Kîne em?..
Kîne em? (Kimiz biz?)
Cotkar û karker (Çiftçi ve işçi)
Gundî û rêncber (Köylü ve emekçi)
Hemû proleter (Hepsi proleter)
Gelê Kurdistan (Kürdistan halkı)
Bu mısralarla başlar o destansı “Kîne em” eseri. İrili ufaklı yüzlerce derenin, büyük bir coşkuyla aktığı nehirle kavuştuktan sonra gürül gürül akması gibi uzar gider. Pekçok yazının, şiirin, bestenin uzadıkça sıkan durağanlığına düşmez ama. Uzadıkça coşar, coştukça destanlaşır. Dinlerken insanın tüylerini diken diken eder. Tek bir bağlamayla çalınmış ve söylenmiş olmasına rağmen, böyle bir etki yaratması şaşırtıcı gelebilir belki. Ama değildir.
Kürdistan tarihinin eşsiz anlatımının, muazzam bir tınıyla birleşmesinden doğan “Kîne Em”e ruhunu veren asıl öğe, onun toplumsalcı özüdür. O coşkuyu yaratan da bu özün ta kendisidir.
Bu öz, onun sadece
Bûne mezhebdar (Mezhepçi olmuşlar)
Bûne olperest (Bağnaz olmuşlar)
Bûne paşverû, bi tizbî û xişt (Gerici olmuşlar, tesbihli ve çubuklu)
veya
Rêçika Markîs (Marks’ın yolunu)
Rêçika Lenîn. (Lenin’in yolunu)
şeklinde uzayıp giden mısralarından değil, eserin bütününe sinen yapısından gelir. Lokal ile geneli toplumsalcı özle harmanlayan eser, Kürt emekçilerin ve Kürdistan’ın özgürlük yolunu da aynı toplumsalcı özde, başka bir ifadeyle sosyalizmde görür.
Kimi zaman düşen, kimi zamansa yükselen temposuyla baştan sona insanı kulak kesilmek zorunda bırakıp yerine çivileyen “Kîne Em”, her ne kadar son yıllarda bu topraklarda mücadele dili olan Kürtçe söylendiği için ayrı bir güzellik olarak karşımıza çıkıyorsa da, onun asıl güzelliği, mısralarında gizli olan toplumsalcı sözlerinde gizlidir.
Bu açıdan baktığımızda, “diplomasinin dili Fransızca ticaretin dili İngilizce ise, müziğin dili de Kürtçe’dir” doğru belirlemesinde ifade edildiği gibi eserin Kürtçe söylenmesi ona ayrı bir haz katıyor olsa da, dile getirdiği öz korunduğu müddetçe, başka bir dilde de söylense fark etmezdi. Ne güzelliğinden, ne coşkusundan, ne anlamından, ne de destansılığından bir şey kaybetmezdi. Çav Bella, Enternasyonal, Avusturya İşçi Marşı vb. eserlerin yüzlerce farklı dilde de söylense, aynı etkiyi yaratması gibi…
Bu destansı eserin söz ve beste yazarı Şivan Perwer…
Adı, Kürt müziği açısından “zirve”yle eşanlamlı olan Şivan Perwer…
Henüz lise yıllarında kendisine yapılan kaset tekliflerini -o yıllarda Kürtçe söylemek yasak olduğu için-, Türkçe söylemeyi reddedip “Ben şarkılarımın halkımla, onun gerçekliği, durumu ve çektiği acılar ve sefalet ve yaşanan işgalle ilgili bir mesaj taşımasını istiyorum. Ben halkıma müziğimle hizmet etmek istiyorum” diyen Şivan Perwer…
Dünya ölçeğinde Kürt müziği ve kültürünün en yetkin temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Şivan Perwer…
O Şivan Perwer şimdi, geçmişi, çıkarları doğrultusunda emperyalist devletlerle ittifak ilişkileri geliştirmekte hiçbir beis görmeyen, kimi zaman emperyalizmin, kimi zamansa Türk devletinin uşaklığını yapmış olan Barzani'yle Amed’e gelip, Erdoğan ile buluşuyor.
Çok mu şaşırtıcı? Değil!
Daha dün Fethullah Gülen için “değerli bir insan, barışçıl bir zat. Öyle bir kişi Türkiye için yararlıdır, faydalıdır” diyerek, cemaate ataçlanmaya çalışmasından hedefini belli etmişti aslında.
Hani o karargahını kurduğu ABD’deki evinde etrafına topladığı birkaç kişinin “huşu” içinde “amin” nidalarıyla desteklediği söylevinde PKK gerillaları için “Allahım o hakkı kötek olanların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, feryadı figan sal, köklerini kes, kurut ve işlerini bitir” beddualarını peş peşe sıralayan Gülen için.
Hani Kürdistan’da kurduğu okullar ve cemaat evleri ile alttan alta PKK karşıtı örgütlenme çalışmaları yapan Gülen için.
Hani o bugün Rojava’da çoluk çocuk, genç yaşlı demeden insan boğazlayan İslamcı çetelere insan, para ve silah başta olmak üzere her türlü yardımı yapan Gülen için.
Şivan, bugünün gazete ve sosyal medya yazılarında yine gündemde. Pekçok insan Şivan’ı “hain” ilan ediyor, Barzani'yle yaptığı ittifaka ve ötesinde de Barzani ile Erdoğan’ın yaptığı stratejik işbirliğine yedeklenmesine anlam veremiyor. Küfrün bini bir para…
Oysa anlaşılmayacak bir şey yok. Tarihi diyalektik okuyan herkes, henüz birkaç yıl öncesine kadar toplumsalcı sanat anlayışından ve yaşamsal duruştan 180 derecelik savruluş yaşayan Şivan’ın bugününü dünden rahatlıkla görebilir(di). Tabiatta hiçbir şeyin bir anda olmadığı, oluşan her şeyin bir gelişim sürecinden geçmesi gibi, Şivan’ın da cemaate, daha da doğrusu kapitalizme rücu etmesi bir günde olmadı.
Kürt müziğinin “ilahı” kabul edilen Şivan’ın başarısı, ne bu coğrafyada ilk Kürtçe müzik yapan insan olmasından, ne de bu uğurda bedel ödemesinden kaynaklanıyordu. Ondan önce de Kürtçe söyleyen ve bedel ödemek zorunda kalan pekçok sanatçı vardı. Şimdi çok daha fazlası var. Onun asıl başarısı, Kürt halkının binlerce yıllık esaretini, maruz kaldığı zulmü ve özgürlük arayışını, yükselen Kürt ulusal mücadelesi içinde layıkıyla icra etmesinde saklıydı. Yakaladığı ve yaptığı her besteyle daha da perçinlediği başarıyı paraya veya başka bireysel kaygılara havale etmemesi de onu halk nezdinde zirveye çıkardı.
Nedeni, gözaltına aldığı 40’lı yaşlarda bir devrimciye “biz bu ülkede 35’inden sonra kimseye devrimcilik yaptırmayız” diyen komutanın o garip belirlemesinde mi gizlidir bilinmez, ama Şivan da zamanla toplumsal kaygı ve amaçların yerine bireysel olanı ikame etmeye başladı. Ne de olsa günümüz dünyası liberalizmin kutsadığı bireyin ve bireyciliğin dünyasıydı. Toplum giderek bireycileşiyor, toplumsal olan en ince detayına kadar ayrıştırılıp çözülüyordu.
Yaşam binlerce yıldır olduğu gibi Şivan’ın da önüne yol ayrımı çıkaracaktı. Artık ya o ya da buydu. Ortası kalmamıştı. Adnan Yücel’in o harika dizelerinde imgelediği gibi, ya tarihin en güzel yerinde son sözü söyleyenlerden biri olacaktı ya da… Ya da günümüzde çokça bulunan, iliklerine kadar cıvımış saray soytarılarından biri. O maalesef ki ikincisini seçti.
Sanatçının dünya görüşü ve duruşu neyse, sanatı da o paralelde olur. Toplumsal olandan hızla bireysel olana doğru savrulan Şivan’ın sanatsal aktivitesinin merkezine toplumsal olanı koyması da mümkün değildi. Olmadı da zaten. Sanatı da kendisi gibi bireyselleşti. ‘79’da yazdığı “Kîne Em”den “Diwana Şivan Perwer”e (2005) ve “Şivanname”ye (2013) savrulması da artık sürpriz olmayacaktı…
Her zaman olduğu gibi diyalektik bir kez daha hükmünü yürütecek ve aynıları aynı yerde, ayrıları ise ayrı yerde toplayacaktı…
Bugün olan tam da budur. Şivan, Barzani ve Erdoğan… Var mı birbirlerinden bir farkları?
Bir tarafta güneyde kurulan Kürdistan’ı tekellere peşkeş çekerek cebini dolduran, ’92 Güney Savaşından kalma elindeki Kürt kanı bile henüz kurumamış Barzani ve ona yedeklenmiş Şivan. Diğer tarafta Erdoğan…
Bir tarafta sadece hükümranlığını kurduğu bölgede değil Kürdistan’ın diğer üç parçasında da güç olmaya oynayan Barzani ve bunca yıllık Kürt sanatçısı olmanın sonucunu paraya havale etmek isteyen Şivan, diğer tarafta hem PKK’nin etkisini azaltmak, hem de artık iyice yüzeye vuran parti içindeki çatlağı bertaraf etmek için yaklaşan seçim(ler)den güçlenip çıkmak adına Barzani’yi (ve Şivan’ı) kullanan “Gezi mağduru” Erdoğan…
Aynıların durduğu yer Barzani ve Erdoğan’a yakışmıyor değil. Ki onların ulusları farklı olsa da soy(suzluk)ları aynı. Ama daha dün “çiftçi ve işçi, köylü ve emekçi, tümden proleterdir Kürdistan halkı” deyip, kurtuluşu Marks’ın ve Lenin’in yolunda arayan Şivan’ın durduğu yer, her şeye rağmen insan olanı üzüyor…
[Alınteri okuru]