tuncay, s. 435-36)

TKP’nin Geçici Asgari Programı’nın en dikkat çeken başlıklarından birkaçı şöyledir. “Burjuva cumhuriyet çerçevesinde TKP'nin ajitasyonunu yürüteceği ivedi taleplerinin başlıcaları şunlardır: Siyasi Kısım 1. Büyük Millet Meclisi hem yasama erkine hem de yürütme erkine sahip olmalı. 2. Büyük Millet Meclisi iki yılda bir genel oyla belirlenmelidir” talebidir. (age, s. 436)

Bunun yanı sıra demokratik haklar olarak; kadın-erkek eşitliği, eğitimin laikleşmesi, sekiz saatlik iş gücü gibi demokratik haklarla sınırlı olan program devletin niteliğine ilişkin bir belirleme yapmadığı gibi bir devrimden de söz etmemektedir. Bunun nedeni demokratik bir devrimin tamamlanmasının Kemalistlerden beklenmesidir. Nitekim TKP'nin bu yaklaşımı Komintern’in V. Kongresi’nde eleştirilmiştir. Komintern’in resmi tutanaklarında TKP şöyle eleştirilmektedir: “Komintern’in Beşinci Kongresi'nin İngilizce tutanak özetlerine göre, 30 Haziran 1924 tarihli 25'inci (Fransızca analitik tutanak metinlerine göre 20'inci) Oturum'da Milli ve Sömürge sorunları üstüne bir konuşma yapan Manuilski, İkinci Kongre'de bu konuda tezler kabul edildiği halde, böyle sorunların hala gündemde bulunmasını iki (dört) türden yanlışlar yapılmış olmasıyla açıklamış ve ikinci türlü (dördüncü türden) yanlışlara Aydınlık'ın tutumunu örnek göstermiştir. Konuşmasının sonunda da Manuilski 'gerçekte, proletarya ile burjuvazinin sınıfsal iş birliği yapmalarını savunan Aydınlık'çı yoldaşlarımızın yanlışları yeni değildir' demiştir.”

Manuilski; “Eski Avusturya İmparatorluğunun Ukraynalı Sosyal Demokratlarının ve Avrupa'nın Polonyalı Sosyalistlerinin tutumunu hatırlayan herkes, Türk yoldaşlarımızın yanlışının İkinci Enternasyonal'in bütün sosyal-patriyotik ideolojisinde olduğunu anlayacaktır” eleştirisiyle TKP'nin gelecekte revizyonizme gelip demirleyeceğini de söylemiş oluyordu.

TKP'nin Kemalist Cumhuriyete bu yaklaşımı hiçbir zaman değişmedi. Sonraki yıllarda TKP'nin önderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve sonraki tüm TKP kadroları, ordudan beklenti içine girerek yollarına devam ettiler. TKP, 1956'dan sonra da Sovyet Sosyal Emperyalizminin ülkemizdeki temsilciliğini üstlendi.

Kaypakkaya yoldaş TKP'nin tarihsel gelişimini ve Türkiye sınıf mücadelesindeki duruşunu şöyle özetlemektedir: “TKP, köylülerin devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme geçmeyi, yani Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir. Ülkemizin somut gerçeği ile Marksizm-Leninizm’in teorisini birleştirememiştir. İşçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plâna çıkarmıştır. Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple karşılamıştır. Mustafa Suphi 14 yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazıları, Marksizm-Leninizm’in alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak: Seçme Yazılar, Ş. Hüsnü, Aydınlık Yayınları). TKP’nin çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur. Yakup Demir, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek ideoloji ve politikası itibarıyla gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H. Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir. TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz.” Bu sözlerle Kaypakkaya, TKP'nin Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra sınıf mücadelesinde her zaman uzlaşmacı bir çizgi izleyerek kitlelerin öncüsü olmayı başaramadığını, TKP'nin sınıf niteliğiyle açıklamıştır.

Kemalist Devlet İçin Bir Bekâ Sorunu: Kürt Ulusal Mücadelesi

Cumhuriyet’in ilanından sonra devleti sarsan en büyük ayaklanmaları Kürt ulusu gerçekleştirdi. Lozan'da Kürtler adına da masaya oturduğunu söyleyenler, kendi ulus devletlerini kurduktan sonra Kürtleri de Türk ilan eden Kemalistler, Kürtlere hiçbir hak tanımadıkları gibi yakın tehlike olarak sürekli Kürtleri gördüler.

Kürt ulusunun Türk devletine karşı ilk ayaklanması 13 Şubat 1925 tarihinde başladı. Şeyh Sait önderliğinde Amed iline bağlı Ergani ilçesinin Piran köyünde başlayan isyan; kısa sürede Muş, Amed, Elazığ’a yayıldı. Türk devleti bu ayaklanma karşısında önce sıkıyönetim ilan etti. İsyanın daha fazla yayılmasından korkan devlet, 3 Mart 1925’te Başbakan İsmet İnönü tarafından meclise sunulan bir kanun teklifiyle hükümete geniş yetkiler tanıyan Takrir-i Sükün Kanunu’nu meclisten çıkardı. Kanunun çıkmasıyla harekete geçen ordu, katliamlar yaparak isyanı bastırdı. Seyh Sait ve arkadaşları İstiklal Mahkemesi’nde yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edildi.

İsyanın bastırılmasından sonra devletin baskı ve saldırıları daha da arttı. Ayaklanmada yer alan bazılarının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'sına mensup oldukları gerekçesiyle bu parti kapatıldı.

Kürt ulusal başkaldırıları, 1935 yılına kadar sürdü. Seyh Sait Ayaklanmasından sonra Mayıs 1926 yılında Birinci Ağrı Ayaklanması, bunu 1927 yılında İkinci Ağrı Ayaklanması ve 1930'da Üçüncü Ağrı Ayaklanması izlemiştir.

Türk devletinin “çıban başı” olarak gördüğü bir diğer Kürt ili de Dersim olmuştur. 1937-38 yıllarında 60 bin kişinin katledildiği Dersim'de, çocuklar ailelerinden zorla alınarak askerlere birer savaş ganimeti olarak verildi. Sağ kalan binlerce Dersimli Türkiye'nin çeşitli illerine zorla sürgüne gönderildi. İsmet İnönü, 14 Haziran 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada Dersim için: “Nisan 1937’de bölgeye üç tümen gönderilerek, ayaklanma bölgesi çembere alınmış ve radikal bir şekilde ayaklanma bastırılmıştır. Ancak buna rağmen ülkenin Doğu’sunun devleti uzun bir süre daha uğraştıracağını bilmek gerekir” (Deniz, 2013: 820) diyerek Kürt isyanlarının o güne kadar kanla bastırıldığını açık olarak dile getirmiş oluyordu.

Türk devletini sarsan Kürt ulusal ayaklanmalarının yenilgiye uğraması sadece Türk devletinin güçlü olmasıyla açıklanamaz. Ayaklanmaların bastırılmasında ayaklanmaya önderlik edenlerin çizgisi ve harekete yön verenlerin de ayaklanmaların bastırılmasındaki rolleri önemli bir yerde durmaktadır.

İsyanlar bastırıldıktan sonra Şark Islahat Kanunu çıkartıldı. Bu kanuna dayanılarak yürürlüğe konan İskân Kanunu ile Kürdistan'da isyanın çıktığı Kürt illerinden Kürt nüfusu ülkenin batısına sürgün ederek boşaltılan bölgelere Karadeniz'den ve Balkanlar'dan gelen göçmenler yerleştirilerek buraları Türkleştirmek hedeflenmiştir. 

31 Mayıs 1926 tarihinde çıkartılan İskân Kanunu şöyle gerekçelendirilmişti: “Yugoslavya'dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkaslar’dan gelecek Türkler, öncelikle Elezığ-Ergani-Diyabakır, Elezığ-Palu-Kiği, Palu-Muş Vadisi, Bingöl dağının doğru ve güneyi ve Hısnıs, Murat vadileri, Muş Ovası, Van Gölü havzası, Diyarbalır-Garzan-Bitlis hatlarında iskân edilecektir.'' Planda hangi aşiretlerin batıda nereye sürüleceği tek tek belirlenmiş ve bölge yöneticilerine gönderilmiştir. Belirlenen bölgelerde isyana katılan aşiretlerin ağırlıklı yer alması bilinçli bir seçim olup, bu aşiretlerin tamamen etkisizleştirilmesi hedeflenmiştir.

Kürt ulusal isyanları, 1984 yılına kadar suskun bir dönem yaşadı. Kürtler kendi örgütlülüklerini kurmadıkları için çeşitli burjuva partiler içinde yer aldılar. CHP içinde konumlanan Kürt burjuva çevreleri, toprak ağaları, 1946'dan sonra Demokrat Parti'nin içinde konumlandılar. Ancak DP'den de umduklarını bulamadılar.

Kürt aydınları, 1961 tarihinde kurulan TİP içinde politika yapmaya başladılar. TİP'in kurulmasıyla demokrat ve ilerici kesimde belli bir heyecan yarattığı açıktı. Bu heyecana karşın TİP, Marksizm’i Kemalizm’le birleştiren eklektik bir programa sahip olmasıyla ünlendi.

TİP’in, 10 Şubat 1964’te Birinci Büyük Kongresi’nde kabul edilen parti programında şöyle deniyordu: “Halkımızın yüzyıllardır süregelen yoksulluğu ancak emekçi halkımızın iktidara geçerek gerekli köklü reformları gerçekleştirmesi sonunda ortadan kalkacaktır. Bunun için bütün emekçilerin ve emekten yana olanların hızlı teşkilatlanarak bağımsız bir siyasi kuvvet haline gelmeleri şarttır. (...) Türkiye İşçi Partisi, ırk, din, mezhep, deri rengi, kadın-erkek, ayrımı gözetmeden, hangi sınıftan gelirse gelsin, Parti tüzüğünü ve programını benimsemiş, emekten yana olan bütün yurttaşlara saflarını açık tutar.” (Mustafa Şener, Türkiye Sol Hareketinde İktidar Stratejisi, 1916-71 s. 256, 51 Nolu)

TİP parti programında bu ifadeleri kullanarak her kesime açık olduğunu ilan etse de hiç kuşku yok ki, TİP, sosyalist bir partiden ziyade sosyal demokrat bir olarak Türkiye demokrasi mücadelesinde önemli bir iz bıraktı. TİP'in 1965 seçimlerinde örgütlendiği 54 ilde girdiği seçimlerde parlamentoya 15 milletvekili göndermesi böyle okunmalıdır.

1950'lerden sonra Kürtlerin kırsal alandan şehirlere göç etmeleri, Kürtler arasında yeni arayışları da beraberinde getirdi. Kürt gençlerinin üniversitelerde aldıkları eğitim, Kürt toplumsal gerçekliğinde yeni dönüşümleri de beraberinde getirdi. Buna karşın yaşanan bir diğer gelişme de “1960 Askeri Darbesinden sonra sivilleşme sürecine geçilmesinin, yeni siyasi partilerin kurulmasına müsaade edilmesine, askerin siyaset sahnesinden çekilmesine, demokrasiye geçiş hikayeleri okunmasına rağmen; rejimin otoriter ve faşizan, devletin üniter, Türk'e ait karakteri, anti-Kürt yapısı değişmedi. Bundan dolayı da Türkiye'de legal olarak bir Kürt ve Kürdistan partisinin kurulması koşulları oluşmadı. Bu nedenle, Kürt ve Kürdistan kimliğiyle parti kurmanın tek yolu, illegal parti kurmaktı.” (İbrahim Güçlü, Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi TKDP Aktaran Cafer Demir Kırk başlık altına cumhuriyetin kırk yılı sf 300) Devamında 11 Temmuz 1965’te Amed’in Gazi köyünde Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Sait Elçi, Ömer Turan, Derviş Akgül, Şakir Epözdemir ve Şerafettin Elçi tarafından kuruldu. TKDP, Kürtlerin Özgürce Ayrılma Hakkını savunmadı. Bunun yerine Kürtlere demokratik hakların tanınması yoluyla eşit “yurttaşlığı” savundu. TKDP, programında: “a) Kürtlerin, nüfuslarına göre parlamentoda eşit temsil edilmeleri, b) Kürdistan sınırlarının tespit edilmesi ve Kürdistan topraklarında göçmenlerin yerleştirilmemesi.” (İbrahim Güçlü, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) (İbrahim Güçlü, Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi TKDP Aktaran Cafer Demir Kırk başlık altına cumhuriyetin kırk yılı sf 301) Daha açık bir ifadeyle; “TKDP, bağımsız bir devleti federal bir devleti, otonomiyi de Kürdistan için siyasi bir statü olarak talep etmediğinden, ona uygun bir mücadele biçimi de, barışçıl ve demokratik mücadele biçimini de benimsiyor”du. (İbrahim Güçlü, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) (age sf 301

TKDP, kurulduktan sonra çok fazla etkin olmadı. TDKP başkanı Av. Faik Bucak'ın bir akrabası tarafından öldürülmesi sonrası 1968 yılında Sait Elçi başta olmak üzere MK üyeleri tutuklanıp yargılandılar. Bir süre sonra hapishaneden çıkan Sait Elçi, Barzani ile anlaşarak partiyi Irak Kürdistanı'na taşıdı. Sait Kırmızıtoprak ve Arkadaşları TKDP ile yollarını ayırarak Türkiye'de yeniden T-KDP kurdular. Sait Elçi ise 1 Haziran 1971 tarihinde öldürüldü. Bir kısım Kürt aydını, Sait Elçi'nin, Sait Kırmızıtoprak tarafından, bir kısım Kürt aydını ise Türk devleti tarafından öldürüldüğünü ileri sürdü. Molla Mustafa Barzani ise Sait Elçi'nin ölümünden Sait Kırmızıtoprak ve arkadaşlarını sorumlu tutarak onları 26 Kasım 1971 tarihinde kurşuna dizerek öldürdü.

Kürt Ulusal Hareketi bu tarihten sonra kendi içinde yeni arayışlara girişti. Bir kısım Kürt aydınının bu arayışları sonucunda; “21 Mayıs 1969'da Ankara'da, 27 Mayıs 1969'da İstanbul'da, 6 Ekim 1970’te Diyarbakır'da, 13 Ekim 1970’te Ergani'de, 9 Kasım 1970'de Silvan'da, 18 Kasım 1970'de Batman'da, 28 Ocak 1971'de Kozluk'ta ‘Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ (DDKO) kuruldu.” (Cafer Demir, Kırk Başlık Altında Cumhuriyet'in Kırk Yılı, s. 316-17) Burada esas olarak Kürt sorununu dile getiren demokratik eylemler örgütlendi. 1970'lerin başından itibaren Kürt illerini gezen DDKO üyeleri, bir rapor hazırlayarak dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a gönderdiler. Bu raporla ilgilenmeyen devlet, DDKO üzerindeki baskısını daha da artırdı.

DDKO, 12 Mart askeri faşist darbesinden sonra kapatıldı. Yöneticileri tutuklanıp Amed Hapishanesi’ne konulup yargılandı. Bu yargılama sürecinde DDKO içinde farkı iki eğilim ortaya çıktı. Bir kısım DDKO üyesi, “Kürtlerin varlığının ve Kürt kültürünün savunulması gerektiği görüşünü doğru bulurken, bazı DDKO mensupları ise ‘biz sosyalistiz, biz devrimciyiz, biz enternasyonalistiz, biz milliyetçi değiliz, dil talebi kültür talebi dile getirmek, Kürtçeye vurgu yapmak milliyetçiliktir' görüşünü savundu. (İsmail Beşikçi’den aktaran Cafer Demir, Kırk Başlık Altında Cumhuriyet'in Kırk Yılı, s. 320) Bu tartışma, DDKO'yu ikiye böldü. Nitekim 1974'te CHP-MSP koalisyon hükümetinin çıkardığı afla dışarı çıkan DDKO üyeleri ayrı ayrı olarak Rızgari, Devrimci Demokrat Kültür Derneği (DDKP), KAWA, Özgürlük Yolu ve Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları’nı (KUK) kurarken 1978 ise PKK kuruldu.

Kurulan tüm bu Kürt örgütleri, 1980 askeri darbesinde büyük bir kayıp aldılar. Süreç içinde birçoğu varlıklarını sürdüremedi. Sadece PKK, kararlı duruşu ve militan gücünü koruyarak, toparlanıp 1984 yılında yeni ve daha güçlü bir atılım yaptı. Bugün büyük bir gerilla gücüyle Türk devletine karşı mücadelesini sürdüren PKK, Kürt halkı içinde de kitlesel bir güce dönüşmüştür.

1946 Sonrası Çok Partili Dönem ve 1960 Darbesi

1923’ten II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar CHP iktidarı kendi dışındaki siyasi oluşumlara hayat hakkı tanımadı. Bütün politik kesimler, baskı altına alındı, muhalefet susturuldu.

Türkiye'de sınıf mücadelesinin seyri 1960'lara kadar oldukça durgundur. Sınıfın önderlikten yoksun oluşu, sınıf mücadelesinin geriliğinde belirleyici bir yerde durmaktadır. Kemalist Cumhuriyet’in başından itibaren faşizmi uygulaması, Takrir-i Sükûn yasaları, İstiklal Mahkemeleri, tutuklamalar vb. mücadelenin gelişimde frenleyici rol oynadı.

1923'ten çok partili döneme kadar Kürt isyanlarının yanında işçi sınıfının hak alma eylemleri de önemli bir yerde duruyordu. (Bakınız bu çalışmada; TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi adlı makale)

Türkiye'de sendika kurmak yasak olduğu için var olan işletmelerde sendikal bir örgütlenme yapmak da mümkün olmadı. Keza, köylülük nüfusun ağırlığını oluşturmasına karşı köylülük içinde de bir örgütlülük yoktu. Köylülüğün önemli bir kesimi topraktan yoksun bir şekilde toprak ağalarının yanında çalışarak geçimini sağlıyordu.

Bu dönem açısından en kayda değer gelişme, 1 Mayıs'ın kutlanmış olmasıdır. Ocak 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi'nde 1 Mayıs'ın resmi olarak kabul edilmesinden sonra aynı yıl Ankara, İzmir ve İstanbul'da 1 Mayıs kutlamaları yapılır. Kemalistler, bir yıl sonra 1 Mayıs'ın kutlanmasını yasaklar. 1 Mayıs 1960’tan sonra tekrar kutlanmaya başlar.

Türkiye, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda fiili olarak yer almasa da savaştan etkilendi. Savaşa girme ihtimali, Kemalist iktidarın bazı hazırlıklar yapmasını birlikte getirmiştir. Savaş hazırlığı için yapılan harcamalar zaten kendi kendine yeterli olmayan ekonomiyi daha da kötü bir duruma sokmuş, geniş halk kitleleri bundan fazlasıyla etkilenmiştir. Ayrıca 18 Ocak 1940 tarihinde ''Milli Koruma Kanunu”nun çıkartılması ve 1942 yılında Varlık Vergisi’nin uygulanmasına geçilmesi CHP iktidarına karşı hoşnutsuzluğu iyice artırdı.

CHP iktidarı döneminde halk içinde ortaya çıkan hoşnutsuzluğun bir diğer nedeni de tarım alanındaki uygulamalardır. Köylünün mahsulüne el konması, kıtlık zamanında halka uygulanan gıda ambargosu tolumdaki tepkiyi iyice büyütmüştür. 1945 yılında ülke nüfusunun % 83'nün köylerde yaşadığı bir dönemde CHP iktidarının köylüler üzerindeki baskısı, artan vergiler, jandarma baskısı köylülerin CHP iktidarına karşı seslerinin daha da yükselmesine yol açmıştır.

Bu durumu fırsat olarak kullanan ve daha sonra DP'yi kuracak olan klik, 1945 yılında açık muhalefet yürütmeye başladı. 1923 yılında Cumhuriyeti kuran Kemalistler, 1946 yılına kadar ülkeyi tek parti diktatörlüğüyle yönettiler. Kaypakkaya yoldaş bu dönemi şöyle izah etmektedir. “O yıllarda hâkim sınıflar arasındaki esaslı iki siyasi kamp, şu unsurlardan teşekkül ediyordu. Bir yanda, emperyalizmle iş birliğine giren ve bu iş birliğini gittikçe artıran yeni Türk burjuvazisi, eski komprador büyük burjuvazinin bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakaları. Öte yanda, henüz tamamen tasfiye edilemeyen komprador burjuvazinin diğer bir kısmı, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin başka bir kesimi, feodalizmin ve Sultanlığın ideolojik dayanakları olan din adamları, eski ulema sınıfı artıkları, hangi toprak ağalarının hangi menfaat hesaplarıyla şu veya bu tarafta yer aldıklarını bilmiyoruz. Bu, ayrı etraflı bir araştırmayı gerektirir. Üzerinde durduğumuz konu açısından bunun pek de önemi yoktur. Önemli olan ve tartışılamayacak kadar açık olan gerçek şudur ki, toprak ağalarının bir kısmı Kemalist iktidara ortakken, bu iktidarda söz ve nüfus sahibi iken, diğer bir kesimi Kemalist iktidarın karşısındadır.  (....)

Birinci kampın siyasi partisi CHP idi ve köken itibariyle müdafaa-i hukuk cemiyetine dayanıyordu. İkinci kamp ise, tek partili sistem yürürlükte olduğu müddetçe CHP içerisinde yer almış ve iki kamp arasındaki siyasi mücadele, CHP içinde sürdürülmüştür. Çok partili sisteme geçildiği zamanlarda da bunlar, kendi siyasi partilerini kurmuşlardır. (...)

İkinci Dünya Savaşının başlarından DP iktidarının ilk dönemlerine kadar devam eden evrede olanlar kısaca şudur. CHP'nin her bakımdan faşist Alman emperyalistleriyle iş birliğine ve koyu bir faşizme kayması, CHP karşısında saf tutan gerici kliğin nispeten ileri bir rol oynar halle gelmesi, orta burjuvazinin birinci kamptan koparak ikinci kampa katılması. (...)” yol açtı. (İ.Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 86-96)

CHP içindeki bu muhalefet, 1945 yılının ortalarında iyice belirgin hale geldi. Adnan Menderes ve onun etrafında kümelenen iç muhalefet, 1945'te başlayan bütçe görüşmelerinde hükümeti açıktan ve sert bir şekilde eleştirmeye başladılar. Muhalefet bütçeye oy vermeyerek açık tavır aldı.

7 Ocak 1946’da Celal Bayar (Genel Başkan), Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından kurulan ve aynı gün, parti programı ve tüzüğünü açıklayan DP, ilk kez 14 Mayıs 1950’de katıldığı milletvekili genel seçimlerinde toplam oyların %53,3’ünü alarak 408 milletvekili ile iktidar partisi olmuştu. 1950 ve 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin yapıldığı döneme kadar DP, tüm seçimleri kazanarak hükümette kaldı.

DP hükümete geldiğinde ekonomik ve politik ilişkileri esas olarak ABD ile geliştirdi. DP, ülkeye sermaye girişinin önündeki engelleri önemli ölçüde kaldırdı. Bu süreç emperyalist tekellerin ülke içinde komprador burjuvaziyle kurduğu ilişkilerle ülke içindeki hegemonyasını daha da geliştirdiği bir dönemdir de aynı zamanda.

Truman Doktrini ve Marshall Programı çerçevesinde sermayenin önündeki bürokratik engellerin kaldırılması DP tarafından bir devlet politikası olarak yürürlüğe kondu. DP, 1954 yılında Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası çıkarttı. Bu yasayla emperyalist tekeller ülkede yatırım ve ticareti istedikleri gibi geliştirerek, ülke ekonomisini denetim altına almış oldular. DP bununla da kalmadı. Çıkartılan Petrol Yasası ile emperyalist tekellerin ülkede petrol aramasına olanak sağlanmış oldu. Bunu Maden Yasası izledi. Madencilik Yasası’yla özel girişimciliğin önü açılmış oldu.

DP, hükümete geldikten kısa bir süre sonra ABD emperyalizmiyle yaptığı bir dizi anlaşma ve ABD'nin teşvikiyle Kore savaşına katılmasından sonra NATO'ya girmiş ve Avrupa emperyalistlerinin yanı sıra ABD emperyalizminin de yarı-sömürgesi olmuştur.

DP döneminde komprador burjuvazi ve toprak ağaları önemli ölçüde palazlandılar. Tarımda makineleşmenin gelişmesi ile toprakların önemli bir bölümünün işlenmesi, toprak ağalarının bu sayede sermaye birikimini daha da artırdı. Tarımda üretimin artması, iç pazarı da belli ölçüde canlandırsa da emperyalizme bağlı bir ekonomik kalkınmanın uzun vadede istikrarlı bir rotada gitmesi mümkün değildir. Nitekim 1950 ortalarında ülkede izlenen tarım politikası iç tüketimi karşılayamaz duruma geldi. DP döneminde OECD ülkelerine olan borç “162.5 milyon dolara ulaşmış durumdaydı”. Kalkınma için gerekli olan donatım ve hammadde ithal edebilmek için sürekli dövize ihtiyaç duyuldu. Buna bağlı olarak ülkedeki tarım fiyatlarının emperyalist tekellerce belirlenmesi sonucu tarım alanında gerilemelere neden olmuştur.  “Üstelik Türkiye'nin dış ticaret dengesi sürekli açık verdiği için ithalat büyük çapta yabancı ülkelerin verdiği borç ve kredilere bağımlı durumdadır. Bu ise ihracatçı ülkelere kendi mallarını zorla Türkiye'ye satma kolaylığını sağlıyordu.” (S.Yerasimos, 1980: 862)

DP'nin iş başına geldiğinde vadettikleri, zamanla yerini daha büyük ekonomik ve politik sorunlara bıraktı. Ekonominin özel sektör eliyle büyümesini savunan DP, devlet himayesinde bulunan birçok ekonomik sahasını özel sektöre devretse de bunda başarılı olmamıştır. Sürekli büyüyen dış açık, kredi sağlamadaki güçlükler vb. arttıkça DP, bu sefer de dış ticaret rejimine ilişkin kontrol ve korumacılık politikalarını geliştirdi.

DP döneminde başlayan iktisadi genişleme, 1955 yılından itibaren yavaşladı. Bu sırada baş gösteren enflasyon ve ithalat kısıtlamaları günlük hayatı etkilemeye başlamıştı. 1960 öncesi döneme damgasını vuran bunalım, sanayileşme sürecinde köklü bir değişiklik ihtiyacını ifade ediyordu. Bu aşamaya gelinmesinde emperyalizmin Türkiye üzerindeki siyasetinin büyük payı bulunmaktadır. Dış ticaretin 1950'den sonrasının ilk dönem koşulları sanayi ve ticaret burjuvazisinin zenginleşmesine olanak tanımıştı. Türkiye'nin ihraç ettiği hammaddelerin fiyatları Avrupa'nın veya ABD'nin büyük kentlerindeki borsalarında saptanıyordu.

Ancak Türkiye'deki ihracata dönük çalışan büyük tarımsal kuruluşlar, üreticiye düşük fiyatları kabul ettirip, aradaki farkı kendi ceplerine indirmekteydiler. İthal mal darlığı ve kotalarla ilgili düzenleme ayrı bir tekel kârına yol açıyordu. Stoku yapılan ithal ürünler, uygun zamanda pazara sürüldüğünde tıpkı savaş koşullarında olduğu türden büyük servetler edinilmesine yol açıyordu. Dolayısıyla DP'nin on yıllık iktidarının ikinci yarısında yapılan ithalat kısıtlamaları tekelci burjuvazinin zenginleşmesinde sınırlı ek olanaklar yaratmıştı. Ancak ithalat ihracat dengesizliğinin doğurduğu döviz, emperyalist devletlere olan özel ve kamu kesimi borçlarının büyük ölçüde arttığı ve ödenemez hale geldiği bir noktaya kadar ilerledi. Türkiye ekonomisinin ödeme gücü eksikliği, emperyalizmin ülkeden sağladığı karları sınırlıyordu.” (S.Yerasimos, 1980:860)

Emperyalizmin yarı-sömürgesi durumunda olan Türkiye, II. Emperyalist Savaş öncesi Batı Avrupalı emperyalistlerin ekonomik ve politik güdümünde hareket ediyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası çok partili sisteme geçilmesi ile birlikte DP, ABD güdümünde hareket etti. DP’nin iş başına gelmesiyle birlikte emperyalist sermaye yine belirleyici bir konumda olmuştur. DP'nin dış borçlanmada başvurduğu kaynak ABD olmuştur. Buna karşın DP'nin beklediği ABD sermayesi gelmemiştir. 1954-1960 döneminde ülkeye giren yabancı sermeye 104 milyon dolar civarında olmuştur. Temin edilen sermayenin önemli bir bölümü resmi krediler ve askeri bağışlardan oluşmuştur.  Bu dönemde DP en fazla parayı ABD'den almıştır. ABD, Türkiye'ye 177 milyon dolar bağış, 177 milyon kredi olmak üzere toplam 294 milyon dolar sermaye aktarmıştır. 

DP'nin tarım ve sanayi alanlarındaki üretimi devletten alıp özel sektöre devretmesiyle ekonomik alanında belirli bir canlanma sağlandıysa da Türkiye ekonomisi 1950-1960 arasında da üretim teknolojisi bakımından geri bir tarım ülkesi konumundadır. Tarımın GSYG'deki payı oldukça yüksektir.  Bu dönem itibariyle tarım %42,6, sanayi %14,5, hizmet sektörü ise %42,9 paya sahiptir. 1954 yılında ilkim şatlarının kötü olmasından dolayı tarım alanında %13,5 bir düşüş olsa da tarım üretim alanında yine belirleyici bir konumdadır.

1954'ten itibaren Türkiye ekonomisi büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Plansız bir ekonomik programla hızla büyüme ve sanayileşme adımı ekonomik krizi fazlasıyla körüklemiştir. 1950-1960 döneminde DP, hükümeti devletin ekonomideki ağırlığını azaltacağı, kalkınmayı özel sektör öncülüğünde yapacağı, piyasayı serbestleştireceği vaadini gerçekleştirememiştir. Kemalistlerin devlet eliyle burjuva yaratma çabaları, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ellerindeki sermaye sanayileşmede yeterli olmamış, ekonomi tümüyle emperyalist tekellerin denetiminde yapılmıştır. Bu dönemde DP, yeniden KİT'lerin üretim kapasitelerini artırmak zorunda kalmıştır.

Ekonomideki kriz, DP'nin giderek artan baskıları vb. toplumsal muhalefetin artmasını birlikte getirmiştir. Bu dönemin bir diğer özelliği de komprador burjuvazinin bir kesiminin planlı bir ekonomiyi savunması olmuştur. Tüm bu gelişmeler üst üste gelince 1960 yılında ordu içindeki Kemalistler, askeri bir darbeyle DP iktidarına son verdiler. 

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra 1961 yılında kabul edilen yeni anayasa ile bazı demokratik hakların tanınması toplumsal gelişmenin önünü açtı. Sendikaların kurulması, Marksist klasiklerin hızla Türkçeye çevrilmesi, öğrenci derneklerinin açılması toplumsal bilinçlenmeye önemli katkı sağladılar. Ancak şunun altını çizmek oldukça önemlidir. Evet 1961 Anayasa'sıyla bazı demokratik hakların tanınması darbeyi yapanların Kemalizm hayranlığını yeniden topluma kazandırma ve toplumsal muhalefetin geriletilmesini amaçladıklarını gözden kaçırmamak gerekir. Vurgulanması gereken en önemli hususlardan biri de Kemalistlerin 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra sürdürdükleri Kürt düşmanlığıdır. Askeri darbeden hemen birkaç gün sonra 31 Mayıs 1960 tarihinde darbeciler, Cumhuriyet gazetesinde verdikleri bir demeçte; “Bir Kürdistan hükümeti tesisi için DP grubu içinde çalışmalar varmış, Sabık iktidar bunlara ve Şeyh Sait'in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu'da propaganda yapmasına göz yummuştur. Geliştirilmesine çalışılan yeni bir Kürdistan olduğu, bu konuda birkaç DP milletvekilinin yardımcı olduğu vesikalarıyla ortaya çıkmıştır. Milli Birlik Komitesi ve hükümet bu yola sapanların faaliyetlerine son vermiş, memleketi parçalayıcı unsurların tamamen izolesi yolunda zorlayıcı tedbirler alma yoluna girmiştir. Türkiye'nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetecektir” ifadeleri kullanılmaktadır. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2212)

Bu dönemin en önemli kitlesel hareketlerinden biri İstanbul İşçi Sendikaları Birliği'nin Aralık 1961'de İstanbul Saraçhane'de işçilerin grev hakkının güvenceye alınmasına yönelik düzenlenen mitingdir. 155 sendikanın birlikte düzenlediği bu mitinge yaklaşık 100 bin işçi katılmıştır. İşçiler, “Grevsiz sendika, silahsız askere benzer” pankartı taşıyarak grev hakkının hükümet tarafından garanti altına alınmasını talep ettiler. İşçilerin bu talebi 1963 yılında kısmen kabul edildi. Saraçhane mitinginden sonra en kayda değer eylemleri sırasıyla yasaklı olmasına karşın 10 grev, 6 oturma grevi, 7 sakal grevi, 12 sessiz yürüyüş ve 4 diğer miting ve gösteri kamusal alan mücadelelerinde yer aldı.” (Ömer Turan, Gazete Duvar)

1960'ların ortalarından itibaren dünya çapında gelişen anti-emperyalist eylemler ve direnişler Türkiye'de de yankısını buldu. Bu tarihte Kürt çevrelerinde de yeni arayışlar ve hareketlenmelerin olması dikkat çekicidir. TİP içindeki Kürtler ve illegal olarak kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, Dersim, Amed, Silvan, Siverek, Batman'da “Doğru Mitingleri” adıyla düzenlediği eylemlerde, Kürdistan'da işsizliğe ve Kürt sorununa dikkat çekiliyordu.

70’ler ve Sınıf Mücadelesinin Yükselişi

Türkiye'de hızla gelişen toplumsal bilinç özellikle öğrenci gençlik içinde yeni örgütlenmeleri de birlikte getirdi. 12 Kasım 1965 tarihinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde 126 delegenin katılımıyla kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu, 1971 devrimci çıkışının ilk önemli adımlarından biri oldu.

FKF'nin kurulması üniversite gençliği içinde güçlü bir anti-emperyalist bilincin gelişmesine bir yol açtı. 1968 yılında ABD donanmasının 6. Filosunun İstanbul'u ziyaret etmesini protesto edilmesinden ardından polisin İTÜ öğrenci yurdunu basıp Vedat Demircioğlu'nu yurdun penceresinden atarak katletmesinden sonra başlayan direniş büyüyerek devam etti. Devrimci öğrenciler, 16 Şubat 1969’da Beyazıt'tan Taksim’e büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Öğrenciler Taksim'e ulaştıklarında daha önce örgütlenen gerici ve faşist çevreler “Komünistlere ölüm” sloganı atarak kitleye silahlı, sopalı, bıçaklı saldırı gerçekleştirdi. İki kişi öldü, yüzlerce öğrenci yaralandı.  Bu saldırı tarihe “kanlı pazar” olarak geçti.

FKF bünyesinde örgütlenen devrimci öğrenciler kırsalda da köylüleri örgütlemeyle devam ettiler. Bu örgütlülükler köylülerin emeğinin karşılığını alma hakkı, toprak talebi ve ağalara karşı mücadeleye dönüştü. “22 Şubat 1969’da Malatya’da ‘Emperyalizm, Pahalılık ve Açlığı Lanetleme Mitingi’ düzenlendi. 7 Mart’ta Akhisar’da ve 10 Mart’ta Ödemiş’te düzenlenen mitinglerde tütün üreticilerinin talepleri ön plandaydı. 16 Nisan’da Söke’de ‘Toprak Reformu ve Bağımsızlık Mitingi’ örgütlendi. Bu mitinglerle başlayan mobilizasyon hâli yerel üretici örgütlerini oluşturmanın ötesinde, kimi durumda mahalli toprak işgallerine de evrildi.” (Ömer Turan, Gazete Duvar, 2023)

Kaypakkaya yoldaş bu dönemdeki köylü hareketlerini şöyle değerlendirmektedir: “Köylü Hareketleri 1967 yılının Kasım ayında, Konya’nın Yunak ilçesine bağlı Odabaşı köyünde, Toprak Tevzi Komisyonunun çalıştığı bina, aynı ilçenin Gökpınar köylüleri tarafından kuşatıldı. Kuşatma, Kulu ilçesinden gönderilen jandarma kuvvetlerinin yardımı ile kaldırılabildi. (...) Yine şubat ayında Fatsa’nın 24 köy muhtarı bir bildiri yayınlayarak, Amerika’ya, ‘birinci ihtar’larını yaptılar. Mart ayında Urfa’nın Bozova ilçesine bağlı Ortatepe köyünde, büyük toprak sahipleriyle köylüler arasında, üç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışma oldu. Nisan ayında; Elmalı’da köylülerin ektiği topraklar ağalar tarafından sürülmek istenince mücadele yeniden şiddetlendi. Fatsa köy muhtarlarının bildirisinden sonra Samsun’un 15 köyünden 118 imzalı ‘Amerikalı seni istemiyoruz’ bildirisi yayınlandı. Temmuz’da Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı 11 köy muhtarı, bir bildiriyle Amerikan emperyalizmini ve ona ‘Çanak Tutanları’ lanetledi. 28 Ocak 1969’da Torbalı ilçesine bağlı Atalan köylüleri, ağaların el koyduğu hazine arazisini işgal ettiler ve ana yol üzerine ‘Bu köyde toprak mücadelesi vardır’ yazılı büyük bir pankart astılar. Atalan işgalinden birkaç gün sonra Menderes’in halası ‘hanım ağa’ Mesude Evliyazade’nin el koyduğu hazine topraklarını Göllüceliler zapt ettiler. 7 Şubat’ta Ege tütün piyasasının açılışı dolayısıyla FKF tarafından Akhisar’da düzenlenen mitinge binlerce tütün üreticisi katıldı. Mitingi baltalamak için tefeci tüccarların düzenlediği saldırı, köylüler ve gençler tarafından püskürtüldükten sonra, mitinge katılanlar ‘Köylü Gençlik Elele’ sloganıyla şehre bir yürüyüş yaptılar. 10 Şubat’ta Akhisar’daki mitingin bir benzeri Ödemiş’te yapıldı. Yine şubat ayında Tokat’ın Uzunburun köyündeki 2 bin dönümlük toprak, köylüler tarafından işgal edildi. 22 Şubat’ta, Malatya’da devrimci dernekler tarafından düzenlenen ‘Emperyalizmi, açlık ve pahalılığı tel’in mitingi’ne birçoğu köylü olmak üzere, on bine yakın Malatyalı katıldı. Haymana ilçesinin Çuluk köyü halkı, köylerindeki toprak ağalarına karşı bir bildiri dağıttılar. Torbalı’nın Hortuna, Pancar, Kuşçuburun köylüleri ağalara ait pancar çiftliğinin bazı kısımlarını işgal ettiler. 16 Nisan’da Söke’de köylülerin ve gençlerin el birliğiyle ‘Toprak reformu ve bağımsızlık mitingi’ düzenlendi. 13 Nisan’da, Diyarbakır’da Lice, Siverek, Suruç, Batman, Van, Muş, Malazgirt bölgelerinden 3 bin kişinin katıldığı bir başka miting yapıldı. Hilvan’da Ziraat Bankası kredilerinin haksız dağıtımını gören köylüler, bankaya hücum ettiler. Kars’ın Susuz ilçesine bağlı İncesu ve Çamçavuş köylüleri kredi dağılımındaki adaletsizliği protesto ettiler. Nisan’ın son haftasında Gaziantep’e bağlı Oğuzeli ilçesinin Karadibek köylüleri, ağalar toprakları başkalarına kiraya vermek isteyince 3 bin dönümlük toprağa el koydular. Antalya, Manavgat ilçesinin Çolaklı köyündeki 350 dönümlük araziye, Seki köyü ağalarının el koymak istemesi, köylülerle ağalar arasında şiddetli çatışmalara yol açtı. Köy jandarma ve komando birlikleriyle kuşatılarak, kadınlı erkekli birçok köylü tutuklandı. Ağalar, toprakları jandarma nezaretinde sürebildiler. 1970 Mayıs ayında Yozgat’ın Yerköy ilçesine bağlı Kayadibi köyünden ve başka köylerden, topraksız ve az topraklı köylüler, hazine toprağını kendine mal eden CHP Milletvekili Celal Sungur’a karşı Yerköy’de bir yürüyüş düzenlediler. Yürüyüşleri engellenen köylüler, Danıştay’a başvurdular. Keller ve Hançerli köylüleri Malatya’ya inerek hükümet meydanında Amerikan emperyalizmine ve toprak ağalarına karşı bir miting yaptılar. Haziranda tütün üreticileri, merkezi Akhisar’da olan ‘Türkiye Tütün Üreticileri Sendikası’nı kurdular ve kurucular bir bildiriyle bütün tütün üreticilerini tefeci tüccarlara karşı birleşmeye çağırdı. Dursunbey’e bağlı Akyayla köyünün topraksız ve az topraklı halkı ise hazine topraklarını işgal ederek hükümetten toprak talebinde bulundular. Gemlik’e bağlı Muratoba köylüleri zaten yetersiz olan topraklarının, baraj inşaatı yüzünden ellerinden alınmasını ve alınan topraklara karşılık başka toprak verilmesini protesto ediyorlardı. Yine Malatya’da devrimcilere yapılan baskıyı yerdikleri için, altı köylünün tutuklanması, Malatya’nın 40 köyünden yüzlerce köylünün imzalı bir bildiri yayınlayarak olayı şiddetle protesto etmesine yol açtı. Tekman’da silahlı çatışmalar oldu. 1947 yılından beri Düzyurt, Keleş, Hıdır, Çekaluk ve Madralı köylerindeki hazineye ve köylülere ait toprakları kademeli olarak işgal eden Şeyh Selahattin, Çekaluk ve Madralı’da sürüsünü otlatmak üzere yeni bir işgale kalkınca, köylüler silaha sarılarak şeyhe baş kaldırdılar. Sonraları birçok yoksul köylü, şeyhin silahlı müritleri tarafından dövüldü ve yaralandı. 14 Temmuz’da Fatsa köylerinin ‘Fındık Fiyatları ve Demokratik Haklar’ konulu mitinginde, bini aşkın köylü tefecilere ve Amerikan emperyalizmine çattı. Polatlı kaynayan kazan gibiydi: Karailyas köyünü satın alan Kozlu Çiftliği sahipleri hasadı jandarma kordonunda yapabildiler. Kırıkharmanı köylüleri, ağanın topraklarını sürerken, Sakarya köyü çobanları da ağanın sürüsünü yüzüstü bıraktılar. Ağustos, Doğu halkının uyanış mitinglerine sahne oldu. Elbistanlıların sağlık mitinginde binlerce insan ‘doktor, ilaç, hastane isteriz’ diye bağırdılar. 1970 Eylül’de Tarsus köyleri kaynıyordu: Kargılı, Firengülüs, Baltalı, Gerdan, İznik, Melik, Hacıbozan, Yüksekballıca köylüleri ‘Pamuk fiyatlarının düşüklüğünü’ ve köylülere yapılan kötü muameleleri protesto amacıyla Yenice bucak merkezinde toplandılar ve Tarsus’a kadar traktör ve arabalarla resmi makamlara bildirimde bulunmaksızın yürüyüş yaptılar. Bir hafta sonra yeniden bir miting düzenleyen köylüler, Ankara-Adana-Mersin Karayollarını trafiğe kapatıyorlardı. 12 Eylül’de Kırıkhan’da bir miting düzenlenmiştir. Tefecilere karşı düzenlenen mitinge Amik ovasındaki 56 köyden 4 bin kişi katılmıştı. Kozan köylüleri ise traktörlerle Adana-Ceyhan yollarını kapatarak iktidarı protesto ediyorlardı. Aynı günlerde Silivri’ye bağlı Değirmenköylüler Esece çiftliğinin sahip çıktığı hazine toprağının yarısını ektiler. Hatay’ın Reyhanlı ilçesine bağlı Varışlı köyünde Değirmenköy mücadelesinin bir benzeri tekrarlandı. Burdur’da pancar üreticisi köylüler, küspe satışında yapılan yolsuzluğa engel olmak için, bir sürü yetkilinin kapısını çalıp eli boş döndükten sonra, nihayet Aralık ayında, traktörlerle şehre inip fabrikaya yürüdüler. 1970 yılının ilk ayında bildiğimiz Akhisar ve Ödemiş mitingleri oldu. Tekirdağ’ın Kaşıkçı, Taşomurca, İsmailli ve daha birçok köylerinde öteden beri devam eden kaynaşmalar iyice kızıştı ve gittikçe de kızışıyor.” (Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 5-19, Mayıs 1970, İ.Kaypakkaya, Seçme Eserler, s.132)

Türkiye'de sınıf mücadelesinin seyrini anlatırken 1960'la başlayan, 1960'ların ortalarında giderek şekillenen ve 1968'de dünya çapında gelişen devrimci hareket ve bunun Türkiye'deki iz düşümüne değinmeden geçemeyiz.

1968 yılının gök gürültüsü ve çakan şimşekler öncesi biriken bulutların en büyük kütlesini 1966 yılında Çin'de Mao Zedung önderliğinde başlatılan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyaya yayılan etkisini görmemek ’68 hareketine ruhunu veren gelişmeleri anlamada eksik bir taraf bırakır. 1917 Ekim Devriminin dünyaya yayılan etkisi ve Ekim Devriminin sadece Rusya’ya özgü olmaktan çıkarak evrensel bir standart olmasını 1949 yılında Çin'de gerçekleşen devrim izlemiştir. Çin Demokratik Halk Devrimi, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler için evrensel bir standart oluşturdu. Mao Zedung’un ML'ye yaptığı en büyük katkılardan biri de sosyalizmde sınıflar ve sınıf mücadelesinin sosyalizmde de süreceği ve kimin kazanacağının hala belli olmadığı tezidir. Bu tezin doğruluğu ve önemi, başta Sovyetler ve bizzat Mao’nun ülkesi Çin’de olmak üzere defalarca ispatlandı. 1917 Ekim Devrimiyle başlayan ve dünyanın büyük bir coğrafyasında demokratik cumhuriyetlerin ve sosyalist ülkelerden bugüne geriye bir tek ülkenin kalmaması, tüm kazanılmış mevzilerin, komünist partisi içinde boy veren yeni burjuvazinin eline geçmesi her şeyi anlamaya yeterlidir. İşte bunu Çin özgülünde gören Mao Zedung, 1966 yılında yeni burjuvaziye karşı başlattığı BPKD ile, sosyalizmden geriye dönüşü engellemiş ve sosyalist Çin'de yeni bir devrim yaparak yeni bir standart oluşturmuştur. İşte bu etki tüm dünyaya yayılmış ve sosyalizme karşı sempatiyi yükselterek yeni komünist partilerin doğmasına yol açmıştır. Örneğin İ. Kaypakkaya’nın da belirttiği gibi Türkiye'de TKP/ML'nin kuruluşu BPKD’nin doğrudan sonuçlarındandır. 1968 öğrenci hareketinin bu devrimci ruhu 1971'de örgütlenmiş üç ihtilalci örgütünü ortaya çıkardı. THKPC, THKO ve TKP/ML, Türkiye devrimci hareketinin soy ağacının dalları olarak tarih sahnesine çıktılar.” (Özgür Gelecek, Mayıs 2018)

1971 devrimci çıkışı Türkiye'de sınıf mücadelesin seyrini köklü olarak değiştirdi. Sınıf bilinçli proletaryanın öncü gücünün aradan geçen 50 yıllık suskunluktan sonra doğmuş olması, sınıf mücadelesi açısından nitel bir sıçrama olmuştur. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ortaya koyduğu tezler, Türk devletinin niteliğinin doğru anlaşılmasını sağlamıştır. O, Kemalizm’in anti-emperyalist olduğu, halkçı olduğu, bağımsızlığı getirdiği vb. tüm tezleri yerle bir ederek Kemalizm’in koyu faşist bir diktatörlük olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye devriminin niteliği ve izleyeceği strateji ve de Kürt ulusal sorununa getirdiği çözümlemeler sınıf mücadelesinin önünü açmıştır.

1970'lerde hızla yükselen devrimci mücadeleye paralel olarak gelişen işçi ve köylü hareketleri, düzeni oldukça sarsan gelişmeler oldu. 15-16 Büyük İşçi Direnişi komprador burjuvaziyi oldukça korkutan en büyük işçi direnişi olarak tarihe geçti.

ABD emperyalizmi, Türkiye'deki bu gelişmeleri yakından izleyerek bir askeri darbenin yapılmasını sürekli teşvik etti. Nitekim 12 Mart askeri darbesi yapılmadan önce ABD'ye giden Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, kendisi için verilen bir yemekte yanına gelen ABD Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Gen Ryan'ın kendisine “orgeneral Ryan ile baş başa olduğumuz sırada bana, Türkiye'deki olaylar hakkında bazı sorular sordu ve sözü getirip, -siz askerler, bir müdahalede bulunmanın tam zamanı olduğunu düşünüyor musunuz-? gibi bir  niyet yoklamasında bulundu” diyecek ve çok geçmeden Türkiye'de askeri darbe gerçekleşecekti. (Aktaran Suat Parlak, Ortadoğu ve Yeni Dünya Düzeni, s.298)

12 Mart askeri darbesinin tıpkı 12 Eylül askeri faşist darbesi gibi ABD tarafından tertip edildiği kuşku götürmez bir gerçektir.

12 Mart askeri darbesiyle birlikte yoğun bir baskı dönemi başladı. Tüm demokratik haklar gasp edildi. Sıkıyönetimle birlikte, grev ve direnişler yasaklandı. DİSK, DEV-GENÇ, DDKO, TÖS gibi tüm yasal kurumlar yasaklandı. Milli Nizam Partisi ve TİP de yasaklanarak kapatıldı.

12 Mart'la birlikte başlayan operasyonlar sonucu esir alınan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan yargılanıp idama mahkûm edildiler. Denizleri idam kurtarmak için Mahir Çayan ve bir kısım THKO kadroları, 26 Mart 1972’de Ünye'deki NATO radar üssünden çalışan iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırıp idamları durdurmak için Tokat'ın Niksar İlçesine bağlı Kızıldere köyüne geldiler. Burada yapılan bir ihbar sonucu 30 Mart 1972’de katledildiler.

Bunu Ocak 1973 tarihinde esir alınıp Amed Hapishanesi’ne konulan Türkiye proletaryasının önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilmesi izledi. 12 Mart böylece devrimci hareketinin en radikal örgütlerini, kurucu kadrolarını ve militanlarını katlederek geçici bir nefes aldı.

Devrimci hareket, 1974 Af”fı ile dışarı çıkan kadrolar ve dışarıdaki kadroların örgütlenmeleri ile birlikte yeniden örgütlendi. 1974 ve 1980 arası Türkiye'de devrimci durum alabildiğine yükselmiş ve kitleler hızla örgütlenmişti. 1980 askeri faşist cuntasına kadarki işçi grevleri, öğrenci boykotları, sokak direnişleri ile buluşan proletarya partisi ve diğer devrimci örgüt ve partiler kitleler içinde büyük bir kitlesel güce ulaşmayı başardılar.

Tüm bu olumlu gelişmeler devrimci hareketin süreci iyi tahlil etmemesi sonucu yenilgisini de birlikte getirdi. Hâkim sınıfların yönetememe durumu ekonomik krizle birleşmiş ve sermaye kendi kurtuluşunu askeri bir darbeyle olacağını bas bas bağırmasına rağmen devrimci hareket bunu fazla ciddiye almayarak rahat hareket etti. Faşist diktatörlük cuntaya giden ilk adımı 1978'de Maraş katliamıyla attı. Ardından gelen sıkıyönetim ve artan baskılar, faşist katliamlarla birlikte proletarya partisi ve devrimci hareketin önemli bir bölümü cuntanın ayak seslerini tespit etmesine karşın bunun önlemini almayarak cuntaya hazırlıksız yakalandı ve büyük bir yenilgi aldı.

12 Eylül askeri faşist cuntası, çok kanlı bir süreci başlattı. Burjuva partiler de dahil tüm yasal kurum ve kuruluşlar yasaklandı. DİSK başta olmak üzere sendikacıların önemli bir bölümü yargılandı. Ankara, Diyarbakır ve Metris Hapishaneleri birer işkence merkezi olarak çalıştı. Onlarca devrimci işkenceyle katledilirken onlarcası ise ölüm oruçlarında ve açlık grevlerinde hayatlarını kaybetti.

12 Eylül askeri faşist cuntası darbe sonrası Kürtlere karşı özel bir politika geliştirdi. Diyarbakır Hapishanesi’nde devlet, Kürt devrimcilere karşı tarihin en büyük saldırısını gerçekleştirdi. Sırf Kürt oldukları için yıllarca süren işkenceyle Kürt devrimcilere karşı özel bir saldırı politikası geliştirildi. Ölüm oruçlarında, açlık grevlerinde ve işkence sonucu 34 Kürt devrimci hayatını kaybetti. 1980 sonrası gerileyen devrimci duruma rağmen Türkiye devrimci hareketi ve Kürt ulusal hareketi en büyük direnişi hapishanelerde gösterdi.

Cunta, devrimci hareketi yenilgiye uğratmış olsa da teslim alamadı. 1984 yılında Kürt Ulusal Hareketi’nin Ağustos hamlesi ülkedeki pasif ve geri durumu alt üst etti. Bunu 1989 işçi direnişleri izledi. 1990'larla birlikte devrimci hareket ve proletarya partisi önemli hamleler geliştirdiler. Eski güçlerine kavuşamamış olsalar da faşist diktatörlüğe karşı direnişlerini ve savaşımlarına ara vermeden devam ettirdiler.

100. Yılında Kadın Hakları Ve Kürt Kadınlar Üzerindeki Baskılar

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, temel hak ve özgürlüklerin tanımasında (küçük kırıntılar dışında) hiçbir ciddi adım atılmamıştır. Kısmi bazı “demokratik” hakların tanınmasındaki esas belirleyici durum Rusya'da gerçekleşen Sosyalist Ekim Devrimdir. Devrimin etkisi tüm dünyayı sarmış ve bu etki birçok ülkenin savaş sonrası sosyal hakları genişletmesini birlikte getirmiştir.

Yeni Türk devletinin ilanından sonra “eşitlik” kavramı cumhuriyetin “özü” imiş gibi lanse edilse de bunun tersine ülkenin askeri faşist bir diktatörlükle yönetilmesi esas alınmıştır. Ulus ve azınlıklara karşı yapılanlar, işçi haklarının tanınmaması, sendika ve partilerin kurulmasına müsaade edilmemesi, seçilme hakkının (milletvekili seçimi, valilik atamaları) tamamen CHF (CHP)’nin belirlediği isimlerden oluşması, tüm bunlar cumhuriyetin bir burjuva demokratik devrimden uzak olmasıyla ancak açıklanabilinir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kadınlara tanınan haklar oldukça geri bir durumdaydı. Bunu daha devletin resmi olarak “cumhuriyet” olarak ilan edilmeden önce 3 Nisan 1923 tarihinde mecliste kadın hakları tartışıldığında görüyoruz. Meclis kadınlara tanınacak hakları 'ayrımcılık olur' gibi komik bir gerekçeyle ret etmiştir. Kadınlar bu dönemde kendi hakları için seslerini yükseltmiş, seçme ve seçilme haklarını istemişleridir. Ayrıca kadınlar kendi partileri “Kadınlar Halk Fırkası” kurulması için çalışmalara başlamışlardır. Kadınlar bu taleple 1 Nisan 1923'de meclise baş vurmuş, talepleri meclis tarafından ret edilmiştir. Kadınlar bu taleplerinin ret edilmesi üzerine “Türk Kadınlar Birliği” adlı bir dernek kurmuşlardır. Kadınlar, kendi hakları için mücadeleyi bırakmamışlardır. Bu mücadeleleri 1935 yılında ilk kazanımı getirmiş ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmak zorunda kalınmıştır. Kadınlar bu hakkı elde ettikten sonra kurdukları “Türk Kadınlar Birliği” adlı derneği feshetmişlerdir.

Kadınların 1930 yılına kadar yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakları yoktu. Bu değişiklik kadınların verdiği mücadeleyle 31 Mart 1930 yılında yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan oturumda, ‘Belediye Kanunu’nda' yapılan değişiklikle kabul edilmiştir. Kadınlar bu hakkı elde ettikten dört yıl sonra, ilk kadın Belediye Başkanı yardımcısı olarak Bursa'da Zehra Budunç seçilmiştir. Kadınlar kendi hakları için mücadeleyi bırakmamış ve bu mücadeleleri sonucu 1933 yılında ise “muhtarlık ve ihtiyar heyetine seçme ve seçilme” hakkını elde etmişlerdir. Bu hakkın elde edilmesinde sonra ilk kadın muhtar Aydın'ın Çine ilçesine bağlı Demircidere köyündeki Gül Esin olmuştur.

Kadınların 1934 yılına kadar zorlu bir hak alma mücadelesi verdiklerini görmek gerekir. Bu çerçevede kadın hakları mücadelesinde verilen bu mücadelelerin devrimci ve sosyalist bir yönü olmamakla birlikte, 'cumhuriyet kadını' etrafında bir kadın mücadelesi olması kadınların hak alma mücadelesindeki haklılığını görmemizi engellememelidir.

Kadınlar seçme ve seçilme hakkı kazandıktan sonra meclisteki sayılarına baktığımızda, kadına bakış ve toplumsal yeri bakımından istenilen bir yerde olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Bunun esas nedeni, erkek egemen ve feodal bakış açısı olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Bunu meclisteki sayılarda doğrulamaktadır. 1935 yılında meclisteki kadın sayısı 18'dir. Bu sayı 1947 yılında 16'ya düşmüştür. 1950'de 3'e, düşmüş, 1957'de bir miktar artarak 7'ye yükselmiştir. 1923 ve 1950 yılları arasında bir kadın bakan hiç olmamış, Keza kamusal alanda kadınlara yer verilmemiştir. Kadınlar daha çok, öğretmen, hemşire, doktor, tezgahtar gibi mesleklerde çalışmışlardır.

Kemalistler, kadınlara tanınan bu hakların 'cumhuriyetin kazanımları' olmasıyla övünseler de, bu haklar kadınların verdikleri mücadeleler sonucu kabul edildiği gerçeğini değiştirmiyor.

Kemalist cumhuriyet, kadın emeğinin kullanılması, iş gücü açığının kadınlarla kapatılması için çalışma ve iş hayatında bazı değişikler yapmak zorunda kaldı. Kadınların doğum öncesi üç ay, doğum sonrası üç ay izinli sayılması, 1930 yılında çıkartılan çalışanlara “tatil, çalışma koşulları” vb değişikler ileri adımlar olarak görülse de kadınlar bu haklardan yeterli derecede yararlanamamıştır.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınlara tanınan bu 'haklarla' birlikte, yerel alanlarda, vali, kaymakam, belediye başkanı olamamışlardır. Keza mecliste kadınlar hiçbir zaman çoğunlukta olmamıştır. Bırakalım çoğunlukta olmasını, eşit düzeyde bile olamamışlardır. Bunu ancak devletin niteliği ile açıklayabiliriz.

Yeni Türk devleti kurulduğunda, sömürge yapısı yarı-sömürge, devletin toplumsal yapısı feodal yapıdan yarı-feodal yapı olarak kaldı. Feodalizmin varlığı, tüm yaşam biçimini belirleyen bir yerde durmaktadır. Kadına bakış bu feodal anlayışın yansıması olarak erkek egemen düşüncenin hâkim halde olması, kadına bakışın belirleyici yerinde duruyor. Bu sadece feodal ya da yarı feodal bir sitemde değil, kapitalist ve emperyalist ülkelerde böyledir. Bu ülkelerde de erkek egemen düşünce kendisini daha farklı ve 'modern' şekilde göstermektedir.

1923'lerin Türkiye'si hem ekonomik hem de kültürel olarak geri bir durumdaydı. Emperyalizme bağımlı bir ekonomi ve feodal bir kültür toplumu ileri götürmenin önündeki en büyük engeller olarak duruyordu.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, kadınlara 'tanınan' haklardan esas olarak yararlanan şehirlerde yaşayan kadınların bir bölümü olmuştur. Bunun dışında kalan gerek kırsal alanda gerekse de şehirlerde yaşayan kadınlar tamamen dinin etkisi altında ve erkek egemen bir toplumda yaşamak zorunda kalmışlardır. Zorla evlendirme, çok eşli evlilikler, başlık parası, kız çocuklarının okula gönderilmemesi, namus cinayetleri kadınların karşılaştıkları en büyük sorun olarak günümüze kadar devam etmiştir.

Kemalistler, kadını ulus devlet yaratma sürecinde bir yapı taşı olarak kullandılar. Atatürk, her fırsatta kadını bir obje olarak görmüş, kadının bilimsel alandaki başarısı yerine, kadınların güzellik yarışmasında birinci gelmeleri, peçeyi atarak, makyaj yapmalarını 'modern Türkiye'nin yüzü' olarak göstermeden öteye gidememiştir.

Kadın hakları sorunu sadece Türk kadınlarını kapsayan bir sorun olarak ele almak büyük bir eksikliktir. Türkiye'de kadın sorunun önemli bir kesimini de Kürt ve azınlık ulus kadınları üzerindeki baskılar oluşturmaktadır.

1923 Türkiye'si (ve günümüz açısından da) erkek egemen bir toplumdur. Bundan Kürt toplumu azade değildir. Kürt kadınlar feodal ve dinin etkisinin oldukça güçlü olduğu erkek egemen bir toplumda yaşamışlar ve yaşıyorlar.  “Kürt kadınının kimlik mücadelesinde önemli bir diğer temel faktör ise Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan beri Türkiye Kürdistan’ına uyguladığı baskıcı politikalardır. Az gelişmişlik ve geleneksel ataerkil feodal toplumun yükünü en çok çeken kadıların omzuna, özellikle 1980 askeri darbesinden sonra eşlerini ve çocuklarını faili meçhullerde kaybetme, daimi surette şiddet ortamında yaşama ve ailenin devamlılığını hem ekonomik hem de sosyal anlamda sürdürme yükü binmiştir. Kürt kadınlarının Türk hemcinslerine görece daha erken siyasallaşması ve barış hareketlerinde aktif rol üstlenmesinin en önemli sebeplerinden biri budur. Birçok Kürt kadını yakınlarını kaybettiği, ya da bizzat kendileri cezaevine koyulduğu için siyasallaşmış ve Kürt ulusal mücadelesine dâhil olmuştur. Görülen odur ki, devletin bastırma, sindirme, eritme ve homojenleştirme politikaları, Kürt kadınları özelinde, amaçlananın tam tersi bir etkiye yol açmıştır. “Ulus” kimlik kodlarının taşıyıcısı olarak görülen kadınların güçlenmesinde, hem ataerkil geleneksel yapının baskısı ve buna bir başkaldırma, hem de devletin politikalarına karşı durma güdülerinin önemli bir bileşeni söz konusudur. Bu da Kürt kadınının siyasi harekette ön saflara geçmesine ve geleneksel Kürt feodal toplum yapısını değiştirmeye başlamasına sebep olmuştur.”  (Maya Arakon Azınlık, kadın ve Kürt olmak)

Cumhuriyet tek ulus (Türklüğü) esas aldığı için, bütün politikasını bunun üzerine kurmuştur. Bu egemen bakış açısı Kürt kadını için çok daha ağırdır. Kürt kadınlarının hem kadın olmaları hem de Kürt olması, Kürt kadınlarının çifte bir baskı görmelerini birlikte getirmiştir. Okuma yazma oranının en düşük olduğu kesimlerin başında Kürt kadınları gelmiştir. Bunun nedeni Türk devletinin asimilasyoncu politikasında görmek gerekir. Türk devleti Kürtleri Türkleştirmenin ötesine geçmemiştir. Kürt kadını da bundan fazlasıyla nasibini almıştır.

Faşist Kemalist cumhuriyet, 1938 yılında Dersim'de gerçekleştirdiği katliamda binlerce Kürt-Alevi kadını katletti. Kadınlara yapılan işkence ve tecavüzler sağ kurtulan kadınlar üzerinde yıllarca travmaya yol açtı. Annelerinden zorla kopartılan yüzlerce kız çocuğu savaş ganimeti olarak Türk subaylarına verildi.

Tüm bu baskı, inkârcı ve asimilasyoncu politikalara karşın Kürt ulusu kendisinin kurtuluşu mücadelesi vermiş ve önemli adımlar atmıştır. Kürt kadının bu mücadeledeki yeri ve fedakarlığı önemli bir yerde durmaktadır.

1923'ten 1938'lara kadar süren Kürt isyanlarının bastırılması sonucu katliamlara uğramaları sonrası bir suskunluk dönemi yaşandı. Kürt ulusal mücadelesi 1946 kadar suskun bir dönem geçirmiştir. Bu suskunluğun temeli örgütlü olmamalarıyla açıklanabilinir.

1946'da çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte Kürtler de yeni arayışlara girdiler. Önce Demokrat Parti'den bazı beklentilere giren Kürtler, DP'den umudunu bulamadı ve 1960'lardan sonra farklı oluşumlara girmeye başladılar. TİP'in kurulmasıyla bu partide örgütlenen Kürtlerin dışında kalan bir kısım Kürt aydını ise 11 Temmuz 1965’te Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP)’sini kurdular. Bu oluşum 1971 askeri darbesi sonrası yasaklandı ve yöneticileri yargılandı. 1978'de PKK'nın kurulması, Kürt ulusal mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1980 askeri faşist darbesi tüm toplum üzerinde korkunç bir baskı uyguladı. İşkencede onlarca devrimci ve ilerici katledildi. Amed hapishanesi Kürt devrimcileri Türkleştirme laboratuvar gibi kullanıldı. Ancak, cunta bu politikasında başarılı olamadı. Kürt devrimciler direndiler ve teslim olmadılar. Özellikle Kürt kadınları büyük bir direniş göstererek teslim olmadı.

1990'larla birlikte T. Kürtdistanı’nda büyük bir değişim yaşandı. Kitlesel olarak örgütlenen Kürtler mücadele geliştikçe bilinçlendiler. Feodal anlayışlar ulusal bilinçle yıkıldı. Kürt kadını bu süreçte öne çıktı. Mücadeleye kitlesel olarak katılan Kürt kadını kendi içinde de büyük bir değişim yaşadı. Kürt kadın örgütlüleri hızla artmaya başladı. Kürt kadınları legal olarak kurulan Kürt partileri içinde de büyük sorumluluklar aldılar. Parti eş başkanı görevlerini üslendiler. Meclise en fazla giren Kürt kadın milletvekilleri oldu.

100. Yılda Alevilerin Uğradığı Baskılar

Türk devletinin kuruluşunun 100. yılında Kürt ulusuna ve diğer azınlıklara, keza Sünni İslam inancının dışında kalan azınlık inanç kesimlerine uyguladığı baskı anlatılırken, Türk devletinin özel olarak hedef aldığı Alevilere değinmeden geçemeyiz.

Aleviler sadece Kemalist Cumhuriyet döneminde baskıya uğramadılar. Anadolu Alevilerinin baskıya uğrama ve ötekileştirilmeleri 14. Yy. kadar gitmektedir. Yavuz Sultan Selim’den Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar yüzlerce yıl saldırıya uğradılar. Şeyh Bedrettin İsyanı’nda olduğu gibi örgütlenip başkaldırdıkça katledildiler.

TC'nin kuruluşunun 100. yılında, ülkedeki gelişmeleri incelerken Türkiye'de yaşayan inanç gruplarının 100 yıldır uğradığı haksızlık ve katliamları sınıf bakış açısıyla ele almak önemlidir.

TC'nin kuruluş felsefesinde “tek millet” anlayışının yanında “tek din” anlayışı olarak da Sünni İslam benimsenmiştir. Kemalistler bunu kurdukları Diyanetle pekiştirerek resmileştirmişlerdir. Bu aynı zamanda “Kurtuluş Savaşı” yıllarında Mustafa Kemal'le ittifak içinde olan din insanlarının Cumhuriyeti benimsemeleri için onlara verilen bir garantiydi. Bu garanti, anayasaya “Türk Devletinin Dini İslam’dır” maddesinin eklenmesi ile daha da görünür kılındı.

Sünni İslam dışındaki diğer hiçbir dini azınlığa hayat hakkı tanınmadı. Yahudiler, Hristiyanlar ve Aleviler sürekli baskı altına alındı. Kilise ve Sinagogların kapatılması, yenilerinin açılmaması resmi devlet politikası olarak sürekli gündem de tutuldu. Aleviler ise en fazla baskı gören kesim olarak devletin çok daha özel saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Alevilerin “kestikleri hayvanların haram olduğu, mum söndürme törenlerinde herkesin birbiriyle ilişkiye geçtiği, bir Alevi’yi öldürenin cennete gideceği” vb. propagandalar Alevileri “yer altına” çekti.

Köylerden şehirlere göç eden Aleviler, 1990'ların başına kadar komşularına Alevi olduklarını söylemekten dahi çekinmişlerdir. İş bulmada sürekli bir ayrımcılığa uğradılar. Bir Alevinin devletin resmi makamlarında, bakan, hâkim, savcı, kaymakam olması çok istisnai bir durumdur. Bizzat Diyanet’in görevlendirdiği hocaların camilerde yaptığı propaganda sonucu, Sünni İslam dinini benimseyen bir erkek ya da kadının bir Alevi ile evlenmesi günah sayıldı, yasaklandı. Aleviler köylerde ibadetlerini yakın zamana kadar hep gizli yaptılar. Jandarma korkusu hiçbir zaman bitmedi.

Aleviler Osmanlı’dan Kemalist Cumhuriyet’e geçişle birlikte laikliği benimsedikleri için, TC'nin kuruluşunun ilk dönmelerinde Kemalist Cumhuriyet’le aralarına çok fazla mesafe koymamaya çalıştılar. Atatürk'ün de Alevi olduğu propagandası, Alevilerde Cumhuriyet’e daha fazla sahip çıkma duygusunu geliştirdi.

Ne var ki, Kemalistler Sünni İslam’ı devletin resmi dini ilan ederek diğer tüm inanç kesimlerini yok saydılar. Kemalistler, ulus devleti esas aldıkları için tüm diğer ulus ve azınlıkların yok edilmesini devlet politikası olarak hayata geçirdiler.

29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etmeden önce Lozan'da, emperyalist devletlerle yürütülen pazarlıkla ilgili Rıza Nur, Hayat ve Hatıralarım (1967) anılarının bir bölümünde Lozan görüşmelerinde geçen bir hadiseyi aktarır: “Anadolu’da yaşayan ‘iki milyon Kızılbaş’ nüfus olmuştur. Avrupalılar bu topluluğun ‘din’ kavramına işaretle ‘azınlık’ olarak tanınmasını talep ederken Türk heyeti bu insanların ‘halis Türk’ olduğunda ısrar ederek, Kürtler gibi Aleviler de yok sayılmıştır.”

Bu düşmanlık sadece Lozan'da değil, Cumhuriyet’in ilanından sonra da devam etmiştir. “Hasan Reşit Tankut’un Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler çalışması önemli bir örnek olarak sunulabilir. Tankut’un CHP’ye ‘mahsus’ hazırladığı raporda geçen şu ifade dikkate değerdir: Cumhuriyetçilik onlara aykırı gelmez. Milliyetçilik anlayışları henüz olgun değildir. Fakat, anlatmak müşkül olmaz. Devletçilik insiyak olarak mevcuttur. Fakat, onların devletçiliği bir nevi tekke sosyalizmidir.’” (Komünistlik bu zümreye bu yolla girebilir, s. 110, Aktaran Besim Can Zırh, Gazete Duvar)

Kemalist Cumhuriyet Aleviler için kurtuluş umudu olarak görülse de bu umutları çok sürmedi. Yeni Türk devleti aleviler içinde bir kabusa dönüştü.

Kemalist Cumhuriyet 1923’te yeni devleti Türklüğü esas alarak kurdu. Kürtler ve diğer azınlık milliyetler yok sayılarak kuruldu. 1915’te başlayan Ermeni soykırımı ile azınlık milliyetlerin mal varlılarına el konulması ile yaratılan yeni Türk burjuvazisinin gelişip palazlanması, Lozan sonrasında daha da sistemli bir hale getirildi. Rumların Ege’den sürülmesi, İstanbul'da Rumlara ve Yahudilere karşı başlatılan katliamlar, mal varlıklarına el konulması, Kürtlerle devam eden katliamlar Kemalist Cumhuriyet’in değişmez politikası olarak bugünlere kadar geldi.

Alevilerin yeni Türk devletinin ''laik'' bir cumhuriyet olduğu fikrinden etkilendiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Kemalist Cumhuriyet’in laiklik anlayışının felsefi olarak anlam yüklenen laiklikle yakın olduğu söylenemez.  Evet Kemalist Cumhuriyet “tekke ve zaviyeleri” kapattı. Bunu Alevilerin en kutsal saydıkları “dedelik ve seyyidilik” gibi unvanların kullanılmasının yasaklanmasına kadar götürdü. Bunu yapan Kemalistler, diğer yandan Diyanet İşleri Bakanlığı'nın kurarak zıddı bir laiklik anlayışını da benimsemiş oldular. Aleviler buna rağmen Kemalist Cumhuriyet’ten bir bütün olarak uzaklaşmadılar. ''Kemalizm’in seküler ve halkçı fikirlerini büyük ölçüde desteklemişlerdir. Bu olgu, laikliğe yüklenen anlamla ve Sünniliğe karşı konumlanışla, Sünniliğin devlet destekli olarak yükselişine tepki olarak kendini var etme çabasıyla açıklanabilir.” (Okan; 2024).

Aleviler, genel bir belirleme olarak 1960'lara kadar suskun ve bastırılmış bir hayat sürdüler. 1946 yılında çok partili döneme geçildikten sonra Demokrat Parti’ye bel bağlayan Aleviler, Demokrat Parti'den de umduklarını bulamadılar. Yeniden kendi içine çekilen Aleviler, 1960 Askeri Darbesi’nden sonra Kemalistlerin toplumsal muhalefeti susturmak ve topluma bir kez daha Kemalizm’i şirin göstermek için yapılan yeni anayasayla demokratik hakların kısmi olarak kullanılması gibi gelişmeler Aleviler için yeni bir sürecinde başlangıcı sayılabilir.

Ülkede gelişen öğrenci hareketi, sendikaların kurulması, derneklerin açılması, demokrasi güçlerinin toplumsal gelişmede oynadığı rol Alevileri de harekete geçirdi. 1968 gençlik hareketi ve bunun ülkemizdeki iz düşümü olarak radikal devrimci hareketlerin sınıf mücadelesinde yerlerini almaları Alevilerin yüzlerini devrimci harekete dönmesini sağladı. Binlerce Alevi işçinin fabrikalarda örgütlenmesi, sendikalara üye olması vb. Alevilerin devrimci örgütlerle kurdukları bağların sonucu olarak sınıf bilinçleri de gelişti.

Aleviler bilinçleri geliştikçe kendi örgütlülüklerini kurmada ciddi adımlar attılar. 1963 yılında İsmet İnönü hükümeti “Diyanet İşleri Teşkilat Yasasında” yaptığı bir değişiklikle Diyanet’e bağlı “Mezhepler Müdürlüğü” açarak Alevilerin de Sünni İslam dini içinde temsil edilmeleri planlandı. Bunun üzerine Alevi gençlerden Seyfi Oktay, Mustafa Timisi, Ali İlhan ve Engin Dikmen yayınladıkları bir bildiriyle Diyanet’i kınayarak, Diyanet kurumunun her dine eşit mesafede yaklaşmasını, Alevilere de bu “düzlemde yaklaşılması” istendi.

Bu hareketi başlatan bir kısım Alevi aydını, 1966 yılında Birlik Partisini kurdular. BP, Aleviler arasında önemli bir heyecan yarattı. BP, programında “din ve vicdan özgürlüğünü, diğer inançların ibadetlerini yapmalarının” serbest bırakılmasını savunuyordu. Parti, 1971 yılında yaptığı 3. Kongresinde partinin adının önüne “Türkiye” ismini ekleyerek, 1973 yılında girdiği milletvekili seçimlerinde 8 milletvekiliyle parlamentoya girmeyi başardı. 

Devlet, Alevilerin devrimci örgütlerle olan yakınlığı ve toplumsal hareket içindeki yerlerini büyük bir tehlike görerek bunun bedelini 1970’lerin sonunda Erzincan, 1974'te Malatya, 1978’te Kahramanmaraş, Sivas ve Çorum'da ve 1993'te Sivas’ta fazlasıyla ödetti.

1980 darbesi sonrasında Aleviler de faşist cuntanın hedeflerinden biri oldu. İbadetlerini yeniden gizli yapmaya başladılar. Cunta tüm Alevi köylerine cami yaparak, imam atayarak Alevileri Sünnileştirmek için büyük bir çaba harcadı. Açılan İmam Hatip Okulları, Alevi çocuklarının asimilasyon yerlerine dönüştürüldü.

Alevilerin büyük bir baskı gördüğü son yirmi iki yıllık dönemin sorumlusu AKP iktidarıdır. AKP'nin Alevilere karşı politikasının ana eksenin de Alevilere haklarını tanımak ve özgürce kendi inançlarını yaşama üzerine kurulmamıştır. AKP, iktidara gelmeden önce tüm topluma karşı yaptığı takiyeyi Alevilere karşı da yapmıştır. Her fırsatta Alevilerin İslam’ın içinde olduğunu söylemiş bunun tutmadığı yerde ise Alevilere karşı gerçek yüzünü göstermiştir. “Cemevlerinin ibadet yeri olmadığı” çıkışıyla Aleviler ötekileştirilerek toplum dışına atılmıştır.

AKP, Alevileri İslam’ın içine çekme ve eritme politikası izlemiş, tepkilerini denetim altına almak için Gülen Cemaati üzerinden cemevi-cami projeleri vb. geliştirmiştir. İlk adımı 2013 yılında Yozgat ve Ordu illerinde hayata geçirilen cemevi-cami projesine karşı ciddi tepki gelmeyince, bu proje kırsal alanlardan şehirlere doğru yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu girişimin ilk adımı, 2013 yılı Eylül ayında Cem Vakfı tarafından hayata geçirilmiş, projenin masrafları da Gülen Cemaati tarafından karşılanmıştır. Projenin temel atma töreninde Aleviler günlerce protesto gösterilerinde bulunmuşlardır.

Benzer bir adım 2015 yılında Dersim Üniversitesi Rektörü Durmuş Boztuğ tarafından açıklandı. Kampüs içinde ''cemevi cami'' projesini hayata geçirmek istediklerini açıklayan Boztuğ’un girişimi ile ilk defa bir üniversitede cemevi-cami yapılmış oldu.

1990'lardan sonra Aleviler kendi hakları için daha fazla öne çıkmaya başladılar. Dağınık olan Alevi toplumu, bu tarihten sonra kendi içinde örgütlenmeye, örgütlü hareket etmeye başladı. Aleviliğin doğuş, gelişim ve kendi içindeki farklılaşması başlı başına bir araştırma konusudur. Resmi İslam dininden farklı olan Alevilik üzerine yapılan araştırma ve değerlendirmeler Aleviler içinde de farklı grupların doğmasına neden olmuştur. Esas olarak iki eksen üzerinden yapılan tartışmaların bir yanında Aleviliğin ‘bir inanç biçimi olduğu’ ve ‘Aleviliğin Sünni inanç biçiminden farklı olduğu’, bir diğer ekseninde, Aleviliğin ‘bir kültür ve yaşam biçimi olduğu’ tartışmalarıdır.” (Besim Can Zırh, Gazete Duvar)

Alevilerin İslam’ın içinde olduğunu söyleyen Cem Vakfı gibi örgütler devlete daha yakın durarak, toplumsal gelişmelerden uzak tutup Alevileri sadece Aleviliğin dar sınırları içine hapsetmek isterken, önemli bir kesim Alevi örgütleri ise kendilerini toplumsal gelişmelere daha fazla yakın hissetmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin Aleviler içindeki örgütlenmesi, Aleviliği inanç mücadelesinin yanında ulusal mücadeleye de yakın durmaya sevk etmiştir.

HDP'den parlamentoya giren Alevi milletvekilleri, Alevi sorununu daha fazla tartışılır hale getirerek, toplumsal bir bilinç oluşturulmasında önemli katkılar sundular. Zorunlu din derslerine karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne açılan davalarla kendi hakları için mücadeleyi uluslararası alana taşımada önemli bir adımlar attılar.

AKP, Alevileri düzen içine çekerek etkisizleştirmek için birçok girişimde bulundu. Bazı Alevi örgütleri vasıtasıyla cemevlerindeki dedelere maaş bağlanmak istenmesine karşı ciddi tepki gösterildi. Ülke içinde ve ülke dışında yaygın olarak kurdukları cemevleriyle toplumsal bir güç olmayı başardılar. Birçok kez “eşit yurttaşlık için” yürüyüş ve mitingler düzenlediler. En büyük Alevi mitinginden biri de 9 Kasım 2008’de Ankara'da düzenlenen “Büyük Alevi Mitingi” oldu.

AKP, Alevilerin önünü kesmek için 2009 yılında “Alevi Çalıştayı” gerçekleştirdi. Bu çalıştayın devamı olarak yedi çalıştay daha yapıldı. Bu çalıştayların raporu, 2010 yılında yayınlandı ve Alevilerin haklarına ilişkin hiçbir somut sonuç içermeyen bu raporla birlikte AKP, bildiğini okumaya devam etti. Bu çalıştayla birlikte, Muharrem Orucu vesilesiyle kurulan “iftar sofrası” ise AKP'nin şovundan öteye gitmedi.

Sonuç olarak Kemalist Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Aleviler, diğer azınlık inançlar gibi görünmez kılındı. 100 yıl sonra dönüp bakıldığında Türk devletinin aynı yerde durduğu, demokrasi ve insan hakları konusunda bir adım dahi ileri gitmediği görülmektedir.

AKP Türkiye'si ve Sınıf Mücadelesi

16 Ocak 1998'de Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi içinde başlayan liderlik yarışında ''Yenilikçiler''i temsil eden Abdullah Gül parti kongresinde Recai Kutan’a karşı yarışı kaybetti. Fazilet Partisi’nin 22 Haziran 2001 tarihinde kapatılmasının ardından kurulan Saadet Partisi'nin ''eskiyi'' temsil ettiğini ileri süren Abdullah Gül, R.T.Erdoğan ve ekibi ''Milli Görüş gömleğini çıkardıkları”nı söyleyerek 14 Ağustos 2001’de AKP'yi kurduklarını ilan ettiler.

AKP, Türkiye'de ekonomik ve yönetememe krizinin olduğu bir süreçte emperyalistlerin de verdiği destekle 3 Kasım 2022 tarihinde yapılan erken genel seçimde oyların %34,28'i alarak tek başına hükümete geldi.

AKP, hükümete geldiğinde siyasi yasağı olan R.T.Erdoğan başbakan olamadı. CHP'nin desteğiyle siyasi yasağı kaldırılan Erdoğan Siirt'ten milletvekili seçilerek Başbakan oldu.

AKP, ilk kurulduğunda ülkedeki yoksulluğu, yolsuzluğu ve yasakların toplum üzerindeki etkilerini kullandı. Tüm seçim propagandası boyunca ''3Y''yi kullandı ve seçimi çok rahat bir şekilde kazandı. %34,28 çoğunluğu temsil etmemesine karşın Türkiye'deki seçim sitemi her defasında bu yolla AKP'nin iş başına gelmesinde belirleyici oldu. 

AKP iktidarının uzun yıllara yayılması nedensiz değildir. Her seçimi bir basamak olarak kullandı. Önce Kürtlerin desteğini almaya çalıştı. Bu amaçla “Kürt açılımı” adı altında silahların susması için çalıştı. Bunu yaparken sadece nefes almak, savaşa ayrılan bütçeyle ekonomik yatırımlar yapmak, toplumu demokratik bir ortam yaratılacakmış havasına sokarak pasifleştirmeyi hedefledi. Bu konuda tam olmasa da belli yönleriyle hedefine ulaştığı da söylenebilir. Kürt kitlelerinin AKP’nin ilk on yıllarında yapılan seçim ve referandumlarda AKP oy verdiği biliniyor. AKP'nin “barış masası”nı devrilmesinden sonra AKP'nin gerçek niyeti daha fazla açığa çıktı. 2007 yılında DTP Başkanı Nurettin Demirtaş, “AKP bildiğini okumaya devam ederse, Kürtler verdikleri emanet oyları geri almasını bilecektir” derken 2017 yılında tutuklu Eş Başkan Selahattin Demirtaş da aynı şekilde Kürtlerin AKP'ye verdiği emanet oyları geri alacağını söyleyerek konuya dikkat çekiyordu. Keza, 2021 yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasında Kürt halkı arasında AKP'ye desteğin azaldığı, AKP'nin Kürt seçmenden aldığı %36 oyun %31’e düştüğü görülmüştür.

AKP, iş başına geldiğinde yasakların artık kalacağını vaat etmesine karşın Türkiye'nin bir yasaklar ülkesi olduğu yapılan araştırmalarda saplanıyordu. Türkiye'nin 195 ülke arasında 114. sırayla en kötü ülkeler kategorisinde yer aldığı ve her yıl daha geriye gittiği tespit edilmiştir. AKP, kendisine muhalif hiçbir oluşuma ve örgütlenmeye izin vermedi. HDP, AKP'nin hiç gündemden düşürmediği partilerin başında geliyor. On bine yakın üye, kadro, iki eş başkan esir tutulurken, Erdoğan bunları yeterli görmedi ve kazanılmış tüm belediyelere kayyım atayarak Kürt illerindeki belediyeler gasp edildi.

AKP döneminde örgütlenme ve ifade özgürlüğü ortadan kaldırıldı. Başta Cumartesi Anneleri olmak üzere, kayıpları arama, zam, yasaklar ve tutuklamalara karşı yapılan her gösteriye saldırdı. 150’yi aşkın gazeteci tutuklandı. İki bine yakın insan Erdoğan'a hakaret ettikleri gerekçesiyle yargılandı. Örneğin 28 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Erdoğan'ın fotoğrafına kaş çizdiği için 16 yaşındaki çocuk dahi tutuklandı. Yüzlerce işçi grevi yasaklandı. AKP, LGBTİ+lara karşı nefret suçu geliştirerek, yürüyüş ve gösterilerini engelleyerek saldırdı, tutukladı ve her fırsatta LGBTİ+ bireyler katledildiler. İstanbul Sözleşmesi’ni rafa kaldıran AKP, kadınların örgütlendikleri dernekleri sürekli hedef gösterdi. 21 yıllık AKP iktidarı döneminde en az 8 bin kadın katledildi.

AKP, tüm basın ve yayın kuruluşlarını kendi tekeline aldı. Muhalif gazete ve TV'leri kapattı. Kendi olanaklarıyla yayın yapan TV kuruluşlarına üst üste verdiği para cezalarıyla yayınları engellendi. 

Tüm faşist partilerin ortak özellikleri olan ırkçılık, AKP iktidarı boyunca devletin resmî ideoloji olarak uygulandı. Kürtler ırkçı saldırıların hedefi oldu. AKP ve MHP ortak bir şekilde farklı illere çalışmaya gelen mevsimlik Kürt işçilere saldırdı. Çalışanların paraları verilmediği gibi birçok Kürt işçi de linç edilerek katledildi.

AKP iktidarı, diğer tüm azınlık ve inançlara hayat hakkı tanımadı. Örgütlenmelerini engelledi. Camilere ve görevlendirilen imamlara Diyanet’ten düzenli maaş ve yardım verilirken hiçbir Cemevi, kilise, Sinagoga yardım yapılmadığı gibi bunlar el altından “İslam düşmanı” olarak gösterildi. Azınlıklara gözdağı vermek için 2008 yılında Malatya'da bir yayınevinde çalışan üç Hristiyan boğazları kesilerek katledildi.

AKP, iktidarı boyunca önce eğitim sisteminde değişiklik yaparak İmam Hatip Okullarını yaygınlaştırdı. Her yıl Diyanet Başkanlığı’nın bütçesini artırdı. Cemaat ve tarikatların önünü açtı. El altından bu kuruluşlara para yardımı yaptı ve ticaret yapmalarını sağladı.

Yine en büyük yolsuzluklar, 21 yıllık AKP döneminde yapıldı. AKP, tüm ihaleleri hileyle kendi yandaşlarına verdi. 24-25 Aralık 2013 tarihinde ayakkabı kutularında çıkan milyonlarca dolar, AKP'nin çaldığı paralar, kendi değimleriyle ''çerez paraları'' bile değildi. AKP, geleneksel komprador büyük burjuvazinin kimi itirazlarına rağmen desteğini almasının yanında özellikle kendi kitle desteğini sağlayan kesimlerin devlet ihaleleriyle zenginleşmesini sağladı. Kamuoyunca bilinen ''Beşli Çete'' AKP sermayesinin sadece küçük bir kesimini oluşturuyor. AKP, tüm bu yaptıklarını ''cihat'' için olduğunu söyleyerek kendi tabanını ikna etmeyi fazlasıyla başardı. Bir iç savaş sırasında kendi oluşturduğu askeri gücüyle savaşmak için özel savaş birimleri kurdu. Hitler'in “SS”leri, Mussolini'nin “Kara Gömleklileri”, Franco’nun “Mavi Tümen”i neyse SADAT da AKP'nin gizli (sonradan deşifre olan) silahlı gücüdür. 

2016 yılından bu yana MHP ile ortak hareket eden AKP, bugün savunduğu ve hayata geçirdiği birçok fikri MHP'den ödünç alarak resmi politikası haline getirmiş bulunuyor. MHP'nin ''Başbuğ''u Alpaslan Türkeş'in geliştirdiği faşist otoriter bir iktidarın niteliklerini yazdığı ''Dokuz Işık'' kitabında ''Milli devlet-güçlü iktidar'', ''Milli demokrasi'', ''Milli iktisat'‘ tezleri bugün Erdoğan'ın ağzından düşürmediği tezlerdir. Daha da ötesi ''Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'' tezi de yine Türkeş'in savunduğu tezlerden biridir. Türkeş, ''Milliyetçi Hareket, tek başkan, tek meclis sistemini savunur. Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. (... ) Kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için tarih ve töremize uygun başkanlık sistemini (abç) savunuyoruz.'' (Aktaran, M. Yanardağ İslamo Faşizm, 30)

AKP’nin “Türkiye Yüzyılı”: Faşizm!

AKP, iş başına geldiğinde işkenceye son vereceğini, insan haklarını “Avrupa seviyesine” çıkartacağını vaat etse de bugün Türkiye insan hakları konusunda 193 ülke arasında 123. sırada yer almaktadır.

2002 ile 2020 tarihleri arsında  “3 bin 396’sı çocuk olmak üzere en az 43 bin 780 yaşam hakkı ihlali yaşandığı kaydedildi”ği, “62 kişinin” yargısız infazlarda katledildiği, ''261 kişinin'' faili belli şekilde infaz edildiği, ''305 kişinin kara mayınlarına'' basarak hayatını kaybettiği, ''86 kişinin gözaltında'' öldürüldüğü, ''2 bin 380 kişinin'' hapishanelerde hayatını kaybettiği, ''6 bin 732 kadının'' erkeler tarafından öldürüldüğü, ''112'' LGBTİ ve trans kadının nefret cinayetlerinde öldürüldüğü, ''26 bin 407 işçinin iş cinayetlerinde hayatlarını kaybettiği'', ''11 kişinin'' asker ve polis araçlarıyla katledildiği, ''16 Ağustos 2015-1 Ocak 2020 tarihleri arasında 11 ilde ve  51 ilçede 381 kez  sokağa çıkma yasağı'' ilan edilirken ''toplam 808 gazetecinin tutuklandığı''ğı ifade edilmektedir.  AKP iktidarı döneminde resmi kayıtlara geçen ''27 bin 493 kişiye işkence'' yapıldığı'' bir ülkede AKP nasıl bir insan hakları karnesine sahip olduğu ortadadır.

AKP döneminde (bir iki gazete ve TV dışında) hiçbir muhalif basın ve yayın kuruluşuna hayat hakkı tanınmadı. Tüm TV ve gazeteler bir bir zorla ve tehditle alınıp kendi yandaşlarına verildi. İktidarı eleştiren kim varsa ya susturuldu ya da tutuklandı. 150 gazeteci hala tutuklu bulunuyor.

AKP; Kadın Düşmanı Bir Parti

R.T.Erdoğan her fırsatta kadınlara ''3 çocuk yapın'' diyerek kadınları sadece bir kuluçka makinası gibi görmektedir. Çocuk yaşta evliliklerin en fazla olduğu ülkeler arasındadır Türkiye. 22 yıllık AKP iktidarında ''712 bin 24 çocuk'' evlendirilmiştir.

AKP iktidarı boyunca kadınların yaşamlarının düzeltilmesi için hiçbir adım atmadı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek kadınların öldürülmesinin önünü açtı. AKP iktidarı döneminde yedi binin üzerinde kadın evli oldukları erkek ya da bir yakını tarafından öldürüldü. Kadın katillerinin çoğuna az bir ceza verilirken, çoğu da çıkartılan aflarla serbest bırakıldı.

AKP iktidarı döneminde binlerce nefret suçu işlendi. LGBTİ+lara karşı düşmanca bir politika izlendi.

Ayrıca Türkiye çocuk istismarının en fazla yaşandığı bir ülke konumunda. AKP iktidarında 21.518 çocuğun istismar edildiği resmi kayıtlarda yer alırken bu rakamın çok fazla olduğu bilinmektedir.

AKP İktidarı Katliamlar Tarihidir

AKP iktidarı tam bir katliamlar tarihidir. İşte AKP iktidarı döneminde akılda silinmeyen katliamlarının özeti: ''28 Aralık 2011 günü, Şırnak’ın Uludere (Qilaban) ilçesine bağlı Roboski (Ortasu) köyünde sigara ve mazot getiren çoğu çocuk 34 Kürt, dönüş yolundayken Diyarbakır’dan kalkan F-16 savaş uçakları tarafından yüzlerce kiloluk kazan bombalarıyla katledildi. Hiçbir yetkilinin gitmediği katliam yerine giden köylüler, kendi çabaları ile çocuklarının parçalanmış cesetlerini katırlarla taşıyıp köylerine getirip gömdüler.

11 Mayıs 2013 tarihli Reyhanlı Katliamında Suriye sınırında, cihatçı çetelerin tehdidi altındaki ilçede yaşayan 54 kişi bombalı saldırıda hayatını kaybetti. 13 Mayıs 2014’teki Soma Katliamında 301 maden işçisi iş katliamının kurbanı oldu. R.T.Erdoğan katliamın ardından “Bu işin fıtratında bu var” dedi. 6-7 Ekim 2014 Kobanê eylemlerinde 54 kişi katledildi. 28 Ekim 2014’te Ermenek Katliamında 18 maden işçisi öldü. Amed’de 5 Haziran 2015’te HDP’nin mitingine yönelik saldırıda 4 HDP’li yaşamını yitirdi, 400 kişi yaralandı. 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamında 33 devrimci katledildi. 10 Ekim 2015’teki Ankara Katliamında en az 104 kişi yaşamını yitirdi, 500’den fazla kişi de yaralandı. Antep’te 20 Ağustos 2016’dan Kürtlerin düğününe yönelik canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Saldırıda 40’ı çocuk 57 kişi yaşamını yitirdi, 13’ü ağır 64 kişi ise yaralandı.” (Özgür Politika)

AKP Döneminde 32 KHK ile 134 Bin 207 Kişi İhraç Edildi

AKP'nin anti-demokratik uygulamalarının en fazla olduğu tarihlerden biri de OHAL dönemi olmuştur. 2016 yılında Gülen Cemaati ile AKP arasındaki çelişkilerin iyice su yüzüne çıkmasından sonra, Fetullah Gülen tarafından yapılan darbe girişimini ''Allah'ın bir lütfu'' olarak değerlendiren AKP, uyguladığı Olağanüstü Hal’le (OHAL) binlerce kişiyi ihraç etti. Binlerce kişinin tutuklandığı 2016 yılında, yüzlerce ilerici akademisyen, öğretim üyesi, öğretmen ve memur işten atıldı. Yüzlerce insan yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.

SES, OHAL KHK’lileri ve geçici 35’inci madde kapsamında ihtiyaçların hukuki süreçlerine ilişkin hazırladığı raporunda: ''OHAL döneminde gece yarıları çıkarılan 32 KHK ile 134 bin 207 kişinin savunması alınmadan ihraç edildiği (...) ihraçların 10 binden fazlasının sağlık ve sosyal hizmet alanında görev yapan emekçiler olduğu'', ''OHAL KHK’leri ile toplamda 795 SES üyesinin kamu görevinden ihraç edildiğini aktaran Atabey, ihraç edilen emekçilerin iç hukukta dahi haklarını aramalarının önüne engel olundu”ğunu söyledi. OHAL döneminde ihraç edilen binlerce kişi hala atama beklemektedir.

Hapishaneler Birer İşkence Merkezi Gibi Çalıştı

Dünyada hapishane yapmakla övünen bir tek iktidar varsa o da sanırız AKP iktidarıdır! AKP döneminde 94 yeni hapishane yapılarak toplam hapishane sayısı 355’i bulurken, bu sayıya 88 yeni hapishane daha eklenmek istenmektedir. 232.342 hükümlü ve 48.752 tutuklunun bulunduğu Türkiye'de hapishaneler birer işkence merkezine dönüştürülmüş bulunuyor. AKP, 12 Eylül dönemini aratmayan uygulamalarla hapishanelerde siyasi tutuklulara sistematik bir işkence uygulamaktadır.

Siyasi tutsaklara uygulanan çıplak arama ile insanların onurları kırılmak istenmekte. Kitap ve mektup yasakları, olağan uygulamalarmış gibi devam etmektedir. Tutuklular, keyfi uygulamalara karşı çıktıkları için aile ve avukatlarıyla aylarca görüştürülmemekte, - infazları yakılarak yıllarca ek cezalarla cezalandırılmaktalar. 1 Ocak 2021 tarihinde çıkartılan infaz yasasıyla, şartlı tahliye olanların hiçbir mahkeme kararına dayanmaksızın ''suç işleme ihtimaline dayanılarak hapishanede tutulmaları için yasada değişiklik yapıldı. 3 bin çocuk, hapishanelerde annelerinin yanında yaşıyor. Ayrıca yüzlerce hasta tutuklu, yaşam mücadelesi vermektedir ve 2002 ile 2021 arasında 103 politik tutsak hapishanede hayatını kaybetmiştir.

AKP; İşçi Sınıfının Düşmanı Bir Parti

AKP iş başına geldiği 2002 yılından bu yana 16 grev yasaklandı. İş başına geldiğinde ''adalet'' diyen AKP, sıra işçilerin hak arama eylemine gelince patrondan yana tavır takınarak işçi sınıfının grevlerini faşizan bir uygulamayla yasakladı. AKP'nin yasakladığı işçi sınıfının 7 grevi, OHAL döneminde yapıldı.

AKP'nin yasakladığı ilk grev, 1 Temmuz 2003’teki Petrol-İş'in örgütlendiği Petlas grevi oldu. 8 Aralık 2003’teki Paşabahçe Cam Fabrikası’nın işçi grevi daha başlamadan yasaklandı. Buna rağmen işçiler, greve gittiler bu grev de AKP tarafından yasaklandı. 21 Mart 2005’te Lastik-İş'in grevi yasaklandı. 1 Eylül 2005’te Türkiye Maden-İş'in Erdemir Madencilik’teki grevi yasaklandı. 27 Haziran 2014'te Şişecam'a bağlı 10 iş yerindeki grev yasaklandı. 30 Ocak 2015 tarihinde Birleşik Maden-İş'in 22 iş yerinde başlattığı grev yasaklandı. OHAL döneminde Asil Çelik'deki grev yasaklandı. 20 Ocak 2017 tarihinde Birleşik Maden-İş'in EMİS iş yerindeki grevi yasaklandı. 20 Mart 2017 tarihinde Akbank grevi yasaklandı. 24 Mayıs 2017 tarihinde Şişecam grevi yasaklandı. Mefar İlaç Fabrikası’nın 5 Haziran 2017’de aldığı grev kararı yasaklandı. MESS’e bağlı iş yerlerinde 130 bin işçiyi kapsayan grev daha başlamadan yasaklandı. 23 Mayıs 2018 tarihinde Petrol-İş'in Adana ve Mersin'de aldığı grev de yasaklandı. Ve en son İzmir Banliyö Taşımacılığı Sistem Ticaret AŞ'ye bağlı iş yerindeki grev, R.T.Erdoğan tarafından 60 gün süreyle yasaklandı.

AKP, sadece grevlerin yasaklandığı bir dönem olmadı. Aynı zamanda bir işçi katliamı dönemidir de.

İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi (İSİG), AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren her yıl meydana gelen iş cinayetlerini derledi. Rapora göre; Kasım 2002’den beri iş cinayetlerinde en az 28 bin 380 işçi hayatını kaybetti.

İSİG'in 2002-2011 dönemi verileri Sosyal güvenlik Kurumu, 2012-2021 dönemi kendi verilerine göre yıl yıl yaşanan iş cinayetlerinde artış şöyle oldu: 2002 yılının son iki ayında en az 146 işçi, 2003 yılında en az 811 işçi, 2004 yılında en az 843 işçi, 2005 yılında en az 1096 işçi, 2006 yılında en az 1601 işçi, 2007 yılında en az 1044 işçi, 2008 yılında en az 866 işçi, 2009 yılında en az 1171 işçi, 2010 yılında en az 1454 işçi, 2011 yılında en az 1710 işçi, 2012 yılında en az 878 işçi, 2013 yılında en az 1235 işçi, 2014 yılında en az 1886 işçi, 2015 yılında en az 1730 işçi, 2016 yılında en az 1970 işçi, 2017 yılında en az 2006 işçi, 2018 yılında en az 1923 işçi, 2019 yılında en az 1736 işçi, 2020 yılında en az 2427 işçi, 2021 yılının ilk on ayında ise en az 1.847 işçi hayatını kaybetti.

Satmadık Kamu İşletmesi Bırakılmadı

AKP, iktidarı döneminde kamuya ait yüzlerce işletmeyi kendi yandaşlarına yok pahasına sattı. İşletmelerin önemli bir bölümü çalışır haldeyken ''zarar ediyor'' gerekçesiyle emperyalist tekellere ya da AKP yanlısı şirketlere peşkeş çekildi. Satılan kamu işletmelerinden binlerce işçi içten çıkartıldı.

'' (...) AKP, Türkiye’nin en büyük şirketlerini, fabrikalarını, otellerini, limanlarını, enerji üretim tesislerini, elektrik ile doğal gaz dağıtım şebekelerini ve arazilerini yerli ve yabancı özel şirketlere sattı. 2002 – 2021 tarihleri arasında özelleştirmeden elde edilen 62.9 milyar doların çok büyük bir bölümü kamunun borç ödemelerine, geri kalan ise satılan şirketlerin borçlarına ve personel ödemelerine gitti. Özelleştirme İdaresi’nin portföyünde yaptığı incelemeye göre, toplam büyüklüğü 45 milyon metrekareyi bulan yaklaşık 2 bin 150 taşınmaz özelleştirilecek. Sadece Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi’ne ait 40’a yakın şehirde 6 milyon 876 milyon metrekare büyüklüğündeki 583 arazi satılmayı bekliyor. İktidarın gelecek yılki yol haritası olan yıllık programa göre, liman ve santralların özelleştirilmesi sürecek. Toplam 20 milyon metrekarelik Hazine taşınmazı ‘yatırımcılara’ arz edilecek.'' (Ö.Politika)

Rüşvet ve Yolsuzluk İktidarın Bir Parçası Oldu

En büyük rüşvet ve yolsuzluk, AKP döneminde oldu. AKP'nin yaptığı en büyük yolsuzlukları devlet bakanlıkları ve bizzat RTE kendisi yaptı. Devlet ihalelerinde dönen yolsuzluk, milyarca lirayı buldu. En büyük yolsuzlukların döndüğü yerlerden biri de AKP’nin kurduğu vakıflar oldu.  Rüşvet ve yolsuzluğa karışmayan bakanlık neredeyse yok gibidir. Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki 21 milyon liralık yolsuzluk ise en bilinen yolsuzluk olarak tarihe geçti.

Keza, 17-25 Aralık 2013 tarihi Türkiye'de AKP iktidarının devleti soyup soğana çevirdiği tarih olarak kayıtlara geçti. Ayakkabı kutularında ele geçen milyon dolarlar yoksuzluğun boyutunu anlamak için yeterli olsa da, AKP çalabildiği kadar çalmayı hiçbir zaman ihmal etmedi! Mali Adalarına kaçırılan milyon dolarlar ve en son Merkez Bankası’ndan iç edilen 128 milyar dolar ise işin tuzu biberi oldu.

AKP Suç Örgütleriyle Hep İç İçe Oldu

AKP'nin 22 yıllık iktidarındaki icraatlarından biri de mafya ile daima iç içe olmasıdır. AKP'nin bu icraatı artık uluslararası alanda da tescillenmiştir. İsviçre'de bulunan ''Uluslararası Organize Suçlara Karşı Küresel Girişim'' adlı kuruluş dünya çapındaki suç örgütleri ve bu suç örgütleriyle mücadele eden devletler ve bu örgütlerle iç içe olan ülkelerle ilgili yayınladığı raporda Türkiye 12. sırada yer alıyor. Bu durumda Türkiye 193 ülke arasında organize suç örgütlerinin en fazla olduğu ülkelerin başında geliyor. Raporda ''Türkiye, kıtalar arası tabloda Asya’da beşinci Avrupa’da ise birinci sırada. Yapılan tespitlere göre; Türkiye, “yüksek suç yoğunluğu-düşük yoğunluklu mücadele” grubunda yer alıyor denilerek AKP iktidarının bu suç örgütleriyle ne kadar iç içe olduğunu göstermiş oluyor.

Türkiye'de mafya ve iktidar sadece AKP döneminde değil, 1990'lardan bu yana devlet ve mafya hep iç içe oldu. Tansu Çiller'in Başbakan, Meral Akşener'in İçişleri Bakanı, Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemde özel bir mafya örgütlenmesi hükümetle beraber çalıştı. Bu mafya örgütlenmesiyle Kürtlere karşı yürütülen savaşın giderlerinin önemli bir bölümü uyuşturucu satışından elde edilmiştir. Eski MHP'lilerin bizzat görevlendirildiği şebekenin başında bulunan Mehmet Ağar'a bağlı olan Abdullah Çatlı, Korkut Eken ve Sedat Bucak'ın organize ettiği uyuşturucu trafiğinin belgeleri Susurluk'ta ortalığa saçılmış ve bu suç örgütü bir de kendi belgeleriyle ispatlanmıştı.

AKP, bu mirası devir aldı ve sürdürdü. Direk RTE bağlı olarak çalışan Sedat Peker, hem uyuşturucu ve kara para aklama işlerinde kullanılmış hem de devrimcilerin ve Kürt yurtseverlerin kaçırılması ve katledilmelerinde kullanılan bir suç örgütü olmuştu. MHP'li mafya üyesi Alaattin Çakıcı'nın özel bir afla cezaevinden salıverilmesinden sonra mafya çeteleri sadece birer suç örgütü olmamış günlük siyasi faaliyetlerde bulunarak, AKP'nin sivil tetikçileri olarak faaliyetlerine hız vermişlerdir.

 

 

 

 

870

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

Emperyalizm Üzerine Notlar -2

“Motor Üretimi Yoksa, Emperyalizm De Yoktur”

Soru: 2 -Türkiye'nin kendi tekniği (gelişmiş sanayisinin) yoktur. Örneğin bir motor bile yapamamaktadır. (Marksist Teori'nin Almanya-Frankfur'da 24 Şubat 2024"de düzenlediği "Lenin Dünyaya Bakmak" Sempozyumu tartışmalarından)

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

Emperyalizm Üzerine Notlar

Uzun bir zamandan beri emperyalizm üzerine makaleler yazıyorum, konferanslar veriyor, panellere katılıyorum. Bir de „Emperyalist Türkiye“ adlı kitabım yayınlandı. Bu kitapta'da Türk devletinin emperyalistleştiğini ve emperyalist bir devlet haline geldiğini; ekonomik, siyasi ve askeri olarak değerlendiriyorum.

Katıldığım seminer, panel, konferans ve çeşitli konuşma ortamlarında, yeni emperyalist ülkeler konusunda bana bir çok sorular soruldu, benim tezlerime karşı karşı tezler ileri sürüldü. Bir çoğu tezlerimi onaylarken, çoğunluk tezlerimi reddetti.

Patika, Politika mı Arıyor Yoksa..

"Başkası olma kendin ol

Böyle çok daha güzelsin"

Anasının kuzusu

Ciğerimin köşesi"

Marifet  solun sağıyla başarılı olmak değil ki.

Afyon, antalya, istanbul, ankara...

İmamoğulları, yavaşlar, böcekler... falanlar filanlar.

Sanki seçimleri kaybettiren  sol gibiymiş gibi

Sanki seçimleri kaybettiren de parlamentizm gibiymiş gibi

Hiç kimse zafer kazanan solun sağı karşısında solu ve parlamentizmi dahil ağzına almıyor.

Proletarya chp'nin sağını satın almış gibi.

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Hepimiz Mazlum’a borçluyuz:Garabet Demirci

 

Devrimciliği Yaşam Tarzına Dönüştürelim

Bizim gücümüz, haklılığımız ve meşruluğumuzda; olayları, olguları diyalektik- materyalist bakış açısıyla ele almamızda yatıyor.

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Oylar SADET'E.... Oylar DEVA'YA... Oylar İYİ PARTİ'ye....

"Bindik bir alamete gideyoz kıyamete."

Aklımızın sınırlarının zorlandığı günlerde geçiyoruz.

İlemde bir partiye oy verecekseniz....

Sanki iyi parti sizi öldürüyorda chp sizi öldürmüyorsa(?)...

Niye oy verdiğiniz millet ittifakı'nın parlamentizmden vaz geçmemiş paydaşlarından biri de olmaya.

Ve Bakırhan buyurdu: " İstanbul'da kent uzlaşısı sağladık" diye

Ve Sakık buyurdu: "CHP'ye oy yok." diye.

Ve ..

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Sayfalar