Cuma Mayıs 3, 2024

TKP/ML Kadın Komitesi

“Kadın düşmanlarının maskesini düşürmek için 8 Mart'a!

157 yıl önce 8 Mart günü, New York'ta emekçi kadınların insanca yaşamak için çalışma koşullarının düzeltilmesi, 8 saatlik iş günü talepleriyle başlattıkları direnişe kan ve katliamla karşılık veren erkek egemen sömürü düzeni, bugünün kadınlar açısından dayanışma ve isyan günü haline geleceğinin farkında değildi. Yüzlerce kadın işçiyi katlederek, kadının eşitlik ve insanca yaşam talebini bastırabileceğini düşünenlere verilen en büyük cevap, 8 Mart'ın yüz yılı aşkın bir zamandır kadının isyan ve dayanışma günü olarak tarihe geçmesi oldu.

Aradan geçen yüzyıllar, emperyalist-kapitalist sermaye düzeninin kadın emeğine dönük bakışını değiştirmedi elbette. Hala emeğimiz görünmez kılınarak değersizleştirilmeye ve böylelikle de ucuzlaştırılmaya çalışılıyor. Evlerde, fabrikalarda, tarlalarda, atölyelerde değil 8 saat; bazen 16 saate varan iş günü ile emeğimizi satmak zorunda bırakılıyoruz. Emek harcadığımız birçok iş, “iş-işçilik” statüsüne dahi alınmayarak, “doğal görevimiz” olarak omuzlarımıza yükleniyor.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin tüm yaşamımızı çevrelediği bu düzende, “kariyerimizi ancak annelik üzerine yapabileceğimiz” dillendirilirken; devletin korumalığını üstlendiği patronlar da pervasızca kadını istihdam dışı bırakıp güvenceli çalışma koşullarından mahrum edebilmektedirler. Torba yasa yoluyla aynı anda birçok emek düşmanı yasayı resmileştiren AKP hükümeti, kadın emeğine dönük ayrımcı politikalarının üstünü “annelik”, “eş” vs. ile ve muhafazakarlaştırma yöntemi ile örtmeye çalışmaktadır.

Doğum izni, kreş hakkı, regl dönemi izni gibi hakları kıstıkça kısan, işten atan, kadını mahkum etmeye çalıştığı evi esnek ve ev eksenli çeşitli işlerle “bacasız fabrikaya” çeviren erkek egemen sömürü düzenine karşı kadınlar artık sessiz kalmıyorlar. Daha önce Novamed'de, Tekel'de olduğu gibi bu kez de başta Maltepe Üniversitesi Hastanesi'nde ve Divan Pastanesi'nde direnişe devam ediyorlar.

İkiyüzlü kadın düşmanları...

Kadını eve ve aileye hapseden erkek egemen zihniyetin “usta” sürdürücüsü olan AKP hükümetleri dönemi; aynı zamanda kadına ve LGBTİ'lere dönük şiddetin, nefretin, ayrımcılığın arttığı bir süreç oldu. Son bir yıl içerisinde bine yakın kadın; çoğu bir yakını tarafından olmak kaydıyla erkekler tarafından öldürüldü, çok sayıda kadın erkekler tarafından saldırıya uğrayarak yaralandı, yine binlercesi kayıt dışı olmakla birlikte binlerce kadın cinsel saldırıya maruz kaldı.

Milyonlarca kadını isyan ettiren bu düzenek, kadının özne olduğu toplumsal cinsiyet mücadelesi sayesinde görünür hale geldikçe kaygılanan AKP hükümeti gündemine bu meseleyi almış, ancak ikiyüzlü politikalarla kadını bu şiddet dolu erkek dünyasında “yaşayabilir” hale getirmekten zerrece adım ileri gidemeyeceğini defalarca kanıtlamıştır. Münevver Karabulut cinayetinde “kızlarına sahip çıksalarmış” diyen bir hükümetten daha başka ne beklenirdi zaten?!

Erkek egemenliğini deri gibi üzerine giymiş olan devletin bu konudaki ikiyüzlü maskesinin düştüğü yer yargı olmaktadır. Kadın ve LGBTİ'lere dönük nefret suçları davalarında yargıyı bir “erkek silahına” dönüştüren devlet; katilleri, tacizci-tecavüzcüleri aklamakta, “haksız tahrik” indirimi ile cezasızlandırarak ödüllendirmekte ve kadın ve LGBTİ'lere dönük suçları teşvik ederek önünü açmaktadır.

Mersin-Tarsus'ta cinsel saldırganlığa maruz kalan ve buna direndiği için vahşi bir şekilde katledilen üniversite öğrencisi Özgecan Aslan'ın ardından bu erkek şiddet sarmalına, nefretine karşı var olan öfke bir isyana dönüşmüş ve sokaklar kadın öfkesiyle dolup taşmıştır. Bu öfkeye karşı yine etekleri tutuşan erkek iktidar düzeni, kendini bu vahşetten sıyırmaya çalışarak “en azılı kadın hakları savunucusu” haline gelmiş ve katilleri, tecavüzcüleri “cani” olarak nitelendirerek idam tartışmalarına yeniden dönmüştür. Erkekliği her pratiği ile yeniden üreten bu ikiyüzlülere karşı kadınlar bu kez “canilik değil, erkek şiddeti” şiarıyla karşı durmuşlardır.

Erkek egemen ve heteroseksist toplum ve devlet düzeninin görmezden gelme ve ayrımcılıkla baskı altına almaya çalıştığı LGBTİ'lere dönük nefret dolu politikaların sonucu olarak heteroseksüel cinsel kimlik ve yönelimlere sahip olmayanlar “sapkın”, “hastalıklı” ya da en iyimser (!) ifadeyle “anormal” olarak yaftalanmaya devam ediliyor. Oysa “ne yanlışız ne de yalnız” diyen LGBTİ'ler görünür olma mücadelesini canları pahasına veriyorlar.

Vahşi şekilde katledilen, intihara zorlanan, ayrımcılık ve nefretle yaşamın her alanından dışlanmaya çalışılan LGBTİ'ler, tüm bunlara karşın bulundukları her alanda örgütleniyor ve devlet düzenine karşı mücadele veriyorlar. Başta kendisini devrimci, ilerici olarak adlandıran tüm emek örgütlerini, partileri, kurumları kendileri ile hesaplaşmaya, yüzleşmeye çağırıyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğe karşı verilen savaşın demirbaşlarından olduklarını ilan ediyorlar her seferinde.

Hapishanelerde kadın düşmanlığı!

Eril ve heteroseksist devletin düşmanlığının açıkça yaşandığı alanlardan biri de hapishanelerdir. Erkekliğin en çirkin haliyle kendini yaşattığı bu dört duvar ve parmaklıklar arkasında kadın ve çocuk tutsaklara yönelik saldırılar sıkça gündeme gelmektedir. Özellikle cinsel saldırganlıkla “tutsakları adam etmeye”, “yola getirilmeye” çalışıldığı hapishanelerde çıplak arama ve cinsel istismar yoluyla hem tutsaklar hem de yakınları cezalandırılmaya çalışılmaktadır.

Gebze, Şakran Kadın Hapishanelerinde politik tutsaklara ve Sincan, Pozantı, Antalya Çocuk Hapishanelerinde ise özelde Kürt çocuklarına yönelik gündeme gelen bu saldırganlık, erkek egemenliğinin bu durumu, ayrıca, mücadele veren kadın ve çocuklara dönük bir yıldırma silahı olarak da kullandığını göstermiş oluyor. Cinsel işkencenin hedeflerinden biri olan LGBTİ tutsaklara ise LGBTİ hapishaneleri açılacağı “müjdesini” veriyorlar.

Sözümüzdür!

Tüm bunları ve dahasını art arda sıraladığımızda kadın açısından tablonun ne kadar karanlık olduğu net olarak görülmekte. Ancak tablonun bütünü bu yazdıklarımız değil elbette. Bir de en başta Kobane'de, Şengal'de kadınların silahlı direnişi ve DAİŞ çetesine diz çöktüren mücadelesini bu tabloya yerleştirmek gerekiyor. İşte tek başına bu örnek dahi kadınların yaşam tablosunun aydınlık ve de en önemlisi tüm yaşamını aydınlatacak yolu göstermekte.

Bugün özellikle Özgecan Aslan'ın katledilmesinin ardından alanları dolduran örgütlü kadınların yanı sıra, çeşitli kesimlerden kadınlar nezdinde silahlanmanın meşruluğu önemli oranda artmıştır. Bugün “öz savunma” olarak çeşitli kesimler tarafından formüle edilen ve uygulamaya geçilen hareket tarzı, TKP/ML Kadın Komitesi olarak bizim de uzun süredir üzerinde durduğumuz, tartıştığımız ve belli noktalarda harekete geçtiğimiz bir meseledir. Kadınların öz savunma gücü örgütlülüğünde ve silahlı mücadelenin en ön saflarında yer almasında yatmaktadır. Bu konu ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle tüm emekçi kadınları, Komitemizle ilişkilenmeye ve Partimiz saflarında mücadele etmeye çağırıyoruz.

Bizler Meral Yakar'dan Barbara'ya, Beşler'e, Nesibe'ye, 8 Mart günü şehit düşen komutanlarımız Ayfer Celep ve Münire Sağdıç'a kadar tüm kadın şehitlerimizle aynı zamanda erkek egemen düzene karşı mücadele verdik. Bu 8 Mart vesilesiyle bir kez daha bu mücadeleyi, daha fazla kadın bilinci ve öfkesini donanarak yükselteceğimizi ilan ediyoruz.

Bu 8 Mart'ta ilanımız olsun ki:

Mücadelemize İran'da tecavüzcüsünü öldürdüğü için idam edilen Reyhaneh Jabbari'nin tavizsiz duruşu rengini verecek. Kadın düşmanlarına çevrili namlularımızla Arin Mirxan, Sibel Bulut ve Kader Ortakaya olup direnişe duracağız savaşın ortasında. Almanya'da 2 çocuğa dönük cinsel saldırıya engel olmakta karşılığında ölüm olsa da tek bir an bile tereddüt etmeyen Tuğçe Albayrak'ın cesaretini eksik etmeyeceğiz mücadelemizden. 100. yılını dolduran Ermeni Soykırımı'nda katledilen, zorla Türkleştirilen/Müslümanlaştırılan, tecavüz ve istismar ile bedeni soykırım alanı haline getirilen Ermeni kadınların yası ve öfkesini taşımaya devam edeceğiz. Hapishaneleri cehenneme çevirenlere inat tutsak kadın, çocuk ve LGBTİ'leri yalnız bırakmayacağız. Ve Özgecan Aslan ve Mehtap Zengin başta olmak üzere erkek devlet ve toplum düzeninin katlettiği, intihara sürüklediği, şiddet ve nefrete maruz bıraktığı kadın ve LGBTİ'leri isyanımıza ekleyecek ve kadının örgütlü ve özgürlük mücadele bayrağını yükseltirken tüm bunların hesabını soracağız!

Söz olsun!

Katledilen kadınların öfkesi ile erkek egemen sistemden hesap soruyoruz!

Ermeni Soykırımı'nın 100. yılında yasımızı isyana çevireceğiz!

Meral'den Nesibe'ye 8 Mart komünist kadınların omuzlarında yükseliyor!

Biji berxwedana jinan!

TKP/ML Kadın Komitesi

Mart 2015”

 

62715

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar