1915te ermeni soykırımı sürecinde seks köleliği
Çeşitli Ermeni kaynaklarında üstündeki elbisenin önü beline kadar açık ve yeni buluğa erdiği anlaşılan yarı çıplak genç kız fotoğrafına bir anlam veremezdim. Son günlerde üzerinde çalıştığım Yves Ternon’un “Mardin 1915, Bir Yıkımın Patolojik Anatomisi” kitabında kullanacağımız fotoğrafları seçerken bu fotoğraf yine karşıma çıktı altında şöyle bir yazı vardı: “Seks kölesi yapılan Mardinli Ermeni bir kız”. Ortaya çıkan İttihad Terakki Cemiyeti’nin toplum mühendisliğinin yeni bir şaheseri ve 1915 Soykırımında Ermeni çocuk ve kadınların uğradığı bir başka insanlık onurunu çiğneyen uygulamalarından ve Soykırımın önemli ayaklarından biriydi: Ermeni çocuk ve kadınların seks kölesi olarak çalıştırılması.
Bu uygulamanın organizatörleri (pezevenkleri) için bunun yeni bir birikim/zenginleşme aracı olduğunu söylemeye gerek yok.
Akademisyen Uğur Ümit Üngör’ün “Jön Türk toplum mühendisliği, Doğu Türkiye’de kitlesel Şiddet ve Ulus Devlet, 1913-1950” adlı yeni yayınlanan doktora tezinde bu olgu incelenmiştir.
Soykırım sürecinde el konan kadın ve çocuklara dair bilgiler savaş sırasında bir yerden bir yere giderken iç pasaport olarak kullanılan mürür tezkerelerinde mevcuttur. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Vekaleti arşivinde bolca örnekler vardır. Bu mürür tezkerelerinin incelenmesiyle, yönetim kademelerinde bulunan mutasarrıfların, güvenlik görevlilerinin, askerlerin, Almanların el koydukları kadınları görmek mümkündür. Bu kurbanlar mürür tezkerelerinde kimileri eş, birçokları ise hizmetçi olarak listelenmektedir. Ermeni gen havuzuna el konulması demek olan bu uygulamada mürür tezkeresinde aynı aileden biri eş olarak görülürken, diğerleri hizmetçi olarak listelenmektedir. Bunların Müslümanlaştırıldığını söylemeye gerek yok.
1915 Soykırım sürecinde kadın ve çocukların kaçırılması ve esir pazarlarında satılması sıradan bir olaydır. Osmanlı’da esaret 1909’da resmen kaldırılmasına karşın savaşın bitimine kadar Ermeni çocuk ve kadınlar için bu pazarlar yeniden açılır. Tarihçi Dr. Yves Ternon, bu olgunun altını çizer. Ermeni söz konusu olduğunda uygulamada her şey mübahtır: Kadın ve çocukların kaçırılması ise Kürt aşiretleri için alışılmış bir olaydı. Hem katliam öncesi hem de katliamlar esnasında. Çoğu Müslüman olmuş, onları kaçıran ailelerle bütünleşmiş, bazıları esir gibi kalmış ve tekrar satılmışlardır. Halep’deki Bab-Nera çarşısı esir pazarıdır. Bu pazarlar Dünya Savaşı sonuna kadar sürer. Diyarbakır konsolos yardımcısı Gustave Meyrier Kürt veya Arap aşiretlerinin kaçırdığı Ermenileri bulmak için vaktinin ve gücünün çoğunu harcamış ve her zaman da başarılı olamamıştır.
Kadın ve çocukların kaçırılması ve Müslüman haremlerinde tutulmasına Binbaşı Noel de hatıralarında tanıklık eder. Hatıralarında sadece Nusaybin’de 250 kadının güçlü ailelerin haremlerinde tutsak olduğunu ve dönemin kaymakamının bunlara gücünün yetmediğini kaydeder.
Dr. Y.Ternon da incelemesinde kadın ve çocukların kaçırılması ve satılarak esir edilmesiyle ilgili olarak birçok tanıklıkla birlikte, Diyarbakır, Viranşehir, Cizre, Urfa ve Mardin’de kurulan esir pazarlarına ayrıntılı olarak yer verir, bu esir pazarları Osmanlı yönetimi altındaki topraklarda müttefik Almanlar ve Avusturyalıların gözlerinin önünde kurulmaktadır:
Kürtler bir tehcir konvoyuna saldırıp kadın ve çocukları kaçırırken aile nüfusunu arttırmaktan başka, ülkenin belli başlı esir pazarlarında satacakları tutsakları düşünüyorlardı. Bu pazarlar Diyarbakır, Viranşehir, Cizre, Urfa ve Mardin’de kurulmaktaydı. J. Rhétoré ve H. Simon’un söylediğine göre Mardin’de katliam döneminde esir fiyatları çok yüksek değildi. Satıcılar, mallarından ve ganimetlerinden en kısa sürede kurtulmak istiyorlardı. Böylece 5-7 yaşlarındaki çocuklar 5-20 kuruşa, yani bir kuzu fiyatına satılıyordu. Genç bir kız veya 14-15 yaşlarında bir genç delikanlı 2-3 mecidiyeye alıcı bulmaktaydı. Genellikle Hıristiyan bir kadının değeri daha fazla 1 Türk lirasıydı.
El konulan kadınların satışından elde edilen gelirin yanında, bunların mensup olduğu ailelerin durumuna göre fiyatları yükselmektedir. Burada bir başka fırsat yakalanmaktadır. Zira gelecekte bu kızların ve kadınların sahibi olmak aynı zamanda bunların ailelerinden kalan mülklerine de el koymanın yasal olanağını sağlamaktadır. Cumhuriyet döneminde bölgedeki tapu tescil ilanlarında bu olanağın sıkça kullanıldığını, el konan kadınların varisi oldukları aile mülklerine el koymak için araçsallaştırıldığını görmekteyiz:
Bazı kişiler için arttırma, 25-30 lira hatta daha fazlasına da yükseliyordu. Eğer genç kadın önemli bir aileye aitse değeri yüksekti. Böylece Mardin’li Kaspo ailesinden küçük bir kız 8 liraya satılmıştı. Bu 3-8 yaşlarında küçük bir çocuğu satın almak için iyi bir alışveriş sayılıyordu. Bu çocuklar, Müslüman bir ailede geçirecekleri 1-2 ay sonunda, hele iyi muamele de gördüklerinde ilk ailelerini unutup yeni evlerine bağlanmaktaydı. Bazen bu gibi çocuklar akrabaları tarafından bulunup satın alan ailelerine geri gitmek bile istemiyorlardı. “6 yaşlarında bir erkek çocuk Müslüman bir evde geçirdiği bir yıl sonunda dini uygulamalara öyle bir uymuştu ki müezzinin sesini her duyduğunda namaz duruşunu alır, eller, kulaklar arkasında dünyevi seslerden uzaklaşmak için her hareketi, hatta iki zamanlı namaz pozisyonlarını bile uygulamaktaydılar. Beş-altı yaşlarında küçük Ermeni kızlar gördüm ki, Arapça İslam dualarını kelime-i şahadet formüllerini, eskiden Hıristiyan dualarını söyledikleri rahatlıkla ve güvenle tekrarlamaktaydılar.”
Satışlar yönetimin gözleri önünde yapılmaktadır. Ancak esir ticaretini bir zenginleşme aracı olarak gören zihniyetin yanında vicdanlı insanlar da bulunmakta ve bu kurbanları kurtarmanın yollarını aramaktadır. Gerekirse bütün servetini bunun için harcayan insanlar coğrafyamızın yüz akıdırlar:
Mardin’de halka açık satışlar 1915’in 15 Ağustos’unda başladı. İlki kadınların satışı oldu. Polisin iyimser bakışları altında sürerdi. Hyacinthe Simon’un anlattığına göre Bir Süryani Katolik kadın (Yusuf Sa‘do-Nano’nun dul eşi), o gün pazarlık ederek yüzlerce Hıristiyan kadını satın alır. Tehcirden etkilenmemiş olan Mardinli Süryaniler tutsakları satın alıp evlat edinmek istiyorlardı . Başpiskopos Tappuni satın alabileceği kadar çok çocuğu kurtarmak için tüm parasını feda eder. Böylece 2.000 çocuğu ailelerinin yanına yerleştirir ve masraflarını öder. Özel serveti olmadığından borç alır. Ama polis araştırma yapmakta, saklanan Ermeni olup olmadığını soruşturmaktadır. Tappuni, satın alınan bu çocukların Süryani Katolik olduğunu iddia eder ve dost olan bazı memurların yardımı ile onları Bedreddin’in yıkıcı öfkesinden sakınır. 1916’da satışlara sunulan gruplardan biri 600 çocukluk bir gruptur. Arkasından 200´lük ve 200´lük bir diğer grup gelmektedir. Tüm bu çocuklar satılamadığından Osmanlı yönetimi bir yetimhane açar ve onları oraya yerleştirir.
Bazıları kaçırdıkları veya satın aldıkları insanlara adilane davranırlar. Onlara aile bireylerine olduğu gibi davranırlar, hatta yardım edilmeleri için başkalarını satın alırlar. J. Rhétoré, Savur’dan bir Müslüman ileri geleninden bahseder. Bu zat onları kurtarmak amacı ile yirmi kadar genç kız satın alır ve onlara Müslüman olmalarını hiçbir zaman teklif etmez. Ancak genellikle sahipler esirlerine din değiştirmeleri yönünde baskı yapmaktaydılar, ret cevabı alınca da sert davranıyorlardı. Bu kabalıklar dini önyargılardan kaynaklanıyordu. Bitlis’ten iki genç Ermeni kızı sahipleri tarafından günde iki kez dövülmekteydi, çünkü efendileri “Hıristiyanlar ancak dövülmeye müstahaktır” diyordu. Müslüman evlerdeki bu Hıristiyan kadınlar için hayat, özellikle fakir evlerde ya da Kürtlerde çok zordur. Fiziksel cezalar olmasa bile, bir hareme bağlıydılar ve evdeki diğer kadınların nefretini yaşıyorlardı. Bazen satın alan onları tekrar elden çıkarıyordu, çünkü evdeki kargaşa bitmek bilmiyordu. Bunun nedeni kıskançlıktı.
Fiyatların düşüklüğünden faydalanan resmi görevliler kadın koleksiyonu yapmaktan çekinmez ve utanmazlar. Ternon, esir Ermeni kadınların Müslüman yanlarındaki koşullarının ağırlığına ilişkin tanıklıklara yer verir:
Esir pazarındaki düşük fiyatlardan faydalanan açıkgözler ise Ermeni kadın koleksiyonu yapıyorlardı. J. Rhétoré bir subayı anlatır. Bu adam evine 12 kadar kadın doldurup onların ihtiyaçlarına yetişmek için askeriyede sorumlu olduğu dükkanı satmaktaydı. 13-14 yaşlarında genç kızlar Müslüman eşleri olmaktaydı. Diğerleri hizmetçi gibi muamele görmekte ve evin en ağır işlerinden sorumlu olmaktaydılar en aşağılayıcı işler onlara verilmekteydi. Oysa Müslüman eşler akşama kadar gezer ve gevezelik ederlerdi.
“Başpiskopos Maloyan’ın baldızının esir olduğu evde bir eşeğin görevini yüklendiğini ve kötü muamele görmekten, kaba bir efendinin dayağından kolunun kırıldığını anlatırlar.
Esir olduğu köyde görülen rahibe Sayde çeşmeye omuzunda testi ile giderdi. Bu da evde hizmetçi görevi yüklendiğini gösterirdi. Yani yorgunluk ve aşağılama ayrıca hakaretler ve kötü muamele de onun payına düşerdi.”
Birçokları bu koşullara dayanamayarak hayatlarını kaybederler. Hayatta kalabilmek için koşullar çok ağırdır ve birçokları bu ağırlığa dayanamaz:
Vilayette 1915 sonbahar ve kışında binlerce çocuk hastalık, mahrumiyet, kötü muamelelerin acılarından ölür. Katliamların başından itibaren ailelerinin, ebeveynlerinin tutuklandığını, tehcir edildiğini ve öldüğünü görmüşlerdi. Hastalandıklarını fark eden efendileri onlardan en kısa zamanda kurtulmayı amaçlarlar; bazen da kendi elleriyle öldürür ve cezasız kalırlar. “Kendi gözlerimle gördüğüm bir olay da hasta olan beş yaşlarında küçük bir Ermeni kızın sahibinin onu canlı canlı bir gübre yığını altına gömmüş ve üstüne de bir taş koyup ayaklarıyla bastırmış olmasıydı. Ancak, bu sırada orada olan diğer bir Hıristiyan olanı görmüş ve çocuğu çukurdan çıkarmak istemiş olsa da, barbar ve haris adam 5 kuruş almadan buna izin vermemiş, onu gömmek için harcadığı çabanın değerini istemişti. Buna rağmen küçük çocuk kurtarılamamış, çünkü adam taşı bastırırken bel kemiğini kırmıştı, hastalığı ise iyileşemeyecek bir şey değildi. Birkaç gün büyük acılarının arasında annesini çağırıp ağlamış ve ölmüştü” sözleriyle Rahip Rhétoré durumu özetler.
Mütarekeden sonra bu çocukları arayıp bulmak, nüfuzlu kişilerin elinde olanları onlardan geri almak son derece zordur. Yukarıda da Nusaybin özelinde Binbaşı Noel’in anılarında değindiğimiz kişilerden almaksa imkansızdır. Bazıları da yeni hayatlarına tutunmaya çalışmaktadırlar:
Ateşkesten sonra kaybolan çocuklardan bazılarını arayıp bulmak mümkün oluyordu. Ama bazıları Müslüman evlerle öyle bütünleşmişlerdi ki hem tanınamıyorlar veyahut da yeni kimliklerini terk etmek istemiyorlardı. Dr. Şahap Gedik’in bana yakın zamanda anlattığına göre, evrakların incelenmesi neticesinde hemen her köyde ve her Kürt ailesinde, bundan bir kuşak öncesinde mutlaka bir Ermeni’nin varlığı ortaya çıkmaktaydı. Bunun nedeni ise Kürtlerin çok büyük sayıda Ermeni kadın ve çocuğu Mardin bölgesinden kaçırıp köylerine götürmesiydi. 1945’te Mardin’de askeri doktor görevinde bulunurken birçok köyü ziyaret etmiş ve Kürtlerin 1915 olaylarından bahsetmelerini bizzat onlardan dinlemiştir. Bu uzak bölgede, misyonlar ve yardımsever kuruluşların gücü yetmediğinden, 1918 ateşkesinden sonra çok az sayıda Ermeni çocuk geri verilmiştir. Böylelikle Mardin yöresindeki Kürtlerin etnik köken bakımından Kurdo-Ermeni oldukları rahatlıkla söylenebilir.
Kaçırılan, el konulan ve esir edilen kadınların Müslüman haremlerinde tutulması, Ermeni gen havuzuna el konma uygulaması, bedava işgücü olarak kullanılmasının yanında, erkeklerinin öldürülerek, kadınlarının ve çocuklarının seks kölesi olarak çalıştırılması, Ermeni halkının doğurganlığının yok edilerek, ortadan kaldırılması yani Soykırım uygulamasının en önemli ayaklarından biridir. Seks köleliği Ermeni Soykırımı ve sonrasında bölgede geniş bir uygulama alanı bulmaktadır. Seks köleliği ayrıca organizatörleri açısından da bir zenginleşme alanı ve aracıdır. Üngör, doktora tezi olan çalışmasında soykırım sürecinden kadınların tecavüz ve kölelik üzerinden etkilenmelerinin yanında, seks kölesi olarak da kullanılmalarının altını çizerek 1915 Soykırımı sürecindeki Ermeni çocuk ve kadınların seks kölesi olarak kullanılmalarını örnekler. Seks köleliğinin, köle sahiplerinin zenginleşmesinin aracı olmasının yanında köleliğin ayrıca bir aşağılanma aracı olarak da kullanıldığını söylemeye gerek yok sanırım. “Fahişeler Soykırım uygulandığı ataerkil kültürün biçimini almıştır: tıpkı diğer maddî mal varlıkları gibi, kadınlar (ve çocuklar) da mal olarak görülüyordu ve mal olarak da dağıtılırdı:
Durum yirminci yüzyılda (örneğin Nazi Almanya’sında ve Kamboçya’da) değişmeye başlamış olsa da, kadınlar soykırımda doğrudan nadiren yer alırlardı; kadınlar çoğunlukla erkeklerden farklı yollarla (tecavüz ve kölelik üzerinden) mağdur edilmişlerdir ve soykırımın sonuçları (Bangladeş’te olduğu gibi, tecavüz kurbanlarının dışlanmaları veya failin toplumuyla bütünleşmeleri) da genellikle farklı olmuştur. Tüm bu farklılıklar: (1) kadınların, onları tarihsel açıdan hem savunmasız hem de değerli kılan özgün biyolojik nitelikleri (cinsiyet, üreme kabiliyeti ve analık) ve (2) ataerkil toplumda, kadınların zayıf, bağımlı ve onların vücutlarından, işgüçlerinden ve üreme güçlerinden yararlanabilecek erkeklerin cinsel malı oldukları biçiminde egemen olan varsayımlar açısından açıklanabilir.
Ataerkil Ortaçağ toplumlarındaki cinsel ilişkiler sosyal hiyerarşileri ve yetişkin erkek üstte, kadınlar, erkek ve kız çocukları daha altta ve fahişeler ise en altta olmak üzere, hakim ve madun konumları tarihsel anlamda vurgulamış ve pekiştirmiştir. Bu gelenekte, yönetici otoriteler fahişeliği genelde muhtemel erkek cinsel şiddetine sosyal açıdan yararlı bir alternatif ve resmî veya gayr-ı resmî vergi gelirlerinin kaynağı olarak görmüşlerdir. Bir uzmanın deyişiyle, sosyal olarak çoğalmaları için gerekli olduğu üzere, Ortadoğu toplumlarında, “kurumsal fahişelik gizli dengenin bir parçasını oluşturmaktadır. Bu istikrarsız cinsel denge, esas olarak I. Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda fahişeliğin fazlasıyla arttığı dönemde bozulmuştur. Ailenin erkek üyelerini cephede veya başka yerlerde kaybeden dulların sayısındaki artış, Osmanlı nüfusunda reisin kadın olduğu ev ahalisinin ve yalnız kadınların artmasına da yol açmıştır. Bu çaresiz kadınların çoğu genelde fahişelikten başka bir seçenek görmüyorlardı. Bazıları tuzağa düşürülüyor veya buna zorlanıyorlardı, fakat büyük bir bölümünün ailelerini geçindirmek için başka şansları olmuyordu. Bu süreç, tehcirlerden sağ kurtulmuş Ermeni kadınlar için çok daha acılıydı. Savaş, çoğu geçimlerini sürdürmekten aciz olan ve bu nedenle fahişeliğe başlayan hayatta kalmış Ermeni kadınlar açısından, çöküş değilse bile, ahlaken düşüşe yol açmıştır. Savaş sırasında Halep’deki Amerikan konsolosu Jesse Jackson, “güvenilir kaynaklardan alınan raporlara göre, refakatçi jandarmalara kadın ve kızlara istediklerini yapabilecekleri söyleniyor” diye rapor göndermiştir. Ermeni kadınlarının fahişelik yapmalarını zorla organize etmekte olan kişileri Almanlar bile biliyorlardı. Harry Stürner’in söylediği gibi bu organize durum Almanların gözleri önünde cereyan etmektedir.
Peru’lu yazar Mario Vargas Llosa’nın, Peru’da Aydınlık yol gerillalarına karşı savaşta askerin moralini yükseltmek için organize edilen gezici genelevi hicvettiği “Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu” kadar organize olmasa da, 1915 Soykırımı sürecinde Ermeni kadınların ve çocukların satılması için esir pazarlarının olduğu yerlerde, askerin ihtiyacı için genelevler organize edilmiştir. Birçok Ermeni kadın buralarda Osmanlı askerlerinden frengi hastalığı kaparak hayatlarını kaybetmişlerdir.
Ölüm yürüyüşüne çıkarılanları da aynı akıbet beklemektedir. Yollarda kendilerine refakat eden jandarmaların tecavüzüne uğramalarının yanında, yolda yapılan saldırılar sırasında da tecavüzlere göz yumulur. Herhalde bu karşılıksız değildir. Kamplarda durum değişmez. Buralarda da bunları iyi koşullar beklememektedir. Hayatta kalmak için ya genelevlerde çalışacaklar yada fahişeliğe zorlanacaklardır:
İstanbul’dan Der es-Zor’a tehcir edilmiş Ermeni aydını Yervant Odian, bir fahişeyle karşılaşmış ve kadına kendisinden iğrendiğini söylemiştir. Fakat kadının cevabı şöyledir: “Bu hayatı yaşayan bir tek ben miyim? Tehcir edilen bütün Ermeni kadınlar… kimilerinin kocaları kayıp veya katledilmiş, hepsi aynı durumdalar. Hayatta kalmak için ya kerhaneye düşecekler ya da bir dost edinecekler. Başka nasıl yaşamamızı istersin acaba?” Odian bir Ermeni kadını olmanın ne demek olduğunu anlatmakta ısrar edince de, fahişe “‘Artık çok geç… Üç yıl böyle yaşadıktan sonra benimle kim ilgilenir ki? … Memleketime dönmeye cesaretim yok...
Akrabalarımın ve dostlarımın yüzlerine bakmaya utanırım.” Kadınların bu ahlakî felakete yönelik edebî tepkileri asimilasyon ve kimlik yitimi, farklı ırktan insanlarla evlilik sonucu yabancılaşma ve psikolojik travma korkuları gibi temalar etrafında dönüyordu. Bir tarihçiye göre, fahişeliğin yaygınlaşması çocukları da etkiliyordu, çünkü “bu dönemde Türkiye’nin demiryolu hatları boyunca çocuk fahişeliği ve tecavüzler de almış yürümüştü. Sekiz yaşındaki, hatta daha küçük çocuklar bu bölgelerde fahişeliğe zorlanmışlardı.”
Soykırım sonrasında extrem bir örnek olmakla beraber Diyarbakır genelevindeki Fekho’nun hikayesi ilginçtir. Diyarbakırlı yazar Vasıf Öngören “Asiye Nasıl Kurtulur?” adlı sinemaya da uyarlanmış olan ünlü eserinde Fekho’dan ilham almış olmalıdır:
Diyarbekir’de, Ermeni kadınlarının fahişeliğine dair dilden dile aktarılan örneklerden biri de, kısaca Fekho diye anılan Fahriye Yıldırım’ın durumuydu. Fekho, soykırımda ölümden kurtulmuş ve bir kadın ve bir Hıristiyan olarak sürekli biçimde iftiralara uğradığı bir Kürt ailesine verilmiş Diyarbekirli bir Ermeni kızıydı. Hem yetim, hem kız ve hem de Ermeni kökenli olması nedeniyle son derece düşük sosyal statüsünden dolayı, yaşamını sürdürebilmek için genç yaştan itibaren fahişelik yapmaktan başka bir çare görememiş. 1940’ların sonu ve 1950’lerin başlarında, Diyarbekir kerhanesinin kontrolünü ele geçirip, orada çoğu kendisi gibi yetim ve öksüz olan kadınları çalıştırmaya başlaması itibariyle Diyarbekir’de bir fenomen haline gelmiş. İş, adıyla sanıyla “Patron Fekho”nun gözetimi altında iyice büyümüş ve kerhanesi sayesinde büyük bir servet edinmiş.
Ermeniler kadar olmasa bile 1. Dünya Savaşı bölgedeki diğer kadınları da etkiler. Bu durum günümüzde bölgede süren düşük yoğunluklu savaş sırasındaki durumla benzerlik gösterir. Savaş öncesi Kürtler arasında mevcut olmayan fahişelik, savaş sırasında Kürtler arasında da yaygınlaşacaktır:
Kürt köylü ve göçerleri arasında fahişelik savaşa kadar pek duyulmuş şey değildi. Britanyalı ajan Noel’in [Binbaşı Noel] yazdığı gibi, “Kürdistan’da bir fahişeden bahsedildiğini hiç duymadım. Doğu vilayetlerinde üstü örtülü bir şekilde bir Acem’den, kuzeyde bir Rus’tan, güneyde bir Arap’tan ve batıdaysa bir Türk’ten söz edilir”. Bu halkın arasında da, Ermenilerde olduğu kadar olmasa da, savaşın ardından fahişelik başlamıştır. Bir Osmanlı subayı, korkunç bir çaresizlik içindeki pek çok Kürt kadınının “vücutlarını satmak”tan başka bir çareleri kalmadığını ifade ediyordu. Kürt siyasetçi Memduh Selim Bey savaştan sonra birçok yalnız Kürt kadınının “müzkirat”a (alkolizm) gark olduğunu ve “fuhşiyat”tan başka şanslarının kalmadığını üzülerek söylemiştir. Bu güçlü ahlakî retoriğin bir parçası da muhafazakâr bir halkın duygularının galeyana gelmesiydi, fakat Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımın doğu vilayetlerinde sosyal açıdan büyük bir sorun olarak meydana geldiği bir gerçekti. Osmanlı inanç kalıplarına göre, bu kadınlar fahişelikle iştigal ettikleri an dışlanırlardı. Dışlanmış insanlar olarak karşılaştıkları sorunlar kitlesel şiddetin ardından gark oldukları sorunları ağırlaştırmıştır.”
Ali Sait ÇETİNOĞLU 30 Nisan 2013