Cumartesi Kasım 9, 2024

Exile, iltica ve yirmibeşinci saat…Adil Okay

kaypakkaya-partizan
“umutların tükendiği yerde / yeni hayatlar / dünyalar üstümüze yağar / telefonda dil dolaşırdı / zorlama “merhaba”larla / dudağın ucuyla “nasılsın”lar / öpmeden “öptüm”ün yapaylığı / açtıkça açardı arayı / geç bunları / geçtim / peki ben kime beddua edeyim.”

 

Exile: Sürgün, iltica, mülteci. Yani her daim ölüme komşuluk hali… Sürgündaşım Temel Demirer’in ifadesiyle: Ölüm; canlı bir bedenin, ardında yankısız boşluklar bırakarak bu dünyadan çekip gitmesidir. Bedenini alıp ayrıldığı canlılar dünyasına ruhunu bırakıp gider ölen. Oysa sürgün ruhunu yanına alıp gidendir. Kendisinin olmayan diyarlarda en çok ona ihtiyacı olacaktır çünkü. Sürgün, bir zamanlar beraber olduğu, kendine ait olan ve kendini ait hissettiği her şeyi sonsuz derinliklerine gömdüğü bir dehlizi taşır içinde. Bu nedenle o, hep hatırlayan ve durmadan özleyendir. Bir anlamda içbükey bir yaşamdır onunkisi. Peki, Sürgünde olmak neyi ifade eder? Arjantinli yazar Julio Cortazar’a göre bu: “Bir yaşam biçiminden, havanın kokusundan, göğün renginden, alıştığı evlerden, köpeğinden, arkadaşlarıyla buluştuğu kahvehanelerden, gazete, müzik ve kent içi gezilerden…” koparılmış olmayı…(i)

Evet, ama yetmiyor bu açıklamalar. Zira her sürgünün kendi gerçeği var, kendi uçurumları. Ortak yanları “özlem“ ve “küs“ olma halidir ve tabii “ölüme komşuluk”. Bir araya geldiklerinde acılarını ti’ye alsalar da, onlar, artık öte yana geçmiş iflah olmaz yolculardır. Hani Yolcu adlı kitabımda yer alan “Liman“ adlı öykümde betimlemeye çalıştığım gibi:

Nereye gidersem gideyim, hangi kapıyı çalarsam çalayım, hangi kucakta uyursam uyuyayım, beni senden alıkoyacak bir nefes bulamaz, asamı yeniden elime alırdım… Hep giderdim. Bu limana geri dönmeyeceğim diyerek giderdim. Sana açılmayan bir kapı arardım. Sana dönmemi engelleyecek bir kent. Yeni bir hayat… Heyhat, bütün denizler sana uzanır, bütün kapılar sana açılırdı. Hep güneyi arayan yolcu, yolun yarısında kuzeye geldiğine şaşar ve yine yola çıkardı. Hep güneye giden yolcu, sonunda terk ettiği limanda bulurdu kendini. Yeni ufuklar arayan adam, sırtındaki yük, yüzündeki çizgiler, yüreğindeki sızı daha da artmış olarak geçmişine dönerdi. Anlayamazdım nasıl, neden ve ne zaman geldiğimi…

Veya “Mülteci” adlı öykümde anlattığım üzere:
Sürgünde, insanlar üniformalarını çıkarmak zorunda kaldılar. Giysileri, o güne kadar biriktirdikleri oldu. Kimisi ise çırılçıplak ortada kaldı. Zira Sürgünler anılarını, anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardır, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkum olduklarını anlarlar. Yani dönüşün olmadığını. Sessiz bir çığlık gibi boğazlarına düğümlenen bu gerçekle yüzleştikleri an sürgünlerin gözlerine, o, fark edenleri dehşete düşüren hüzün yerleşir ve ömür boyu gitmez.
Lübnan Reşadiye Filistin Mülteci Kampı. Sodan sağa: Ahmet Çolak (Türkiye’ye dönerken 1982 yılında sınırda katledildi), Adil Okay (yaşıyor), Mehmet Kırbaç (beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti), Zekeriya Mem (yaşıyor), Ahmet Yiğenler (Sürgün dönüşü Aslı ve Anıl adlı iki çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti)
Sürgün ve Edward Said
Sürgünlerin yanlarında götürebildikleri, sırtlarına yapışık valizde kasabasanlar ve o güne dek biriktirdikleri bulunur. Eğer sürgün içine kapanmaz, şizofreninin ya da pişmanlığın tehlikeli mecralarına kaymazsa, bu birikim yerinde durmaz, duramaz, ergeç yeniden akmaya başlar. Pekala o damıtılmış bilgi hazinesi kime-nereye akar. Edward Said de kafa yormuş bu konuya:

Gerçek sürgün bir nihai kayıp durumuysa, bu kayıp neden bu denli kolayca modern kültürün güçlü, hatta zenginleştirici bir motifi haline gelmiştir? Bunun nedenlerinden biri, modern dönemin kendisini, manevi anlamda öksüz ve yabancılaşmış bir dönem olarak, endişe ve yalnız kalabalıklar çağı olarak düşünmeye alışmış olmamızdır. (…) Modern Batı kültürü büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin ürünüdür. Amerikan akademik, entelektüel ve estetik düşüncesi bugünkü haline (…) mülteciler sayesinde gelmiştir. (…) Hatta eleştirmen George Steiner, bütün bir 21. yüzyıl Batı edebiyatının, -başta Beckett, Nabokov, Pound olmak üzere- sürgünler tarafından ve sürgünler üzerine üretilen ‘ülkeler-ötesi’ bir edebiyat olduğunu ve mülteci çağını simgelediğini ileri sürmüştü.(ii)

Neden yeniden mülteci konusu
Bunları neden yazıyorum şimdi, “Dünya Mülteciler Günü“ değil… Ama kanamaya devam eden coğrafyalardan yankılanan çığlıklar; sıkı sıkı kapattığımız kapılardan, pencerelerden içeri sızıyor. Düşlerimizi karabasanlara dönüştürüyor. Tarihten bir kesit veya romantik bir sürgün öyküsü değil anlatmaya çalıştığım. Ezelden veya ebedden değil, Roboski ve Reyhanlı gibi bugünden söz ediyorum. Ve sayıları milyonları bulan mültecilerden.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) Cenevre’de açıkladığı mülteciler raporunda, 2012 yılı sonunda dünya genelindeki toplam mülteci sayısı 45,2 milyon olarak kaydedildi. Yalnızca 2012 yılında 7,6 milyon insan ülkesini terk etti. Mültecilerin yüzde 55′ini; Afganistan, Somali, Irak, Suriye ve Sudan gibi iç savaş ve çatışma yaşanan beş ülkeden kaçanlar oluşturuyor. Suriye’den komşu ülkelere sığınanların sayısı 1,6 milyon. En çok mülteci barındıran ülke Pakistan ve İran. Türkiye ise 10′uncu sırada yer alıyor. Ve bu ülkelere sığınan mülteciler Einstein veya Frankfurt Okulu filozofları gibi şanslı değiller. Bugün itibariyle Türkiye’de büyük çoğunluğu Suriyeli 500 bine yakın mülteci var. Suriyeliler kamplarda yaşamaya çalışır, asgari olsa da barınma, yiyecek, giyecek sorunları çözülürken, Afganların, İranlıların, Filistinlilerin çoğu İstanbul’da karton kutuları yatak yaparak yaşamaya çalışıyorlar. Tabii sadece bu kadar da değil, dört bir yanımız mülteci. Karşı tarafta Mahmur Kampı sakinleri, iç ve dış göçe zorlanan Kürt mülteciler var. Filistinlilerin yarısı hâlâ Suriye’de, Ürdün’de ve Lübnan’da sürgün yaşıyorlar. Ve savaşlarda katledilen sivil, silahsız, savunmasız insanlar. Ve en yaralayıcı olanı da çocuklar… “Büyüklerin” mağduru çocuklar.

Yazar Nuray Çevirmen’in ağır betimlemesiyle: “Göz kapaklarımın altında sanki bir avuç kum. Kapatsam alev alev. O kumlar biraz Rojava, Lâskîye, Mısır. Biraz Roboski, biraz Reyhanlı. Kumların birazı çocuklarını arayan anneler. Birazı Azraillini evinde bulan kadınlar ve oyun oynarken ölüme yakalanan çocuklardır.”

Ve hemen her ay gazetelerden okuduğumuz, “umuda yolculuk“larda batan mülteci tekneleri. Ve ölen-boğulan, karaya vuran yüzlerce mülteci cesedi. Büyük çoğunluğun umurunda olmadığı. Ama benim gibi uzun yılar sürgün yaşayanların ve yaşamasalar da empati yapan bir avuç duyarlı insanın umurunda…

Haziran direnişinin kazandırdıkları
O bir avuç bugün çoğalmış durumda. Haziran direnişiyle, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan isyanı, ülkenin her yanına yaydılar ve “biz de varız” dediler. “Bu ülke-bu dünya, bu haksızlık-bu hayasızlık… bizim de umurumuzda” diye haykırdılar. Umudumuzu büyüttüler. Ve Şair Nevin Koçoğlu’nun da umurunda. Ki, ona “ilham geldiğinde”, ilk dizeyi ak kâğıda mülteciler için düşürmüş. “İltica”lara selam durmuş:

“kirpiğimi gözümden taşıyan gece

kızıl kıyamet tortusunu sererken üstüme 

kimliksiz ilticacı aşk dilimde 

bir yirmi-beş nöbetinde”… (iii)

Şair, “Tanrının Vişne Bahçesi” adlı kitabında yer alan (bir bölümünü paylaştığım) şiirinde, belki çok daha derinlerden anlam derlemiş ve sunmuş ama benim o mısralardan aldığım yani bana nüfuz eden çok daha yalın ve sert:

Ben 1981 yılında Lübnan Filistin kamplarında, yani savaşta iken, yani mülteci iken, en çok 2-4 ile 4-6 nöbetlerinden nefret ettim. Ve masaya, çarşafa, yastık kılıfına, temiz bir banyoya ve aşka özlem duydum. Bu kadar açık ve net. Aşkla masayı yan yana koyacak kadar acımasız gerçeklerimizdi bunlar. Koşullara tevekkülle katlanmak başka, duygular, özlemler yani insani güdüler başkaydı. Romantik sürgün veya savaş filmlerine benzemiyordu hayatımız. Ama hiçbirimiz o sırada dile getirmedik bu özlemlerimizi. Devrimci ahlak adına. Disiplin adına. Oysa sürgün hayatımızın en mahrum zamanıydı savaş. Ve o koşullarda her daim, Adnan Yücel’in betimlemesiyle, “Aşksız ve paramparçaydı yaşamımız”.

Bugün bile hâlâ en küçük bir pişmanlık duygusu taşımıyoruz. Adanmış hayatlarımıza ağıt yakmıyoruz ama -aradan çeyrek asır geçmesine rağmen- çok da estetize edemiyoruz o hoyrat yaşanmışlıkları. Aşk, o koşullarda bizim için uzak bir düştü. Günün, günlerin, ‘Yirmibeşinci Saati’ndeydi. Ve biz o saati bir türlü yaşayamıyorduk. Ayda 4 gün izinde, sivil giysilerle kamptan uzaklaştığımızda da yakalayamıyorduk o “kaçırdığımız saatleri.” Bundandır yıllar yıllar sonra yazdığım bir şiire ve şiir kitabıma ‘Yirmibeşinci Saat’ adını vermişliğim. İltica yanımın biteviye kanamasındandır. Her mülteci katliamında, okuduğum her iltica temalı şiirde, yeniden yeniden düşer aklıma sürgün halim(iz).

uyudum uyandım yalnızım

vurdum vuruldum yalnız

bu eşkıya kentin ruhsuz kalabalığında

geceleri sağırlaşan sokaklarında 

kirli beyaz hastane odalarında

geçmişimi aradım yıllarca

yirmi beşinci saatini günün 

dünyanın eşref vaktini… (iv)

İşte ben bu yazıyı, artık yaşlanmaya başlayan, birer birer hayatını kaybeden ve aramızda topladığımız paralarla ceviz tabutlar içinde ülkeye gönderdiğimiz 12 Eylül sürgünlerine bir diğer ifadeyle “sürgünde ölen arkadaşlarımıza” selam yollamak isteğiyle yazmaya başladım. Ama araya Rojava girdi, Suriye, Mısır ve Filistin girdi.

Mültecilere kızmak yerine mülteci üreten sisteme itiraz
Mültecilere kızmayın kardeşler… Sadece ölenleri kucaklamayın. O yaban ellerde kök salan, çoluk çocuğa karışan, kan revan içinde kalarak yaşamaya çalışanları da anlamaya çalışın. Ucuz suçlamalarla, dar grup çekişmeleriyle karalamayın o yorgun insanları. Onlar, on yıllar boyunca memleketten gelen en son ajans haberlerini dinleyerek yaşlandılar. Dayanışma günleri – geceleri düzenlerek mahpus yoldaşlarına para yollamaya çalıştılar. Onlar, ülkeden – yoldaşlarından “gelin, yeriniz hazır” daveti beklediler. Ama heyhat, o davet hiç gelmedi. Ülkeye bireysel insiyatifle dönenler oldu elbette ama ne yazık ki -büyük çoğunluğu- uyum sorunu yaşadılar. Hayal kırıklıkları büyüdü. Artık ne oralı, ne buralıydılar. İki dünya arasında Araf’ta asılı kaldılar. Ne dostlar aynı yerde kalmıştı ne de sokaklar. Arkada bıraktıkları evler enkaza dönmüş, dostlar ölmüş, yaşlanmış ve değişmişti. Özlemini duydukları kentlerde ak düşmemişti saçlarına. Onlar, Kavafis’in, ‘Bu kent arkandan gelecektir, Aynı sokaklarda ak düşecek saçlarına’ diye başlayan şiirini ters çevirip yeniden yeniden yazdılar: ‘

“Bu kent özlenir mi Kavafis

Şimdi sokaklarını

Bir öğürtü nöbetiyle arşınladığım

Kendi çocuklarını yiyen bu kent

Özlenir mi…”(v)

Sonsöz: Unutmayın siz de bir gün iltica etmek zorunda kalabilirsiniz yaban ellere. Lenin, Ho Chi Ming, Edward Said, Salman Rusdhie, Nazım Hikmet, Mahmud Derviş, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve bizim gibi… Ve unutmayalım ki: Kapitalizm eşitsizlikleri ve savaşları doğurmaya devam ettiği sürece “iltica”lar olacaktır. İlticasız, sınıfsız, sınırsız bir dünya dileğim(iz)dir. Bu dileği yineleyerek bitiriyorum diyeceklerimi…
okayadil@hotmail.com

Fotoğraf: 1981. Lübnan Reşadiye Filistin Mülteci Kampı. Sodan sağa: Ahmet Çolak (Türkiye’ye dönerken 1982 yılında sınırda katledildi), Adil Okay (yaşıyor), Mehmet Kırbaç (beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti), Zekeriya Mem (yaşıyor), Ahmet Yiğenler (Sürgün dönüşü Aslı ve Anıl adlı iki çocuğuyla birlikte hayatını kaybetti)

[i] Temel Demirer, Adil Okay ve Yolcu hakkında, 3 Mart 2005, Ankara.
[ii] Kış Ruhu / Edward Said / Çeviren: Tuncay Birkan / Metis Yayınları.
[iii] Nevin Koçoğlu, Tanrının Vişne Bahçesi, Favori yayınları, Ankara, 2013.
[iv] Yirmibeşinci Saat, Şiir, Adil Okay, Ütopya yayınevi, Ankara.
[v] Eylül kokusu, şiir, Adil Okay, Ütopya Yayınevi. Ankara, ‘2012.

2409