Davutoğlu'nu Anlamak- Dr.Haluk Gerger
Abdullah Gül'ün de son açıklamasıyla Ahmet Davutoğlu'nun başbakanlığa atanması kesinleşmiş oldu.
Davutoğlu kamuoyunda, İslami referansları ve buna bağlı olarak da “stratejik derinlik” diye adlandırdığı “yeni Osmanlıcılık” hevesleri ile biliniyor. Bu görüntü, entellektüel sığlık içinde gerideki “öz”ü bulanıklaştırıyor ve O’nun asıl işlevini gizliyor. Yeni göreviyle birlikte artık bu özü bir kez daha berrak biçimde ortaya koymanın zamanı gelmiştir. Bu öz, aynı zamanda, tepedeki “Lider”in konumuyla yönünü de yansıttığından ayrıca önemlidir. Bu gerçeklik kavrandığında görülecektir ki, Davutoğlu’nun atanması oldukça bilinçli bir tercihin sonucudur.
İlk tesbit etmemiz gereken nokta, Davutoğlu’nun, genel olarak Sermaye’nin, özel olarak da büyük burjuvazinin yükselen tabakası olan ve “yeşil sermaye”, “Anadolu kaplanları” gibi isimlerle anılan MÜSİAD burjuvazisinin; birikim, uluslararası kapitalizme eklemlenme, pazar ve buna bağlı olarak da Ortadoğu siyasetinin/hedeflerinin teorisyeni, sözcüsü ve uygulayıcısı olduğu gerçeğidir. Yükselen sermayenin siyasal iktidarının temsilcisi Erdoğan/AKP hükümetlerinin bu “stratejik derinliği”nin kilit ismi başından beri Davutoğlu olmuştur.
Türkiye’nin “Bölgesel hegemonya” arayışlarında temel bir unsur olarak “MÜSİAD burjuvazisi”nin yönelimleri yatmaktadır. “Türk Dış Politikası’nın Ekonomi Politiği” adlı kitabımızda (Yordam 2013), “Esnaf-tüccar kırması yeniyetme bu holding burjuvazisinin içerde iktidar olma dışında hırsları yok mudur?” diye sormuş ve şöyle demiştik:
“…egemen blokta ortaya çıkan çatlak ve iktidar kavgası sonunda, yığınlar nezdinde ideolojik etkiye ve “değerler hegemonyası”na sahip ‘İslam’ etiketli yeni yükselen tekelci sermaye gurupları, kendi egemen ideolojisini inşa ediyor. Bu, olgun olmayan, bağımlı, çarşıdan kalkıp yağmacı küreselleşme piyasasına eklemlenmiş…kesim, palazlanıp holdingleştiği ölçüde kendi ‘sınıfsal hırslar’ını devreye sokuyor. ‘Komünizm tehlikesi’nin geri plana düşmesi ve sınıf hareketinin dibe vurması, Yeni Dünya Düzeni’nin baskısının gücüyle ortaya çıkan özgüven, ‘resmi ideoloji’nin mağduru durumundaki yığınları seferber etme yeteneği, güçlenme duygusunu ve dolayısıyla hırsları besliyor. Bölgede ABD şemsiyesi altında kendine bir ekonomik alan da açmak…Argümanlarını ve iç propaganda malzemesini Davutoğlu sağlıyor…Batı basıncından gaz alan yeni burjuvazi, bu hengamede kendi özel hırslarını da gerçekleştirebileceği bir ortamın yaratılabileceğini sanmakta, AKP’ye destek olmaktadır.” Yeni burjuvazinin “stratejik derinliği”nin özü, işte bu pazar arayışında ve onun hem temeli hem sonucu olarak düşünülen bölgesel hegemonya hamlesinde yatıyor; Davutoğlu’nun ideolojik olarak İslam-Osmanlı referanslı ve toplumsal bilinç/bellek mühendisliği noktasında da kurgulanmış tarih anlatımına dayalı teorik argümanlarıyla da cilalı görüntüsüne kavuşuyor.
Türkiye’nin “yumuşak gücü”nü onun burjuvazisi kullanmaya kalkar da, Emperyalizm sadece seyretmekle yetinir mi? Bu, elbette, eşyanın tabiatına aykırıdır. Demek ki, Erdoğan iktidarının yönelimlerinin temelinde, yani Davutoğlu’nun ideolojik/teorik argümanlarının ve uygulamalarının gerisinde, özel bir etmen, itici bir güç, belirleyici unsur olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni de hesaba dahil etmek gerekmektedir.
Türkiye’nin, eskiden olduğu gibi, Bölge’ye yabancılaşmış burjuvazisi ve bürokrasisinin yönetiminde, emperyalizmin çıkarlarının jandarması/tetikçisi rolünü sürdürmesinin iç ve dış koşullarının kalmadığı bir dönemde, salt “militer araç”lıktan “yumuşak güç unsuru” olmaya bir geçiş yapması gerekmekteydi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), dışsal, özellikle de militer dayatmalardan ziyade, yerel dinamiklerin manipülasyonuyla kendini içten yeniden üretme kabiliyetine dayalı bir “organik hakimiyet” projesiydi. Bu durumda, Türkiye’nin bölge tarihi ve sosyo-kültürel kökenlerinden kaynaklanan “yumuşak gücü”yle bir “rol model” olarak yutturulmasında MÜSİAD/AKP, eskinin TÜSİAD/Ordu kırbacına göre çok daha işlevseldi. Eskinin, kaba militarist; pısırık Batıcı; Bölge’yi dışlamış ve ondan dışlanmış; toplumsal gücü azalmış; ideolojik etkisi zayıflamış; krizleri içinde felç olmuş jandarması yerine, MÜSİAD/AKP somutunda, Anadolu muhafazakarlığına ve İslami söyleme dayalı ideolojisiyle toplumsal tabanını zora dayanmadan genişletebilen, bu karakteriyle bölge halklarıyla ilişki/diyalog geliştirebilen sahici bir “Truva Atı”nın, bir taşeronun, emperyalizmin ihtiyaç duyduğu yeni işlevlere koşulması kuşkusuz yeğlenecekti. Öyle de oldu. Bunun temelini yeni burjuvazi, baskın kişiliğini Erdoğan, politik/örgütsel iskeletini AKP, yürütücülüğünü AKP hükümeti, ideolojik-teorik zeminini de Davutoğlu oluşturdu. Daha doğrusu, görevler onlara ihale edildi.
Türkiye’nin son zamanlarda içine düştüğü “stratejik bataklık” da böyle örüldü.
Demek ki, Davutoğlu’nun İslami referansları, söylemleri, görüntüsü ile bölge halklarının ortak tarihi, dayanışması ve benzeri temaları işleyen ideolojik diskuru, önce açgözlü kapitalist/burjuva iştiha ile kirleniyor. Bu kirlilik, Devlet Çıkarı ve kibirli bir milliyetçiliğin hegemonya ihtirası ile iyice karanlıklaşıyor. Nihayet, emperyalizmin taşeronluğu, koyu kötülük radyoaktivitesinin bütün zehirini kusuyor. Burada, İslam ya da Ümmet karanlığın üzerine serilmiş bir perde işlevine indirgeniyor. “Ilımlı İslam”, işbirlikçiliğin ve Truva Atı’nın “kod adı” oluyor. Bütün bu karanlık içinde İslam, tarih, kültür, dejenere bir ideolojiye kaynaklık ediyor.
Şimdi bu noktada bir başka hayati konu bakımından da Davutoğlu’nun başbakanlığı üzerinde durmak gerekmektedir. Bu da, “demokratikleşme” ve (onunla özdeşleşmiş olarak Kürt Sorunu’nda) “Çözüm” meselesidir. Davutoğlu’nun neyi ifade ettiğini tam olarak kavrayabilmek için de hayati önemdedir bu konu. Zaten Türkiye’nin iç ve dış siyasetini Kürt Sorunu’nu merkezi bir yere koymadan anlamak olanaksızdır.
Kuramsal olarak şu rahatlıkla söylenebilir: Sömürge karakterli bir şoven hegemonya peşinde koşan, bu arayışı stratejik hedef olarak yürüten bir anlayışın zaten pençesi altında tuttuğuna özgürlük tanıması tanım gereği düşünülemez bile. Aksine, Davutoğlu’nun görevi, “eldekiler”ine yenilerini ekleme ihtirasıyla yanıp tutuşan “Büyük Önder”in, teorik/ideolojik gerekçelerini üreterek, sadık uygulayıcısı olmaktır. Bu anlayışta, Türk olmayanlara düşen “Osmanlı-Türk hoşgörüsü”nün sağladığı “muhtariyet”tir. Bu çarpık “muhtariyet” bile aslında “idare edilemeyenler”e kerhen bahşedilmiş bir “ayrıcalık”tır ve Biat'a dayalı bedeli de ağırdır.
Bu anlayış bugün pratikte, “Diyarbakır’ı elde tutmak için Musul ve Erbil’i de hegemonya alanları içine katmak” biçiminde işliyor. Davutoğlu dış politikayı doğrudan yürüttüğü süre içinde hep Kürtlerin bunun dışında ve ötesinde bir statü elde edememeleri için çalıştı. Güney Kürdistan’da ABD’nin “kırmızı çizgileri”ne toslayınca geri adım atmak zorunda kaldı ve “yumuşak güç”le, şantajla, havuç ve sopa politikalarıyla, ABD desteğiyle her türlü imkanı kullanarak Güney üzerinde hegemonik baskı kurma mekanizmaları örmeye, bunları kurumsallaştırmaya çalıştı. Bir öteki parça Rojava’daysa, Kürtlerin milli demokratik haklarının kısıtlanması için en saldırgan güçleri desteklemeye kadar gitti, yolu IŞİD’le ve benzerleriyle kesişti.
Bu pratiği Davutoğlu 26 Şubat 2012’de Tunus’ta yapılan “Suriye’nin Dostları Gurubu”nun toplantısında şöyle ifade etti: “Irak’ta yoktuk, Suriye’de varız.” Türkiye’nin Davutoğlu’nun yönetiminde Suriye’de ne aradığını ve bulduğunu görmek için IŞİD’e bakmak yeter.
“Eski” ile “Yeni”, Davutoğlu’nun mühendisliğinde buluştu Suriye’de. Devlet’in, eskisiyle yenisiyle “ortak aklı”, “Irak’ta askeri güçle beslenen bir Türk varlığı olsaydı, bir General’in dediği gibi, orada, yani Güney Kürdistan’da, bırakın bir ‘Kürt Oluşumu’nu, ‘ot dahi bitmez’ olurdu” diye düşünmekteydi. Dolayısıyla eski yanlış tekrarlanmayacak, Kürtler için “ot bitmez” olsun diye Rojava’ya yüklenilecekti. Irak dersi buydu. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 6 Mayıs 2010’da Milliyet gazetesindeki söyleşisinde şöyle anlatıyordu bunu: “İlker [Başbuğ] Paşa’nın belirttiği gibi o günkü koşullar altında biz 1 Mart tezkeresinin geçmesini istiyorduk…Keşke geçseydi….O durumda ise PKK ile mücadele edilecekti…Eğer geçseydi Kuzey Irak’ta ve hatta Irak’ta hem güvenlik hem de siyasi oluşumlar bakımından Türkiye de söz sahibi olacaktı. PKK, Kuzey Irak’ta bu kadar rahat yerleşemezdi. Siyasi oluşumlar da başka bir seyir alabilirdi.” Erdoğan da, 31 Ağustos 2012’de Habertürk televizyonunun bir programında “biliyorsunuz ben 1 Mart tezkeresinin geçmesini istiyordum” demişti. İşte Davutoğlu, eski ile yeninin ortak Devlet Aklı çerçevesinde, klasik siyaseti, tezkeresiz taşeron kelle kesicilerle yürüttü Suriye’de. Davutoğlu’nun ideolojik söyleminin parçalarından İslam, Ümmet ve Kardeşlik bir de böyle kirletildi O'nun sınıfsal pozisyonunda, milli konumunda ve devlet pratiğinde.
Türkiye’deki Kürt Sorunu merkezli anti demokratik düzeni sürdürme siyaseti, sonunda, kaçınılmaz olarak, bölge çapında gözüdönmüş militarizm ve yeminli demokrasi düşmanlığıyla ittifakı getirdi.
Böylece "Bermuda Şeytan Üçgeni" kapanmış oldu ve kapkara karabasan ölümcül etkileriyle Bölge üzerine çöktü.
Girdabına sürüklendiğimiz yeni dönemde “Büyük Önder”in Başbakanı’nın icraatlarını, görüntünün ardındaki bu özü kavrayarak izlemek gerekir. Gizli-açık hesapları ancak bu yolla gerçekci biçimde değerlendirmek mümkün olabilecektir.