Salı Mayıs 14, 2024

Teorik-Politik Çalışma ve İdeolojik Netlik

Devrimcilik, her geçen gün daha fazla irade, inat ve bilinç gerektiren bir eyleme dönüşmektedir. Düşmanın artan saldırıları, baskının yoğunlaşması fakat bunun karşısında etkili bir duruşun ve güçlü bir öncülüğün olmayışının hem kitlelerde hem de tek tek saflara gelenlerde veya hali hazırda faaliyet yürütenlerde yarattığı sonuçları hep birlikte görüyoruz.

Dünya devrim tarihinde de sıklıkla gördüğümüz gibi devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde saflara akışlar hızlanırken dalganın alçaldığı zamanlarda akışlar tam tersi yönde olmaktadır. Yaşananlar bir yanıyla devrimci durumun nesnelliği içerisinde değerlendirilebilecekken devrimci örgütlerin durumu ve bireylerin mücadele ve örgütle kurdukları bağda öznel-subjektif koşulları oluşturur. Biz yazımızda ikinci yanı ele alacağız.

Devrimcilik kavrayışında aşınma

“Tasfiyeci rüzgarlar esiyor” söylemi özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra öne çıkarılan bir tahlil olsa da bunun parti-sınıf ve düşman bilincinde yarattığı etkilere karşı yeterince üzerinde durulduğu söylenemez.

Post-modernizmin, Marksizm, Leninizm, Maoizm’i de hedefe koyarak “büyük anlatılar” devrinin kapandığı söylemi, geldiği ve hatta “tarihin sonunun” ilan edildiği yani kapitalizmin zaferinin mutlak olduğu savunuları, ezilenlerin mücadele biçimlerini fazlasıyla etkilemiştir. Liberal-hümanist fikirler egemenlik kazanmıştır. Yaşanan sorunları/çelişkileri tekil olarak ele alma ve geçici gruplaşmalarla “hak” kazanımını hedefleyen eylem biçimleri benimsenmeye, yaygınlaşmaya başladı. Üretimin parçalı yapısı, kapitalizmin özel mülkiyet ve rekabetçi koşulları bu ideolojik savruluşun temellerini oluşturmuştur. Bütün bunlar sınıf mücadelesinin ve buna bağlı olarak profesyonel devrimci örgütlerin zorunluluğunun reddini getirdi.

Düşmanın baskı, takibat ve şiddetine karşı gizliliği temel alarak faaliyet yürüten profesyonel devrimcilerin oluşturduğu örgütler “hiyerarşik, bürokratik” yapılar olarak tanımlandı. Bu düşüncelerin yaygınlaştığı oranda devrimcileri, devrimci örgütleri etkilememesi mümkün değildi.

Sonuçta devrimci örgütler toplumla iç içedir. Halkın içinde karşılığını bulan her fikir her pratik proletarya partisini etkiler. Partinin bunun bilincinde olarak hem içeride hem de dışarıda ideolojik mücadeleyi kesintisiz bir biçimde sürdürmek zorunda olması bu gerçeklikle ilgilidir.

Bu gelişmelerle mücadele edilmediği oranda devrimci örgütlerin ve kendilerini korumak adına tamamen ideolojikleşip, ideolojiyi politikanın yerine ikame etmeye başladıklarını ve bunun sonucu dogmatik, bürokratik hale dönüştüklerini ya da misyonlarını demokratik bir kitle örgütü derekesine indirgeyerek devrimci örgüt niteliklerini kaybettiklerini görüyoruz. Her iki durum da sınıf mücadelesinin dışına atılmayı, etkisizleşmeyi getirmektedir.

Olması gereken güçlü bir ideolojik mücadeleyi yürütme, saflara gelenlerin seviyesini yükseltme ve politik mücadeleden tüm ezilen kesimlerle ilişkilenerek kopmamaktır.

Tüm bu ideolojik saldırılar sonucu karşımıza çıkan “devrimcilik” tarzını “sosyal-kültürel devrimcilik” olarak adlandırabiliriz.

Bunun temelini yukarıda vurguladığımız gibi liberal, hümanist burjuva ideolojisi oluşturmaktadır. Dünyada, Türkiye’de, Kürdistan’da yaşanan sorunlardan, savaşlardan ve baskılardan rahatsız olma, ekolojik tahribata karşı duyarlı olma, hayvan haklarını koruma isteği gibi emperyalist kapitalizmin dünyanın dört bir yanında oluşturduğu yıkıma karşı “hümanist” duyguların yön verdiği bir tepkiyle gelinmektedir.

Devrimci örgütlerin, kapitalizmin yarattığı sorunlara – yıkımlara karşı duruşu ortak zeminin çıkmasını sağlamaktadır. Ki bu nesnel durum zaten proletarya partisinin tüm ezilen kesimleri ve kapitalizmin karşısında duranları sınıf mücadelesinde birleştirebilmesinin de zeminidir aynı zamanda.

Burada olması gereken tüm tepkilerin tıpkı dereciklerin gür bir nehre katılıp onu büyütmesi gibi birleştirilmesidir. Fakat bunun tersi durumlarda yaşanmaktadır. Her gelen tekil ideolojisi ile kalmakta üstelik talepleri sistem içi, reformist tarzda olduğu için de; iktidarın yıkılmasını sağlayacak politik mücadeleden de uzak durabilmektedir. Bu da saflara yeni gelenlerin ve onlardan etkilenenlerin devrimci mücadele ile bağının pamuk ipliğine bağlı olmasına ve safların hızlıca terk edilebilmesine yol açmaktadır.

Saflarda kalınsa bile bu tekil ideolojilerin yıkılıp yerine proletaryanın ideolojisi hakim kılınamadıkça bireysellik, öznelcilik, benmerkezcilik, kendinde her şeyi hak görme ama sorumluluk almaktan kaçınma, kendisini ilgilendiren sorunlar – konular dışında politikayla ilgilenmeme, bedel ödeme ve bedel ödetmeden kaçınma gibi proletarya partisini ve beraberinde devrimciliği aşındırma pratikleri artmaktadır. Kapitalist sistemin bu küçük burjuva – burjuva ideolojilerini sürekli olarak üretebileceğini bilerek, buna karşı mücadelenin süreklileşmesi önemlidir.

Bu da devrimci örgütlerin sistem dışılığını, yıkıcılığını, iktidar mücadelesi verme gerçekliğini sürekli öne çıkarmakla olacaktır. Devrimcilikte buna bağlı olarak şekillenmek, yapılmak zorundadır. Bir ayağı sistemde bir ayağı Parti’de olan “devrimcilik”, sosyalizm hedefini ulaşılmaz kılmak ve sisteme kan taşımak dışında bir anlam ifade etmez.

Duygularımızla, düşüncelerimizle ve pratiğimizle sistemin yarattığı tüm bağlara karşı çıkmalı, devrimciler olarak kendimizi yeniden yeniden şekillendirmeliyiz. Bunda da Parti’ye ve yoldaşlarına açık olmak kadar kendimizin vereceği çabalarda büyük önem taşır.

Sonuçta belirleyici olan iç çelişkidir. Eğer ki, kişiler değişim – dönüşümde kararlı olmazlarsa dışarıdan yapılacak müdahaleler anlamsız gelecek, sekterlik olarak yorumlanacak ve yoldaşlar arası ilişkilerin zedelenmesi ile devam edebilecek bir süreç yaşanabilecektir.

 

Var olan duruma pratik olarak saldıralım

Komünist Parti saflarına gelenlerin, küçük burjuva ideolojisini yayması, savaşçı olması nesnel bir zorunluluk olan Parti’nin disiplininin bozulması ve iktidar mücadelesinde zayıflaması ve hatta gereken müdahaleler yapılmazsa proletarya partisinin yok oluşuyla sonuçlanabilecek etkiler yaratır. Bu, dünyada ve Türkiye’de yaşanan sayısız örnekler verilidir. Böyle hayatî bir konunun salt bireylere bırakılmasına veya isteğe bağlı olarak ele alınmasına izin verilemez.

Teorik-politik eğitimin – koşullar ne kadar zorlu olursa olsun ekmek kadar su kadar bizler için gerekli olduğunu bilerek – alınması gereklidir. Parti kadro ve militanlarının gücü, Komünist Parti’nin devrimcilerin sosyalizme ulaşmadaki rollerini kavramalarından, buna uygun teorik-politik eğitimi aksatmamalarından, ideolojik duruşlarından gelir.

Bütün bunlar egemenlerle aradaki çizginin sürekli kalınlaştırılmasına ve hiçbir koşulda eğilip bükülmemesine yol açar. Düşmanın da korktuğu bu militan ve kadro tipidir. Teorinin, ideolojik çalışmaların küçümsenmesi burjuva ideolojisini güçlendirir.

Yeni örgütlenen yoldaşlarımızda dahil olmak üzere tüm yoldaşlarımız yanlarında bir yoldaş olsa da olmasa da teorik-politik eğitimlerini aksatmamaları ve en başta da MLM klasikleri irdeleyerek okumalıdırlar. Daha önce bu tarz çalışma almayan yoldaşların zorlanacağına, ilk okumalarda verimin düşük olacağına şüphe yoktur. Fakat tüm öğrenmelerin, geçmek zorunda olduğu yoldur bu.

Bir kitabı, bir makaleyi iki üç veya daha fazla okumaktan, sürekli sorular sormaktan kaçınılmamalıdır. Sıklıkla vurguladığımız gibi çalışmaların en başından itibaren de yazma faaliyetine girişilmesi gereklidir.

Bu hem kavrayışımızı hızlandıracak, verimi artıracak, hem de çalışmalarımızı kolektifle paylaşmamızı sağlayacaktır. Çalışmaların “sıkıcı” olduğu, hiçbir şey anlaşılmadığı, zaman olmadığı gibi gerekçelerin açık ve net olarak, sınıf mücadelesinin gerekliliklerini anlamama ve buna göre şekillenmemeden kaynaklandığını bilmeliyiz. Devrimcilik, zorluklardan kaçma değil üstüne gitmedir. Çözümsüzlük değil çözüm üretmedir. Olanaksızlıklara boyun eğmek değil, imkansızlıkları gerçekleştirebilmektir. Yeter ki amaçta netlik olsun.

Eğitim konusunda sabırlı, ısrarlı ve inatçı bir tutum sergilemek, aynı şekilde “öğretirken öğrenen ve öğrenirken öğreten” olabilmek önemlidir. Bu sorgulayıcı, araştırıcı ve sonuç alıcı bir eğitimin ön şartıdır.

Eğitimin teorik ve politik olması zorunluluktur. Bu da, yoldaşlarımızın sınıf mücadelesi içinde sağlamlaşmaları anlamına gelmektedir. Mücadelenin gerektirdiği her yerde ve zaman da olmak devrimciliğin vazgeçilmez koşuludur. Bu yanıyla bazen karşımıza çıktığı gibi bu davranış bir fedakarlık değildir. Devrimci mücadele için yapılan hiçbir şey yapılan hiçbir şey fedakarlık değildir. Bu unutulmamalıdır, çünkü söz konusu olan ezilenlerin on binlerce yıllık sömürülerine ve katliamlarına, açlık ve kıtlıklarına son vermektir. Söz konusu olan, doğanın tahribatına, hayvanlara yaşam alanı bırakılmamasına ve katliamlarına itirazdır. Söz konusu olan kadınların ikinci cins olmaktan kurtulması, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri, mezheplerin inançlarını özgürce yaşayabilmeleridir. Bütün bunların kökünü kazımak için yapılan hiçbir eylem hiçbir çalışma fedakarlık değildir, olamaz.

Sonuç olarak, teorik, politik ve ideolojik çalışma hiçbir koşulda aksatılmamalıdır. Eleştiri-özeleştiri proletarya partisinin üye ve militanlarının hatalarını düzeltmesinden zaaflarının üzerine gidişinde temel ve belirleyicidir.

Tüm tasfiyeci saldırılara rağmen, Parti sınıf ve düşman bilincinde Marksist, Leninist ve Maoist ideolojiye göre şekillenmek devrimin zaferi için zorunludur.

Bu nedenle Marks’ın berraklıkla vurguladığı gibi “var olan duruma pratik olarak saldıralım.” çünkü “on bin yıl çok uzun…”.

15967

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

Sayfalar