Agos’un Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler özel sayısı
Bir konunun altını çizmeden edemeyeceğim: Eğer bugün biz bu konferansı yapabildiysek, bu alanda çalışan, bu konular üzerinde kamu önünde söz söyleme cesaretini gösteren ve Hrant Dink gibi büyük bedeller ödeyen insanlar sayesindedir.
KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr
Konferansa ilişkin öncesindeki beklentileriniz nelerdi? Sizi bu üç gün kendi tahminleriniz ötesinde neler şaşırttı?
Konferansı baştan beri çok önemli ve anlamlı buldum. Bunun türlü nedenleri var. Birincisi, yıllardır Türkiye’de bu kadar tabu olmuş ve sessizliğe bürünmüş olan bir konunun bütün veçheleriyle uluslararası bir konferansta Türkiye'de tartışılacak olması çok önemliydi. İkincisi, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konusunun çok önemli boyutlardan birisi olan toplumsal cinsiyet boyutunun enine boyuna böyle bir konferansta tartışılacak olmasını çok önemsedim. Üçüncü olarak da konferansın, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve tebliğ sunumları ile çok yönlü ve kapsamlı bir çalışma olacağı yönünde bir beklentim vardı, bunu da çok heyecan verici buluyordum.
Yaklaşık yirmi senelik akademik hayatımda birçok uluslararası konferansa katıldım, ancak üç gün boyunca salonda gözlemlediğim ve deneyimlediğim atmosfer şimdiye kadar katıldığım hiçbir konferansa benzemiyordu ve beni beklentilerimin ötesinde çok etkiledi. Salonda dünyanın çeşitli yerlerinden ve Türkiye’den sadece bu toplantıda bulunabilmek için gelmiş çok sayıda Ermeni, Kürt, Türk ve kendilerini hangi biçimde tanımlarsa tanımlasınlar insanlar vardı. Hem tebliğlerin sunulduğu panellerde, hem de aralarda salonda Türkçe, Ermenice, Kürtçe, İngilizce ve belki de benim duyamadığım başka diller saklanmadan, fısıldanmadan, korkmadan konuşuluyordu. Özellikle Ermenicenin böyle kamusal bir mekanda bu kadar duyulur olmasını çok etkileyici buldum. Bir de tabii, şaşırmadığım ancak etkileyici bulduğum başka bir konu da, herkesin paylaşmak istediği ne kadar çok hikayesi olduğu idi ve bunları anlatmaya ne kadar istekli oldukları idi. Bir dinleyicinin kulağıma eğilip söylediği gibi “İnsanlar yaşamış ama nasıl yaşamış, hayatta kalmış ama nasıl kalmış”. Ne kadar çok acı, yaşanmışlık ve sır biriktirmişiz, ne kadar çok konuşmaya, dinlenilmeye ihtiyacımız varmış.
Konferans toplumsal cinsiyet perspektifinden bize neler gösterdi?
Belki de ilk defa bu meselenin en azından tarihsel olarak toplumsal cinsiyet boyutu bu kadar kapsamlı tartışıldı diye düşünüyorum. Hayatta kalmanın, din değiştirmenin, çeşitli direniş biçimlerinin toplumsal cinsiyet ekseninde gösterdiği farklar çok ilginçti. Diğer çarpıcı bir nokta da özellikle kadınların yaşanan bu şiddet içinde sadece birer kurban değil, eyleyiciliği (agency-faillik anlamında) olan tarihsel birer aktör olarak tartışılmasıydı.
Forum değerlendirmelerinde Ronald Suny’nin dile getirdiği, kimliklere, tercih edilen, değişebilen, akışkan yapılar olarak bakma anlayışı hayli ufuk açıcıydı. Bir özgürlük mücadelesi olarak başlamış ama zaman içinde kapana da dönüşebilmiş kimlik politikaları konusunda ne söylenebilir?
Bu kadar uzun süre kamusal alanda tartışılamayan, tabu haline getirilen bir konu ister istemez "dilini" kaybeder, hangi kavramlarla konuşacağımızı artık bilemez oluruz. Bu konferansın bize bu konuyu konuşabilmemiz, tartışabilmemiz ve yüzleşmemiz için çok önemli araçlar sunacağını ve sessizliğimizi bozarak, yeni bir dil oluşturabilmemiz için yeni kavramlar sunabileceğini düşünüyordum ki bence konferansın en anlamlı yönlerinden biri de bu oldu. Daha gidilecek çok yol var ve bu gerçekten bir başlangıç ama çok önemli bir eşiğin aşıldığını ve devasa bir kapının aralandığını düşünüyorum.
Bir sonraki adımı düşünürken Ronald Suny’nin yaptığı vurguyu çok önemsiyorum. Tam da belirttiğiniz gibi kimlik denen kategori bir özgürlük ve tanınma mücadelesi içinde başlasa da Suny’nin tanımladığının aksine özcü bir kategoriye ve bir kapana dönüşebilir. Bu kadar derin acıların yaşandığı durumlarda belki bu tür bir “özcülük” kaçınılmaz olarak gelişir. Ancak şu noktada kimlik politikalarının ötesinde Suny’nin altını çizdiği akışkanlıklara, tarihselliğe, değişkenliğe vurgu yapmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Diğer vurgulamak istediğim konu yerel tarih ve sosyolojinin hem akademik hem de politik olarak anlam ve önemi ve bundan sonraki adımları düşünürken bunlar üzerine kafa yormanın önemi. Bundan kastım şu: Bu konferans boyunca çeşitli tanıklıklar ve sözlü tarih çalışmaları yoluyla bize ulaşan inanılmaz, dinlemesi bile insanı zorlayan şiddet hikayelerini duyduk. Bu kadar derin acıların yaşandığı olaylarda birbirinin gözünün içine bakarak çoğunlukla da kendi ana dilinde bunları paylaşmanın, haykırmanın sağaltıcı, iyileştirici bir yönü var. Bu konferansta bu da yaşandı. Ancak belli bağlamlara oturtulmayan, sosyolojisini anlayamadığımız çıplak şiddet hikayelerinin bizi çok dar bir alana sıkıştıracağını düşünüyorum. Bu şiddetin failleri sosyolojik anlamda kimdi? Hangi süreçlerle bu şiddetin parçası oldular? Direniş noktaları nelerdi? Direnenler neye ve nasıl direndi? Yerelde bu gruplar nasıl bir sosyal ilişki ağı içinde yaşıyorlardı? Bu soruları sormadığımız sürece kimliklere özcü yaklaşımları pekiştiririz diye düşünüyorum. Politik olarak da bu sosyolojik ve tarihsel soruları sormamız gerektiğini düşünüyorum, zira böylesi bir şiddetin bir daha yaşanmayacağının garantisi yok. Üstelik çeşitli şiddet biçimleri halen yaşanmaya devam etmekteyken bu sorular daha da elzem. Bu konferansta sunulan birçok bildiride duyduğumuz hikayelerin, sözlü tarih çalışmalarının halen ancak kod adlarıyla aktarılabilmesi, dinleyiciler arasında tebliğleri gözü yaşlı dinleyen, 2011 yılında öldürülen Sevag Balıkçı’nın annesi, 2007’de öldürülen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink -bunların hepsi bu şiddetin bugün halen devam ettiğinin birer göstergesi. Bu coğrafyada geçmişte yaşanmış ve halen de yaşanmakta olan çeşitli acıları, yerel tarih dinamiklerini, bu işin sosyolojisini ve politik ekonomiğini anlamadan tartışabilmemiz ve üstesinden gelmemiz çok güç görünüyor.
Anlatılan tanıklıkların Müslüman kesim üzerindeki etkisi konusunda neler düşünüyorsunuz? Ne derece ulaşıldı birbirine?
Bu konferans şüphesiz farklı gruplar arasında çok önemli bir diyaloğun başlangıcı oldu bence: Müslümanlar, Hristiyanlar, Müslümanlaştırılmış Ermeniler, diasporada yaşayan Ermeniler, Türkler, Kürtler vs. Her grup içinde farklı direnç noktaları halen vardır elbet ama bu diyaloğun başlamış olması, üç gün boyunca yoğun bir şekilde birbirinin gözünün içine baka baka dillendirilmiş olması çok önemli.
Yapılan ilginç tartışmalardan biri de konferansta aktarılan şiddet dolu deneyimlerin özellikle Türklerde, belki de Kürtlerde yarattığı yoğun utanç ve suçluluk duygusu ve bunun anlamı üzerineydi. Ben kaçınılmaz olarak yaşanan ve yaşanacak olan bu suçluluk ve utanç duygularının aslında geçmişle yüzleşmede çok önemli bir ilk adım olduğunu ve olumlu yönde dönüştürücü etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak bunlar yaşandıktan sonra geçmişle hesaplaşma, yas tutma, geleceği yapıcı biçimde inşa etme süreçleri başlayabiliyor. Bunun o anlamda bu coğrafyada yaşayan her kesim için çok hayırlı bir süreç olduğunu düşünüyorum.
***********************************************
Soykırımın unutulan boyutu asimilasyon
Tarihçi Taner Akçam Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın ilk gününde yaptığı sunumda 1915 Ermeni Soykırımı’nda asimilasyonun ne kadar önemli bir rol oynadığına dikkat çekti.
“Yahudi soykırımı her şeyin merkezine oturdu. ‘Bir olay ne kadar Holokost’a benziyorsa, o kadar soykırımdır’ gibi bir anlayış ortaya çıktı. Bunun sonucu olarak da tanıma uygun gerçeklik uyduruldu.”
FERDA BALANCARferda@agos.com.tr
Taner Akçam, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’ndaki sunumuna, Ermeni soykırımının yapısal bir unsuru olmasına rağmen, asimilasyon konusunun bugüne kadar fazlasıyla ihmal edildiğine dikkat çekerek başladı. Akçam’a göre bunun iki önemli nedeni var: Birincisi, soykırımın bir hukuk kategorisi olarak tanımlanmasının kaçınılmaz sonucu. Soykırım gibi ceza hukukuna ait bir kavramın sosyal bilimlerde esas alınması, bu kaçınılmaz sonucu doğurmuş oldu. İkincisi ise, Ermeni soykırımını anlamak ve anlatmak için kullandığımız kaynakların bu tür bir ihmali kaçınılmaz kılması.
Lemkin’e rağmen
Akçam, sunumunda soykırım kavramını uluslarası hukuk açısından ilk kez ortaya koyan Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’e gönderme yaptı. Lemkin için fiziki imha, soykırım sürecinin sadece bir yüzü idi. Ona göre, soykırımın iki aşaması vardı: Birincisi, baskı altındaki grubun ulusal özelliklerinin imha edilmesi. İkincisi ise baskıcı grubun ulusal özelliklerinin baskı altındaki gruba zorla kabul ettirilmesi. Lemkin’in bu çerçevede yaptığı asimilasyon tanımına göre, baskı altındaki grup, baskıcı grubun hayat tarzını, kültürünü ve kurumlarını kabul etmek zorunda kalır.
Taner Akçam, Lemkin’in bu açık ve net tanımına rağmen, asimilasyonun Ermeni Soykırımı araştırmalarında gözardı edildiğini vurguladı. Akçam’a göre, bu gözardı ediş ve unutuşun günümüze kadar etkisini sürdüren olumsuz sonuçları oldu. “Soykırım tek bir eylem-olay zannedildi ve sadece fiziksel imha olarak kavrandı” diyen Akçam, sözlerine şöyle devam etti: “Ele alınan her olayın 1948 tanımına uyup uymadığına bakıldı. Yahudi soykırımı her şeyin merkezine oturdu ve başka bir olayın soykırım sayılıp sayılmayacağının turnusol kağıdı oldu; ‘Bir olay ne kadar Holokost’a benziyorsa, o kadar soykırımdır’ gibi bir anlayış ortaya çıktı. Bunun sonucu olarak da tanıma uygun gerçeklik ‘uyduruldu’.”
Akçam’a göre, Türkiye’nin resmi olarak Ermeni Soykırımı’nı inkâr etmesinin baskısıyla, Ermeni soykırımını Holokost’a benzetme çabaları yoğunlaştı ve bu süreçte 1915’in Holokost ile yapısal farkları yok sayıldı.
Akçam, Ermeni Soykırımı’nı incelerken kullanılan kaynakların da asimilasyonun gözardı edilmesinde etkili olduğu görüşünü şu sözlerle savundu: “Alman, Avusturya ve ABD konsolosluk raporları, misyoner gözlemleri ve sağ kalan Ermenilerin anılarından oluşan kaynaklar, değişen politikaları tam olarak anlayamadıkları için, ortada sistemli bir politika yokmuş gibi bir sonuç çıkartıyorlardı. Bu anlayışa göre, tamamıyla yerel unsurların inisiyatifine ve insafına bırakılmış karmakarışık uygulamalar söz konusudur. Birçok durumda din değiştirme olgusu, fanatik Müslümanların dini inançları nedeniyle, Ermenileri zorladıkları bir pratik olarak sunuluyordu.”
Belgelerin söylediği
Taner Akçam sunumunda, Ermeni Soykırımı’yla ilgili elimize ulaşan belgelerde asimilasyon anlamına gelen, ‘temsil’ ve ‘temessül’ kavramlarının açık bir şekilde, üstelik sadece Ermeniler için değil, başta Kürtler olmak üzere diğer Türk olmayan Müslümanlar için de kullanıldığını belirtti. Akçam’a göre asimilasyon ve fiziki imha ilişkisini anlamak için ‘yönetilebilirlik’ ilkesi anahtar bir kavramdır. Her bölgede Ermeni nüfusun oranını yüzde 5-10 arasına çekme çabası, yönetilebilirlik ilkesinin uygulanmasında belirleyici unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Akçam’ın sunumunda referans gösterdiği önemli belgelerden birisi, İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Van, Trabzon, Erzurum, Bitlis Mamüratülaziz (Elazığ), Diyarbakır ve Sivas illeri ile Canik (Samsun) Mutasarrıflığına yollanan 22 Haziran 1915 tarihli telgraf. Söz konusu telgrafta şu ifadeler yer alıyor:
“Vilâyetiniz (livânız)den güneye sevk edilen Ermenilerden bireysel veya toplu olarak ihtidâ edenlerin alıkonulması ve toplu olarak bir arada bulunanların o vilâyet (liva) dâhilinde dağıtılması”.
Akçam’a göre bu telgrafın içeriğinde iki husus çok önemli: Birincisi, Sivas, Trabzon, Diyarbakır ve Elazığ’da telgrafın gönderildiği tarihte henüz büyük çaplı tehcir başlamamıştı. İkincisi önemli husus ise Talat Paşa’nın bu telgrafın okunduktan sonra imha edilmesini istemiş olmasıdır. Ayrıca dönemin Dahiliye (İçişleri) şifre evrakı arasında üç adet, ‘okunduktan sonra imha edilmesi’ istenen telgraf var ve üçü de asimilasyon ile ilgili. Bu da hükümetin ve Talat Paşa’nın asimilasyona ne kadar önem verdiğini gösteriyor.
Din değiştirme konusuna Soykırımın mimarlarının ne kadar hesaplı yaklaştığını gösteren çok önemli bir belge de yine sürgün bölgelerine gönderilen 1 Temmuz 1915 tarihli bir başka telgraf. Bu belgede şu ifadeler yer alıyor:
“İhrâc olunan Ermenilerden bazılarının bireysel ve toplu olarak ihtida ettikleri ve bu sayede memlekette kalma gayreti içinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu şekilde olan ihtidalara müsaade kesinlikle söz konusu olamaz. Kendilerini tehlikede gördükleri için din değiştiren bu kişilerin müracaatlarına itibar edilmeyip, kararlaştırılan yerlere sürgünlerinin yapılması”.
Din değiştirme politikalarında iktidarın, İslami kaygılarla hareket etmediğini gösteren bir başka örnek de 18 Ağustos tarihli telgraftır. Urfa’dan bir grup Ermeni kiliselerini cami yapıp, topluca Müslüman olmak isterler, durumu 16 Ağustos’ta İstanbul’a bildiren Urfa Mutasarrıfı’na iki gün sonra verilen cevapta, “ne kilisenin camiye çevrilmesi ne de ihtidalar kabul edilemez” denilir.
Ve yasak kaldırılır
Taner Akçam, Ekim sonu itibariyle “ihtidalarına müsaade edin” biçiminde bazı emirler olsa da genel uygulamaya 4 Kasım 1915’te geçildiğini belirtti. Bu tarihte, istisnasız tüm bölgelere “Ermenilerin ihtidâsı hakkında” dikkate alınacak hususa ilişkin tamim gönderiliyor. Bu tamimde şu ifadeler yer alıyor: “Sevk edilmeyip öteden beri ikamet ettikleri mahallerde bırakılanların ihtidâsı kabûl olunur. Sevk olundukları sırada merkezden gelen özel emirle, sevklerinden vazgeçilip bırakılanlar, ister eski yerlerine iade edilmişler veya sevk sırasında bulundukları yerlerde kalmış olsunlar, ihtidaları kabul edilir.
Kısmi iskân politikası
“4 Kasım 1915’e kadar İslamlaştırma konusunda herhangi bir özel belgeye rastlamadım ancak bu tür belgelerin mutlaka olduğunu düşünüyorum” diyen Taner Akçam, oluşturulan yeni yerleşim yerlerinde Ermenilerin dinlerini korumalarına müsaade edildiğini ama dillerini kullanmalarının yasaklandığına dikkat çekti: “Cemal Paşa, Ermenilerin dini vecibelerini yerine getirmelerine özel izin verdi. 19-21 Haziran 1915’te, Sis Katolikos’u II. Sahag ile görüşen Cemal Paşa bu izni verir. Bu izne binaen, yeni oluşturulan kamplar ve yerleşim yerlerine papazlar yollanır. Kasım 1915’e kadar sürgünlerin nihai varış yerlerinde belli bir iskân politikası izlendi.”
Bu bağlamda, Musul ve Der-Zor bölgesine yollanan, 23 Haziran 1915 tarihli önemli bir telgrafta şu ifadeler yer alıyordu: “Aynı bölgeden toplu olarak gelen Ermeniler gruplara ayrılarak değişik yerlere yerleştirilsin. Yeni yerleşim yerlerinde asla Ermeni okullarına müsaade edilmesin. Ermenice dili ile gazete ve haberleşme yasaktır. Çocuklar zorunlu devlet okullarına gönderilecek. Yeni kurulacak yeni Ermeni yerleşim yerleri biri birinden 5 saat mesafede olacak ve bu yerler etrafa hakim ve müdafaaya müsait yerlerde kurulmayacak.”
Bu telgrafın sürgünlerin yapıldığı bölgelere gönderilen ve din değiştirmelere müsaade eden 22 Haziran tarihli telgraftan bir gün sonra yollandığına ve bu belgenin de okunduktan sonra imha edilmesi istendiğine dikkat çeken Akçam sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunu takiben, 1 Temmuz 1915 tarihinde Başkumandanlık Suriye, Halep, Musul Vilâyetlerine, Urfa, Zor Mutasarrıflıklarına gönderilen ayrıntılı bir tamim ile Ermeni okullarının açılmasına müsaade edilmeyeceği ve yazışma dilinin Türkçe olacağı kuralı da tekrar edilir.”
Taner Akçam sunumunda din değiştirmelere yeniden müsaade edildiğine ilişkin iki telgrafa dikkat çekti. Önce 4 Kasım tarihinde Halep, Musul ve Der-Zor gibi sürgün yerlerine, 21 Aralık 1915’te ise Halep, Suriye, Musul vilâyetleriyle Urfa ve Der Zor Mutasarrıflıkları gibi sürgün yeri olan bölgelere yollanan bir başka telgrafta, “Oralara gelmiş olan Ermenilerin, yeni mıntıkalarına varmaları ile birlikte din değiştirmelerine kurallara göre müsaade edilmesi” istenir.
‘Ya İslam ya ölüm’
Taner Akçam, Soykırımın son aşaması hakkında doğrudan bir Osmanlı belgesi olmadığına ama ABD ve Alman belgelerinin yanı sıra sağ kalan Ermenilerin anılarında da bilgi olduğuna dikkat çekti. Akçam’a göre bu konuda en önemli kaynaklardan biri Çerkes Hasan Amca’nın anıları. O dönemde Teşkilatı Mahsusa’da görevli olan Hasan Amca, Ağustos 1916’da bugün Suriye sınırları içinde Dara’ya vardığında, sağ kalan Ermenilerin tümünün ihtida işleminin yapılmakta olduğunu gördüğünü aktarır. Bu bilgi, 20 Haziran 1919 tarihli Alemdar gazetesinde yayımlanan Hasan Amca’nın anılarında yer alıyor.
Akçam, dönemin Alman büyükelçisi Wolff Metternich’in de bu konuda önemli saptamalar yaptığına dikkat çekti. Metternich’e göre İslami fanatizm İttihatçı yöneticilere yabancı bir fikirdir; Ermenilerin Müslümanlaştırılmasındaki amaç, Ermenilerin Türkler arasında eritilmesi, kaynatılmasıdır. Müslümanlaştırmaya önce izin verilip sonra bundan vazgeçilmesinin nedeni ise Metternich’e göre din değiştiren Ermeni sayısının hızla artmasıdır.
Akçam, bu süreçte rakamların ne kadar önemli olduğunu da vurguladı: “Bu süreçte Talat Paşa, neredeyse günlük bazda hayatta kalan Ermenilerin kesin sayıları hakkında düzenli bilgi istedi. Diyarbakır, Adana, Haleb, Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis, Mamuretülaziz, Van vilayet ve Maraş Mutasarrıflığına telgraf doğrudan Maarif Nazırı tarafından, Dahiliye Nezareti şifresi kullanılarak yollanan telgrafta, bölgelerinden sürülen Ermenilerin 10 yaşından küçük çocuklarının yetimhanelere yerleştirilmesinin planlandığı ve bu nedenle vilayet dahilinde ne kadar çocuk bulunduğu, yetimhane için uygun bina olup olmadığı soruluyor.”
Ayrıca 12 Temmuz 1915 tarihli sürgün bölgelerine gönderilen bir başka telgrafta, “Ermenilerin nakil ve sevkleri esnasında velisiz kalması muhtemel olan çocukların bakım ve terbiyeleri için Ermeni ve ecnebi bulunmayan kura ve kazalardaki ileri gelen; itibarlı ve haysiyetli kişilere dağıtılmalarının uygun görüldüğü” belirtiliyor. 11 Ağustos 1915’te alınan bir kararla da evlatlık olarak alınan Ermeni çocuklarının, ana babaları vefat etmişlerse, miras haklarının, bakıcı aileye bırakılması karara bağlandı. Akçam’a göre bu karar, asimilasyonu desteklemek için ekonomik teşvik programı uygulandığı anlamına geliyor.
Taner Akçam, sunumunu sonunda şu ifadeleri kullandı: “Tüm bunların ışığında Ermeni Soykırımı’nda asimilasyonun son derece sistemli olarak uygulandığını ve zorla Müslüman yapmanın bu politikanın esaslı bir parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.”
**************************************************
Aynı ailede hem Hıristiyan hem de Müslüman Ermeni var
Gazeteci-sosyolog Ritter ile fotoğrafçı Sivaslian, Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının yok edildiği 1915 tarihinden yaklaşık yüz yıl sonra, hayatta kalan torunları araştırmak üzere, Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda, İstanbul ve Avrupa’da onlarca kişiyle görüşerek yazdıkları kitapta, bu karmaşık meseleye ışık tutuyorlar. Mikrofonumuzu Ritter’e uzattık ve Kılıç Artıkları’yla ilgili merak ettiklerimizi sorduk.
Hrant Dink Vakfı, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’yla aynı günlerde, Laurence Ritter ve Max Sivaslian’ın daha önce Fransızca yayımlanan ‘Kılıç Artıkları: Türkiye’nin Gizli ve Müslümanlaşmış Ermenileri’ adlı kitabını yayımladı. Gazeteci-sosyolog Ritter ile fotoğrafçı Sivaslian, Ermeni nüfusunun büyük bir kısmının yok edildiği 1915 tarihinden yaklaşık yüz yıl sonra, hayatta kalan torunları araştırmak üzere, Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda, İstanbul ve Avrupa’da onlarca kişiyle görüşerek yazdıkları kitapta, bu karmaşık meseleye ışık tutuyorlar. Mikrofonumuzu Ritter’e uzattık ve Kılıç Artıkları’yla ilgili merak ettiklerimizi sorduk.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
Size böyle bir çalışmayı yaptıran, böyle bir kitap yazdıran ne oldu?
Doktora çalışmam boyunca, geçmişinde din değiştirme olmayan, fakat Soykırım’dan kurtulanların torunu olan insanlarla tanıştım. Elbette ki Ermeni olduklarını biliyorlardı, fakat Ermeniliklerinin Doğu Anadolu’ya dayandığını açıklayabilmek için çok fazla fırsatları olmamıştı. Böyle birçok insan tanıyordum.
Daha sonrasında Hrant Dink’le tanıştım. Bu konu hakkında uzun uzadıya konuştuk ve tabii ki sizin de bildiğiniz gibi o bu konuda çok açıktı, bana yardım etmeye çok hazırdı. İstanbul’a ilk yolculuğumu yapmamı ve saha çalışmasına başlamamı bekliyordu. Şubat 2007 için sözleşmiştik. Fakat maalesef hepimizin bildiği o meşum olay vuku buldu.
Ben yine de Şubat ayında İstanbul’a geldim ve 2007-2008 yıllarında çalışmaya başladım. Bu meselede beni en çok çeken şey, Müslümanlaştırılmış veya gizli Ermenilerin nasıl adlandırılacağıydı. Karşı karşıya olduğumuz bir sosyolojik fenomen. Bizim için yeni olsa da olmasa da, her zaman orada duran, fakat hiçbir zaman hakkında konuşmadığımız bir olgu bu. Peki, bu insanlar kendilerini nasıl tanımlıyordu? Bunu öğrenmenin birçok yolu vardı.
Bu sebeple, Türkiye’nin her yerine değil, özellikle eskiden Ermeni bölgesi olan yerlere odaklandık. Elbette ki Ermenistan’da, Diaspora’da ve İstanbul’da da görüşmeler yaptık. Fakat görüşme yaptığımız tüm insanlar, Doğu Anadolu’dandı. İnsanları bulmak için köylerine gittik, görüşmeler yaptıkça onlardan öğrendiğimiz yeni insanlarla görüşmeye başladık. Onlarla konuştuk ama bu çalışma tamamen bir hikâye anlatısı olduğundan, her şeyin ötesinde onları dinledik. Bana göre bu insanlar, hatıraları, aidiyet veya ait olmama duyguları üzerine çalışma yapmanın tek yolu bu, onları dinlemek. Böylece onlarla ilgili bazı sonuçlara varabilirsiniz. Fakat bunun, bu kitabı yazmanın kesinlikle sadece başlangıç olduğunu düşünüyorum.
Peki, kitap hakkında nasıl geri dönüşler ve tepkiler aldınız?
Fransa’da kitabı çalışmak için farklı topluluklara gittik. Şöyle diyebilirim, genelde aldığım tepki sessizlik oldu. Fransa’da yaşayan Ermeniler, eğer Türkiye’den göç etmiş veya Türkiye göçmeni olan Ermenilerle bir şekilde ilişkide değillerse, bu konu hakkında fazla bir şey bilmiyorlardı.
Fakat artık bu, gizli saklı konuşulan bir konu değil. Giderek bilinirliği artan bir mevzu olmaya başladı. İnsanlar, zaman geçtikçe “Orada, Türkiye’de geride kalan bizim gibi insanlar var ve biz onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz” diye düşünmeye başladılar. Şimdi farkına varıyorlar. Özellikle Diaspora’da giderek gelişen olgu bu.
Ermenistan’da bile iki tür tepki gelişiyor. İlk tepki adeta bir tutku gibi... Biz buna ‘renkli tepki’ diyoruz. Daha çok buradakilerin verdiği tepkiye benziyor. Fransa’da böyle bir geri dönüşle karşılaşmadım. Diğer tepki ise çok daha sert milliyetçilik. Bazılarının kendilerinin veya Ermeniliğin ne olduğunu kesin bir tanıma bağlı kalarak ifade ettiğini ve bu kimliğin sınırlarını genişletmek istemediğini biliyoruz. Yani eğer Ermeni kilisesine mensup değilseniz, Ermeni değilsiniz. Kilise’ye mensup olsanız da, eğer Ermenice konuşmuyorsanız, yine Ermeni olamazsınız.
Bu tavır, bizzat Diaspora’nın kendisi için de bir sorun yaratıyor. Çünkü Diaspora’nın kendi kimliği de kesinlikle Ermenistan’ın kimliğiyle aynı değil. Hatta Diaspora’daki Beyrutlu bir Ermeni ile Parisli, Marsilyalı veya Arjantinli Ermeni de bir değil. Bu yüzden, Ermeni kimliği kavramı içinde başka bir katman daha yükseliyor ve Müslümanlaş(tırıl)mış ve gizli Ermenilere dair sorunu da beraberinde getiriyor.
Kitap, Hrant Dink Vakfı’nın verdiği emekle Türkçede daha yeni yayımlandığından, Türkiye’den nasıl tepkiler geleceğini ise ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Müslümanlaş(tırıl)mış ve gizli Ermenilerin genellikle kendi aralarında evlilik yaptıklarını söylediniz. Bunun sebepleri neler?
Her zaman değil ama genellikle kendi aralarında evlenen, endogamik bir topluluklardan söz ediyoruz. Böyle davranmalarının birçok sebebi var elbette. Soykırım’ın hemen ardından, yani bu meselenin başladığı dönemde, bazı bölgelerde, doğrudan torunlarıyla görüştüğüm nesilden bazıları, bizzat Araplar tarafından sadece Ermenilerle evlendirilmişler. Bulundukları köylerin önde gelenleri tarafından böyle karar alınmış. İnsanlar, “köylerimizdeki Ermeni yetimleri birbirleriyle evlendirelim” diye düşünmüşler. Böyle basit bir sebebi de var bu durumun.
Öbür taraftan, özellikle kurtuldukları bölgelerde, kurtulanların bir arada mücadele ettikleri gibi bir olgu var. Tehcire maruz kalanlar ve öldürülenler dışında kalanların birbirlerine, bir topluluğa, bir köye çok ihtiyaçları var. Bu sebeple, bir araya gelme ve birbirleriyle evlenerek, bir arada kalma gibi bir strateji geliştiriyorlar. Fakat daha sonrasında da din değiştirmeler yaşanabilmiş. Örneğin Sason’da görüştüğüm iki kardeşten birisi, ailesiyle birlikte halen Hıristiyanken ve diğeri, ailesiyle birlikte dindar Müslüman. Bu durum sıklıkla yaşanmış. Endogamik bir yaşam pratiği geliştirilse de, 3. veya 4. nesil, tamamen farklı bireyler olabilmiş.
Bu konu hakkında konferans boyunca da, öncesinde de en çok sorulan soru: “Müslüman Ermeni kimliği, bir paradoks mu?” Sizce bu yerinde bir soru mu?
Bu kimlik, Türkiye’deki ve Ermenistan’daki birçok insan için kabul edilemez. Çünkü çoğu insana göre ya Ermenisindir, ya Müslüman; arada bir kimliğiniz olamaz. Fakat Müslüman Ermeniler için bu bir kimlikse, evet o bir kimliktir. Fakat karşımızdaki grup, homojen bir grup değil. Onları Müslüman olarak tanımladığımızda, önümüzde durduğundan çok daha karmaşık gerçeklikleri ıskalamış oluyoruz. Karşımızda yeknesak bir topluluktan ziyade, aile yapılarına, köklerine, 1915’te ve öncesindeki durumlarına ve nerede durduklarına göre topluluk içinde değişim gösteren gruplar ve alt gruplar var. Karşımızda çok daha karmaşık bir durum var. O yüzden, meseleyi öznel durumlara göre incelemeliyiz.
Türkiye’deki Müslümanlaş(tırıl)mış ve gizli Ermeniler için bundan sonrasını nasıl görüyorsunuz? Kimlikleri, eğitimleri, aidiyetleri nasıl olabilir?
Bence bu, Ermeni sorunu olduğundan daha fazla artık bir Türk sorunu. Çünkü bu, Ermeni kimliğine nereden baktığınıza çok bağlı bir durum. Ermenilik, bir milli kimlik mi, yoksa dini bir kimlik mi? Türkiye’de Ermeni olmanız, Ermeni Kilisesi’ne bağlı olduğunuz anlamına geliyor. Eğer Kilise’ye bağlı değilseniz, Kilise’de evlenemezsiniz, çocuklarınızı Kilise’de vaftiz ettiremezsiniz ve ne siz, ne de çocuklarınız Ermeni okullarına gidemezsiniz.
Dışarıdan bir gözle baktığımda, bu durumun giderek çözüleceğini düşündüğümü söyleyebilirim. En azından umudum bu yönde. Eğer Türkiye’de azınlık kimliğinin alanı büyürse ve azınlıklar tanınmaya devam ederse, bu durum çözüme ulaşacaktır. Belki bu, bir cevaptan ziyade naif bir umut olabilir ama bu durum, gerçekten de Türkiye’nin demokratikleşmesine ziyadesiyle bağlı.
Türkiye’de bazı şeylerin artık değiştiğini söylediniz. Fakat Müslümanlaş(tırıl)mış ve gizli Ermenilerin birçoğu halen korku içinde. Neden korkuyorlar sizce?
Bu çalışmayı yaparken, ben hem İstanbul’daki, hem de Doğu Anadolu’daki Müslüman ve gizli Ermenilerle görüştüm. Bu iki grup arasında gördüğüm en bariz fark, İstanbul’da yaşayanların kendilerini daha özgür ifade edebildikleriydi. Hatta bazıları vaftiz olarak Ermeniliklerine geri dönmüşlerdi. Fakat Doğu Anadolu’da yaşayanlar, en başta birlikte yaşadıkları insanlardan korkuyorlar. Eleştirilmekten ve dışlanmaktan çekiniyorlar ama esas gerçek şu ki, 1915’i asla unutmadılar. Soykırım’da neler yaşandığını ve Soykırım’ın ne demek olduğunu bildikleri için halen o korkuyla yaşıyorlar. Görüştüğüm birçok insan, kültürel olarak tamamen asimile edilmiş olsalar da, dedelerinin, büyük dedelerinin kim olduklarını, köyün papazı olan dedesinin Müslüman olmak zorunda kaldığını, mezarının nerede olduğunu, kilise yıkıntılarına ne olduğunu çok iyi biliyor.
Bu duyguyla ayrımcılığa uğramaktan korkuyorlar. Belki işlerini kaybetmekten korkuyorlar. İstanbul’da yaşayan Doğu Anadolulu bir görüşmecinin bana söylediği gibi, “Ben Ermeni olduğumu söylemek istiyorum. Belki kimliğimi de değiştirebilirim. Fakat oğlum… O daha öğrenci. Onun Ermeni olduklarını çevreden öğrendiklerinde ne olacak? Bu yüzden, ona kötü not verirlerse ne olacak?”
Böyle bir kuşku var hâlâ. Bu korku, mevcut tehlikeden büyük olabilir ama bilemezler, bilemeyiz. Artık tehlike olmadığını düşünmemeliyiz.
Kitapta yer alan Eçmiyadzin Gatoğigosluğu’nun “tarihsel nedenlerle dilini öğrenemeyen, tarihi-kültürel mirasını bilmeyen ve dinini uygulayamayanlar Ermeni kimliği dışında görülmemelidir” açıklaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu açıklamanın yer aldığı mektubu, kitabın Fransızca baskısında kullanmak üzere bizzat Eçmiyadzin Gatoğigosluğu’ndan iki sene önce aldık. Bence bu açıklama gayet olumlu ve yerinde. Çünkü bize, kurumun bu meseleyi bildiğini, tanıdığını ve bu meseleyle ilgili bir şeyler yapmak istediklerini gösteriyor. Bu, iyiye işaret. Bu işaret, bu konuyla ilgilenen herkes tarafından takip edilmeli. Çünkü Türkiye’deki, Diaspora’daki ve Ermenistan’daki birçok insanı yakından ilgilendiriyor.
2 Mart 2010 tarihli mektup şöyle: “Ermenilik ulusal bilinç ve kimliği IV. ve V. yüzyıllardan sonra şekillenmiştir ve Ermeni Apostolik Kilisesi himayesi altında muhafaza edilmiştir. Etnik köken, ortak vatan fikri, dil, tarihi ve kültürel miras ve din, ulus tanımının genel ölçütleri olarak kabul edilir. Bazı durumlarda bu ölçütlerden bir ya da birkaçı eksik olabilir ve tarihsel nedenlerle dilini öğrenemeyen, tarihi-kültürel mirasını bilmeyen ve dinini uygulayamayanlar Ermeni kimliği dışında görülmemelidir.
Her ne olursa olsun, Ermeni ulusal kimliğini hakkıyla taşıyabilmek için önemli olan, bireyin ulusal aidiyet bilinci, ulusun hayatına kişisel iştirak ve ulusunun hayatiyetini korumaya destek vermektir; bireyin ana dilini konuşması ya da en azından konuşma iradesine sahip olmasının, ulusunun kültürel ve ruhani mirasıyla – ki bizim durumumuzda bu Hıristiyanlıktır – iletişim içinde olmasının ve Aziz Ermeni Apostolik Kilisesi’nin kutsal nişanını taşımasının aynı ölçüde önemli olması gibi.”
Hafızayı özgürleştiriyor
Bu kitap ve benzeri çalışmaların gün yüzüne çıkması, çok açık ki, hafızanın büyük soykırım tabusundan özgürleşmesine ve kurtulmasına önayak olacak. Pek çok yurttaşın köklerini araştırma hevesi, soykırımın doğrudan ya da dolaylı kurbanlarıyla ilgili hikâyeler, komşularının hayatını kurtaran ve Jön Türk hükümetinin emirlerine karşı çıkan vicdan sahibi insanlarla ilgili anlatılar giderek duyulur hale geliyor. Çünkü katledilen Ermeniler hakkında konuşulamazken, ötekilerle yani hayatta kalmak için Müslüman olmak zorunda kalanlar, kurtarıldıktan sonra zorla Müslümanlaştırılanlar, komşularını kurtararak vicdanlarının gereğini yerine getirenler ya da vicdanlarının sesini dinleyerek emirlere meydan okuyan memurlarla ilgili de konuşulamazdı.
Bugünün Türkiye’sinde şu kesin: cinler şişelerinden çıktı gayrı ve kim ne yaparsa yapsın, onları yeniden şişelere tıkmak mümkün değil. Tabular, bütün tabular ortalık yerde etrafa saçılmış durumda ve ben inanıyorum ki, soykırımdan Müslümanlaşarak ve Müslümanlaştırılarak kurtulanların torunlarının ortaya çıkması, hafızanın geri dönüşü için olduğu kadar yavaşça iyileşmesi için de belirleyici olacak.
(Cengiz Aktar’ın Kılıç Artıkları’na yazdığı önsözden)
Tarihsel Ermenistan’da bugün de Ermeniler yaşıyor
Kılıç artıkları, tuhaf bir terim. Ama işte, 1915 soykırımından kurtulmayı başaran Ermeniler, ister kadın ister çocuk olsun, ister kaçırılmış, ister Müslümanlaşmış olsun, bu aşağılama ifadesiyle tanımlanır. İmha girişimi korkunç denecek ölçüde etkili olsa da – iki milyonu aşkın Ermeni’nin çok büyük kısmı bu operasyonun kurbanı olur – sayıları bugün bile kestirilemeyen kimileri hayatta kalmayı ve bugün Türkiye sınırları içindeki ata topraklarında hayatını sürdürmeyi başarır.
Kimdir hayatta kalmayı başaranlar? Büyük çoğunluğu Kürt aşiretleri tarafından kaçırılıp Müslümanlaştırılan kadınlar, dinden döndürülen Ermeni çocukları ve nihayet, ender de olsa, Hıristiyan kalmayı başararak saklanan ya da kendilerine yardım eden Kürt aşiretleri ya da Türkler tarafından kurtarılanlar. Müslümanlaşan ya da kendini gizleyen bu Ermeniler büyük çoğunlukla kendi aralarında evlenmiştir. Her şeylerini terk etmiş, bütün dünyayla ilişkiyi kestikleri ücra yörelere saklanmış ve on yıllar boyunca, hayatta kalmanınen temel kuralına büyük bir titizlikle uymuşlardır: Sessizlik. Yaklaşık yüzyıl sonra, hayatta kalanların torunları yavaş yavaş, sır mengenesini az da olsa gevşetmeye başlamıştır. Üç yıla yayılmış röportajlar ve uzun bir saha araştırmasının ürünü bu metin ve fotoğraflar aracılığıyla aktarılan şey, felaketten sağ kurtulanların bu uzun serüvenidir.
Bu kitap ortak kabul gören bir kanaatin tersini işliyor; 1915’ten bu yana tarihsel Ermenistan’da artık hiç Ermeni yaşamıyor olduğu kanaatinin.
Kaç kişiler?
Pek çok Ermeni, projemizin muhtemel sakıncaları konusunda, kimi zaman da saldırgan bir dille bizi uyarmıştı: Müslümanlaşan, gizli Ermenilerle gidip konuşmak, onları tehlikeye atmak, hatta köy mikro-cemaati içinde kalması gereken sırlarına ihanet etmek olurdu. Gerçekten de Varto’da, binlerce insanın yaşadığı bu kasaba irisinde konuştuğumuz biri, gelen yabancıları merak eden komşusu Kürtlerin yaklaştığını görünce, korkudan titreyerek, şöyle dedi yalvarırcasına: “Ermeni olduğumuzu söylemeyin.” Görüştüklerimizin pek azı yüzünün görünmesine izin verdi. Çoğunluk, aile hikâyesini anlatmaya, ancak kimliğinin gizlenmesi koşuluyla razı oldu. Ama hepsi, kuşaklardır derin bir sessizliğe gömülü kalmış anılarını derlemeye gelmemizi beklermiş gibi, anlatmaya hazırdı.
Güneydoğu Anadolu’nun ay yüzeyini andıran görüntüsünü, Sason dağlarının harikulade manzarasını seyrederken, Van Gölü’nün kıyılarında ya da Diyarbakır sokaklarında gezerken kendimize sık sık şunu sorduk: Kaç kişiler bunlar? Tarihçi Ara Sarafian’a göre, Jöntürklerin imha planı, olabildiğince çok Ermeni öldürmenin ötesinde, çocuk ve kadınların Kürt ve Türk aile ortamında eritilmesini öngörüyordu. Ona kalırsa, çoğunluğu kadınlar ve çocuklar olmak üzere 100 ila 200 bin Ermeni, böyle zorla entegre edilmiş olmalı. Bu da tarihçi Raymond Kevorkian’ın söyledikleri: “Ocak 1920 tarihli bir mektuba göre, ki ateşkesin üstünden bir yılı aşkın süre geçmiştir, Ermeni Patrikhanesi’nin ilgili birimleri bakmakla yükümlü oldukları yetim ve öksüz sayısını 100 bin olarak hesaplar ve alıkonan kadın ve çocukların sayısı da yine 100 bindir.” Bugün Türkiye’deki Müslümanlaşmış Ermeni sayısıyla ilgili tahminlerin dayanağı, bu az sayıdaki rakamsal veri. Bu rakamlar genel nüfusa oranlanıp bölgedeki nüfus artış hızının da geleneksel olarak yüksek olduğu göz önünde tutulduğunda, sağ kalanların soyundan gelenlerin nasıl yüksek bir nüfus oluşturduğu ortaya çıkar.
Asimilasyon ve korku
Bu üç yıllık araştırmada Ermeni kimliğine dönmüş bazı Müslüman Ermenilere rastlandı elbette, ama genelde durum şu; aralıksız uygulanan asimilasyon süreci, dönüşü imkânsız bir noktaya ulaştırmış. Ve bu, atalarından sadece biri Ermeni olanlar kadar, hep aralarında evlenen Müslümanlaşmış aileler için de böyle. Başka bir dine geçiş – ya da bu somut durumda Ermeniler için Hıristiyan dinine “dönüş” – konusunda İslam’da var olan yasak, “kent”e, sosyal kısıtlamaların görece daha esnek olduğu İstanbul’a göçmüş olanlar için bile caydırıcılık taşıyor. Görüşmeler sırasında bazıları İslamiyet’i yürekten benimsediğini, dolayısıyla Ermeni Kilisesi’ne dönmeyi düşünmediğini söyledi. Ayrıca çoğu, 1915’ten bu yana aktarılagelen içselleştirilmiş korkunun etkisi altındaydı: Hayatta kalmak istiyorsan Ermeni ve Hıristiyan kimliğini yok edecek, sessizliğini koruyacaktın. Bu sessizliğin, ifade özgürlüğünün gelişmesi ve bunun Türkiye toplumuna da yansıması sayesinde az çok delinmiş olduğu söylenebilir.
************************************
‘Torunlar bize yeni kimlik soruları sorduruyor’
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın Bilim Kurulu ve Düzenleme Komitesi’nde yer alan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay, konferansın ‘Tarihin Yükü, Tanımlamanın Siyaseti’ başlıklı ilk panelinde bir de sunum yaptı. ‘Etnisite, Millet ve Toplumsal Cinsiyet Ekseninde Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilere Dair Tarihsel Suskunluk ve Yeni Hafıza Çalışmaları’ başlıklı sunumunun geniş bir özetini yayımlıyoruz.
“Torunlar bize çok daha karmaşık bir kimlik yapısı sunuyorlar ve şu soruyu çağırıyorlar: ‘Kültür’ ve ‘kimlik’leri hapsetmeden, fosilleştirmeden kültürel çeşitliliği tartışmanın yollarını bulabilir miyiz?”
AYŞE GÜL ALTINAY
ayse@sabanciuniv.edu
Müslümanlaştırılmış Ermenilerin yaşadıklarını hikâyeleştiren (bildiğimiz) ilk kitap 1991’de Serdar Can tarafından yayımlanan ‘Nenemin Masalları’. Ancak konunun kamuoyunda tartışılmaya başlanması 2004 sonunda piyasaya çıkan ‘Anneannem’ ile birlikte oluyor. 2009’da da Fethiye Çetin ile birlikte hazırladığımız ‘Torunlar’ kitabı yayımlanıyor. 2013’de ise Müslümanlaştırılmış Ermenilerden bahseden en az 18 Türkçe anı, edebiyat ve araştırma kitabından bahsetmek mümkün. Bu yıl başka ilk defa bu konuda başka dilde yazılan bir kitap Türkçe’ye çevrildi: Hrant Dink Yayınları’ndan çıkan Laurence Ritter’in ‘Gizli Ermeniler’ kitabı.
Kitap başlıklarının gösterdiği kadınlar
Kitapların başlıklarına baktığımızda ilk dikkat çeken unsur, Müslümanlaştırılmış Ermeniliğin bir “kadınlık hali” olarak ifade bulması: ‘Nenemin Masalları’, ‘Anneannem’, ‘Nenem bir Ermeniymiş’, ‘Ermeni Kızı Ağçik’, ‘Müslümanlaştırılmış Ermeni Kadınların Dramı’, ‘Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi’… ve en son Ahmet Abakay’ın ‘Hoşana’nın Son Sözü’ kitabı. Aynı şekilde, ‘Torunlar’ kitabında anlatılan hikâyelerin de büyük çoğunluğu anneanne ve babaannelere dair.
Neden kadınlar? Bu sorunun cevabını en az üç yerde arayabiliriz. Birincisi, 1915’te Ermeni erkeklerinin önemli bir kısmı doğrudan öldürülüyor; sürülenler ağırlıklı olarak kadınlar ve çocuklar oluyor. İkincisi, erkek çocukların bir kısmı büyüdüklerinde İstanbul veya diasporadaki aileleriyle buluşabiliyorlar. Evlenip çocuk sahibi olan kadınlar için bu pek mümkün olmuyor. Üçüncü bir dinamiğin de ataerkil-atasoylu zihniyet olduğunu söyleyebiliriz. Anne veya nenenin Ermeni olması daha az ciddiye alındığı için (çünkü ‘soy’ erkek üzerinden kurgulanıyor) onlara dair hikâyelerin paylaşılması daha kolay oluyor olabilir. Hatta burada başka bir ince ayrım daha var: Hikayeler hep “anneanne” hikayeleri, babaanne hikayeleri çok az…
Kısacası, hem daha az Ermeni erkeğin Müslümanlaştırılarak hayatta kalmış olması, hem daha azının Müslüman olarak yaşamaya devam etmiş olması söz konusu, hem de dedesi Ermeni olan ve hatta babaannesi Ermeni olan torunların anneannesi Ermeni olanlara nazaran daha az konuşuyor olması olası. Başka bir deyişle, bu olgunun kendisi kadar onun etrafındaki suskunluk da hakim toplumsal cinsiyet anlayışıyla şekilleniyor.
Suskunluk katmanları
‘Torunlar’ için araştırma yaparken bizi en çok şaşırtan şeylerden biri Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili suskunluğun uluslararası bir suskunluk olduğunu keşfetmekti. “Türk” tarihyazımındaki bu suskunluk, bir yandan 1915’e dair genel suskunluğun bir parçası olarak işliyor, bir yandan da her türlü “farklılık” ifadesini bir tehdit unsuru olarak algılayan etnisist milliyetçilik anlayışından besleniyor diye düşünebiliriz. Peki ya “Ermeni” tarihyazımı ve uluslararası araştırmalar? 1915 sırasında ve hemen sonrasında yazılan tanıklıklarda Müslümanlaştırılarak geride kalan, kaçırılan, evlat edinilen, köle-hizmetçi-cariye-eş olarak yaşamaya zorlanan Ermenilerden çokça bahsedilmesine rağmen, neden daha sonraki yıllarda yazılan kitaplarda kırımdan bu şekilde “kurtulanlar” yoksayılıyorlar?
Önemli bir sebep, 1948 sonrası yaygınlaşan soykırım odaklı siyaset olabilir. Soykırım “bir milletin yok edilmesi” olarak tanımlandığından, Müslümanlaştırılarak yaşamını sürdüren Ermeniler de çoğu zaman “yok edilmiş Ermeni milleti”nin parçası olarak ele alınıyorlar. Ancak müslümanlaştırılarak hayatta kalan Ermeniler, yalnızca soykırımın bir parçası ve kanıtı olarak ele alındıklarında, bu kez söylemsel olarak “öldürülmüş,” yok sayılmış, yaşamları bir kez daha anlamsızlaştırılmış ve değersizleştirilmiş oluyor.
Burada en dikkat çekici unsur, Türk, Kürt, Ermeni, uluslararası, tüm tarihçilerin ve araştırmacıların “ölü” varsaydıkları veya “unuttukları” grubun ağırlıklı olarak kadınlardan ve çocuklardan oluşması. 1915 üzerine yazılmış kitapları incelediğimizde, kadınlardan tarihsel özneler olarak değil, birbirlerinden ayrıştırılmamış “soykırım kurbanları” olarak bahsedildiğini görüyoruz. Dahası, kadınlar ve çocuklar onlara “sahip” olan erkekler üzerinden tanımlanıyorlar; bir erkek üzerinden tanımlanamayan kadınlar için ise hem Türkçe hem Ermenice yazında “sahipsiz” (Ermenice “ander”) olarak ifade ediliyorlar.
Türkiye’de son yıllarda, Osmanlı kadın hareketinden Dersim’de zorla evlatlık verilen kız çocuklarına, 1968’den Kürt siyasetine kadar, kadın hikâyelerini ciddiye alarak, feminist bir merakla yürütülen tüm tarih ve hafıza çalışmaları kelimenin tam anlamıyla ezber bozuyor, tarihin yeniden yazılmasına sebep oluyorlar. Müslümanlaştırılmış Ermeni kadınların da “sahipsiz/ander” olmaktan çıkıp tarihin özneleri, büyük bir insanlık felaketinin mağdurları ve direnişçileri olarak ele alınmaya başlanmaları ise Türk, Kürt, Ermeni, ve uluslararası tüm tarihyazımlarını dönüşmeye zorlayacak gibi duruyor.
Akademiye düşen sorumluluk ve kimlik için yeni sorular
Müslümanlaştırılmış büyükanne ve dedelerinin hayatlarını ve onların torunu olmanın taşıdığı anlamları bizimle paylaşan torunlara veya torun çocuklarına bizler nasıl yaklaşacağız, onları nasıl tanımlayacağız?
2009’da beni davet eden Texas Austin Üniversitesi’nden akademisyenler konuşmamın içeriğini anlatırken şöyle bir ifade kullanmışlardı: “Son yıllarda Türkiye’de Müslümanlaştırılmış Ermenilerin açıldıkları bir süreç yaşanıyor” Burada kullandıkları kavram “coming out”/açılma/dolaptan çıkma biliyorsunuz lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireylerin gizlendikleri “dolaplardan” çıkarak cinsel yönelim ve kimliklerini açığa vurmalarını anlatmak için kullanılır genelde. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları eğer gerçekten gizlendikleri dolaplardan çıkıyorlarsa, ne olarak çıkıyorlar?
Bizim Fethiye Çetin’le birlikte konuştuğumuz torunların önemli bir kısmı kendilerine, ailelerine dair bir gerçeğin uzun yıllar gizli kalmasından dolayı çok acı çekmişti, hatta öfkeliydi. Ama hepsinin bu yaşananlara tepkisi aynı değildi. Kimisi ailesine dair bu gerçeği öğrendikten sonra nasıl kimliğini ve inancını sorgulamaya başladığını paylaştı bizimle, kimisi kendisini “özgürleşmiş” hissettiğini anlattı.
Kendini “Ermeni” olarak hissetmeye başlayanlar da vardı aralarında, Türk-Kürt-Müslüman olarak tanımlamaya devam eden de, Nebahat Akkoç gibi çokkimlikliliğin güzelliğini vurgulayanlar da, hiçbir kimlik tanımlamasını istemeyenler de.
Torunlar bize çok daha karmaşık bir kimlik yapısı sunuyorlar ve şu soruyu çağırıyorlar: “Kültür” ve “kimlik”leri hapsetmeden, fosilleştirmeden kültürel çeşitliliği tartışmanın yollarını bulabilir miyiz? Örneğin, su-bazlı olan ve akışkanlık, geçişkenlik çağrıştıran, dinamik bir kimlik ve kültür anlayışını içinde barındıran ebru kavramı (Attila Durak’ın fotoğraf çalışmasıyla birlikte geliştirdiğimiz) veya hiçbir kimlik kategorisini verili ve değişmez almayan, dünyaya kimlikler değil deneyimler, ilişkiler, süreçler üzerinden bakmaya davet eden queer kavramı, bu yolda zihin açıcı olabilirler mi? Geçmişte ve bugün kimlikler üzerinden yaşatılan şiddeti, katliamları, soykırımları yoksaymadan kimliklere atfettiğimiz anlamları sorgulamak mümkün mü? Bizim adımıza uygulanan, tanık olduğumuz veya isteyerek veya istemeyerek faili olduğumuz şiddet ve ayrımcılıkların bize getirdiği sorumluluktan kaçmadan, adalet arayışından vazgeçmeden Torunlar’ın bize açtıkları yoldan ilerleyebilir miyiz, yeni bir dil kurabilir miyiz, farklı bir gelecek tahayyül edebilir miyiz?
Umarım bu soruların en azından bir kısmına olumlu bir yanıt verebiliyoruzdur…
*****************************************
İki ailenin izinde Müslümanlık ve Kürt milliyetçiliği
Paris Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı EHESS’te (Ecole Des Hautes En Sciences Sociales) Anropoloji bölümünde doktora öğrencisi olan Adnan Çelik, Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde iki aile ile gerçekleştirdiği sözlü tarih çalışması kapsamında ‘Müslümanlık ve Kürt Milliyetçiği’ başlıklı bir sunum yaptı.
UYGAR GÜLTEKİN
Çelik, Kulp’ta Soykırımdan sağ çıkmayı başarmış iki Ermeni ailenin hikâyesini anlattı. Doğup büyüdükleri topraklarda kalabilmek için Müslüman olmanın bu aileler için hayatta kalmanın asgari gereği olduğunu vurgulayan Çelik, Müslümanlaşan bireylerin bu süreci nasıl anlamlandırdıkları ve kendilerinden sonraki kuşaklara nasıl aktardıkları üzerine yoğunlaştı.
Günümüzde ise bu iki aileden biri kendini ‘dindarlık’ diğer ise ‘Kürt milliyetçiliği’ üzerinden tanımlıyor. Sunumunda hikâyelerine yer verdiği ailelerden Mala Zako’nun ailesi kendisini Kürt miliyetçisi olarak tanımlarken, Avedis ve Misak'ın ailesi Heddadlar ise kendini Müslüman olarak tanımlıyor.
Türbedeki mucize
Heddadlar ailesinin iki ferdi Avedis ve Misak, Soykırımdan sağ kurtulurlar. Köye geri geldiklerinde köylüler onların peşine düşerler. Bir türbeye saklanırlar ama saklandıkları türbe onları arayanlarca aranır ama Avedis ve Misak’ı bulamazlar. Avedis ve Misak bu durumu bir mucize olarak yorumlayıp Müslüman olmaya karar verirler. O güne kadar zorla Müslüman olmaya direnen Avedis ve Misak, böylece kendi istekleriyle Müslüman olurlar. Bölgenin en güçlü İslami lideri olan Duderya Şeyhi Muhammed'in medresesine giden Avedis ve Misak Müslüman olduklarını, köylerine dönüp kendi arazileri üzerinde yaşamlarına devam etmek istediklerini, bundan sonra başlarına bir şey gelirse Müslüman olarak öleceklerinin bilinmesini ilan ederler. Şeyh Muhamed de Avadis'in ismini Şükrü, Misak'ın adını da Resul olarak değiştirir ve ikisinin de hayatlarına yönelik herhangi bir kastın bir Müslümanı öldürmek anlamına geleceğini duyurur.
Zako ailesinin ise 9 yaşındaki ferdi Dikran Soykırımda bir muhtar tarafından kurtarılır. Diğer çocuklarla ölüm için mağraya giderken muhtar komutana ‘Bu çocuğa kanım ısındı’ der. Komutan Dikran’ı muhtarın önüne atar. Dikran, muhtarın evinde büyür ve adı ‘Hasan’ olur. Hasan 14 yaşında muhtarın evinden kaçarak köyüne geri döner. Müslüman olan Hasan, evlendikten sonra zamanını camide Kuran okuyarak gerçirir. Soykırımda başına gelenleri de ağlayarak etrafına anlatır. Büyük oğlu Mehmet, babasının yaşadıklarına ve babasının kendisini dine adamasına öfkelenir. Türkiye İşçi Partisi’ne katılır. Bir süre sonra cezaevine girer, işkence görür.
Öfke ve şaşkınlık
Adnan Çelik, sunumunda ailelerin yaşadığı dramın yaşadıkları bölgede şöyle yorumlandığı anlatıyor;
“Avedis ve Misak'ın türbede saklanırken kendilerini arayanlarca görülmemelerini, onların iyiliğini, haklılığını, masumluğunu gösteren çok önemli bir gösterge olarak yorumlanıyor. Bunun ardından Müslümanlaşmaları ise adeta 'Hak'kı bulma' olarak yorumlanıyor. Böylece Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişin dışardan dayatılması boyutu görmezden geliniyor. Diğer ailede ise soykırımdan sağ kurtulan Dikran'ın (Hasan) çocuk yaşta isteği dışında Müslüman olması ve zamanla Müslüman Kürt toplumu içerisinde bu tercihini içselleştirmesi kendisinden sonraki aile bireyleri arasında dikkat çekici bir etki yaratmıyor. Tersine Soykırım esnasında başına gelenleri tüm ayrıntılarıyla çocuklarına sürekli anlatan Hasan'ın bu adanmış dindarlığı çocukları arasında şaşkınlık ve öfke yaratıyor.”
Kürtler Soykırım gerçeğiyle yüzleşebiliyor
1915 konusunda kuşaklar değişiyor. Siz sunumuzda belirttiniz. Kuşaklar değiştikçe Kürtlerde algı nasıl değişiyor ?
Aslında her kuşağın kendine özgü bir karekteristiği olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Soykırım sonrası hayatta kalmayı bir şekilde başarabilmiş olan ilk kuşağın büyük oranda Müslümanlaş-tırıl-dığını görüyoruz. Sonraki kuşaklarda ise Türkçe’ye ‘sosyal parkur ‘ olarak çevirebileceğimiz ‘trajectoire sociale’ları doğrultusunda değişik yönelimler ortaya çıkıyor. Yani soykırım sonrası hayatta kalan ilk kuşak için Müslümanlaş-tırıl-mak bir tür hayatta kalma yolu idi. Ama sonraki kuşaklar için ise yaşadıkları yer (köy-ilçe-şehir-metropol), ailenin büyüklüğü ve sosyal etkileşimin yoğunluğu, diğer Ermeni birey ve grupları ile ilişkilenme fırsatları gibi nedenlere bağlı olarak bu dinsel ve ideolojik angajmanın değiştiğini görüyoruz.
Kürtlerde de yine sosyal değişimin bir gereği olarak kuşak farklılıklarının birçok konuda olduğu gibi Ermenilere yönelik algılarında da farklılıklar yarattığını söyleyebiliriz. Genelde Sünni Kürt çoğunluğun dışında kalan ve bir şekilde dışlanan Erşeni Ezidî, Alevi, Süryani, Keldani gibi gruplara yönelik toplumsal algının olumlu anlamda bir dönüşümünden bahsedebiliriz. Yeni kuşağın, özellikle kimlik siyasetinin yükselişi ile birlikte bu tür ötekileştirilmiş gruplara yönelik dışlayıcı algıları sorgulamaya başladığını söylemek mümkün. Yüksek Kürt ve Ermeni platosunda, Kürt hareketinin yürüttüğü mücadele ve önüne koyduğu büyük toplumsal proje bölgedeki bütün etnik ve dinsel toplulukların eşit birlikte yaşamını inşa etmeyi öngürüyor ve bu da yeni kuşağın eski dışlayıcı önyargılarından çıkarak eşitler temelinde bir başka birlikte yaşama tahayyülünün kapılarını aralıyor.
Kürt siyasi hareketi, Kürt toplumunun Soykırıma bakış açısını nasıl etkiliyor?
Kürt Hareketi, Türk ulus devletinin bütün etnik ve dinsel farklılıkları yoksayan politikaları ile mücadele etmekle yetinmiyor aynı zamanda Kürtlerin de kuruluşuna ortak olduğu cumhuriyetin üzerinde yükseldiği bazı büyük tarihsel haksızlıklarla da hesaplaşıyor. Bu hesaplaşmanın merkezinde ise 1915 var. Ermeni soykırımı konusunda Kürt hareketinin inkârcı bir tutumundan bahsetmek mümkün değil. Tam aksine Kürtlerin, 1915'te Ermenilere yaşatılan Soykırımın doğrudan karar vericileri konumunda bulunmasalar da özellikle Hamidiye Alayları ve Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde yer alan Kürtlerin belirli oranda bu soykırımın failleri olduklarının farkında. Bu noktada meselenin tarafı olarak bu gerçekle yüzleşme sorumluluğunun da bilincinde. Önüne koyduğu ortak birlikte yaşam hedefinin olabilirliği de bu yüzleşmeye bağlı.
Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan yeni kuşak Kürtlerin bakış açısı nasıl değişiyor?
Ben şahsen bu kesimin tamamında olmasa da önemli bir kısmında 1915'te yaşananların Ermenilere yönelik büyük bir felaket olarak tanımlandığını düşünüyorum. Osmanlı yönetim sistemindeki dini hiyerarşinin günümüzde kabul edilebilir olmadığının farkındalar. Bununla birlikte bazı kesimlerde hâlâ Ermenileri ‘gâvur’, ‘kâfir’ olarak kodlayan, klasik nefret söyleminin devam ettiğini görüyoruz. Örneğin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Surp Giragos Kilisesi’nin onarımı için verdiği destekten rahatsız olan bazı radikal İslamcı oluşumların tepkileri bu nefret söyleminin dışavurumuydu.
*********************************************
1915’te bazı kadınlar fuhuş yaparak hayatta kalabildi
Almanya’da yaşayan bir akademisyen olan Vahe Taschjian, 2003 yılında Kahire’deki Ermeni arşivlerini incelerken Ermeni soykırımı sonrası hayatta kalma mücadelesi veren ve bu kapsamda fuhuşa ya da Müslüman olarak karma evlilikler yapmaya zorlanan kadınları öğrendi. O dönem Ermeni toplumunda yayınlanan gazeteleri ve diğer kaynakları inceleyen Taschjian, kadınların yaşadığı inanılmaz zorlukları anlattı.
ÖZGE ATASEL
Kahire’deki arşivi görmeden önce hayatta kalma mücadelesi veren bu kadınlardan haberdar mıydınız?
Daha önce de Halep’te, Şam’da çekilmiş fotoğraflar görmüştüm fakat bu barınma evlerinin ne amaçla yapıldığını daha önce bilmiyordum. Kahire’deki arşivi gördükten sonra, genel bağlamı, insan hikayelerini, fotoğrafları keşfettim.
Araştırmanızda bu insanlardan “Hobbessvari kahramanlar” olarak bahsediyorsunuz. Bu adlandırmayla neyi kastediyorsunuz?
Kadınlar mücadele ediyorlar. Hayatta kalabilmek için her şeyi yapmaya zorlanıyorlar. Buna benzer hayatta kalma çabalarını birçok yerde görebilirsiniz. Mesela Nazi kampları. Orada da insanlar hayatta kalmak için imkanlar dahilinde her şeyi yapıyorlar. Hayatta kalma mücadelesi kapsamında toplumun kendilerine empoze ettiği kuralları yıkmak durumunda kalabiliyorlar. Fahişelik yapmak zorunda kalan Ermeni kadınların birçoğu saygın ailelerden geliyor, iyi eğitim almışlar, kolejlere gitmişler. Edebiyatçı Yervant Odyan, anılarında tren vagonunda karşılaştığı fahişelik yapan ve Osmanlı subaylarıyla yolculuk eden bir kadından bahsediyor. Odyan kadının İstanbul’a gittiğini öğrenince hemen ona ahlak dersi vermeye başlıyor. Buna karşılık kadın da kendi hikayesini anlatıyor; çok saygın bir aileden gelen kadın birçok dil konuşabiliyor, iyi eğitimli fakat olağanüstü şartlar altında, daha önceki hayatında hiç karşılaşmadığı işleri yapmak zorunda kalıyor, fuhuşa zorlanıyor. Bu kadınlar bu yüzden, hayata tutunmak için neleri yapabileceğimizi anlatan Thomas Hobbes’un kahramanları gibiler.
Dönemin Ermeni toplumunun fuhuş ya da karma evlilikler yapmaya zorlanan kadınlara bakış açısı nasıldı?
Toplumda heterojen bir duruş var. Kimi fuhuş ya da melez evlilikler yapmak zorunda olan bu kadınları Ermeni toplumunda görmek istemezken, kimi onların geri kazandırılmasını istiyordu. İkinci gruptaki insanların da şartları vardı, büyük çoğunluk kadınları kabul ederken, Türk, Arap ya da Kürtlerden olan çocuklarını getirmelerini istemiyordu.
Bu karma evliliklerden doğan çocukları kabul etmemenin, ahlaksal kurallar dayatmanın ardındaki neden neydi? Belki bu soruna cinsiyet eşitsizliği yönünden de bakmalıyız, erkekler buna benzer işler yapsaydı o zamanki Ermeni toplumunun tepkisi nasıl olurdu?
Bu sorunda cinsiyet çok anahtar bir kelime. O dönem Ermeni liderler arasında Türk olan her şeyi reddetme gibi bir akım vardı. 1919’dan itibaren Ermeni ulusunu yeniden yaratma süreci başladı. Yeniden inşa edilmeye başlanan ulusun ilk dayanağı Ermeni kimliği, ikincisi ise Osmanlı kimliğini reddetmekti. Bu reddedilen ikinci kimlik, Türkçe konuşmak, fes giymek, Türkçe şarkılar söylemek gibi daha önce günlük hayatlarını oluşturan pek çok şeyi içeriyordu. Soykırım sonrası dönemde işler değişmeye başladı, Osmanlı-Türk mirası reddedilmeye başlandı. Bu bağlamda, bu akımın en net örneklerinden biri de Ermeni toplumundan dışlanan, karma evliliklerden doğan çocuklardır. Ayrıca bu çocuklar insanlara neler yaşandığını hatırlattığı içinde dışlandılar. Cinsiyet ayrımcılığı meselesine gelirsek, erkekler de buna benzer şeyler yaptılar, fakat savaştan sonra bunların hepsi unutuldu. Sanki bunlar hiç olmamış gibi yaşamayı seçtiler.
O dönemde toplumun bir kesiminin desteklediği, fuhuş yapan ya da zorla evlendirilen kadınları toplumca desteklemeyi amaçlayan kadın barınakları kuruluyor. Bunlar kim tarafından, nerelerde kuruluyorlar, kimler tarafından finanse ediliyorlar?
Barınakların kurulmasında ilk olarak yerel Ermeni kuruluşların çabalarını görüyoruz. Yerel halk iyi, pozitif bir görüntüye sahip olmak istiyor, dolayısıyla sokaklardaki fahişelerin kendi imajlarını sarstığını düşünüyor. Daha sonra kilise devreye giriyor; Halep’te, Şam’da barınaklar açıyorlar. Özellikle uçlardaki Ermeni kadınları toplamaya başlıyorlar. Çünkü uçlardaki Ermenilerin direkt kendi görüntülerini hedef aldığını düşünüyorlar. İstanbul’da bile kadın barınakları kuruluyor çünkü Ermeni burjuvazisi sokaklarda Ermeni fahişeler görmek istemiyor, kadınları kapalı kapıların ardında saklamaya çalışıyor. Sayılara gelecek olursak, Halep, Şam, İstanbul, Kahire ve Adana gibi yerlerde birer kadın sığınma evi bulunuyor. Bu sığınaklar önce Ermenilerin desteğiyle kurulurken daha sonra misyonerler de devreye giriyor. Milletler Cemiyeti de kaçırılan kadınları Suriye’deki aşiretlerden kurtarmak için çöllerde gezen gruplar kuruyor, çokça para harcıyor. Fakat bu barınaklar karma evliliklerinden olan çocuklarıyla gelen kadınlara karşı inanılmaz toleranssızlar, çocuklar asla içeri alınmıyor, hatta bu kural barınak programlarında bile yazıyor.
Kaçırılan ve Müslüman erkeklerle evlenen kadınların sığınma evlerindeki hayatları nasıldı, eşlerinin bu barınaklara bakışı nasıldı?
Zaten çoğu vakada ağırlıklı olarak Türk, Arap ve Kürt erkekler bu kadınları kaçırmışlardı, dolayısıyla pek de sevilen, yasal eşler değillerdi bu erkekler. Buna rağmen kadınlar bazen barınaklardan kaçıp “evlerine” dönüyorlardı, bunu sığınma evlerinin düzenli tutulan raporlarında görebiliriz. Bu geri dönüşlerde farklı dürtüler etkili olabiliyordu. Kaçmalarının bir nedeni kendilerini evde daha güvende hissetmeleri olabilir, sonuçta sığınma evleri de cennet gibi yerler değildi. Oradaki görevliler kadınların hayatını kolaylaştırmaya çalışıyorlardı fakat temelde bir aile hayatları yoktu. Bu kadınlar küçük yaşlarda kaçırıldıklarından çoğu Ermenice bilmiyordu, Arapça ya da Kürtçe konuşabiliyorlardı. Kadınların sığınma evlerinden kaçmasının bir nedeni de yaşadıkları büyük travmanın da etkisiyle ailenin kendilerini tekrar almaya geleceğini, hatta öldüreceğini düşünmeleriydi. Tabii kadınların yeni eşlerini zamanla sevdiği, alıştığı örnekler de yok değildi.
Bu sığınma evlerinde aileyi ya da yeni bir eşi bulma süreci nasıl işliyordu?
Sığınma evi yöneticileri maddi açıdan yeterli güce sahip olamadıklarından, kadınların çok uzun süre orada kalmasını istemiyorlar. Temel strateji önce eğer varsa hayatta kalan aile üyelerine ulaşmak ve kadını onlara teslim etmek. Eğer kimseyi bulamazlarsa yeni bir Ermeni eş bulma stratejisi devreye giriyor. Diasporadan bulunan bu erkeklere kadınların grup halinde çekilmiş bir fotoğrafı gönderiliyor ve seçilen kadın, evleneceği erkeği hiç görmeden gemiye bindirilip Fransa, Marsilya, New York gibi yerlere gönderiliyor. Birçok kadın için yeni bir kötü hikaye başlıyor.
Bu süreçte kadınların erkeklerin kaderini olumlu yönde değiştirdiği örnekler de var mı?
Evet, buna örnek bir hikaye anlatabilirim. İki yıl önce elime, Antep’ten Hama’ya sürgün edilen bir aileden bahseden bir günlük geçti. Evli bir papazın ailesi, yeni geldikleri yerde papaz çalışıp eve para getiremediğinden çok kötü durumdaydılar. Bir süre sonra papaz kasabadaki tüm papazlarla birlikte Kudüs yakınlarında bir yere sürgüne gönderildi. Aile annenin eline kaldı. Daha sonra tüm aile Müslümanlaştırıldı. Bu evin 17 yaşında, Osmanlıcayı çok iyi yazabilen ve konuşabilen bir oğlu vardı. Bir gün evin annesi valinin evine gitti, valinin karısına yaptığı en güzel nakışları hediye eden kadın 17 yaşındaki oğluna valilikte iş ayarlanıp ayarlanamayacağını sordu. Kadın vali olan kocasıyla konuştu ve çocuk işe alındı, daha sonra da kasabadaki buğday depolarının başına getirildi. Kadının çabaları sonucunda o umutsuz durumdaki aile kurtuldu, adeta cennete düştüler. Çok olağanüstü durumlarda erkekler kendi düşünce sistemlerini ve normlarını korurlarken, kadınlar uyum sağlamada daha esnek olabiliyorlar, çünkü normlar erkekler tarafından yaratılmış kurallar. Kadınlar için şartlar daha hızlı değişebiliyor.
***************************************
Hesapta olmayan sonuç: Araplaşan Ermeniler
Konferansta ‘Araplaşmış Ermeniler Sorunu’ isimli bir sunum yapan Gayane Çobanyan, Yerevan Devlet Üniversitesi Türkoloji bölümünde doktora yapıyor. ‘Azerbaycan’da Siyasal İslam’ konusu üzerine çalışan Çobanyan, aynı üniversitede Azerice dersleri de veriyor. Çobanyan, Müslümanlaşmış Ermenilere karşı son yıllarda gelişen ilginin sadece Türkleşen ve Kürtleşen Ermeniler üzerine yoğunlaştığını, oysa Araplaşan Ermeniler üzerine çalışma yapılmadığını söylüyor.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com
Konferansta ‘Araplaşmış Ermeniler Sorunu’ isimli bir sunum yapan Gayane Çobanyan, Yerevan Devlet Üniversitesi Türkoloji bölümünde doktora yapıyor. ‘Azerbaycan’da Siyasal İslam’ konusu üzerine çalışan Çobanyan, aynı üniversitede Azerice dersleri de veriyor. Çobanyan, Müslümanlaşmış Ermenilere karşı son yıllarda gelişen ilginin sadece Türkleşen ve Kürtleşen Ermeniler üzerine yoğunlaştığını, oysa Araplaşan Ermeniler üzerine çalışma yapılmadığını söylüyor.
Ortadoğu’da önemli bir nüfusu oluşturan Araplaşan Ermeniler hakkında da konuşulması gerektiğini belirten Çobanyan, Osmanlı döneminde bir üst kimlik olarak görülen Müslümanlığın Cumhuriyet’le birlikte Türklükle eşitlendiğini, bu nedenle Ermenilerin Türkleşmesinin ve Kürtleşmesinin Hamidiye Alayları katliamlarının ve soykırımın temel politikalarından birisi olduğunu belirtiyor. Çobanyan’a göre, Ermenilerin Araplaşması ise bu katliamların çok da istenilir olmayan bir sonucu.
Dört kategori
Bu süreçte de asimilasyonun önemli bir yeri olduğunu belirten Çobanyan, Araplaşan Ermenileri dört kategoriye ayırmak gerektiğini belirtiyor: Araplaşan Müslüman Ermeniler, Araplaşan Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Ermeniler, Araplaşan Latin Katolik Kilisesi’ne bağlı Ermeniler ve Araplaşan Ermeni Apostolik Kilisesi’ne bağlı Ermeniler.
Araplaşan Müslüman Ermeniler, Türkiye’de Sason, Maraş, Muş, Hatay ve Antep’te, Suriye’de özellikle Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerde, Lübnan, Ürdün ve Irak’ta yaşıyorlar. Türkiye’de yaşayanlar için tam bir sayı veremeyen Çobanyan, Suriye’de ise yaklaşık yüz bin Araplaşan Ermeni yaşadığını söylüyor. Çobanyan, Lübnan’da küçük bir grubun yaşadığını, bu insanların Lübnan’daki büyük Hıristiyan nüfusun varlığı nedeniyle Hıristiyan kalabildiklerini belirtiyor.
Çobanyan’ın Araplaşan Ermenilerden kastı Arapça konuşmaları ve Arap kültürüne sahip olmaları. Bu bağlamda, Ermeni Apostolik Kilisesi’ne bağlı grup dışındakilerin ciddi bir asimilasyona tâbi tutulduklarını söylüyor. Çobanyan’ın bu noktadaki kıstası, sadece dini kimlik değil, çünkü Hıristiyan Ermenilerin de dilsel ve kültürel olarak Ermenilikten uzak olduğunu düşünüyor. Bu gruplardaki Ermenilerin kendilerini ifade ederken önemli olanın dini kimlik olduğunu söyleyen Çobanyan, bunun Ermenilikle bağ kurmak için yeterli olmadığını belirtiyor.
Özellikle Müslüman Ermenileri, bir kimlik sorunu olarak gören Çobanyan’a göre bu durum, Diaspora ve Ermenistan tarafından da halledilemez bir sorun olarak görülüyor. Çobanyan, Ermeni kültürüne ve diline olan uzaklık sebebiyle özellikle Ermenistan’ın Araplaşan Ermenilerle ilişki kurmaktan geri durduğunu belirtiyor.
Suriye’de ‘İslami Ermeni Aşireti’
Yeranuhi Kekliyan ve oğlu Aram, nam-ı diğer Salman el Dırbo
Araplaşan Müslüman Ermenilerin en bilinen örneği Suriye’deki ‘Ashirat Arman al Muslima’ (İslami Ermeni Aşireti). 1998’de Şeyh Eli Hovagimyan tarafından kurulan aşiret, ağırlıklı olarak Resulayn bölgesi merkez olmak üzere Suriye’nin Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerinde yaşıyorlar. Yaklaşık 25 bin mensubu olan aşiretin ismi daha sonra Ashirat Arman al Shadat (Ermeni Diaspora Aşireti) olarak değiştirildi.
Ermenistan bayrağını ve renklerini yoğun olarak kullanan aşiretin önemli ölçüde Ermeni milliyetçisi olduğunu söyleniyor. Ermenistan’la siyasi ve ekonomik ilişki kurmak isteyen aşirete karşı, Ermenistan’ın kuşku ve korkuyla baktığı biliniyor. Gayane Çobanyan, bu aşiretin kendi kimliklerine dönmeyi arzuladığını, fakat Müslüman kalmak istediklerini belirtiyor. Kevork Apelyan’ın verdiği bilgilerle tanınan aşiret mensupları, genelde Arapça ve Kürtçe konuşuyor. Bu aşiretin mensupları, çoğunlukla aşiret içi evlilik yapıyorlar.
Aşiretin dışından biriyle evlenmek isteyen aşiret mensubunun Şeyh’ten izin alması gerekiyor. Ayrıca aşiret üyelerinin aşirette kalmak için düzenli olarak para ödemeleri gerekiyor. Bu ödemeler bir havuzda toplanarak, aşiretin ihtiyaçları için kullanılıyor. Çobanyan’a göre Hafız ve Beşar Esad yönetimleri tarafından bölgedeki Kürt toplumuna karşı desteklenen aşiret, halen Suriye’de süren savaşta Esad destekçisi olarak tanınıyor. Çobanyan, Suriye’deki tüm Müslüman Ermenilerin bu aşiretin üyesi olmadığını da özellikle vurguluyor.
***************************************
Müslümanlaştırılan kadınlar Ermeni kimliğine geri dönemedi
Ermeni soykırımı döneminde de, cinsiyet, “hayatta kalma yöntemlerini” belirleyen temel unsurlardan biriydi. California Üniversitesi’nde Ermeni Sözlü Tarih Bölümü’nde Ermeni soykırımında kadınların ve çocukların hayatta kalma yöntemlerini üzerine çalışmalar yapan Arda ve Doris Melkonian kardeşler, Müslümanlaştırılan kadınların neler yaşadıklarını anlattı.
Doris ve Arda Melkonian
ÖZGE ATASEL
“Soykırım sırasında birçok örnekte Ermeni kadınlar Müslüman olmaya zorlandılar ve Müslüman olarak kaldıkları sürece hayatta kalabildiler” diyen Melkonian’lara göre, erkekler için aynı yollar her zaman açık değildi. Çok az Ermeni erkeğe hayatta kalabilmek için Müslüman olma seçeneği verildi. Ayrıca, erkeklerin Müslüman bir kadınla evlenerek hayatta kalmak gibi bir seçenek söz konusu değildi.
Cinsiyetleri kadınlara hayatta kalmak için yeni seçenekler yaratırken, aynı seçenekler kadınların daha sonra Ermeni toplumuna dönebilmesinin önünü kapattı. Birçok kadın Müslüman kocalarıyla birlikte kalma ya da onları terk etme ikilemi yaşarken, çoğunun geri dönememe nedeni, döndükten sonra Ermeni toplumundan dışlanma korkusuydu.
Müslüman erkeklerle evlenip İslam’a geçen kadınların durumları birbirinden farklıydı. Kimi bozmak istemeyeceği yeni bir düzen kurup, yeni hayat şartlarını kabullenirken kimisi öldürülme korkusundan evlerini terk edemiyordu. Müslüman erkeklerden çocukları olan kadınlar ise daha da kötü durumdaydı. Çocuklarının Ermeni toplumunda kabul edilmeyeceğini bilen kadınlar, hayatta kalan kadınlardan birinin deyimiyle “savaştan sonra kurtarılamayanlardı”.
Arda Melkonian’a göre Müslüman erkeklerle evlenip İslam’a geçen kadınların bir amacı da ailelerini kurtarmaktı. Melkonian’ın Kaliforniya Üniversitesi Sözlü Tarih Koleksiyonundan topladığı birçok hikayeden biri de kadınların nasıl ailelerini kurtarmak için kendilerini feda ettiklerine ve İslam’a geçtiklerine örnekti: “Amasyalı, varlıklı bir adam olan Garabed Efendi’nin çok güzel bir kızı vardı. Resmi işleri için her yıl İstanbul’a toplantılara giden Garabet Efendi bir gün Malatya civarlarındayken Kürt bir adam Garabet Efendi’nin kızının peşine düştü. Yanlarına gelen polis adamı gönderdi ve kızın annesine ‘Hanım, buradan sonra Kürtlerin çok olduğu dağlardan geçeceksin, tüm kızlarını kaçıracaklar, ben devlet görevlisiyim, henüz evlenmedim, kızını bana ver, ben de sizin Malatya’ya ulaşmanıza yardım edeyim’ dedi. Hayır diyemediler ve kızlarını adama vermek zorunda kaldılar.”
Buna benzer örneklerden yola çıkan Melkonian‘lar, kadınların soykırım sonrası dönemde ne kadar önemli bir rol oynadıklarını göstermek için, biraz abartılı bulsalar da şu cümleyi kullanmaktan kaçınmıyorlar: “Soykırımdan kurtulabilen her kadın ve erkek bunu bir şekilde kadınlara borçludur.”
Dedeleri Müslüman olmuştu
Amerika’da doğup büyümüş olan Arda ve Doris Melkonian’ın Müslümanlaştırılmış Ermenilerle ilgili kişisel bir hikayeleri de var. Doris Melkonian, dedesinin hikâyesini şöyle anlatıyor: “Büyükbabamın 7 erkek ve 1 kız kardeşi vardı. Kız kardeşi ailenin en küçüğüydü. Büyük ağabeylerden 4’ü askerler tarafından alınmış ve öldürülmüş. Büyükbabam minyon olduğu için yaşından küçük gösteriyormuş, askerler daha büyük olmasına rağmen onun 7-8 yaşında olduğunu sanmışlar ve onu almamışlar. Dedemiz kız kardeşi ile birlikte Beyrut’a gelmiş fakat daha sonra birbirlerini kaybetmişler, burada bir ailenin yanında çalışmaya başlamış. 13-14 yaşındayken kız kardeşi ile karşılaşmış ve kardeş olduklarını birbirlerine annelerinin isimlerini söyledikten sonra anlamışlar. Daha sonra kız kardeşi yetimhaneye verilmiş, dedemiz Arap bir ailenin yanında çalışarak kendine bakmış, ilerleyen zamanlarda da bir tüccarla ortak olmuş, sonra işi ondan devralmış, yeterince para biriktirince de kız kardeşini de almış ve Amerika’ya gelmişler. Dedemiz Ermenice konuşamıyor, sadece Türkçe biliyor, bu da onu çok üzüyordu.
Müslümanlıktan Hıristiyan din adamlığına geçen de var
• İslam’a geçişte izlenen temel aşamalar nelerdi?
İlk önce isim değiştiriliyordu ve kişiye bir Müslüman ismi veriliyordu. Böylece daha sonra Ermenice konuşmayı da engellemek planlanıyordu. Daha sonra “La ilahe illallah” dedirtilerek kelime-i şehadet getiriliyor ve İslam’ın temel şartlarından biri yerine getiriliyordu. İslam’a geçişte düzenlenen törenlerin de değişik türleri vardı. Ya bir grup seremonisi oluyor ve bir yönetici gelip insanların topluca dinini değiştiriyordu ya da insanlar evlerinde bireysel olarak Müslümanlığa geçiriliyorlardı. Kadınlara ve erkeklere artık senin ismin değişti, Allah’a inanıyorsun ve bir Türk olacaksın deniliyordu. Bazen tüm bu adımlar takip edilirken, bazı örneklerde isim değişikliği ile yetiniliyordu.
Hayatta kalanlardan birinin anlattığı bir hikayeye göre, bir imam İslam’a geçirdiği bir kadına “Senin ismin değişti, artık Müslümansın” demiş. Kadın da cevap olarak “Eğer günahlarımı üzerinize alırsanız Müslüman olmayı kabul ediyorum” deyince imam da “Yok Hanım, günahların sende kalsın, sen Hıristiyan bir Ermeni olarak yaşamaya devam et” demiş. Buna benzer örnekler kadınların hayatta tutunma konusunda çok zeki davrandıklarını gösteriyor.
İslam’a girmiş gibi yapıp daha sonra Ermeni toplumuna ve Hıristiyanlığa dönen insanlar, bu deneyimlerini, belki de utandıklarından, pek paylaşmıyorlar. Bu geri dönüşlerle ilgili bir hikaye anlatabiliriz; Vahram Turyan, çocukken, bilinçsiz bir şekildeyken Müslüman yapılmış ve Müslüman olarak büyüyen bir insan. Büyüdükten sonra ablası onu buluyor ve “Sen bir Ermenisin, Hıristiyansın” diyor, onu büyüdüğü evden alıp götürüyor, Turyan daha sonra bir din adamı oluyor, hatta pastörlüğe kadar yükseliyor. Turyan’ın anılarını yazdığı Ermenice yazılmış bir kitabı da var hatta.
************************************************
Sasunlu Ermenilerin seslerle taşınan hafızası
Hollanda Leiden Üniversitesi Kültürel Antropoloji Bölümü’nden, Kürt halk şairleri (dengbêjler) üzerine bir doktora tezi yazmakta olan Wendy Hamelink, Müslümanlaştırılmış Ermenilerin, geçmişleriyle ve bağlılık hissettikleri kimliklerle müzik aracılığıyla kurdukları ilişkileri anlattı.
ALTUĞ YILMAZ
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’ndaki konuşmasında, öncelikle, Kürt sözlü geleneklerinde ‘Ermenilik’ temasının yer alış biçimlerine değinen Hamelink, Van’da yaşayan bir Ermeni din adamının kızı olan ve Vali tarafından istenen, fakat bir Kürt gence âşık olan Meryem’in hikâyesini anlatan, ünlü ‘Metran Îsa’ destanından örnek verdi. Hamelink, Ermenilerin, Karapetê Xaço ve Gulê gibi, hep Kürtçe okumuş Ermeni dengbêjlerin şarkıları aracılığıyla da hatırlandığını, ancak bu müzisyenlerin, Ermeni değil Kürt kültürel hafızasının taşıyıcıları olduğunu belirtti.
Geleneksel Kürt müziğinin 20. yüzyıldaki en önemli isimlerinden, Ermeni dengbêj Karapetê Xaço (Garabet Haçaduryan, Batman - Bilêyder köyü, 1902 – Yerevan, 2005)
16. yüzyılda Osmanlı egemenliği altına giren, ancak 19. yüzyıl sonlarına kadar, Ermeni köylerinden oluşan, büyük ölçüde bağımsız bir federasyon olarak kalan Sasun’un 1915 öncesi ve sonrasındaki nüfus yapısına dair bilgiler veren araştırmacı, soykırımdan kurtulan Ermenilerin çoğunun, ismen Müslümanlaşsa da, Hıristiyanlık inancını ve ritüellerini uzun süre devam ettirdiğini söyledi.
Hamelink, 1915’ten önce bölgede Ermenice, Arapça ve Kürtçe konuşulduğunu, birçok Ermeni’nin ve Kürt’ün birbirinin dilini bildiğini; 1915’ten sonra ise Ermeni dili ve kültürünün bir kuşak içinde bölgeden neredeyse tamamen silindiğini vurguladı. Hamelink, soykırım sonrasında, bölgede tanınan tek bir Ermeni dengbêj kaldığını, önceleri Ermenice şarkılar da okuyan Amo adlı bu müzisyenin, 1915’ten sonra Müslüman olup Ömer adını aldığını ve yalnızca Kürtçe okuduğunu anlattı. Araştırmacının, sunumunun başında, Sasunlu bir Ermeni’den yaptığı alıntı da, bu gerçekliğe işaret ediyordu: “Kürt müziği artık kulağımızdan silinmiyor”
Ermeni-Arap bir Kürt dengbêjin hikâyesi
Hamelink, Ermeni kimliğinin bir yandan neredeyse yok olmuş olmasının, bir yandan da unutulamayışını, bir Kürt dengbêjin hayat hikâyesine odaklanarak anlattı. Babasının Ermeni olduğunu söylemekten çekinmeyen ve Hıristiyan kökenli bir Müslüman olmaktan gurur duyan, birçok Sasunlu Ermeni’nin aksine, kendini ‘Fılle’ değil, Kürt ve Müslüman (‘Misilmîn’ yani Müslüman olmuş Ermeni) olarak tanımlayan Dengbêj Cihan, soykırımdan kurtulup din değiştiren Hagop ile Arap bir annenin oğlu olarak, 1925 yılında, Hewrê köyünde dünyaya gelmiş. Sekiz yaşındayken, annesi babasını terk etmiş ve başka biriyle evlenmiş. Babası da kısa süre sonra ölünce, Cihan, bir Kürt’le evli olan halasının yanında büyümüş ve 20 yaşlarındayken, annesi Ermeni, babası Kürt olan bir akrabasının (Hamo Ağa) davetiyle, onun köyüne gidip yanında çalışmaya başlamış; bir süre sonra da, kızıyla evlenmiş. Cihan, dengbêjliği, ağanın evine gelip giden dengbêjlerden öğrenmiş.
Hamelink, bölgedeki Müslümanlaşmış-Kürtleşmiş Ermeniler ile Hıristiyan kalmış olanlar arasındaki ilişkilere dair bir örnek olarak, Dengbêj Cihan’ın anlatısından, zorla Müslümanlaştırıldıktan sonra Hıristiyan kimliğine dönen bir kadın dengbêjden söz ettiği bölümü de aktardı. Dengbêj Cihan, Müslüman adı Henîfe olan Xemê’den, hayatında gördüğü tek kadın ve Ermeni dengbêj olan bu kadının icracılığından büyük bir hayranlıkla söz ediyor.
Hamelink, dokuz çocuğu olan ve 2004’ten beri İstanbul’da yaşayan Dengbêj Cihan’ın bütün çocuklarının, Kürt hareketinin güçlü savunucuları olduğunu, kendi çocuklarıyla her zaman Kürtçe konuştuklarını, bir avukat olan ve İstanbul’da yaşayan en küçüklerinin ise, kökenlerindeki Ermeniliği yeniden keşfettiğini ve Ermenice bir isim aldığını, hem Kürt hem de Ermeni meselesini yakından takip ettiğini söyledi. Babası Dengbêj Cihan ise, “Ben Kürt ve Müslüman’ım, Fılle değilim” demeye devam etse de, kişisel ‘Ermenilik’ hikâyesini, çekinmeden anlatıyor.
Hamelink de, sunumunu, Türkiye’de Ermeni kimliğinin sistematik bir şekilde silinmeye çalışıldığını, ancak buna rağmen, Ermenilerin ‘ses’inin, artık Kürt olan bir dengbêjin sözlerinde olduğu gibi, yankılanmaya devam ettiğini belirterek tamamladı.
********************************************************
Karadeniz’in gizemli halkı
Karadeniz’de yaşayan ve Ermenicenin bir lehçesini konuşan Hemşinliler, son yıllarda araştırmacıların ilgisini giderek daha fazla çekiyor. Konunun en önde gelen uzmanlarından olan Sergey Vardanyan, Sovyetler döneminden bu yana yaptığı saha araştırmaları ve yayımladığı makalelerle biliniyor. Vardanyan’a, Hemşinlilere dair merak edilenleri sorduk.
UYGAR GÜLTEKİN
İktidarların yasaklayıcı tavrından dolayı Türkiye’de araştırmacıların Hemşinliler üzerine çalışmaktan çekindiği ve meseleye “etrafından dolaşarak” yaklaştıklarını belirten Vardanyan, Hemşinlilerin, Müslümanlaştıkları için, Ermeniler tarafından Ermeni kimliği içinde görünmediklerini, ancak geçmişte durumun böyle olmadığını söyledi.
Ermenilerin tavrı önceden farklıydı
Vardanyan, Ermeni aydınlarının konuya ilişkin yaklaşımının geçmişte bugünkünden çok daha farklı olduğunu şu örnekle açıkladı: “19. yüzyılın son çeyreğinde Tiflis’te yayınlanan ‘Meğu Hayasdani’ (Ermenistan Arısı) isimli gazetede şu satırlar okunuyordu; ‘Dünyada uygar toplumlar içinde olsun, gelişmemiş toplumlarda olsun tek bir kiliseye ait ulus yoktur. Biz tek bir ulusun evlatlarıyız. Aynı ailenin bireyleriyiz. Katoliklik, Protestanlık hatta Müslümanlık, Ermeni‘nin Ermeni olmasına engel değildir.”
Vardanyan’ın verdiği bir başka örnek ise, Batı Ermenicesinin en önemli yazarlarından hukukçu ve Osmanlı Meclisi mebusu Krikor Zohrab’dan. Zohrab, 1915’te korkunç bir cinayete kurban gitmeden iki yıl önce, yani 1913’te Paris’te Marcel Leart müstear ismiyle yayınladığı kitapta, Hemşin Ermenilerinin zorla İslamlaştırılması temasını da işlemişti: “Yüzyıllardan beri Osmanlı yönetimi altında yaşayanların tarihi, aslında uzun bir şahadet tarihi, şahadet edebiyatıdır. Hayatlarını veya varlıklarını kurtarmak için Bayburt ve Erzurum yöresinde pek çokları Müslümanlaşmak zorunda kaldılar. Aynı süreç Silvan Bitlis, Hemşin Karadere bölgesi ve Trabzon ilinde 1830’lara kadar yaşandı.” Vardanyan’a göre, Zohrab 1830 tarihine işaret etse de, bu tarihten önce de sonra da din değiştirme süreci yaşandı.
Samsun’dan Hama’ya 30 kadın
Soykırım yıllarında Türkiye’de Müslümanlaştırılan Ermenilerin sayısının hissedilir derecede arttığını belirten Vardanian, yazar Yervant Odyan’ın yazdıklarına dikkat çekiyor: “Odyan, Halep-Şam yolu üzerindeki Hama’da, Der Zor’daki dehşetli katliamların yaşandığı günlerde hayatını kurtarmak için İslamlığı kabul ettiğini beyan etmişti. ‘Lanetli Yıllar’ isimli kitabında Hama’ya ulaşan 2 bin göçmenin çöle sürülme tehdidi altında Türkler tarafından dindeğiştirilmeye yönlendirildiklerini yazar. Karadeniz kıyılarından, Trabzon vilayetinden 30 kadar Samsunlu sürgün kadın Hama’ya ulaşmışlardır. Gelene kadar inanılmaz işkenceler atlatmış, Müslümanlaşmaya zorlanmışlardır. Ancak bu kadınlar son ana kadar din değiştirmeye direnip çöle sürülmeye razı oldular. Odyan, ‘Nihayetinde büyük zorluklarla onları din değiştirmeye ikna edebildik. Ama ağıtları, feryatları günlerce dinmedi’ diye anlatıyor.’”
Din değiştirme süreciyle birlikte Karadeniz yöresindeki Ermenilerin anadillerini ve toplumsal hafızlarını kaybettiklerini belirten Vardanyan, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki sınır kapısının kapılı olmasının bu süreci hızlandırdığına dikkat çekti. “Bu insanların Ermenistan ve Gürcistan’daki Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bölgelerle bağları koptu. Köklerinden uzaklaştılar. Bu süreçte Türk devletinin propagandası işlevini sürdürdü. Olumsuz bir Ermeni imajı oluşturuldu. Türk bilim insanları tarihi çarpıttı. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin geçmişlerini görünmez kıldılar.”
Sovyetler Birliği’ndeki Hemşinliler
Vardanyan, Hemşin köylerinin 1921’de SSCB ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma ile bir kez daha birbirinden ayrıldığını ve sınırın kuzey bölümünde Müslüman Hemşinlilerin kaldığını belirterek, pek çok yerleşim yerinin bu anlaşma sonucunda Acarya Özerk Cumhuriyeti sınırları içinde kaldığını söyledi.
Vardanyan, Stalin’in Hemşinliler için yayımladığı sürgün belgesine de dikkat çekti: “II. Dünya Savaşı esnasında, 1944 yılında, pek çok din değiştirmiş Hemşin Ermenisi cephede iken, Sovyetler Birliği Savunma Komitesi Başkanı Stalin’in, ‘çok gizli’ ibareli kararıyla Acarya’da yaşayan 1.385 Hemşinli o bölgede yaşayan Türkler ve Kürtlerle birlikte Kırgızistan ve Kazakistan’a sürgün edildiler. Kırgızistan’da Oşi, Kazakistan’da ise Çin kenti ve Cambuli bölgelerine yerleştirildiler. Bu insanlar ancak Stalin’in ölümünden sonra kimlik kağıdı almaya hak kazandılar. Bu kimliklerde milli aidiyeti tanımlayan bölüme kimi örneklerde ‘Hemşin’ kimilerinde de ‘Türk’ yazıldı.”
Moskova’da yayımlanan Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nde İslamlaşmış Hemşin Ermenilerine dair bir madde yer alıyor. Vardanyan, “Orada, Hemşinliler Türkiye’de yaşayan ve 18. yüzyılın başlarında İslamiyet’i kabul etmiş olan küçük bir Ermeni grubu olarak tanımanıyor. Türkiyeli Hemşinlilerin çoğunluğu Fırtına deresi kıyılarında ve Karadere’nin vadilerinde yaşamaktalar. Bunlar ‘Baş Hemşinliler’ olarak anılmaktalar. Hemşinlilerin ikinci grubuysa Hopa’ya yakın dağlarda ve Çoruh nehri bölgesinde yaşamakta. Bu gruba ise ‘Hopa Hemşinlileri’ denmekte. Bu grup Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi Doğu Bilimleri Enstitüsü’nün 1976 yılında yayımladığı, Şıbajnikov’un ‘Batı Asya ülkelerinde din’ adlı kitabında ve 1986’da yayımlanan S.Purug’un ‘Dünya nüfusu; Etnopopülografik rapor’ adlı kitabında Ermeni olarak tanımlanmakta.”
Soveyetler Birliği döneminde din değiştirmiş Hemşinlilerle ilgili yaptığı araştırmalara değinen Vardanyan, “1984 ve 1987 yıllarında Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’da bulundum. Aynı şekilde Rusya’nın Kırasnodar bölgesinde Beloreçenski ve Apşeronski bölgelerine de gittim. Zira kimi Hemşinliler Orta Asya’dan bu bölgelere gelmişlerdi. 2002 yılında tüm Rusya’yı kapsayan nüfus sayımı verilerine göre Kırasnodar bölgesinde 1019 Hemşinli yaşamaktaydı. Nüfus sayımında onlar Kırasnodar bölgesinde yaşayan ve Hristiyan Hemşinli özellikleri gösteren 274 bin 566 Ermeni’den ayrı kaydedilmişlerdi. Oysa yukarıda alıntılar yaptığımız ciddi incelemelerde bu gruplar net bir şekilde Ermeni olarak tanımlanmaktaydı. 2010 yılı nüfus sayımlarında da Kırasnodar bölgesindeki 281 bin 680 Ermeni’den farklı olarak 1414 Hemşinli ayrı bir ulus olarak kaydedilmiştir. Burada ilginç bir ayrım var”
Hemşinlilerin Türk olduğunu tezini çürüten devlet raporu
2000 yılında, MGK önerisi ile ulusal azınlıkların incelenmesine yönelik Malatya, Elazığ ve Kayseri üniversitelerinin bir araştırma yaptığına dikkat çeken Vardanyan, “Hazırladıkları raporda, Ermeniler, Kürtler, Araplar ve Lazların yanı sıra Rize ve Artvin illerinde yaşayan 13 bin Hemşinli olduğunu belirtiyorlar. Bu rapor, Ermenice konuşan Hemşinlilerin aslında Türk oldukları tezini de çürütmüş oluyor” dedi.
Vardanyan’a göre, raporda Hemşinli nüfusu için zikredilen 13 bin sayısı da doğru değil: “13 bin sayısı oldukça azaltılmış bir sayı. Benim hesabıma göre sadece Artvin ili Hopa ilçesinin 32 bin 209 olarak belirlenen nüfusunun yaklaşık 20 bini Ermenice konuşan Hemşinlilerdir. Günümüzde Türkiye’ de yaklaşık bir hesaplamayla 35 bin kadar Ermenice konuşan Hemşinli olduğunu söyleyebiliriz. Onlardan pek çoğu kim oldukları, hangi ulusa ait oldukları sorusunun doğru cevabını aramakta. Şimdilerde özgün ve oldukça diplomatik bir çözüm bulmuş gözüküyorlar. Ermeni veya Türk sözcüğünü kullanmadan kendilerini doğrudan ‘Hemşinli’ olarak tanımlıyorlar.”
********************************************
‘Çoğunluk Ermeni kimliğini reddediyor’
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın son günündeki ‘Torunlar’ forumuna Hemşin Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği (HADİG) adına katılan Hikmet Akçiçek’e, bugün Türkiye’de yaşayan Hemşinlilerin kendilerini nasıl tanımladığını sorduk.
ÖZGÜN ÇAĞLAR
ozguncaglar1@gmail.com
Türkiye’de yaşayan Hemşinlilerin 300-350 yıldır Müslüman olarak yaşadığını, çoğunluğun bu Müslüman kimliğini sahiplendiğini, fakat Hemşinlilerin Müslümanlığının bağnaz bir Müslümanlık olmadığını belirten Akçiçek, Hemşinlilerin kendilerini nasıl tanımladığı sorumuza şu cevabı verdi:
“Türkiye’de yaşayan Hemşin toplumunun önemli bir kesimi Ermeni kökenini reddetmekte ve kendisini etnik olarak da Türk milletinin bir parçası olarak görmekte. Onlar için Ermeniler geçmişte komşu olunan ya da nadiren de olsa evlilik yoluyla akraba olunan bir toplumdur. Kendilerinin Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni olduğu fikrini kabul eden Hemşinliler için de, tarihsel, sosyal ve siyasal şartların zaruri neticesi olarak bugün için bir Ermenilik bilincinden söz etmek çok gerçekçi değildir. Ermeni kökenli olmayı ister kabul etsin ister reddetsin her iki kesim için de bugün daha baskın olan kimlik Hemşinliliktir.”
******************************************
‘Bu zulmü yapanlar benim ailemdi’
Akademisyen Nevin Yıldız Tahincioğlu, konferansın ikinci gününde Sara adında Müslüman aile içinde yaşamak zorunda kalmış bir kadının hikâyesini anlattı. Sara’nın hikâyesinin yanı sıra Tahincioğlu’nun konuşmasının sonundaki şu sözleri salondaki dinleyicileri şok etti: “Bütün bu zulmü yapanlar benim ailemdi.”
UYGAR GÜLTEKİN
Urfa Viranşehir’de büyüyen Tahincioğlu için Sara’nın hikâyesi kendi çocukluğunda başlıyor: “Ayıb Ağa. Aslında gerçek ismi Eyüp. Ailemizde hep ikili bir karakter olarak tanıtıldı bize. Dedemin bir taş konağı vardı. Biz oraya oynamaya giderdik. Konak muhtemelen bir Ermeni konağıydı. Böyle bir taş işçiliği ürününü ancak Ermeni ustalar yapabilirdi. Üzerinde bilmediğimiz bir dilde yazılar vardı. Kim bu konağın sahibi diye sorunca; ‘Ayıb Ağa’nın yeri. Ne zalimlikler yapıldı burada’ ya da ‘koskoca Ayıb Ağa’nın yeri ne hale geldi şimdi’ derlerdi. Bu iki anlatı arasında çocuk aklım gider gelirdi. Bir kahraman mı yoksa bir zalim mi?”
Tahincioğlu’nun kafasında sorular çoğaldığında cevapları aramaya başlıyor ve Ayıb Ağa’nın, kendi annesinin amcası olduğunu öğreniyor. Ayıb Ağa’nın hikâyesini akrabalarından dinlemeye başlıyor; “Gerçekten psikolojik sorunları olduğunu fark ettim. Şiddet eğilimli bir insan olduğunu ve herkesin ondan korktuğunu öğrendim. Beni en çok etkileyen, akşam yemek yerken konağın merdivenlerinde oturup yoldan geçen Ermenileri çağırıp hançeri ile kafalarını keserek öldürmesidir. Öldürdükten sonra beyaz mendili ile hançerini silip yeniden yemek yemeye devam edermiş. Hançeri meşhur zaten. O dönem her öldürülen Ermeni için bir altın verildiği söylenir. Bu adamın paraya pula da ihtiyacı yokmuş. Devlet erkanı ile de arası iyi. Gözünün içine bakan Ermeni’yi dövdüğü söyleniyor. Ermeni bir eşi olduğunu duyunca çok şaşırdım. Ermenilere bu kadar nefreti olan birinin, bu kadar Ermeni öldürmüş birinin Ermeni bir kadınla evlenmesi çok şaşırtıcı.”
Kadının sessizliği
Kadının toplumdaki algısına dikkat çeken Tahincioğlu, “Eğer itaatkârsa evlenilmesi açısından bir sorun yok ama direniyorsa problemdir. Sara, sessizliği ile direniyor. İsmini değiştirmeyerek direniyor. Boynunda haç taşıyarak direniyor. Böyle bir model olarak karşıma çıktı ve ilerleyen yıllarda bu hikâyeyi anlatmama neden oldu” diye konuştu.
Hikâyeleri en çok annesinden dinlediğini belirten Tahincioğlu, ailesinin rahatsız olacağını bilmesine rağmen anlatması gerektiğini düşünüyor. Aile meselelerini anlatmanın zor olduğunu ve genelde üstünün kapatılmasının tercih edildiğini söyleyen Tahincioğlu, anlatmaya karar verme sürecini şöyle dile getiriyor: “Benim Müslüman Ermeniler üzerine çalışan bir arkadaşım var. Bir yerde oturuyorduk. ABD’den Ermeniler gelmişti. Mülakat yapıyordu. Hikâyelerini anlatırken, biri ailesinin Hamidiye Alayları tarafından nasıl katledildiğini anlattı. Ben istem dışı ‘onlar benim ailem’ dedim. Onlar sadece suratıma baktı. Özür diledim. Başka bir şey diyemedim ve kendimi çok kötü hissettim. Bunun açıklanması gerektiğini düşündüm. Eğer herkes kendi hikâyesinden anlatmaya başlarsa yüzleşilebilir. Herkes kendi kişisel özrünü dilemelidir.”
Anlatmak politiktir
Anlatmanın politik bir duruş olduğuna dikkat çeken Tahincioğlu, “Ben esasında politikanın mikro siyasetin içinde gizli olduğunu biliyorum. Bu hikâyeyi öğrendiğim andan itibaren Ermeni meselesi ile tanışmış oldum. Ezilen, gasp edilen bütün halkların meselesi olarak bakıyorum buna. Politik duruşumu kendi öznelliğimden oluşturdum. Bu, benim kişisel olarak çok makro görünen bir meselenin üstündeki örtüyü, kişisel tarihimden yola çıkarak açma çabası. Bunun da politik bir duruş olduğunu düşünüyorum. Anlattıktan sonra üzerimden büyük bir yük kalktı” dedi.
Nevin Yıldız Tahincioğlu’nun sunumundan:
Sara’nın direniş destanı
Ermeni genç kızlar-Urfa
Bu çalışmada Şanlıurfa'nın Viranşehir ilçesindeki birliklerde görev alan ağaların Ermeni köylerini hedef alan saldırıları sırasında tüm ailesini yitiren 1871 doğumlu Sara'nın Müslümanlaştırılma öyküsü aktarılmaktadır. Sara'nın zorla Müslümanlaştırılma öyküsü ekseninde Ermenilerin maruz kaldığı baskı ve şiddeti konu alan bu araştırma, bir sözlü tarih çalışmasıdır. Her sözlü tarih çalışmasında olduğu gibi bu araştırmada da insan ve yer isimlerinde olduğu gibi tarihlerde de sapmalar ve hatalar olabilir. Ancak nüfus idaresinden kontrol edildiği kadarıyla Ayıb Ağa ve Sara arasında resmi bir evlilik mevcuttur. Nüfusta ismi Eyüp Çetin olarak geçen Ayıb Ağa, 1859-1940 tarihleri arasında, yine nüfusta adı Sara Çetin olarak geçen Sara ise 1878-1971 tarihleri arasında yaşamıştır. Sözü edilen tarihlere Çetin ailesinde bulunan bir soyağacından ulaşılmıştır.
Dört tanıklı bir gerçek
Yaşayan tanıkların ifadeleri esas alınarak derlenen bilgilerden oluşan bu araştırmada Sara'nın öyküsü üçü kadın biri erkek dört tanık tarafından anlatılmıştır. Bu tanıklardan biri şu anda seksenlerinde olan Ayıb Ağa’nın yeğenidir. İsminin gizli tutulmasını isteyen kadın görüşmeci çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Sara ve Ayıb Ağa’nın yaşadığı konakta geçirmiştir. Türkan takma adıyla ifadelerine başvurulan kadın görüşmeci, Sara'nın yaşadıklarına birinci dereceden tanıklık etmiş, aynı zamanda Ayıb Ağa’yla evlililği öncesindeki kısacık yaşamının öyküsünü de yine Sara'dan uzun uzun dinlemiştir. Sözü edilen kadın görüşmeci kendi ifadesiyle Sara'nın konuştuğu tek Müslümandır. İkinci görüşmeci de adının geçmesini istememiştir. Zira kendi annesi de Müslümanlaştırılmış bir Ermeni olan bu kadın, Ayıb Ağa’nın kuzenlerinden birinin torunuyla evlidir. Sara'ya yapılanların ninesine ve annesine yapılanlarla çok benzeştiğini söyleyen kadın görüşmeciden elde edilen veriler ise Zeynep adı altında aktarılacaktır. Kod adı Hamidiye olan üçüncü kadın görüşmeci ise Ayıp Ağa’nın yeğenlerinden biridir. Hamidiye, geliştirdiği dil ile Ermenilere yapılan tüm baskı ve zülmü haklı gördüğünü ortaya koymuştur. Son görüşmeci ise erkektir. Ayıb Ağa’nın ailesiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Yaşını sorduğumuzda "seksenlerin sonudur" yanıtını veren bu görüşmeci ise Ayıb Ağa’nın zulmüne Ezidi olduğu için maruz kalmıştır. Bölgedeki birçok Ezidi köyünün de boşaltıldığına dikkat çeken Ahmet kod adlı erkek görüşmeci, Ayıb Ağa’nın sadece Sara'ya değil konağının önünden geçen Ermenilere bile eziyet ettiğini, kendi tanıklıklarından yola çıkarak ifade etmiştir.
Bu öykünün kahramanı Sara, ailesinden geriye kalan tek kişinin, küçük erkek kardeşinin hayatını kurtarmak için Müslümanlaşmayı ve dahası ailesininin tümünü katleden Ayıb Ağa adındaki Milli aşiretine mensup bir Kürt beyiyle evlenmeyi kabul etmiş ancak hayatının tümünü saran fiziksel ve sembolik şiddette rağmen ismini korumuş küçük bir Ermeni kızdır. Çalışmaya konu olan Sara yaşama gözlerini resmi kayıtlardaki adıyla Konakyeri, halk arasında bilenen haliyle Telcafer köyünde açar. Hayatı, Urfa'nın Viranşehir ilçesine bağlı bu Ermeni köyünü hedef alan bir saldırı ile altüst olur. Hamidiye alaylarına bağlı birlikler tarafından gerçekleştirilen saldırının baş aktörü aynı zamanda İbrahim Paşa’nın da kuzeni olan 1859 doğumlu Ayıp (Eyüp) Ağa’dır. Ayıb Ağa'nın daha sonra ailesine miras bırakacağı köylerden biri olan Telcafer o dönemde, bölgede yer alan Ermeni köylerinden sadece biridir.
Bölgede yer alan Ermeni köylerine yapılan saldırılar öncelikle talan amaçlıdır. Talanları, genç ve sağlıklı Ermeni erkeklerinin toplanarak mağaralara kapatılması takip eder. İçinde Sara'nın abilerinin ve kuzenlerinin de bulunduğu Ermeni erkekleri toplanarak bölgede hâlâ Ermeni mağarası olarak bilinen yerlere kapatılır. Sara ilk büyük tramvasını ağzında bir erkek kolu olmak suretiyle bu mağaraya giden bir köpeği takip ederek yaşar. O dönemde henüz on dört veya on beş yaşında olduğu kaydedilen Sara köpeğin ağzındaki kolun amcasına ait olduğunu ancak mağaradaki erkek cesetlerini görünce anlar. Bu acı yüzleşmeden sonra köyün geri kalanı kendilerini bekleyen gerçeği idrak eder ve kurtuluşu yaşadıkları köyü terketmekte bulurlar. Ancak katliamın faali olan Ayıb Ağa ve askerleri aralarında Sara ve ailesinin de olduğu Ermenileri yakalayarak tutsak eder. Ayıb Ağa’nın ileride kocası ve doğuracağı 15 çocuğun babası olacağından habersiz olan Sara ve beraberindekiler günlerce aç sussuz bırakıldıktan sonra Ağanın karşısına çıkartılır. Sara'nın Ayıb Ağa’yla ilk karşılaşma anı olan o gün, Sara'nın küçük erkek kardeşi dışında ailesinden geriye kalan herkesi kaybettiği gündür. Görüşmecilerin ifadesiyle o gün ‘iki karılı’ Ayıb Ağa, kızlarıyla yaşıt olan Sara'nın güzelliğine vurulmuştur.
Kardeşini kurtarmak için
"Önce Müslüman olacaksın sonra da benimle evleneceksin"emrini yerine getirmek istemeyen Sara'ya duyduğu öfke Ayıb Ağa’yı yine ve yeniden Ermeni katili yapmıştır. Ancak bu kez öldürdüğü sözüm ona aşık olduğu küçük kızın annesi ve babasıdır. Anne ve babasının katline şahit olan Sara ailesinden geriye kalan tek varlığı, henüz altı yedi yaşlarında olan erkek kardeşini korumak için Ayıb Ağa’nın emrine boyun eğer. Ancak Sara'nın bir koşulu vardır o da adıdır. Müslümanlğı kabul eder ancak adını korur Sara.
Başka nedenlerin yanı sıra adı nedeniyle de Sara hiçbir zaman gerçek bir Müslüman olarak kabul görmeyecektir. Başta Ayıb Ağa olmak üzere Milli aşiretine mensup diğer insanların gözünde Sara sahte bir Müslüman, gerçek bir gâvurdur. Ermeniliği gibi adı da her gün maruz kaldığı ağır şiddetin meşrulaştırma aracı olacaktır. Esasında bu hikâye katliamdan artakalan Ermenilerin, öldürülenlerden farklı olarak sembolik düzlemde nasıl katlediklerini de gözler önüne sermektedir.
İsmini korumayı başaran Sara, erkek kardeşinin hayatını kurtarmayı başaramamış, dahası Ayıb Ağa ile evliliğinden dünyaya gelen tüm çocuklarını anlaşılmaz bir biçimde bir bir kaybetmiştir. Sara'nın öyküsünü bize aktaran tanıkların ifadesiyle Sara üzerindeki laneti hiçbir zaman geride bırakamamıştır. Zira Sara talihsiz bir biçimde kendi lanetiyle yani Ayıb Ağa ile evlidir.
Hançerle çizilen haç
Bu lanet, Sara'nın sadece geçmişinde ve hafızasında değil bedeninde de yaralar açmıştır. Ayıb Ağa’nın Sara'nın gerçek dinine/kimliğine karşı beslediği nefret her gün su yüzüne çıkmıştır. Canlı tanıkların anlatılarına göre Ayıb Ağa sistemli bir biçimde, ateşte ısıttığı hançeriyle Sara'nın vücudunda haç resmi çizmektedir. Bu hançerin Ayıb Ağa’nın, içinde Sara'nın anne ve babası da olan birçok Ermeniyi öldürdüğü silahı olması ise tesadüf değildir. Ayıb Ağa’nın felç geçirip yatalak hale gelene kadar sürdürdüğü bu şiddetin amacı, Sara'yı ‘gerçek bir Müslüman’ yapmaktır. Sara adını değiştirmediği gibi boynunda taşıdığı haçı da hiçbir zaman terketmemiştir. İlginç olan ise Ayıb Ağa’nın son nefesini verirken bile Sara'yı "soyumu kuruttun pis Ermeni" sözleriyle suçlaması ve aşağılamasıdır. Zira Sara'dan doğan erkek çocukları gibi Ayıb Ağa’nın diğer iki karısından olan erkek çocukları da bir bir ölmüştür.
Sara'yı ölüme taşıyan olay ise yine Müslümanlığına yönelik duyulan kuşkular ve dahası Ermeni kimliğine yönelik saldırılar olmuştur. Ayıb Ağa’nın ölümünden sonra koca konakta tek başına yaşayan Sara'ya yine Ayıb ağanın akrabaları"sahip çıkmıştır". Kocasının akrabaları tarafından Aslan Baba adında bir türbeye götürülen Sara bu ziyaretin ardından felç geçirerek ölmüştür. Sara'nın eşlik ettiği tüm ziyaretçiler türbeye girerek namaz kılmışlar daha sonra Sara'ya dönerek hadi sen de namaz kıl demişlerdir. Sara önce abdestim yok demiş. Bunun üzerine "Amcamız boşuna sana gâvur demiyordu sen Ermenisin" demişler. Bu duruma sinirlenen Sara, türbeye girerek namaz kılmıştır. Çıktığında renginin ‘limon kadar sarı’ olduğunu söyleyen Türkan'a göre Sara artık ne aşağılamalara ne de zorlamalara dayanacak haldeydi. Dönüş yolunda geçirdiği beyin kanaması, Sara'yı yatalak hale getirmiş ve kısa sürede de öldürmüştür.
******************************************
Ruben Heryan ya da bir kurtarıcının öyküsü
Ermeni Soykırım Müzesi’nde uzman olarak görev yapan Anna Aleksanyan, "Ermeni Kadınlarının Soykırım Yıllarındaki Tecrübeleri" başlıklı doktora tezi üzerinde çalışıyor. Aleksanyan, "Ruben Heryan: Soykırımdan sonra Ermeni Kadınların ve Çocukların Müslüman Ailelerden Kurtaran Adam" başlıklı sunumunda soykırımdan sonra ömrünü yetim çocuklar ve esir alınan Ermeni kadınları kurtarmaya adayan Ruben Haryan’ın hikâyesini anlattı.
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın konuşmacılarından biri de Anna Aleksanyan’dı. Ermeni Soykırım Müzesi’nde uzman olarak görev yapan Aleksanyan, ‘Experiences of Armenian Women from the Years of Genocide’ (Ermeni Kadınlarının Soykırım Yıllarındaki Tecrübeleri) başlıklı doktora tezi üzerinde çalışıyor. Aleksanyan, ‘Ruben Heryan: Liberator of Armenian Women and Children from Muslim Families after the Armenian Genocide’ (Ruben Heryan: Soykırımdan sonra Ermeni Kadınların ve çocukların Müslüman ailelerden Kurtaran Adam) başlıklı sunumunda soykırımdan sonra ömrünü yetim çocuklar ve esir alınan Ermeni kadınları kurtarmaya adayan Ruben Haryan’ın hikâyesini anlattı. Tebliğin geniş bir özetini sunuyoruz.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, birçok Ermeni kuruluşu ve uluslararası örgüt ve aynı zamanda şahıslar soykırımdan sağ kalanlara yardım etmeye odaklandılar. Bu insanları bulup kölelikten kurtararak onlara Ermeni kimliklerini iade etmek istediler.
Rupen Heryan
Bu alanda öncü sayılan Ruben Heryan, soykırımdan sonra Ermeni kadınlarının ve yetim çocukların kurtarıcılığına soyundu. 1869’da Tokat’ta doğan Heryan, 1883’te ruhban okulundan mezun olup İstanbul’a taşındıktan bir süre sonra New York’a yerleşerek orada kendi işini kurdu. İstanbul’da yaşadığı dönemde önce Hınçak Partisine üye olan Heryan, daha sonra Ermeni Demokrat Liberal Parti’ye geçti. New York’da da aynı partiyi desteklemeye devam ederek ulusal meselelerin çözümüne kafa yordu. 1914’te I. Dünya Savaşı başladığında, Heryan iş hayatında yeterli başarıya ve Amerikalı Ermeniler içerisinde iyi bir itibara sahipti. Ermeni Soykırımı’ndan haberdar olmasıyla her şeyi geride bırakarak, diğer Ermeni gönüllülerle birlikte Yakındoğu’ya taşınan Heryan, orada Ermeni Birliği’ne katıldı. 1918 yazında, Ermeni Birliği gönüllüleri bölümler halinde Filistin’deki savaşa gönderilirken, Heryan ilerlemiş yaşı sebebiyle orduya alınmadı ve Kahire yakınlarında bir hastanede gözcü olarak görevlendirildi. Heryan’ın yazdığı mektuplardan, yaralı Ermeni gönüllülerle ve Fransız askerlerle ilgilenirken bir yandan da birliktekilere katılıp, kendi insanının ve memleketin kurtuluşuna destek olmak için daha genç olmayı arzuladığı görülüyor.
Özgürleştirme Misyonu
Müslümanlaştırılmış Ermenileri kurtarma harekatı ‘Kurtarma Misyonu’ veya ‘Özgürleştirme Misyonu’ olarak adlandırılıyordu. Yabancılar tarafından evlat edinilen, evlenen veya dinini değiştiren Ermenileri kurtarmak kolay değildi. Bazen sahipleri onları geri göndermek istemez, onların kimliklerini veya varlıklarını gizler, Ermenilerin Mezopotamya kavimleri arasındaki izlerini siler, onları bir yerden başka bir yere götürürlerdi. Kesin bilgilere dayanarak söyleyebilirim ki, bazen bir Ermeni’yi bulmaya çalışmak aylar ve yıllar sürse de çoğu zaman sonuçsuz kalırdı.
Heryan kendi halkından insanları kurtarmak için Ortadoğu’ya gittiğinde 50 yaşlarındaydı. Gri saçları, becerikli ve neşeli yapısı dolayısıyla ‘gri saçlı genç adam’ rumuzunu almıştı. Bir kaç ay içinde Heryan, ‘Ermeni yetimlerin casusu, özgürleştiricisi, kurtarıcısı’ oldu. 1919’da ‘Genel Ermeni Hayırseverler Birliği’‘hayati önem taşıyan bu özgürleştirme projesinde, kayıp veya çöllerin derinliklerinde esir alınmış yetimler ile haremlerdeki Ermeni kızlarını’ kurtarmak için bir fon oluşturdu.Nisan 1919’da Heryan’a Halep, Der Zor ve çevresindeki kadınları ve çocukları bulma görevi verildi. Heryan özellikle ‘suçun şehri’ olarak tanımladığı Der Zor’da görev üstlendiği için diğer özgürlük savaşçılarından ayrılıyordu.
Sözde vatanseverlere uymadan
Ruben’in akrabası ve yakın arkadaşı olan Metaks’a gönderdiği mektup 19 Temmuz 1919 tarihli mektup bu açıdan ilgi çekici. Mektupta, Heryan içinde 320 kişinin olduğu bir karavanı Halep’e, 350 yetimi de kelekler yardımıyla Bağdat’a taşırken karşılaştığı zorlukları anlatıyor. Bu çocukları köylerine geri götürmeyi planlayan, aynı zamanda satın alabildiği kadar Ermeni kadınını kurtarmak, ve kaçırılmış insanları bulabilmek için uğraşan Heryan’ın karşılaştığı asıl zorluk ise kurtardığı Ermenileri, bölgedeki Arapların oluşturduğu tehlike sebebiyle, bir gün köylerine geri götürmeye ikna etme noktasında oluyordu. Karşılaştığı parasal zorlukları da anlatan Heryan, Ermenileri Kürtlerden, Türklerden, Araplardan ve diğer efendilerden satın alabilmek için daha fazla maddi sahip olmayı dilediğini yazıyor.
Heryan bütün birikimini bu uğurda harcadığı içinde sonunda cebinde hiç parası kalmamış: “Maddi olarak yıkılacağımı, yaşlanacağımı, hele de amacımı gerçekleştiremeyeceğimi düşündükçe yüreğim kanıyor.” Aynı mektupta yetim ve kadınların kurtarılmasını temel mesele olarak görmeyen Ermeni aktivistlerden de söz eden Heryan, onların, başka işlerle meşgul olduklarını anlatıyor. Paris’teki barış konferansına katılan ‘Ulusal Ermeni Delegasyonu’ üyelerini ‘sözde vatanseverler’ olarak tanımlayan Heryan’a göre öncelikli olan tutsak Ermenileri özgürleştirmek: “ Ben mi aptalım yoksa ‘sözde vatanseverler’ mi akıllı bilemiyorum ama kendi prensiplerime aykırı hareket etmeyeceğim. Yetimler Ermenistan’ın kalbidir, bir Ermeni’nin bile özgürleşmesi bizim yararımızadır (...) Çölde gezinirken, güneşin altında parıldayan beyaz iskeletler ve kemikler ‘yetimlerimizi azat edin’ diye haykırırken, buna kim kayıtsız kalabilir? Ölene kadar çabalayacağım.”
‘Evlenin!’ çağrısı
‘Özgürleştirme Misyonu’nun en dikkate değer aktivistlerinden, Karen Jeppe’nin evlatlık oğlu, Milletler Cemiyeti’nin Yakındoğu temsilcisi Misak Melkonyan ile Heryan’ın birlikte çalışması, son derece önemli bir buluşma. Misak’ın hem Arap hem de Ermeni ortaklarla çalışması, kurtarma harekatlarına büyük yarar sağlıyor. Misak’ın emrinde kendisinin oluşturduğu, Ermeni yetimleri ve kadınları arayan ve onları çöldeki bedevilerin çadırlarından kurtaran bir grup atlı bulunuyordu. Bazen bu atlı grubu sınırın Türkiye tarafına geçerek, Türkler ve Kürtler tarafından kaçırılan kadınları ve çocukları kurtarırdı. Kurtulan insanlar Halep’te, şehrin kuzeyinde Kuveyk Nehri’nin kıyısındaki Sheik Daha diye bilinen bahçelere yerleştirilir, herkese gerekli yiyecek, sağlık hizmeti, giyecek sağlanır, kimlikleri tespit edildikten sonra akrabalarının onları bulabilmesi için gazetelere, kiliselere ve Ermeni cemaatlerine isimleri yollanırdı. Başka şehirlerden gelenler bu insanlar arasında kardeşlerini bulmak veya akrabalarının kaderiyle ilgili bilgi toplamak için kamplara gelirdi.
Ruben Heryan sadece çocukların ve kadınların kurtarılması değil, almamış, yerleşme ve rehabilitasyon süreçlerinin sorumluluğunu da üstlenmişti. Özellikle kadınlarda, yıllar süren alıkonmanın, fiziksel ve cinsel istismarın sebep olduğu fiziksel ve psikolojik problemler sebebiyle onları topluma kazandırmak için özel ilgi ve tedavi gerekiyordu. Heryan’la bu bağlamda ortakla çalışan ilk kuruluş ‘Halep Ermeni Kadınları Birliği’ oldu. Bu kuruluş istismar edilen Ermeni kadınlara sığınma imkânı tanıyordu.
O dönemin fazlasıyla karmaşık meselelerinden biri de yetimlerin ve kadınların, çeşitli sebeplerden ötürü Ermeni kimliklerini tanımayı reddetmeleriydi. Bu insanların çoğu, Ermeni köklerinden çok küçük yaşta koparılmış, dillerini ve milletlerini unutmuşlardı. Aynı zamanda Ermeni olduklarını hatırladıkları hâlde bu kimliği artık reddedenler de vardı.
Heryan’ın endişelerinden biri de, haremlerden kurtarılan Ermeni kızlarının kaderiydi. Heryan, çok kez Ermeni yetimlerle evlenilmesi ve aile kurulması için gönüllülere çağrıda bulundu. 10 Nisan 1919’da Metaks’a yazdığı mektupta Heryan şöyle diyor: “Mümkün olan her yerde evlilik propagandası yapmaya başladım ve iyi sonuçlar alıyorum. 350 dulun ve kızın bulunduğu Adana sığınağında, günde bir, iki bazen dört düğün yapıyoruz. Gönüllülerin çoğu Amerika’dan geliyor...”
Heryan’ın ardından...
Heryan para eksikliğinden ötürü epey sıkıntı yaşıyordu. Ermenilere mümkün olduğunca çok para toplanması için çağrıda bulunuyordu. Ona göre, tutsakların kurtarılması çok aciliyetli bir meseleydi, çünkü yarın çok geç kalınmış olabilirdi. Ekim 1919’da İstanbul'dan Adana'ya gelen Ruben arkadaşları tarafından toplanmış parayı alıp 'çöldeki hayati görevi'ne devam etmek için Der Zor'a döndü. Bu dönemde çölde tam bir kargaşa ortamı hüküm sürmekteydi. Araplar arasında ayaklanma baş göstermişti. Canını zor kurtarabildi. Sonraki dönemde de Heryan 'Özgürleştirme Misyonu' için önce Avrupa'da sonra da Amerika'da para toplamaktan hiç vazgeçmedi. Amerika'dan döndüğünde Ermeni yetim bir kadınla evlenmek ve Mersin, Kilikya'ya yerleşmek istiyordu. Ama ne yazık ki 7 Temmuz 1921'de düğününe birkaç gün kala Kahire'de kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Heryan’ın arkasından gelenler maalesef tutsak Ermenilerin özgürleşmesi meselesinde onun kadar başarılı olamadılar.
Ermenilerin Muhtarı, Şahane Çöl Adamı
6 Eylül 1919’da Adana’da basılan ‘Ermenilerin Sesi’ gazetesinde şöyle yazıyordu: “Şahane Çöl adamı, muazzam Ruben Heryan, altı aydır geri kalan her şeyi unutmuş bir halde büyük bir gayretle kıyımdan sağ kalan Ermenileri kurtarmaktadır. Aşiret liderleri ona ‘Ermenilerin Muhtarı’ diyor. Çok az parası kalmışken ve rüşvet vermeden kimseleri kurtarmak mümkün değilken, o yine de Ermeni tutsakları kurtarmak için en küçük fırsatı bile değerlendiriyor.”
Döneme ayna tutan mektuplar
Heryan’ın arşivinde bulunan, kendisine gönderilmiş ve Ermeni Soykırımı'nı tasvir eden küçük insan hikâyeler anlatan çok sayıda mektuptan da bahsetmek gerek. Bu mektuplar, Soykırım sırasında ve sonrasında Heryan'ın kurtardığı hayatların ve yaşanılan zorlukların anlatıldığı büyük bir yapbozun küçük parçaları. Mektupları yollayanlar Türkler, Kürtler, Araplar tarafından kaçırılmış, taciz ve tecavüz edilmiş, aşağılanmış, katledilmiş kardeşleri, anne-babaları ve çocuklarını bulması ümidiyle Heryan’a yer bilgileri, isimler, dış görünüş özellikleri gibi ayrıntılı bilgiler vermişler.
****************************************
‘Dersim 38’ Ermenileri hedef alarak başladı
Arkeoloji ve Etnogrofi Enstitüsü’nden Hranush Kharatyan, 1915 Soykırımı ve 1938 katliamının Dersim’de Ermeniler için ne anlama geldiğini anlattı.
Ermenilerin Müslümanlaştırılma sürecinin diğer bölgelerden farklı olarak yaşandığı yerlerden biri de Dersim. 1915’in ardından yaşanan 1938 katliamı Dersim’in sosyal ve demografik yapısını altüst etti. Konferansın en önemli oturumlarından biri de Dersim oturumuydu. Arkeoloji ve Etnogrofi Enstitüsü’nden Hranush Kharatyan, 1915 Soykırımı ve 1938 katliamının Dersim’de Ermeniler için ne anlama geldiğini anlattı. Dersim’in coğrafi özelliklerinin, sarp dağlarının, 1915’te Ermenilerin kurtulması için en önemli faktör olduğunu söyleyen Kharatryan, Dersim’de Ermenileri kurtaran Kürt aşiretleri olduğunu da belirtti. Kharatryan, 1938 katliamında önce Ermenilere saldırıldığına dikkat çekti.
Agos’a konuşan Kharatryan, 1915 sürecinde ve sonrasında Dersim’in düzlük platolarında çok önemli Ermeni kırımları yaşandığını ancak özellikle Kutu Dere vadisinden Demenan gibi aşiretlerin yardımıyla binlerce Ermeni’nin Kars üzerinden Ermenistan’a gitmelerinin sağlandığını belirtti.
Dersim’in dağlık coğrafyasının önemine dikkat çeken Kharatryan, “Erzincan ile Dersim arasında çok sayıda Ermeni katledildi. Dersim’de de ciddi tehlikeler vardı. Ama dağlık bölgede yaşayanlar oldukça korunaklıydı. Düşünün, Pülümür Vadisi’nde Vartenik köyünün 1915’te yaşananlardan haberi bile olmadı. Ve bunun gibi pek çok köy vardı Dersim’de…” dedi.
‘38 manastır bombalandı’
1915’ten sağ kurtulan Dersimli Ermenilerin 1938’e kadar dinlerini ve kimliklerini koruduğunu belirten Kharatryan, 1938 katlimanın Surp Garabet Manastırı’nın bombalanması ile başladığını ve Ermenilerin de hedef alındığını söyledi. “Manastırın bombalanmasından sonra katliamların başlayacağı anlaşıldı. Bazı bölgelerde Ermeniler Alevi olduklarını ilan etmeye başladılar. Nazimiye’de Ermeniler böyle yaptı ancak 38 katliamı başlayınca zaten Ermeni mi Alevi mi hiçbir anlamı kalmadı.
Ermeni araştırmacılarının yaptıkları çalışmaları referans gösteren Kharatryan, şöyle konuştu; “Tanıklara göre Ermeni Alevi ayrımı yapılmadı ama genel kanaat öncelikle Ermenilerin hedef alındığıydı. 1915’te sağ kalan Vartenik köyü tamamen yok edildi. 1938’den sonra bütün Ermeniler Alevileşti. 1944’ten sonra hayatta kalanlar, gençler, aileleri olmasa da tek başlarına kendi köylerine döndüler. Ve artık hepsi Alevi olarak yaşadılar. Ermeni kelimesinden dahi korkar oldular. Pek çok Ermeni köyü aşiretlerin parçası haline geldiler. Aile içlerinde Ermenice konuşmak bile yasaklandı. Hatta çocuklar genellikle ebeveynlerinin Ermenice bilip bilmediğinden bile haberdar olamadılar. Aileler, çocukların yanında Ermenice konuşmamaya gayret ediyorlardı.”
‘Alevilik de bela oldu’
Dersim’den kaçmak zorunda kalanlar için Ermeni ve Alevi kimliklerinin ikisinin de ‘aşağılık’ bir durum olduğunu belirten Kharatryan, “İnsanlar fark etti ki artık Alevilik de Ermenilik de belalı bir şey. İnsanlar gittikleri yerlerde köklerine dair hiçbir şey söylemediler. Genellikle ‘Dersimliyim’ ifadesini kullandılar. Böyle bir kimlik inşâ etmeye başladılar. Bu süreçte, aşiret bağları koptu. Hatta köylerine geri dönenlerin toprakları ile ilgili çatışmalar bile yaşanmaya başladı” dedi.
Kharatryan , “Dersim’de Ermenilerin kitlesel olarak kurtulduklarını söylemek çok zor. Kurtuluş hikayeleri bireysel hikâyelerdir” dedi. Pek çok bölgede askerlerin Alevileri Ermenilerin katledilmesinde kullandıklarını tanıklıklara dayanarak anlatan Kharatryan, şöyle konuştu: “Alevilere silah doğrultup Ermenileri öldürülmelerini istediler. Bunu bana anlatan kişi dedesinin bu şekilde öldürüldüğünü söylüyordu. Buna tepki gösterenler de vardı. ‘Yarın size de aynı şeyi yapacaklar’ diyorlardı. Aleviler, komşusu olduğu Ermenileri kurtardılar ama bütün mal varlıklarına sahip oldular. Aynı durum 1895-96 döneminde yaşanmıştır. Avrupalı araştırmacılar bunları böyle yorumladı. Kürtlerin politik ve dinsel sebepleri vardı ama Alevilerin böyle sebepleri yoktu.”
********************************************
‘Dersim Ermeniliği çok katmanlı bir kimliktir’
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın ikinci günündeki ‘Hafıza, Etnisite, Din: Dersim’ panelinde ‘Korunan ama Dışlanan: Dersim Ermenileri’ başlığıyla, Alevileşmiş iki Dersimli Ermeni kardeşin torunları üzerine bir sunum yapan gazeteci-akademisyen Gökçen B. Dinç, 2006’dan beri Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler üzerine çalışıyor. Dinç’le konferanstan yola çıkarak, Dersim Ermenilerine ve kimlik meselelerine dair konuştuk.
Konferans sizce ne ifade ediyor?
Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler bugüne kadar Türkiye’nin en büyük tabularından biriydi; devletin Ermeni korkusunun cisimleşmiş haliydi. Çünkü her an “Bu insanlar özlerine dönüp bizi sırtımızdan bıçaklayabilir” diye düşünülüyordu. Milliyetçilik de bu korkuyu besliyordu. Bu konferans bununla yüzleşmek, korkulacak bir şey olmadığını göstermek açısından çok önemli. 2005’teki ilk Ermeni konferansından bu yana çok şey değişti. İnsanlar rahat bir şekilde gelip konferansı dinlediler ve deneyimlerini, acılarını açık yüreklilikle paylaştılar. Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler için bu konferans daha da önemliydi, çünkü onlar Türk/Müslüman ve Ermeni/Hıristiyan kimliklerinin kesiştiği bölgedeler ve bu arada kalmanın yarattığı travmayı paylaşma imkanı buldular.
Konferans yurtdışındaki Ermeniler arasında nasıl bir yankı uyandırır?
Diaspora Ermenileri de homojen bir grup değil tabi, bu konuda farklı görüşleri olanlar var. Ama meseleye yaygın kabul gören Ermeni kimliği etrafında, yani ‘Ermeni, Türk ve Müslüman olmayandır’ kabulü ekseninde baktığımızda şunu söyleyebilirim: Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler onlar için bir meydan okuma ve yaygın kabul gören Ermeni kimliği sorgulanıyor. Bence bu kimliğin sorgulanabilir olması iyi bir şey. Ayrıca ulus devlet sınırlarının çok problemli olduğunu düşünen bir insan olarak Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler gerçeğinin, sınırlarla bölünmüş halkların birbirleriyle olan ilişkileri konusunda da önemli açılımlar sağlayabileceğine inanıyorum. Kimlikler devletlerin tanımladığı gibi homojen, katı, değişmez değil çünkü. Kimlikler heterojen, çok katmanlı ve akışkan; yere, zamana, kişiye, tecrübelere, kiminle muhatap olunduğuna bağlı olarak dahi değişebiliyor.
Sunumunuzda konu edindiğiniz Dersim Ermenileri bu kimlik sorununu nasıl yaşıyorlar?
Dersim, Osmanlı’dan beri çok özel bir coğrafya. Devletin üzerinde asla tam hakimiyet kuramadığı bir bölge. Oradaki Ermeni deneyimi başlı başına çarpıcı bir hikaye. Dersimlilerin 1915’te Ermenileri koruduğu kabul ediliyor. Erzincan üzerinden kurulan yeraltı tüneliyle 20-30 bin Ermeninin Dersim’den Rusya’ya kaçtığı söyleniyor. Öte yandan, Dersim’de yaşayan, memleketi Dersim olan Ermeniler de var; köy isimlerinden, kilise kalıntılarından anlıyoruz bunu. Coğrafyanın yaşadığı travmaları, 1937-38 katliamını, darbeleri, terörü, devletin bitmeyen şiddetini beraber yaşamışlar. Çoğu, farklı zamanlarda genellikle baskılar sebebiyle, bazense gönüllü, kimlik değiştirmişler ve Alevileşmişler. Fakat hem halk hem de devlet tarafından ayrımcılığa uğramışlar; bir zamanlar Ermeni oldukları her daim hatırlatıldığı için kimlik parçalanmasını hep yaşamışlar. Ermenice bilmiyorlar, Hıristiyan değiller, Alevi olarak yetiştirilmişler ama ayrımcılık hiç bitmemiş, hakaret etmek için arkalarından ‘Ermeni’ denmiş, çünkü maalesef bir insana ‘Ermeni’ demek, Türkiye’de bir hakaret. Son yıllarda kimi vaftiz olup ismini değiştirerek Ermeni oluyor yeniden, kimi artık Alevi olarak anılmak istiyor, bazıları da kendilerini ne Alevi, ne Kürt, ne Ermeni, sadece insan olarak, veya devrimci kimliğiyle tanımlıyor. Tüm bu nedenlerle, az önce söylediğim gibi kimliklerin iç içe girebilirliği, değişkenliği, çok katmanlılığı konusunda Dersimli Ermeniler çarpıcı bir örnek teşkil ediyorlar. ‘Ateist’ Ermeni de var, ‘devrimci’ Ermeni de, ‘Kürt Alevi’ Ermeni de... Alevi kimliği açısından bakarsak aslında Dersim Ermenileri, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni dahi değil, çünkü Dersim Aleviliği, Anadolu Aleviliğinden çok farklı ve Müslümanlık üst şemsiyesinin altında yer almıyor. Kimlikler çok katmanlı da olsa, elbette iktidar da kimliklerin bu şekilde iç içe girmesini, bir anlamda kimlik sınırlarının belirsizleşmesini istemiyor. Çünkü sistemin devamı için insan kimliksiz, kimlikleri silikleşmiş bir varlık olmamalı, sistem bireye ‘Nereye ait olduğunu söyle’ baskısı yapıyor.
Önceki yıllar içerisinde bir çok kez Dersim’e gidip oradaki insanlarla görüşmeler yapan biri olarak, sizce zaman içerisinde Dersimli Ermenilere dair ne gibi değişiklikler yaşandı?
Bir örnekle anlatayım. Üç yıl önce ilk kez Dersim’e gittiğimde saatlerce görüştüğüm bir insan, bu konferansı izlemeye gelmiş, kendisiyle burada görüştük. O zaman onunla saatlerce konuşmuştuk ama ne bu süre boyunca ses kayıt cihazını açmama izin vermişti ne de sonradan hikâyesini yazmama. Bana “Dersim Türkiye’nin başka yerlerine benzemez, Ermenilik tartışması için erken” demişti. Şimdi o kadar şey değişmiş ki kendisi konferansı internetten izlemeyi bile tercih etmemiş, doğrudan konferansa gelmiş. Artık çoğu Dersim Ermenisi kökeniyle ilgili çok daha rahat konuşabiliyor. Ermenilik, Dersim coğrafyasında üzerinde düşünülen, araştırılan, merak edilen bir konuya dönüştü. Bu noktada, problemleri olsa da Dersim Ermenileri Derneği’nin de katkısını itiraf etmeliyiz. Çünkü öncesinde Dersimli Ermenileri kimse duymamıştı; haklarında tek bilinen, Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun ‘Alevi Kürtler Ermenidir’ diyen ayrımcı, tehdit dolu söylemi ve düşmanca iddialarıydı.
‘Ermeniliğe ait diğer alt kültürler de konuşulmalı’
“‘Ermeni’ kimliği yaygın olarak ‘Türk ve Müslüman olmayan’, ‘Hıristiyan’ olarak tanımlanıyor. Fakat sadece Hıristiyan demek de Ermenileri tam olarak tanımlayamaz aslında, çünkü Ermenilerin Hırıstiyanlığı içinde de farklı katmanlar var: Ortodoks, Katolik, Protestan Ermeniler gibi... Bu gruplar yeterince tanınmıyor; tarihleri, birbirleriyle, devletle, diğer topluluklarla ilişkileri, farklı dinamikleri konuşulmuyor. Örneğin Osmanlı’nın Ermenilerin Katolikleşmesini nasıl ve neden engellediğini bilen çok az. Devlet her zaman devlet, toplulukların üzerinde kendi siyasi çıkarlarına göre hakimiyetler kurmaya çalışıyor; fakat halklar ve iktidara direniş biçimleri farklı. Hıristiyanlık alt kimliklerine dair çalışmalar, bu kimliklerin tarih içerisinde farklı deneyimler yaşadığını bize gösterecek, Ermeniliğe dair bilgimizi artıracak. Bu gibi çalışmalar arttıkça umarım bir gün ülkemizde ‘Ermeni’ kelimesi hakaret olarak kullanılmayacak.”
*******************************
Ermenilik kültürel bir mesele
Konferansa Patrik Şnorhk Kalustyan’ın Anadolu Ermenileri üzerine yaptığı sınıflandırma ve Müslüman Ermenilerin bu sınıflandırmadaki yeri üzerine bir sunumla katılan Avedis Hadjian, New York’ta gazetecilik yapıyor. 2011’den beri Müslüman Ermenilerle görüşmek için Türkiye’yi gezen Hadjian, bu görüşmeleri topladığı ‘A Secret Nation: The Hidden Armenians of Turkey’ [Gizli Bir Ulus: Türkiye’nin Saklı Ermenileri] isimli kitabını 2014’te yayımlamaya hazırlanıyor. Hadjian’la Patrik Şnorhk’u ve Müslüman Ermeni kimliğini konuştuk.
SEVAG BEŞİKTAŞLIYAN
besiktasliyan@agos.com.tr
Patrik Şnorhk Kalustyan ve onun yaptığı sınıflandırma, neden bu kadar önemli Ermeni toplumu için?
Patrik Şnorhk, ömrünü Soykırım’dan sonra Türkiye’de kalan Ermeni nüfusunu bir araya getirmeye vakfetmiş bir insandır. Kardeşlerini hastalıktan dolayı kaybetmesinin ardından, Yozgat’ın İğdeli Köyü’nde annesi ve kendisi dahil 70 Ermeni kalır. Bu parçalanmayı bildiğinden Anadolu’daki Ermeni çocukları ve gençleri İstanbul’da toplayabilmek için büyük çaba sarf etmiştir. Birçoğunun eğitim almasını sağlayan kişi odur.
Batı Ermenileri olarak anılan Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi Ermeni bölgelerindeki Ermeni nüfusunun gerçeğini anlamak için Patrik Şnorhk’un sınıflandırması çok önemli. Kendisi Soykırım’dan sonra bölünen ve parçalanan Ermenileri isabetli bir şekilde gruplamıştır.
Bir dönem medyada da çok yer alan ve sizin de sunumda bahsettiğiniz Patrik Şnorhk’un Müslüman bir kardeşi olduğu meselesinden hareketle diyebiliriz ki, Patrik Müslüman Ermenilerin varlığından haberdar. Fakat neden sınıflandırmasında onlara yer vermiyor sizce?
O dönemde bu pek konuşulması kolay bir konu değil elbette, fakat şimdi de görüyoruz ki, Kilise’nin bu konudaki duruşu halen sert. Çünkü özellikle Türkiye’de bir Hıristiyan Ermeni İslam’a ihtida ettiyse, bu sadece din değiştirdiği anlamına gelmiyor, bu aynı zamanda Ermeni kimliğini de terk etmesi de demek. Patrik Şnorhk’un algısı da bu yönde.
2011’den beri Anadolu Ermenileriyle görüşmek için Türkiye’yi dolaşıyorsunuz. Müslüman Ermeniler kendilerini nasıl tanımlıyorlar?
Sadece birkaçı açıkça Ermeniyiz diyebiliyorlar. Bazıları Ermeni atalarının varlığı kabul ediyor, fakat artık kendilerini dedelerinin mesafe koyduğu bir milletten hissetmediklerini söylüyor. Bunun tek bir sebebi var, kimliklerini tamamen açıklayamıyorlar. Çünkü kimlikleri, komşularının ve diğerlerinin günah dolu tarihini o insanlara hatırlatıyor. “Gizli” veya Müslüman bir Ermeni olmak, niteliklere sığmayan bireysel bir tecrübe.
Sizce Müslüman Ermenilik, bir kimlik sorunu mu, yoksa başlı başına bir kimlik mi?
Şart gibi ağır bir kelime kullanmak istemiyorum ama her kimliği taşımak için bazı gereklilikler vardır. O kimliğe sahip olmak için belirli sadakatlere, bakış açılarına ve tarih bilgisine sahip olmanız gerekir. Yani ait olduğunuz kimliğin kültürüne hakim olmalısınız. Örneğin Japonya’da doğmadım ve Japonca bilmem, bu yüzden de “ben Japonum” diye iddia etmem çok saçma olur. Eğer siz, “ben şuyum” diyorsanız, evet osunuzdur ama bu tüm gerçekliği yansıtmaz.
Bu noktada, milli, ulusal, ırksal veya dini bir kimlikten bahsetmiyorum. Renginin ne olduğu, ırkı, kanında ne aktığı beni hiç ilgilendirmez. İyi et yemek için kuzunun cinsine bakmanız gerekir veya iyi süt almak istiyorsanız, ineğin ırkı sizin için önemlidir. Fakat insanlar için kan, ırk ve genetiğin hiçbir önemi yoktur. Bu sebeple, benim için önemli olan kültür. Etnik olarak Ermeni olmayan ve Ermeni aileleri tarafından evlatlık alınmış arkadaşlarım var, Ermeni okullarına gitmişler ve en az benim kadar Ermeniler. Çünkü burnunuz büyük veya anneniz/babanız Ermeni diye Ermeni olamıyorsunuz, ortak bir geçmişi hissetmeniz ve büyük amaçları olan, aynı ruhla sahip çıkabildiğiniz ortak bir geleceği istemeniz gerekir.
Peki Müslüman Ermenilere, Diaspora’nın ve Ermenistan’ın bakışı nasıl?
Bu sorunun tek bir cevabı yok elbette ki, çünkü ne Diaspora’da, ne de Ermenistan’da bu konuya dair tek bir bakış açısı yok. Fakat genel algı üzerine konuşacak olursak, Müslüman Ermeniler kavramına dair buralarda kuvvetli bir direnç olduğunu biliyorum. Fakat aynı zamanda, özellikle genç nesilde Müslüman kardeşlerini kabul etme eğilimi de giderek artıyor. Bu sürecin yavaş yürümesi çok normal, çünkü biz Diaspora Ermenileri, çok yakın bir zamana kadar tarihi Ermeni bölgelerinde hiç Ermeni kalmadığını zannediyorduk ve şimdi öğreniyoruz ki, bu bölgelerde halen birçok Ermeni var.
Bahsettiğim direncin iki kaynağı var. Birincisi Müslüman Ermenilerin din değiştirmiş olması ve yeni kimliklerine bağlılıkları. Diğer neden ise Batı’dakinin aksine dini kimliğin halen bu bölgede büyük bir belirleyici olması. Diaspora’da “Müslüman olmasının hiçbir önemi yok” tepkilerini çok daha kolay alırken, Türkiye ve Ermenistan’da bu cevabı almak o kadar kolay değil hâlâ.
Türkiye’yi bir aile üzerinden okumak
Görüştüğüm bir kişi, Ermeni atalarının olduğunu DNA testi sayesinde öğrenmişti. Mütedeyyin bir Müslümandı kendisi, bu sonuç onu şok etmiş. Soyun babadan geldiğine inandığından bu durumu kabul etmiş ve sahiplenmiş. Babasının dedesinden gelen Ermeni kimliği hakkında bir şeyler öğrenmeye çabalıyordu. Türkiye’nin demografik yapısının doğal bir sonucu olarak etnik olarak karışık bir aileye sahipti. Görüştüğümüz iki gün boyunca aileden farklı insanların Ermenilik haberine nasıl farklı tepkiler verebildiklerini gözlemleme şansı buldum. Türkiye’nin böyle bir duruma karşı vereceği tüm tepkileri bu aile üzerinden okuyabiliriz.Genç oğlu, babası Müslüman olmaya devam edebileceğini söyleyene kadar bu durumu kabullenmekte çok zorlanmış. Kardeşi bariz şekilde çok mutsuzdu, kendini “teskin edecek” şeyler arıyordu. Bir yerde, Çeçenlerin savaşçı gene sahip olduklarını okumuş, bana Ermenilerde böyle bir gen olup olmadığını sordu. Halası, gayet heyecanlıydı, fakat Ermeni olduğunu “normal bir şeymiş gibi” söylüyor olmasına arkadaşları çok şaşırıyordu. Birçok Ermeninin Hıristiyan olduğunu öğrenince o da çok şaşırdı. Bu konuda bir fikri yoktu. 30’lu yaşlarındaki kuzeni de çok mutluydu ve Ermeniler hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordu. Daha önce bunun doğru olacağına inanmıyormuş, fakat şimdi ne olacağını görmek istediğini söylüyor. Kafkas göçmeni Müslüman Gürcü olan anne tarafından kuzeni ise ateşli bir Türk milliyetçisi. Bunu bir etnik köken olarak kabul edeceğini, fakat dünyaya ve Ermenistan’a bakışının değişmeyeceğini belirtiyor.
Patrik Şnork’un Anadolu Ermenileri sınıflandırması
“a. Bilinçli bir şekilde ve isteğiyle İslam’a ihtida eden Ermeniler. Ermeni ulusuyla bağları koparmışlardır ve Türklerin arasında yaşarlar. Bu grupta yaklaşık 1 milyon insan vardır.
b. Üç kuşak önce İslam’a ihtida etmiş ve Kürt aşiretlerinin yapısı benzer şekilde gruplaşmış Ermeniler. Onların arasında yaşarlar, fakat onlara karışmaktan kaçınırlar. Patrik’e göre Erzurum Hınıs’ta şartlar izin verdiğinde Ermeni Kilisesi’ne geri dönecek olan 100 aile vardır.
c. İsteği dahilinde veya zorla İslam’a ihtida etmiş olan ve kendini halen Ermeni hissedenler. Zamanında İstanbul’a yerleşmişlerdir. Nüfus cüzdanında yer alan din hanesini Müslüman’dan Ermeni’ye çevirmek için mahkemeye başvuruyorlar.
d. Bugün İstanbul’daki Ermeni toplumunun en büyük parçasını oluşturan, Anadolu köylerinden [kavarahay] gelen, somut ve görünmez baskılara rağmen Ermeni kalan saf Ermeniler.”
(1980’de Kudüs’te yaptığı bir konuşmadan)
**************************************
Çocuklar Müslüman ailelerin yanına verilerek asimile edildi
20 Haziran 1915’te İçişleri Bakanlığı tehciri bütün Üçüncü Ordu bölgesine genişletti. İki gün sonra ise tehcirden muaf tutulacak ilk Ermeni grubunu belirledi ve bölgedeki valilere Müslümanlığa geçen Ermenilerin yerlerinde kalabileceğini bildirdi. Din değiştirme başvurularının ‘samimi’ olması ve yetkililerin inancı esastı.
FATİH GÖKHAN DİLER
“20 Haziran 1915’te İçişleri Bakanlığı tehciri bütün Üçüncü Ordu bölgesine genişletti. İki gün sonra ise tehcirden muaf tutulacak ilk Ermeni grubunu belirledi ve bölgedeki valilere Müslümanlığa geçen Ermenilerin yerlerinde kalabileceğini bildirdi. Din değiştirme başvurularının ‘samimi’ olması ve yetkililerin inancı esastı. Yetkililer ‘sakıncalı kişilerin’, örneğin politik ya da diğer örgütlerle bağlantısı olduğundan şüphelenilen Ermenilerin, din değiştirmediklerinden emin olmalıydılar. Dahası, din değiştirenlerin belli bir bölgede yoğunlaşmasına asla izin verilmemeliydi. Bu nedenle, toplu olarak din değiştirenler o vilayetteki ya da bölgedeki Müslüman köylerine dağıtılacaklardı.” Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın ikinci günü ‘1915’te Müslümanlaş(tırıl)ma: Tarih ve Tanıklık’ oturumunda ‘1915-1917’de Ermeni Sürgünlerin Asimilasyonu’ başlıklı bir konuşma yapan tarihçi Hilmar Kaiser, Müslümanlaştırma ve asimilasyon politikalarının mahiyetine ışık tutmaya bu sözlerle başladı.
Asimilasyon politikaları, soykırımdan bir şekilde kurtulmayı başaran Ermenilerin sayısını azaltmanın etkili bir yolu olarak görülüyordu. Ancak, bir yandan soykırımın devamı olarak kullanılan bir araç ve diğer yandan dönemin yönetim kademelerinde tartışmalara ve kutuplaşmalara neden olan bir devlet politikası olmanın dışında, bugün, uzun bir süredir üzerinde bir sessizlik bulutunun dolaştığı Müslüman Ermeniler gerçeğine ışık tutacak, anlaşılması ve bilinmesi gereken önemli bir mesele.
Ermeni çocukların asimilasyonu esas olarak nerelerde, hangi yöntemlerle gerçekleşti? Yetimhanelerin işlevi neydi?
Osmanlı yöneticileri sıklıkla bölgesel yönetimlerin girişimiyle Amerikalılar ve Almanlar tarafından kurulmuş yetimhaneleri kapatıyorlardı ve bu çocukları hükümet tarafından kontrol edilen Türk hükümeti yetimhanelerine yerleştiriyorlardı. Ama bu çok pahalıydı, yiyecek, giyecek... Bu, yabancı etkisi altında kalmış çocukların asimilasyonu için pahalı bir formüldü. Özellikle Halep, Kayseri ve Sivas, ayrıca Harput bölgelerindeydi. Genellikle asimilasyon hükümet yetimhanelerinde gerçekleşmedi, çünkü Osmanlı hükümetinin parası yoktu. Aslında yetimhanelerin rolünü fazla abartıyoruz. Ermeni çocukları devşirmek için aslında kullanılan kurum, onları Müslüman ailelerin yanına vermekti, çünkü daha ucuzdu.
Birtakım vilayetlerde valilerin Talat Paşa’nın emirlerine karşı geldiğini söylüyorsunuz.
Görüş farklılıkları vardı ama bu durum aynı zamanda Talat Paşa’nınkinden daha radikal bir yaklaşımı da ifade edebilir. Bazıları daha agresif yöntemleri savunuyordu, Talat Paşa’ya karşıt olanların illa Ermenileri koruduğu söylenemez, olabilir de ama daha kötüsü de olabilir. Mesela Kavalalı Raşit Bey Ermeni çocuklarının asimile edilmesine kesinlikle karşı çıkıyordu. Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey ve Harput Valisi Sabit Bey için de aynısı geçerli. Bu insanlar Talat Paşa’ya bunun iyi bir fikir olmadığını söylediler. Yani bunlar sadece emirleri yerine getirmeye karşı çıkmadılar, hükümet politikasını da değiştirmek istediler.
Vali Sabit Bey terk edilen pek çok Ermeni çocuğun Harput’taki Amerikalı, Alman ve İtalyan ailelerde ya da kurumlarda olduğunu rapor etti. Ancak, bu çocukların kentte kalmasını onaylamıyor ve gelecekte bunların zarar getireceği uyarısında bulunuyordu. Bu nedenle de Vali bu çocukların Urfa’ya gönderilmesi için izin istiyordu. Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey de Harputlu meslektaşının kaygılarını taşıyordu. Ermeni çocukların köylerdeki Müslüman ailelere yollanmasına alenen karşı çıkıyordu. Ayrıca, 1890’lardaki katliamdan sonra din değiştirenlerin kendi cemaatlerine geri döndüğünü ve ülke için sorun yarattıklarını üstlerine hatırlattı. Daha da kötüsü, Müslüman olarak kalanların yeni muhitlerinde önemli konumlara geldiklerini söyledi. Bir başka deyişle, Vali Ermenilerin din değiştirebileceklerine inanmıyordu ve hükümetin planına karşı çıkıyordu. Diyarbakır Valisi Reşit Bey de önceki din değiştirmelerin sonuçlarının tatmin edici olmadığının altını çizdi. Üstelik çocukların ve kızların belli ailelere verilmesi halkın dikkatini çekiyordu. Vali bu din değişimlerinin gelecekte yalnızca zarar getireceğinden de emindi ve üstlerine din değiştirmelere hiçbir şeklide izin verilmemesini telkin ediyordu. Valilerin bu tepkileri, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde merkezi hükümetteki üyelere kıyasla daha radikal Ermeni karşıtı politikalar güden bir grubun olduğunu gösteriyor. Partinin ileri gelen üyeleri olarak bu eleştirilerini açıkça dile getiriyor ve hükümet politikalarında değişim istiyorlardı. Buradan da anlaşılacağı gibi sadece emirleri yerine getiren memurlar değillerdi, aynı zamanda hükümet politikalarına şekil vermeye de çalışıyorlardı. Sonuç olarak ise Talat Paşa onları dinlemedi, razı gelmelerini söyledi ve onlar da öyle yaptı. Zaten asimile edilen çocukların gerçek sayısına baktığımızda çok da boyun eğmediklerini, istediklerini yaptıklarını görüyoruz.
Ayrıca bu isimlere ek olarak, çok muhafazakâr bir İslamcılığı olan Yozgat bölgesi uleması mesela, onlar devşirme yanlısı, katliama karşılar. Çocuklar devşirildikten sonra ümmetten sayılıyorlardı. Ama Talat Paşa onların ümmetten olmadıklarını söylediğinde muhafazakâr İslamcılar bu yeni Müslümanları destekleme kararlarıyla Talat Paşa'ya karşı geldiler. İslamcılar Talat Paşa'ya şeriata uymadığını söylediler, yani aslında gâvur olan Talat Paşa'ydı.
Bazı bölgelerde din değiştirme tehcir politikalarının bir uzantısı olarak kullanılmış. Ancak asimilasyon konusunda İttihat Terakki içinde görüş ayrılıkları, bu konuda bir kutuplaşmanın da olduğu görülüyor. Konuşmanızda da bu konuyla bağlantılı ilginç bir şey söylediniz: “En büyük kurtarıcı Cemal Paşa’dır.” Biraz açabilir misiniz?
Politikaların uygulanması aşamasında farklılıklar oluştu. Mart 1917’ye ait nüfus verileri, Ermeni sürgünlerin en çok hayatta kaldıkları bölgenin Dördüncü Ordu bölgesi olduğunu gösteriyordu. Orada hayatta kalanların sayısı tehcir bölgesi içinde hayatta kalanlardan yüzde otuz daha fazlaydı. Diyarbakır ve Bitlis vilayetleri çevresindeki Ermeni toplumun bölgeden neredeyse tamamen silindiği gerçeği ile kıyaslandığında, bu veriler İttihat Terakki yönetimi içinde bir çatlak olduğunu gösteriyor. Maraş, Halep ve Diyarbakır gibi yerlerdeki valiler Ermenileri ‘mikrop’ tarzında aşağılayıcı bir dille tanımlıyorlardı. Ancak, eylemlerinde birbirlerinden çok farklıydılar. Diyarbakır’da Reşit Bey kitle katliamı yaparken, Bekir Sami Bey bu türden politikalara karşıydı. Maraş Valisi Kemal Bey kendi bölgesini Ermenilerden tamamen temizlemek isterken, aynı fikirdeki Konya Valisi Sami Rıfat Bey, vilayetinin ‘Türkçülüğün Merkezi’ olması gerektiğini düşünüyordu. Ancak her iki vali de katliam yolunu seçmediler. İttihat Terakki’deki aşırılar, tehcir politikası hakkında kendi fikirlerine sahiplerdi ve Talat Paşa’nın talimatlarından çok daha sert önlemler almak istiyorlardı. Kendi bölgelerindeki ölüm oranları savundukları fikirleri çok iyi gösteriyor.
Cemal Paşa ve onun çevresindeki bu İttihat Terakki kutuplaşması Ermenilerin kurtuluşunu sağladı. Evet, bazılarına delice gelebilir ama biliyoruz ki birçok Ermeni atalarının kurtuluşunu Cemal Paşa’ya borçlu.
Halide Edip Adıvar Ermenileri öldürmeye karşı olan bir milliyetçiydi
“Adıvar, toplu katliam fikirlerinin öncülerinden olan Ziya Gökalp’la tartışıyordu. Ayrıca Adıvar Ermenileri İttihat ve Terakkicilerin öldürdüğü konusunda çok emindi. Ermeni sorunu olarak kabul edilen şeyin çözümünü cinayette değil asimilasyonda görüyordu. Evet, çocukları asimile etti ve ileriki zamanlarda kabul edeceğinden çok daha milliyetçiydi. Ama Cemal Paşa gibi onun da elleri kanlı değildi. Cemal Paşa çok da asimilasyon yanlısı değildi ve Ermenileri hayatta tutmak istiyordu. Yani İttihat ve Terakki'nin içinde cinayete karşı olan ve bu politikalarını Suriye ve Halep bölgelerinde uygulayabilenler vardı. Ve bunlar Falih Rıfkı Atay, Ali Fuat Erden, Mustafa Kemal ve Halide Edip gibi daha sonra cumhuriyet devrinde de önemli olan insanlardı. İttihat ve Terakki'den cumhuriyete geçen Jön Türkler bağlantısı İttihatçıların azınlık bir fraksiyonuydu. 1. Dünya Savaşı sürecinde katiller baskın çıkıyordu ama mağlubiyet sonrası Halide Edip, Mustafa Kemal gibi insanlar öne çıktı.”
Akrabaları olmayan kadınların dinleri değiştirildi
“Merkezi hükümetin tüm planlarına rağmen sorunlar baş gösterdi. Erzurum’dan tehcir edilen ve yola devam edemeyecek kadar perişan durumdaki birçokları gibi, başlarında onlara bakacak bir erkek olmayan pek çok kadın ve çocuk da din değiştirmek istiyordu. Vali Sabit Bey, bu insanları her köye iki ya da üç tane olmak üzere, Müslüman köylerine dağıtıp Müslümanlarla evlendirmeyi düşünüyordu. Ancak, bu kadın ve çocukların ABD’de yaşayan Ermeni akrabaları bu din değiştirtmelere itiraz edebilirlerdi, bunun da daha sonra politik sorunlar yaratabileceğinden endişeleniyordu. Trabzon’da, Vali Cemal Azmi Bey tehcirden geçici olarak ya da uzun vadeli muafiyetler için bazı kategoriler tanımladı. Sağlıkları tehcire elvermeyen Ermeniler, yakın zamanda görevden alınan ya da hala devlet memuriyetinde olan Ermeniler ve aileleri, hala kentte bulunan yerel Ermeni Katolikler, yerlerinin doldurulması mümkün olmayan zanaatkârlar, fakirler ile aileleri olmayan kadın ve çocuklar kalabilirlerdi. Ancak vilayetin bazı yerlerinde Ermeniler tehcirden kurtulabilmek için toplu halde din değiştirmek üzere organize olmaya başladılar. Bu nedenle de din değiştirenlere güvenilmedi ve din değiştirenler yine de tehcir edildi. Cemal Azmi Bey bu din değiştirenlerin ileride barış görüşmelerinde ülkeye siyasi zararlar vereceği konusunda uyarıda bulundu. 24 Temmuz 1915 tarihinde kadar 1,400 Ermeni çocuktan sadece yüz kadarı Trabzon’da kaldı. Sivas’ta, yetkililer Müslüman olmak zorunda kalan pek çok Ermeni esnafı bıraktılar. Çocuklar yetimhanelere gönderilirken, akrabaları olmayan genç kızlar ve kadınların dinleri değiştirildi ve köylerdeki güvenilir insanlara verildiler. Vali Muammer Bey başka bölgelerde din değiştiren Ermenilerin kendi evlerinde kaldıklarını söyleyerek hükümeti uyardı. Bu tür iddialar Talat Bey’in ‘sahte’ din değişimlerine karşı uyarılarını ve talimatlarını tekrarlamasına sebep oldu. Cemal Azmi Bey ise hala din değişimine karşı tutumunu devam ettiriyordu. Din değiştiren kadınların karıştığı aile içi şiddet vakalarında, Müslümanların mal ve can güvenliklerini tehlikeye attıkları gerekçesiyle kurbanları suçluyordu.”
****************************************
Muş’tan uzanan uzun ince bir yol
‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın üçüncü günü, ‘Hafıza ve Kimlik’ oturumunda ‘Bir Boşluk Olarak Benlik’ başlıklı bir konuşma yapan Almanyalı sosyal bilimci Alice von Bieberstein… Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları von Bieberstein’ın Muş’taki saha çalışmalarının bir parçası haline gelmiş ve bunun ötesinde, etnografya çalışmalarının esası olan gözlem, sorgulama ve öğrenme süreci onun için başka bir şeyin gün yüzüne çıkmasını sağlamış.
FATİH GÖKHAN DİLER
fgdiler@agos.com.tr
Sessizliğe artık bir isim verildiğinde ve oradaki bilgi noksanlığı fark edildiğinde, boşluk yavaş yavaş bir bedene kavuşuyor. Kendilerine ‘Müslümanlaştırılmış Ermeniler’ olarak hitap edilen kişiler ve bu ismin ardındaki boşluk, onlar hakkındaki bilgiye duyulan açlık, pek çoklarını, ancak fısıltı ve hikâyelerle bilinebilen bu boşluğu bir bedene kavuşturmak için büyük bir hırsla harekete geçiriyor. Bu kişilerden biri de Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı’nın üçüncü günü, ‘Hafıza ve Kimlik’ oturumunda ‘Bir Boşluk Olarak Benlik’ başlıklı bir konuşma yapan Almanyalı sosyal bilimci Alice von Bieberstein… Müslümanlaştırılmış Ermenilerin torunları von Bieberstein’ın Muş’taki saha çalışmalarının bir parçası haline gelmiş ve bunun ötesinde, etnografya çalışmalarının esası olan gözlem, sorgulama ve öğrenme süreci onun için başka bir şeyin gün yüzüne çıkmasını sağlamış. Son dönemde bölgede tekrar dirilen ‘Müslüman Ermeni’ kimliği ve beraberinde ortaya çıkan cinsiyet ilişkileri, kimlik politikaları ve bölgenin değişen jeopolitiği…
Müslüman Ermenilerle karşı karşıya gelmek etnografya çalışmalarının bildiğimiz kategorilerinden bir kopuş ya da bu kategorilere karşı bir mücadele olarak idrak edilebilir. Ve dikkatler görünmezliğin tarihinden görünene kaydıkça, von Beiberstein kimlik politikalarının ötesinde başka bir boşluğu keşfediyor: “Kadının adı geçmiyor ve bu durum geniş anlamda bölgedeki akrabalık anlayışını gösteriyor ki, buna göre biyolojik soy olarak ‘Ermenilik’ sadece soykırımda hayatta kalan erkeklere bağlanıyor.”
Kadının adı geçmiyor derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Daha iki hafta önce bir köydeydim ve bu köyün yarısını Ermeni mahallesi olarak adlandırabiliriz. Bu mahalledeki evlerin neredeyse tamamında, soyu zamanında Xiyan aşiretine mensup aileler tarafından alınan üç Ermeni yetim erkek çocuğuna dayanan aileler var. Önceleri bu konuyu konuşmakta biraz tereddüt yaşadım ama araştırmaya devam ettiğimde 1915’ten sonra köyde alınan üç kadın olduğunu da öğrendim. Bu kadınların soyu, yerel akrabalık yapısı mantığında önemsiz görülüyor, yani soyun belirlenmesi konusunda ilgisiz görülüyorlar, hem de onların çocuklarını ve torunlarını bulmak imkânsız oluyor. Bu üç yetim Ermeni erkek çocuğunun kız çocukları hakkında sorular sorduğumda aynı şekilde bir çıkmaz sokakla karşılaştım. Hepsi evlenmiş ve uzaklaşmış.
Sizin Muş’ta ‘bugün’ karşılaştığınız durum nedir? İnsanlar Ermeni köklerinin olduğunu öğrendiklerinde kendini anlama, yeniden tanımlama dönemlerine giriyorlar ve çorap söküğü gibi devamı geliyor, bu şekilde pek çok hikâye duyduk. Müslüman Ermeniler özelinde durum daha karmaşık… Sunduğunuz perspektiften bakarsak Muş’ta neler yaşanıyor?
Müslümanlaştırılmış Ermeniler konferansı boyunca Ermeni kimdir ya da nedir soruları sıkça karşımıza çıktı. Hikâyelerin ve tartışmaların sunuluş şekli bir kez daha asimilasyon ve tek tipleştirme politikalarının hayatın her alanında uyguladığı şiddeti göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu politikaların ‘kan’ ve ‘ırk’ ile ilgili fikirlerin saltanatının sürmesine de nasıl katkı yaptığını da gösterdi. Farklı birçok kökenini varlığını keşfetmiş olmak da bu düşünce yapısının terk edilmesi anlamına gelmiyor, benzer durum Ermeniliğin kendisi de Hıristiyanlıktan koparıldığında da geçerli. Muş’ta bana kendilerini ‘Ermeni’ olarak tanıtanların büyük bir çoğunluğu, bunun ne anlama geldiğini sorduğumda büyükbabalarına referans vererek cevapladılar. Mesela birisi “Alice, her nereye gidersen git Alman kalacaksın değil mi? Çünkü annen ve baban Alman. Benim büyükbabam Ermeniydi. Bu işler böyle. İnkâr edilemez” dedi. Yani Ermenilik, büyükbabadan gelen ve torunların damarlarında akan inkâr edilemez kanı temsil ediyor.
Size göre bu durumun Muş’taki yansımaları neler?
Muş’taki çalışmamda bana en çarpıcı gelen şey Ermeni erkeklerin kamusal alandaki varlığı. Erkekler dışarı çıkıyor, kadınlar evde duruyor. Muş’ta Ermenilikle ilgili ne varsa, kimlik, varlık, kültür, bunların hepsi bana erkekler aracılığıyla geldi. Ermeniliği erkekler sahipleniyor. Mesela, kadın bir Kürt aileye gelin gitmişse onun Ermeni kimliğiyle ve kültürel mirasıyla ilgilenilmiyor. Kimim, neyim, nereden geldim gibi sorular… Bir oluş, olagelmek sorunu… Bunların hiçbiri kadınlar için ortaya çıkmış değil. Kendini oluşturmak gibi bir proje, kim olacağım, ne yapacağım, bunlar erkeklerin hakları ve kadınların etkisi olmadan, onları dışlayarak gerçekleşiyor. Ermeni olmayan aileleri ziyaret ettiğimde hemen hemen tüm aileye tanıtıldım, fakat Ermenilerde sadece erkelerle, geriye kalanlardan uzak tutuldum.
Kadınlar hikâyeleri anlatan, dili öğreten aracı, Ermeniliği taşıyan, kültürle besleyen kişiler ama hiçbir zaman söz sahibi olamadılar.
Konuşmanızda, Ermeni kimliğini fark eden ya da bir şekilde tekrar kavuşan Muş’taki Müslümanların, bu kimliği keşfetmeye, anlamaya çalıştığını aktarmıştınız. Ermeniliği tanımak, pek çok zaman aynı zamanda Hıristiyanlığı tanımayı da beraberinde getiriyor. Muş’taki Müslüman Ermeniler böyle bir karşılaşma yaşıyorlar. Bazı erkeklerin Ermenistan’da ikinci eşleri, aileleri olduğu dedikoduları bu kimlik çarpışmasının ürünü olabilir mi?
İkinci eşler, hiçbir zaman doğrudan konuşulan bir şey olmadı ama fısıltılar, dedikodular vardı. Ermenistan’da ikinci bir eş arzusu olabilir ya da muhtemelen gerçekleşmiş de olabilir. Bu erkekler için olmak istedikleri kişiliğin, yeniden keşfetmek sahip olmak istedikleri Ermeniliğin, Ermeni kimliğinin içinde aynı zamanda bir ailenin de yeri var, hayalini kurdukları bu kimliğin içinde ona uygun bir aile de var. Bu aile tabii ki Muş’takinden farklı ve ayrı bir aile… Ermenistan’daki bu kadınlarla ya sosyal medya ya da oraya düzenlenen iş gezileriyle bağ kuruluyor. Ermenistan’da başka bir kadınla evli olduğunu söyleyen birisi olduğunu duydum ve belki de çocukları var.
Bu doğruysa, çocukları nasıl yetiştiriyorlar, bir fikriniz var mı? Sonuçta sahip olmaya çalıştıkları kimlikte Hıristiyanlığın yeri büyük ama bu dinin pratiklerine de oldukça yabancılar.
Bu konuda tabii ki net bir şey söyleyemem ancak Hıristiyanlık meselesinde, Muş’ta çocuğunu Ermenistan’da üniversite okuması için gönderen birisini tanıdım, çocuklar ve diğer cinsiyetle olan bağlantılar aracılığıyla Ermeniliğin bu kısmı, yani dinle ilgili kısmı anlaşılıyor, bu şekilde elde ediliyor olabilir.
Bu erkeklerin benimle sıkça paylaştığı bir şey var: Ermenistan Cumhuriyeti’yle olan yakınlaşma orada kabul görmekle, hoş karşılanmakla ilgili, İstanbul’da aynı hoş karşılanmayı maalesef göremiyorlar. İstanbul’daki Ermeni toplumuyla bağlantı kurmaya çalışan çok sayıda Müslümanlaşmış Ermeni var ancak kapı üzerlerine kapandığında amaçları için başka bir yol buluyorlar. Ermenistan’dan Muş’a gelen ve Muş’ta oraya giden çok sayıda insan var. Bu kişiler için bu tür bağlantılar kurmak çok heyecan verici, anayurt kavramı onlara aşkınlık veren bir konu.
Ermenistan’dan gelen kişiler yüzde 90’ı erkek. Kendilerini büyük cesaret gerektiren bir şeyi başarmış kişiler olarak görüyorlar, bu hissediliyor. Kadınlar ise kaçırılma, alı konma gibi geçmişten gelen korkular beslediği için gelemiyor.
Bu insanlar için yeniden bağ kurmak, Ermenilikle ilişkili olmak önemli bir şey ve bu sebeple bağlantılar arıyorlar. Muş ise çok fakir bir yer ve kaynaklar çok az. Orada bir tür Ermeni kurumu açmak isteyen birisiyle konuştum ve İstanbul Ermeni Patrikliği’nin bu konuda yardım etmesi, kaynak sağlaması gerektiğini söylüyor. Doğuda yaşayan Ermeniler için böyle bir beklenti var: Sahip çıkılmak. Onlara göre İstanbul’daki Ermeni toplumu İslamlaşmış Ermenileri kucaklamalı. Bu açıdan ilginç bir durum, Patriklik gerçekten dini değil etnik bir kurum olarak görülüyor. Din önemli değil, etnik kimlik önemli diyorlar.
***********************************************
Besni’de dönmeler ‘kocaman bir aile’
"Taner Akçam’ın defaatle altını çizdiği üzere, Ermeni Soykırımı’nın yapısal unsuru olan zorla din değiştirme, yani Müslümanlaştırma konusu üzerine put kırıcı bir konferans düzenlendi. Konferans katılıcımlarından biri olarak Murad Uçaner ile birlikte Adıyaman Besni’de çocuk yaşta yetim bırakılan Ermenilerin nasıl Müslümanlaştırıldıklarının hikâyesinden bir kesit sunduk."
ÜMİT KURT
2-4 Kasım 2013’te Türkiye’de tıpkı 2005’te yine İstanbul’da düzenlenen konferansta olduğu gibi tarihi bir olaya tanıklık ettik. Taner Akçam’ın defaatle altını çizdiği üzere, Ermeni Soykırımı’nın yapısal unsuru olan zorla din değiştirme, yani Müslümanlaştırma konusu üzerine put kırıcı bir konferans düzenlendi. Konferans katılıcımlarından biri olarak Murad Uçaner ile birlikte Adıyaman Besni’de çocuk yaşta yetim bırakılan Ermenilerin nasıl Müslümanlaştırıldıklarının hikâyesinden bir kesit sunduk.
1915 öncesinde Adıyaman’da Türkler, Süryaniler, Ermeniler ve Aleviler birlikte yaşıyorlardı. Şehirde yaşayan 700 Ermeni ve 100 Süryani ailenin birçoğu bölgenin zanaatkârlarındandı. Şehirde bulunan 1600 senelik Ermeni mezarlığı ise bu bölgenin tarihi Ermeni bölgesi olduğunun işaretidir.
Bizim anlattığımız hikâye, o yıllarda Adıyaman sancağına bağlı olan Besni kazasında geçiyor. 1915 yılı öncesinde, Ermeni Patrikhanesi rakamlarına göre Besni’de 8 merkeze dağılmış şekilde 4550 Ermeni yaşıyor. 1915’te Besni’de yaşayan Ermeniler, 400 civarında ev ile 128 dükkânı terk etmek zorunda kalarak tehcire gönderilmişler. Kazada Ermenilere ait üç kilise ile bir manastır bulunuyor. Dört okulun bulunduğu Besni’de bu okullara devam eden öğrenci sayısı ise 320.
Besni’de yaklaşık 1800 kadın, çocuk ve çok az erkekten oluşan bütün halk, 28 Temmuz 1915’te Adıyaman ve Besni için alınan tehcir kararı ile güya Urfa’ya nakledilmek üzere sürüldü. Fırat Nehri’ne akan Göksu Nehri’nde soyunmak zorunda bırakılıp, topluca öldürülüp nehre atıldılar.
1915’te Besni’de ailelerini kaybederek yetim kalan ve daha sonra çeşitli aileler tarafından evlatlık alınarak Müslümanlaştırılan yetimlerin sayısı ise 35-40 civarında. Fakat bu yetimlerin tamamı Besni’den gelmiyor. Besni’de aileleri Tehcir’den bir daha geri dönemeyip yetim kalan çocukların yanında, Zeytun, Maraş, Malatya, Sivas, Bayburt ve diğer çevre vilayet ve kazalardan Besni’ye muhtelif yollarla getirilen yetimler de var.
Bizim görüşme yaptığımız kişiler de dâhil olmak üzere söz konusu yetimlerin neredeyse tamamının birbiriyle akraba olması ise çok dikkat çekici. Zira bu yetimlerin büyük çoğunluğu, kendi aralarında evlendirilmiş. Dolayısıyla bu akrabalığın kökeni, görüştüğümüz kişilerin nineleri ve dedelerinin akraba olmasından neşet ediyor.
Bu çalışmadaki amacımız, 28 Temmuz 1915’te alınan kararla önce Adıyaman ve daha sonra oraya bağlı bir kaza olan Besni’de vuku bulan tehcir ve soykırım sürecinde yetim kalan ve yine Besni’ye çevre yerleşimlerden gelen yetim çocukların hikâyesini bu çocukların torunlarının ağzından aktarmaya çalışmaktı. Söz konusu yetim çocukların tamamı Müslümanlığa ihtida etmiş ve inançlı birer Müslüman olarak yaşamışlar. Onlardan sonra gelen iki kuşak da aynı şekilde yaşamaya devam ediyor. Buna rağmen, yaşadıkları Sünni-Türk kimlikli toplum, bu kişileri ‘gavur’ ve ‘dönme’ olarak kodlamış, bu kodlama yapısal ve hatta yasal bir hal alarak tüm gücüyle sürüyor.
Üçüncü kuşağın yaşadığı bu dramı ve karşı karşıya kaldıkları durumu, en iyi özetleyen görüştüğümüz iki kişinin şu cümleleridir:
“Yahu bari bıraksınlar unutalım, hayatımızı devam ettirelim... Yahu arkadaş biz neyiz? Kimiz? Sen anneni seçtin mi? Babanı seçtin mi? Doğduğun yeri seçtin mi? Sadece arkadaşını seçersin. Neyin peşindeyiz o zaman? Biz Nuh’tan geliyoruz, onun çocuklarıyız. Oraya kadar gel, ondan sonra insanı sev, gel konuşalım.”
“Yani şu anda bile yanımızda bir Besnili olsa bir konu tartışsak hala bu benim yüzüme vurulur yani dönme olmam. Sanki ben şerefsizlik, namussuzluk yapmışım...”
Torunlara göre 1915’in nedeni ekonomik
“En önemli faktör ekonomi… Para için yaptılar, çünkü hepsi (Ermeniler) zengin, hiç fakirleri yok. Gidip boğazına sıkıp alamaz ya! Zaten kazandığının üçte birini vergi olarak alıyor. Üzerine gitse isyan çıkacak. Ben zannetmiyorum, azınlıklar pek başkaldırmaz. Azınlıklar yumuşak olur, hepsi dinibütün olur. Sadece para, başka bir şey değil. Sırf para için bunu yaptılar.”
“Bunların eşraflığına da aldırma. Hepsi bizim paramızın üstüne yatıp iç edenler. Boğos’un ailesinin hali vakti bir hayli yerindeydi ve Keremoğlu, Boğos’u evlat edinince bunların hepsini aldı. Zaten diğer çocuklar için de geçerli bu. Sadece çocuklarını bırakmadı ki, bu aileler mallarını mülklerini de bıraktılar. Tehcir’den sonra kalanların mallarını gücü yetenler aldı. Kimin gücü kime yetiyorsa, malları onlar aldı.”
**********************************************
Ermeni nefretinin üretim araçları
Konferansta 1915’ten önce Kürtlerin Ermenilere karşı olumsuz algısının üretilme sürecine odaklanan Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Ramazan Aras’a göre bu şiddetinin ortaya çıkmasının sebepleri, kullanılan ‘devletçilik’ Hıristiyanlık karşıtı devlet destekli dini söylem.
SEVAG BEŞİKTAŞLIYAN
besiktasliyan@agos.com.tr
Mardin Artuklu Üniversitesi Antropoloji Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Ramazan Aras, konferansın ikinci gününde “Misilmenî: Müslüman Kürtlerin Müslüman Ermenilere Bakışına Dair Bir Analiz” isimli bir sunum yaptı. Konferans boyunca üzerinde pek durulmayan bir konu olan 1915’ten önce Kürtlerin Ermenilere karşı olumsuz algısının üretilme sürecine odaklanan Aras, bu şiddetin ortaya çıkmasının sebeplerine dikkat çekti. Aras’a göre bu şiddete kapı aralayan olumsuz algının oluşmasındaki ilk sebep, 1900’lerin başlarında basında, okullarda ve siyasi diskurda kullanılan söylemler.
Devletin Ermenilerin ‘hile ve ihanet’ içinde olduğu iddiasını bu kanallar vasıtasıyla yaygınca ürettiğini söyleyen Aras, olumsuz algının oluşmasını sağlayan bir diğer sebebin, geçmişten günümüze süren Hıristiyanlık karşıtı devlet destekli dini söylemler olduğunu ifade ediyor.
Böyle buyurdu El Minhac
Şafii mezhebinin önde gelen otoritelerinden İmam Nevevi’nin Kürt medreselerinde fıkıh konusunda okutulan en temel eseri olan el-Minhac’ı, bu örneklerden biri. Ticari, evlilik, arazi gibi konularda ortaya çıkan hukuki anlaşmazlıklar molla ve şeyhler tarafından çözümlenmek istendiğinde günümüzde de kaynak olarak kullanılan en temel metinde yer alan Hıristiyan ve Yahudi karşıtı ifadelerden bazıları şöyle:
“Müslüman komşusunun binasından daha yüksek bina yapmaktan zimmilerin engellenmesi gerekir. Bazılarına göre bu yasak zorunluyken, bazılarına göre bu zorunlu değil, böyle davranılması daha iyidir. Doğru olan Müslüman komşunun evi ile aynı seviyede bile olsa yasaklanmasıdır. Ancak başka ayrı bir mahallede iseler bundan engellenemezler. Zimmi kişi ata binmekten engellenir, ancak katır ve eşeğe binmekten engellenmez. Merkeplerine binerken demir değil, tahta üzengi kullanmaları gerekir. Yolda seyrederken, en dar tarafa doğru gitmeleri gerekir. Bir mecliste öne katılmamaları gerekir. Müslümanların bulunduğu bir hamama girdiklerinde ve elbiselerini çıkardıklarında demir, rısas veya başka bir maddeden bir şeyi boyunlarına geçirmeleri gerekir. Açıkça içki içmeleri, domuz yemeleri ve merasimlerini açıkta yapmaları yasaklanır.”
“Zimmi kişi küçük düşürülmek suretiyle kendisinden cizye alınır. Şöyle ki zimmi başını eğer, cizye alan kişi sakalından çekiştirir ve bu esnada cizyesini tartıya koyar. Bu şekilde cizye almak daha iyi olandır, bazılarına göre böyle davranmak vaciptir. Ben derim ki, bu şekilde davranmak batıldır.”
Aras, 1950’lerde ve 60’larda Cizre’de geniş bir etki alanına sahip olan Nakşibendi Şeyhi Şeyh Seyda’nın vaazlarında sıklıkla Hıristiyanlarla alışverişin kesilmesini, arkadaşlıktan kaçınılmasını ve onların yemeklerinin yenmemesini tavsiye ettiğini belirtiyor.
‘Müslümanımsı’
Ramazan Aras, 1915’teki Soykırım sonrası Müslümanlaş(tırıl)mış Süryani ve Ermenilere karşı Müslüman Kürtlerin bakış açısını, ihtida eden gruplara verilen isimler üzerinden de okuyor. Kürtler tarafından Müslümanlaş(tırıl)mış Süryani ve Ermeniler için kullanılan ifadelerden biri ‘bav filih’. Bav, Kürtçede ‘ata, dede’ anlamına gelirken, ‘filih’ ise aşağılayıcı şekilde ‘Hıristiyan, gâvur’ anlamında kullanılıyor. Ayrıca ‘filih’ kelimesi köken itibarıyla ‘köle’ anlamına da geliyor. Müslümanlaş(tırıl)mış Süryani ve Ermenilere için özellikle Mardin, Siirt ve Şırnak’ta kullanılan diğer ifade ise ‘Misilmenî’. Aras’ın bu kelimenin anlamını sorduğu Müslüman Kürtler genelde bu sözcüğün anlamını bilmediklerini ve babalarından öğrendiklerini söylemişler. Aras’a göreyse ‘Misilmenî’ kelimesinin Kürtçede Müslüman anlamında kullanılan ‘Misilman’ yerine kullanılmasının sebebi, Ermeni ve Süryanilerin geçmişte Hıristiyan olduklarını vurgulama anlamı taşıyor. Bu kelimenin morfolojik açıdan Arapçadaki ism-i tasğir (küçültme kalıbı) kalıbına çok benzediğini belirten Aras, kelimenin sonundaki ‘î’ harfinin “tam olmamış” anlamı katmak için kullanıldığını iddia ediyor.
Ramazan Aras’ın sunumundan
‘Memleketin saadeti Ermenilerle ittifaka bağlıdır’
20. yy’ın başlarında Kürtler arasında Ermenilere karşı yükselen şiddet dalgasına dair uyarılarda bulunan Kürt entelektüeller de yok değil. Aras’ın sunumunda değindiği bu örnekler arasında en çarpıcılarından biri, babası Botan Beyi Bedirhan’ın özellikle bölgedeki Nasturilere karşı iki büyük katliama giriştiği bilinen Abdurrahman Bedirhan. Kürdistan gazetesinde, Kürtleri “Abdülhamid’in Ermenilere yönelik katliamlarına katılmamaya” çağıran Bedirhan, Ermenileri de “bağımsız devlet hayalleri” nedeniyle eleştiriyor.
Bir dönem Bağdat Mebusu olan Babanzade İsmail Hakkı’nın bu minvalde yazdıkları da dikkate değer: “Kürdler üzerine atılan ağır iftiralardan biri, Ermenilere sözde eskiden beri düşmanlıklarının bulunması ve sözde öteden beri Ermenilerin can düşmanı olmalarıdır. Geçen dönemi (Abdülhamid dönemi) insanlık tarihinden çıkarıp atmak mümkün olsa, hiç bir halkın, komşusu, her zaman arkadaşı olan diğer bir halk ile o ölçüde iyi anlaşıp bağdaştığı görülemez.”
Aynı dönemde, Bediüzzaman Said Nursi’nin de kendisine Ermenilerin düşmanlığı ve ihaneti üzerine sorulan soruya verdiği “Size bunu kat’iyen söylüyorum ki şu memlekettin saadeti ve selameti, Ermenilerle ittifak ve dost olmaya bağlıdır” cevabı da dikkat çekici örnekler arasında yer alıyor.
*****************************************
Torunlar bir arada şifalandı
Konferansın en çok dikkat çeken buluşmalarından biri Torunlar buluşmasıydı. Müslümanlaştırılmış akrabalarının hikâyelerini paylaşmak için ilk kez bir araya gelen torunlar, Psikolog Jülide Aral, tarafından yönetilen oturumda yıllarca suskunluğa mahkûm edilmiş hikâyelerini dillendirme ve paylaşma fırsatı buldu.
UYGAR GÜLTEKİN
uygargultekin@agos.com.tr
Basına ve diğer katılımcılara kapalı olarak gerçekleşen bu özel oturumun sonunda Jülide Aral, yaşanan travmalarla baş etmede anlatmanın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekti. “Travma zaten bireysel olarak çok ağır yaşanıyor. Tahirbatları çok yüksek. Bunun sır olarak taşınması çok ağır” diyen uzman, atölyedeki grup psikolojisinin olumlu etkisini de şu sözlerle ifade etti: “Halk arasında konuşulur ya ‘insan insanın zehrini alır” diye, aslında terapi süresi içinde danışan hep kendi konuşur ama sesi kendi kulağına geldiğinde daha farklı olur. Bunu hissetmeye ve fark etmeye başlar. İçindekini, acısını boşaltması çok önemli. Bunu bu grup içinde yapması ise daha önemli. Grubun iyileştirici bir özelliği vardır. Gruba ait olmak. Bu atölyede bunu yaşadılar.”
Kabul gördüler, içleri yıkandı
Aral, Müslüman olsun ya da olmasın Ermenilerin bu buluşmada kendilerini görmeleri ve kabul görüyor olmalarının çok önemli olduğunu belirterek “Hepimizin ortaklığı var durumu çok önemli. Biz bu buluşmanın terapi olmadığını söylememize rağmen katılanların deyimi ile içlerinin yıkanıyor olması çok anlamlıydı” dedi. Yaş farkının 20-60 arasında olduğu bir grupta kadın-erkek karışık bir grupta insanların duyguların ortaya çıkmasına izin verdiğini belirten Aral, birlikte ağlamanın ve gülmenin gücüne de işaret etti.
Hayatın bir noktasında Ermeni olduğunu öğrenmenin yarattığı travmanın ağırlığına dikkat çeken Aral, “Ayağının altında bastığın halı kaymış gibi oluyor. Bizim bir kimlik algımız var. Kendimizi tanıtmamız istenince tanıtıyoruz ve birden bire bize verilen bu sıfatların ve etiketlerin birden bire değiştiğini, alt üst olduğunu görüyoruz” diye açıklıyor bu travmayı. Ait olma ihtiyacının büyüklüğüne işaret eden uzmana göre aidiyetin bozulmaya başladığı durumda bocalama da kaçınılmaz oluyor: “Bu bozulan aidiyetin yerine diğerini nasıl inşa edeceğiz? İnşa ederken yalnız mıyız, birlikte mi edeceğiz? Kabul görüyor muyuz, dışlanıyor muyuz?”
Kimliğin esasen kuşaktan kuşağa geçtiğini de vurgulayan Aral, “En suskun ailede bile bir şeyler, birtakım değerler aktarılıyor. Bu aktarılanlar alenin dinamiklerini ve sitemini bir şekilde etkiliyor. Bu aktarılanların konuşulması pis bir suyu pompayla açmak gibi oluyor. Bir arınma ve temizlenme başlıyor. Fethiye Çetin’in kitabı bu sürece örnektir. ‘Anneannem’ kitabı toplumun önündeki büyük bir tıkanmayı kirlenmeyi acıyı pompaladı ve arkası geldi. O kitaptan o kitaplardan bugüne geldik. Bir yerden kırılma başladı, arkası geldi.”
Aral, farklılıkların kabul edilmesinin rahatlamayı pekiştireceğini de belirterek, son söz olarak asıl mucizeyi gerçekleştiren o adımı vurguluyor: “Önce kabul ederek başlamalıyız. Herkesi olduğu gibi kabul etmeliyiz. O zaman özgürleşme de sağlanmış olur.”
‘Dikilen tespih ağacı fidanının hızlıca büyüyüp çiçekler verdiğini gördük’
Torunların buluştuğu kapalı oturumun sonunda hazırlanan sonuş metni, konferansın son forumunda kamuoyu ile paylaşıldı. Duygusal metinde şöyle deniyordu:
“Türkiye’nin çeşitli illerinden, yaşları 20 ile 65 arasında değişen 9 erkek ve 8 kadın katılımcı ile ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin Çocuk ve Torunları”’ adlı grup çalışması yapıldı.
Kayıp anneannelerimizi, babaannelerimizi, dedelerimizi, annelerimizi, babalarımızı buraya taşıdık, bazılarının gerçek ismi bile bilinmiyordu. Öykülerimizi anlattık, acılarımızı paylaştık. 3 gündür kimsesiz ve yalnız olmadığımızı gördük, mutluyuz. Konuştukça Türk-Ermeni, Kürt-Ermeni, Hıristiyan-Ermeni Müslüman-Ermeni, Süryani bütün bu farklılıkların azalmasını yaşadık.
Aynı duyguları acıları paylaşan, birlikte ağlayıp yasımızı tutmaya başlayan bir grup olarak kopan tespih tanelerinin tekrar birleştiğini ve dikilen tespih ağacı fidanının hızlıca büyüyüp çiçekler verdiğini gördük.
Korkusuzca kim olduğumuzu ne olduğumuzu, kaybettiklerimizi ortaya koyarak onların acılarını ve kendi kayıplarımızı dile getirerek bu yalnızlığımızı ancak böyle giderebileceğimizi fark ettik.
Bu 3 gün içindeki bütün bu çalışmalar aslında bizi rahatlattı. Öyküler daha da çok paylaşılsın ve farklılıkları ortadan kaldıralım ya da faklılıklarımızla birbirimizi kabul edelim. Ve de vicdanlı olalım ki bir daha olmasın.
Biz araftakiler Hıristiyan-Ermenilerin bizi fark edip aralarına alacaklarını bekledik. Ama şimdi artık yalnız olmadığımızı fark ettik. Bugün de bunu yaşadık. Yeni keşfettiğimiz, yeni öğrendiğimiz köklerimizdeki arkadaşlarımızın ‘dacik’ gibi sıfatlar takması bize kendimizi dışlanmış, kirlenmiş, aşağılanmış hissettiriyor.
Hep birlikte ve bizim dışımızdakilerle de birlikte yasımızı tutmaya başladıkça, birlikte ağladıkça birlikte gülebileceğiz. Böylece iyileşme sürecimiz başlayacak.”
http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=torunlar-bir-arada-sifalandi&haberid=6107