Perşembe Ocak 30, 2025

Kimse kusura bakmasın! Seviyoruz, seviliyoruz, sevişiyoruz!

kaypakkaya-partizan
Sokaklarda gaz fişekleriyle gençleri kafalarından vuran, gözlerini çıkaran, gazla zehirleyen polisine destanlar yazdıran, ağaçlardaki kuşları bile öldüren “devlet baba”nın, bu çocukların akıbeti için de elbet bir şeyler düşüneceğini hayal etmemiz çok mu tuhaf kaçar efendi? Kimi kime emanet ediyoruz, değil mi?

 

Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim, diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır.”  1984, George Orwell

Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bir “bayan” öğrenci olarak, 1990’lı yılları sonundan itibaren ben de pek çok yurtta ve -“afedersiniz”- “kızlı-erkekli” öğrenci evinde ikâmet etmek durumunda kaldım (“zorunluluktan” değil efendi, reşit bir kadın olarak bunu tercih ettiğim için). Hemen belirteyim, Allah’ın bir hikmeti işte, İstanbul’a gelir gelmez kayıt yaptırmak şerefine eriştiğim devlet yurdu -neyse ki- “kız yurdu” olarak bina edildiğinden ve içeriye sadece erkek sinekler ve kediler girebildiğinden, namusumu filan korumak şansına eriştim (1998’de bir gece, çevresinde kocaman bir otosanayiiden, akşamları boşalan iş yerlerinden başka bir şey bulunmayan malum yurdun önünde bir taciz-tecavüz vak’ası gerçekleşmişti ama aslı yoktur efendi, hep uydurma!.. O yıllarda daha “Gezi”nin “g”si yoktu tabii ama, bu haber de herhalde “erken Gezi oluşumlarının” bir kara propagandası filandı, neyse).

İşte böyle namuslu iffetli yaşayıp giderken, kaderin bir cilvesiyle, daha okulun ilk yılında kendi iş alanımda çalışmaya başladım. Benim gibi birkaç arkadaş daha vardı yurtta; şeytan bu ya (kim?), “Ah ulan, keşke biz de bir ev kiralayabilsek de şöyle rahat rahat otursak” filan demeye başladık (yurttaki erkek sineklerle ilişkimiz monotonlaştığından ya da illa da rahat rahat “kızlı-erkekli” yaşamak istediğimizden değil efendi; karlı gibi bir kış akşamı, şehrin bir ucundan yurda dönmek için otobüs-dolmuş bulamadığımızda, yurda giriş saatini beş dakika geçirdik diye bizi içeri almayan, üstüne üstlük bir de “Siz buraya fahişelik yapmaya mı geldiniz!” diye azarlayan “memure” yüzünden mesela). Eh, şeytanın davetine icabet etmemek olmazdı...

Şimdi tabii, bilen bilir de bilmeye zor gelir; nedir, ne değildir bu “öğrenci evleri”, değil mi efendi? İşin içine “kızlı-erkekli” kalmalar filan da girince, of, iyice içinden çıkılmaz bi hal alır durum. Bir kere paranız pek azdır ve büyük bir şehirdeyseniz, en kötü, en bakımsız, en köhne daireler arasından, o da şansınız varsa, “kötünün iyisi” bir tanesini tutarsınız (“üçgen odalar”, banyo ve mutfağı bir arada sunan “modern” tasarımlar ve daha neler neler!). İkinci elci’den kırık dökük bir takım eşyalar alırsınız, ki, o paraya kombili bir ev kiralamanız neredeyse imkânsız olduğundan, en önemli eşyanız “elektrikli soba”dır (şahsen ben, ancak üç beş yıl önce kombili bir ev tutup zavallı kemiklerimi ısıtabildim). Bunların dışında, canınızın istediği her yemeği yapabilme kapasitesine sahip olsanız bile, malzemelerini alacak parayı denkleştiremeyebilirsiniz (“kızlı-erkekli” bir evde, kıyma alınamadığından tavuk ciğeriyle karnıyarık yapıldığına bile şahit oldum). Velhasıl, aza kanaat edersiniz ama (bazı buzdolaplarında, ev sakinlerinin isimlerini üzerlerine yazarak “kişiselleştirdikleri” peynirleri filan saymaksak) her şey paylaşıldığından çok da yokluk çekmezsiniz işte. Gelen giden çoktur, oturacak yer yoktur ama dostluk vardır, “muhabbet” vardır. Arada üç beş lira birleştirilirse, küçük bir parti filan bile yapılır... Ama bunlar açmaz seni şimdi efendi -yani mizacına uymaz, o anlamda.

Çünkü konu bu değil... “Zehir” bu değil. Daha doğrusu pervasızca “merak edilen”, “sorgulanan”, “kurcalanan” ve “mercek altına alınan” şey bu değil. Değil mi?

Durup dururken “sorumluluklarını” üzerine aldığı “kızlı-erkekli” üniversite öğrencilerinin evleriyle ilgili neyi merak ediyormuş o sayın muhafazakâr demokrat ve bu gençlerin sözde aynı zihniyetteki “ihbarcı komşuları”? “Muhafazakâr demokrat bir parti olarak herkesin çocukları bize emanettir” derken? “Eğer bir yasal düzenleme gerekiyorsa biz yasal düzenlemeyi yaparız. Valiliklerin yapması gerekiyorsa bunu yaparız” derken? “Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık. Her tür şeyler olabiliyor. (…) Bir muhafazakâr demokrat iktidar olarak, bizler müdahil olmak durumundayız” derken, neyi merak ediyormuş?

Neyi? Haa, seks filan yani... Peki, o zaman, hadi biraz “seks”ten bahsedelim... ama “suç” olanından, “utanç verici” olanından, “ahlak dışı” ve “insanlık dışı” olanından... Sizin anlayacağınız, asıl “yazık günah” olanından.

Mesela: Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bir soru önergesine verdiği cevap, Türkiye’nin tüm şehirlerinde çocuklara taciz-tecavüz vakası yaşandığını ortaya koymuş (tabii “resmi rakamlar”a bakılırsa): Buna göre, 2011'de, İstanbul başta olmak üzere 81 ilde de çocuklar taciz ve tecavüze uğramış: 2011 resmi verilerine göre, İstanbul’da 1486 tecavüz, 2488 çocuk istismarı, 2223 taciz davası açıldı. İzmir’de 568 çocuklara tecavüz, 901 taciz davası kayıtlara geçti. Ankara’da çocuk istismarı üzerine açılan dava sayısı 1162. Adana’da 461 tecavüz, 656 çocuk istismarı ve 291 taciz davası açıldı. Konya’da 609 çocuk istismarı, 354 tecavüz ve 438 taciz davasıyla kayıtlara geçti. Antalya’da açılan davaların 432’si çocuklara tecavüz, 548’i çocuk istismarı, 473’ü taciz üzerine. Diyarbakır’da 92 çocuğa tecavüz, 193 çocuk istismarı, 75 taciz davası görüldü. Tunceli’de 3 tecavüz, 5 çocuk istismarı, 3 taciz davası açıldı. 2011’de, Gaziantep’te 558, Bursa’da 545, Mersin’de 500 çocuk istismarı davası görüldü. Kayseri’deki rakamlara göre 263 çocuğa tecavüz, 374 çocuk istismarı, 273 çocuğa taciz davası söz konusu. Samsun’da açılan çocuk istismarı davası sayısı ise 418 (Bianet.org, Mayıs 2013).

Nasıl, rakamlar bayağı bir göz dolduruyor, değil mi efendi?

Bu davaların kaçından “mahkûmiyet” çıktı/çıkacak acaba? Bu çocuklar (tabii bu yaralarla yaşayabilirlerse) kalan ömürlerini nasıl korkunç acılar ve travmalar içinde geçirecekler acaba? Sokaklarda gaz fişekleriyle gençleri kafalarından vuran, gözlerini çıkaran, gazla zehirleyen polisine destanlar yazdıran, ağaçlardaki kuşları bile öldüren “devlet baba”nın, bu çocukların akıbeti için de elbet bir şeyler düşüneceğini hayal etmemiz çok mu tuhaf kaçar efendi? Kimi kime emanet ediyoruz, değil mi?

Bırakın “kızlı-erkekli evleri” filan, çekin elinizi şehrimizden, parkımızdan, okulumuzdan, evimizden, yatağımızdan, hayatımızdan.

Biz böyle iyiyiz; seviyoruz, seviliyoruz, sevişiyoruz (teyitli bilgi).

Gerçekten bir “sorumluluk” almak istiyorsanız, çok hevesliyseniz yani; tam da seçimler kapıya dayanmışken ve meclisteki “başörtüsü mağduriyeti” beklenen mağduriyeti ve şovu yaratamamışken, “kızlı-erkekli” evlerin meraklı komşularının ihbarcılığından ve genç insanların yaşamına saçtığınız zehirden medet umacağınıza, yukarıdaki utanç tablosunun takipçisi olun.

Çünkü “sayı” değil, onlar “çocuk”. Bunun anlamını biliyor musunuz?

Devrim Çakır

1865