Hangimiz dönme değiliz ki anacım?
Neden onur haftası ve yürüyüşü?
ABD’nin homofobik ve transfobik politikalarının LGBT’lere yaşam alanı tanımadığı, eşcinsel ve transların gözaltı ve tutuklama terörüyle sindirildiği 1960’lı yıllarda, bir trans kadının “Artık yeter” demesi ve elindeki bira şişesini bir polisin kafasına fırlatmasıyla günlerce sürecek bir ayaklanmanın fitili ateşlenir.
LGBT’lerin sıklıkla gittiği Stonewall isimli bara, 28 Haziran 1969’da polis her gece olduğu gibi yine baskın düzenler. Polis, barın içindeki LGBT’leri darp ederek gözaltına almaya çalışırken, bar çıkışında da kalabalık bir grup LGBT’lere destek olmak için toplanmaya başlar. Polisin baskısının bar çıkışında da sürmesi üzerine bir trans kadın kelepçelenmeyi reddeder. Elindeki bira şişesini polisin kafasına fırlatır. Böylece cin de şişeden çıkmış olur. Hızlıca örgütlenen eşcinsel ve transların karşı koyuşları, polisi barın içine sığınmak zorunda bırakır. Bunun üzerine bir sokak lambasını devirerek koçbaşı olarak kullanan eşcinsel ve translar, barın içine ’baskın’ düzenler.
O gece Stonewall’da başlayan direniş, New York sokaklarında kurulan barikatlarda devam eder. Trans kadınların başını çektiği LGBT’ler günlerce New York sokaklarında polisle çatışır. Topuklu ayakkabıların -polislerin de çok yakından fark ettiği üzere- artık yürümek dışında bir işlevi vardır. ’İbne, nonoş ve dönmeler’ ayaklanmıştır artık. Stonewall direnişi, ABD tarihinde farklı cinsel kimliklere baskı uygulayan heteronormatif sisteme karşı ilk açık başkaldırı olarak tarihe geçer.
Kendi “cins”liklerimiz üzerine
Onur Haftaları’nın toplumsal tarihi ve direniş hafızasındaki yeri elbette çok mühim. Ancak LGBTİ hareketinin belki de en sevdiğim yanı bu toplumsal hafızalar içerisinde; bireysel hikayelerin yok olup gitmemesi. Eşya ve tabiat ilişkisini yeniden hatırlatırsak; birey ve toplum ayrımının silikleşmesi, görünmez kılınan ya da nedenselleştirilerek ehlileştirilen birey-toplum ilişkisinin yeniden ve yeniden kurulup yıkılması…
Bu bağlamda esasen Trans Onur Haftası’nın etkinliklerini anlatmak yerine; ikili cinsiyet rejimi denen cinsiyetler hapishanesinin yamacında tutunmaya çalışan kendi cins’liğimi anlatmak istiyorum. Hikayelerimizin birleşip; hapishane duvarlarını bir daha inşa edilmeyecek biçimde yıkması dileğiyle…
“Gerçek” kadın ve erkekler… Acaba?
Trans denildiğinde birçoğumuzun aklına trans kadınlar geliyor. Son yıllarda trans erkeklerden de bahseder olduk. Pembe ve mavinin sınırlarını ihlal eden trans varoluşları; bizden gayri ancak dayanışılacak kesimler olarak görmeye başladık belki de… Ama hakikaten öyle mi? Ne kadar “gerçek” erkek ve kadınlarız?
Kendi adıma cevaplarsam; hiçbir zaman “gerçek” erkek ve “gerçek” kadın olamadım. Kimliğimi inkar ettiğim dönemde erkek taklidi; kimliğimle hemhal olmaya başladım zaman ise kadın taklidi yapar oldum. Bu taklitleri sadece ben yapıyorum diye düşünürken; bir baktım ki kocaman taklitler dünyasında yaşıyoruz. İdeal erkek ve kadınlar ulaşmak için bedenimizi, ifadelerimizi, bizi biz yapan “tuhaflıklarımızı” bir kenara koyuyoruz. Diyet yapıyoruz ya da spora gidiyoruz. Kaslarımızı ya da selülitsiz bacaklarımızı sergiliyor; ancak en ufak bir sapmada bedenlerimizi saklıyoruz.
Bir yaz kampında herkes yüzerken; yüzmemeyi tercih ettiğimi hatırlıyorum. Kıllı, hafif göbekli bir vücudun o muhteşem sahile uymadığını düşünüyordum. Hele bir de bu tuhaf kıllı ucube; “Ben transım” diye ortalıkta gezinince bu sefer diğer “sapkınlar” tarafından da kabul edilmiyordu.
Cinsiyetler hapishanesinin dışındaki özgürlük
Gerçek erkek ve gerçek kadına ulaşmaya çalışan ve bu yolda didinenlerin (ki buna LGBTİ’ler de dahil) mükemmelliğinin nişanesi; ucube beden olmak o vakitler çok da zor geliyordu: “Yahu, koskoca ikili cinsiyet rejiminin ortasında öyle duramazsın kardeşim. Ya erkek olacaksın ya da kadın. Transsan da seç birini; oraya yönel. Has gacı ya da has laço ol ki bu sistemde var olasın.”
Derken yine bir delilik anında iki arkadaşımla birlikte çırılçıplak yüzmeye başladık. Havanın karanlık olması mı cesaretlendirdi bilmiyorum. Ama yan tarafta konser varken; konser alanından bağırarak geçen üç çıplak beden olmak o kadar şahane hissettirdi ki. Belki de en çok o zaman kadın; o an erkek; o dakika trans; o saniye ibne; o salise dönme oluverdim…
Ve bu hisler; bu dayatılan erkek, kadın, trans, eşcinsel olamamalar tekil bir durum değildi. Bu tekilliklerin içerisine tıkılmaya çalışılan çoğul hikayelerdik biz, hepimiz…
Bu seneki Trans Onur Yürüyüşü’ne destek olmaya gelmeyin/gitmeyelim. Bu seneki yürüyüşe kendi dönmeliğimizi keşfetmeye gidelim. Kaldırım taşlarının altındaki sahil gibi; erkeklik ve kadınlıkların dibindeki özgürlüğü bulmaya koyulalım. “Onurlu” bir göreve çıkıp; ibne ve dönmeliklerimizle barışalım. Ne dersiniz?
Bitirirken
Bugün annem Umut Güner’in yıllar önce Kaos GL dergisine yazdığı satırları okuyordum. Umut, “Eskiden dönmeye saygı vardı. Şimdi ise dönmelerle özgürleşmeye ihtiyacımız var” diyordu o satırlarda. Buna ufak bir ek yaparsak; şimdi ama tam şimdi cinsiyetler hapishanesinin tutsakları olduğumuzu görmeye ihtiyacımız var.
İstisnasız her birimiz biraz dönme, biraz ibneyiz… Ali’de, Ayşe’de, Agop’ta; dönmelikler ve ibnelikler her yerde… 22 Haziran’da Trans Onur Yürüyüşü’nde görüşmek üzere anacım… Tuhaflığınıza sahip çıkınız lütfen…
YILDIZ TAR
yildiztar7@gmail.com